Dün akşam, Kadıköy, Yeldeğirmeni’ndeki “İşgal Evi” Don
Kişot’ta, İhsan Eliaçık’ın “İslam ve
Mülkiyet” konulu söyleşisi vardı. Buz gibi havaya rağmen küçük salon tıklım
tıklım doluydu. Toplantıyı tertipleyen arkadaşlar konuyu seçerlerken muhtemelen,
Don Kişot’taki “işgal Evi”nin, mülkiyet hakkına bir tecavüz olarak
değerlendirilebileceği gibi bir kaygıyla davranmış olmalıydılar. Gerekçesi ne
olursa olsun, isabetliydi ve güzel bir toplantı oldu. “Roket soba” henüz hala
verimli çalışamadığı; salonun deliklerinden buz gibi hava girdiği için buz gibi
salonda; geçen yazın Gezi Günlerini aratmayan sıcak bir atmosfer vardı ve “Gezi
Ruhu”nun, henüz ölmediği ve yaşadığı, hissediliyordu.
Toplantıda konuşulanların yol açtığı kimi düşüncelere
geçmeden önce, Don Kişot “işgal evi” hakkında kısa bir açıklama yararlı
olabilir.
*
Don Kişot “işgal evi”, aslında bir işgal evi değildir.
Müteahhidin biri, 15 kadar önce, oraya bir apartman dikmeye kalkmış ve aynı binayı
birbirinden farklı beş kişiye satmış. Yani dolandırıcılık yapmış. Sonra da
inşaat öyle yarım kalmış. Bina yıllardır yarım kalmış bir inşaat olarak öylece
duruyormuş ve adeta bir çöplüğe dönüşmüş.
Gezi hareketi Taksim’den sürülüp Parklara sığındıktan sonra;
daha somut bir şeyler yapmak; nüfusun daha geniş ve Gezi’ye uzak durmuş
kesimleriyle bağ kurabilmek için mahallelere doğru yönelmişti. İşte Kadıköy’ün
Yoğurtçu Parkı’nda toplananlardan Yeldeğirmeni ve civarında yaşayanlar da kendi
semtlerindeki küçük boş alanlarda toplanıyorlardı. Ancak havaların soğuyacağı,
kışın nerede toplanılabileceği bir sorundu ve mahallede yıllardır boş duran
adeta bir çöplüğe dönüşmüş inşaat adeta “gelin beni değerlendirin” der gibi
bekliyordu.
İşte Don Kişot, bu boş çöplüğe dönüşmüş inşaatın; mahallenin
ortak kullanımına açılması; şenlendirilmesinden başka bir şey değildir.
Dokunulmaz özel mülkiyet tanrısına tapan bugünün kapitalist
toplumu ve T. C.’nin yasaları ne der bilemiyoruz. Muhtemelen bu güzel ve masum
girişimi ezmek için her yolu deneyeceklerdir.
Ama İslam hukukuna dayanan Osmanlı’nın bile, Kanuni devrindeki
yozlaşmadan önceki dönemlerde, “mülk Allahın’dır” diyerek, toprakları işleyecek
ve üzerinde çalışarak rızkını çıkaracak olanlara dağıttığını, yani özel kişi mülkiyetini
zerrece takmayıp; bu günün deyimiyle “toprak reformu” yaptığını; bir araziyi
boş bırakıp, işlemeyenin elinden alınıp işleyecek olana verdiğini;
kullanılmayan boş arazileri dağıtıp “şenlendirdiğini” biliyoruz.
Don Kişot “işgal evi” işgal bile değil; Osmanlı’nın “Şenlendirme” dediğidir. “Şenlendirme” sözcüğü bile “değerlendirme”den daha güzel ve
anlamlıdır. “Değerlendirme” bir değişim değerine, paraya, fiyata
çağrışım yapar. “Şenlendirme” ise, kullanım değerine, yararlılığa.
Hükümet’in Kentsel dönüşüm projeleri “değerlendiriyor”;
Gezi’nin mahallelere sığınmış ruhu ise “şenlendiriyor”.
Biri parayla ölçüyor ve kara açıyor; diğeri insanların ihtiyaçlarıyla ölçüyor
ve kullanıma açıyor. Bu ihtiyaçlar içinde de manevi olanlar; toplu olarak
karşılanabilenler öncelikli.
“Gezi Ruhu”, bir zamanların dayanışmacı mahalle hayatında;
şenlendirilmiş bir mezbelelikte yaşamaya çalışıyor.
Konuşmasının sonunda bir soru üzerine İhsan Eliaçık da,
bireysel bir zenginliğin aracı olmadıkça, yapılanın doğru ve yerinde olduğunu
söyledi. Gelelim İhsan Eliaçığın konuşmasının yol açtığı düşüncelere.
*
İhsan Eliaçık konuşmasına “dinin en iyi ve doğru tanımını
Karl Marks yapmıştır” diye başladı ve Marks’ın ünlü ve çok farklı sözlerle ama
genellikle aynı anlamda çevrilmiş, "Dini
ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek
ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir
dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur"[1]
sözlerini yorumlayarak bunların hepsinin dinin özellikleri olduğunu göstermeye
çalıştı.
Bundan sonra İslam ve Kuran’ın egemen yorumu ile gerçekte
Kuran’da söylenenler arasındaki farklar üzerinden giderek konuşmasını sürdürdü.
Çeşitli söyleşilerde ve kitaplarında söylediklerinin kolay anlaşılır, derli
toplu bir özeti gibiydi konuşması.
Bir dinleyicinin nasıl bir evrim geçirdiği sorusu üzerine
gençliğinde Milli Türk Talebe Birliği’ni gittiğinden; Akıncı olduğu
zamanlardan; bir antikomünist olarak yetiştirildiklerinden; sonra 12 Eylül
dönemindeki hapishane hayatından; oradaki gözlemleri ve devrimcileri
tanıyışından; çıktıktan sonra Devrimci İslam adıyla yazdığı ilk kitaptan; AKP’nin
iktidara gelişinden sonraki ilk yıllardan ve sonra kesin tavır alışından;
kendisinin de bu arada öğrendiğinden ve öğrenmeye devam ettiğinden söz etti.
Daha birçok soru ve eleştiriler geldi. Bunları
tekrarlamaktansa en önemli gördüğüm birkaç nokta hakkında düşünce ve
izlenimlerimi yazmak isterim.
Toplantı’da ben de kısaca bir söz aldım ve “Sayın Eliaçık bir Müslüman olarak “Marks’ın
Din tanımının en doğru din tanımı olduğunu” söyledi; kanımca bu tam doğru
değil; ben de bir Marksist olarak Hazreti Muhammet’in din kavrayışının;
sosyolojik olarak Marks’ın din tanımından ya da kavrayışından daha doğru ve
derin olduğunu düşünüyorum. Marks’ın Din tanımı, aydınlanma’nın Din’i inanç
olarak tanımlamasının sınırları içinde kalır; buna bir eleştiri ve bir karşı
çıkıştır ama bu sınırları aşamaz. Marks, Din’in toplumun aynı zamanda
sınırlarını belirlediğini ve tüm ilişkilerini düzenlediğini göremez; Hazreti
Muhammet’in din kavrayışı bu bakımdan çok daha derin ve doğrudur” anlamında
bir şeyler söyledim.[2]
Eliaçık böyle bir eleştiri karşısında şaşırdı ve
memnuniyetle “bu eleştiriyi aldık kabul ettik” dedi.
Elbette bir Müslüman’ın “Marks
din hakkında en doğru tanımları yapmış” diye söze başladığı bir yerde, bir
Marksist’in de çıkıp, “hayır, Muhammet din
konusunda Marks’tan daha doğru ve derin bir kavrayıştadır” diye Müslüman’a
itiraz etmesi pek görülen ve görülmüş bir durum değildir ve insanları şaşırtır.
Ancak konu üzerine yazılarımızı biraz okuyanlar, ortada şaşıracak bir durum
olmadığını görür[3].
Yıllar önce şunları yazıyorduk örneğin:
“Din’in ne olduğu
konusunda, İslam çok daha açık ve doğru görüşe sahipti. Dinin bir inanç veya
özele ilişkin olmadığını bildiği, bu gerçekten hareket ettiği için, İslam’ın
Din kavramı, Aydınlanmanın Din kavramından çok daha sosyolojik gerçekliği
yansıtıyordu.”
Yani toplantıda, birçok yazımızda ifade ettiğimiz bu görüşü,
değişik biçimde ifade etmiş oluyorduk.
Ancak burada anlaşılmayan çok önemli bir nokta
bulunmaktadır. Bizim İslam’ın veya Muhammet’in sosyolojik olarak daha derin ve
doğru bir din kavrayışına sahip olduğunu
söylememiz; Marksizm’i aydınlanmanın din kavrayışından arındırmak; yani Marksizm'i
geliştirmek ve Muhammet’in veya İslam’ın sosyolojik olarak daha derin ve doğru
İslam kavrayışıyla buluşturmak anlamına gelirken; Sayın Eliaçığın, Marks’ın din
tanımını Dinin en doğru kavrayışı olarak tanımlaması; İslam’ın ve Muhammet’in
veya aynı zamandı bugün Marksizm'in vardığı din kavrayışının gerisine gitmek;
belli bir anlamda gerilemek anlamına gelmektedir.
Çünkü Eliaçığın ele aldığı ve Marks’ın din tanımı olarak
ifade ettiği din tanımı; henüz Marksist bir din tanımı olmadığı gibi, bazı
bakımlardan da yanlış yorumlanmış bir din tanımıdır. Ayrıca bu din tanımı bugün
çok gelişmiştir ve Muhammet’in din tanımıyla aşağı yukarı aynı yerdedir. Bu
nedenle, Eliaçığın Marks’ın Din tanımını benimsemesi aslında belli bir gerileme
anlamına da gelir.
Ama Eliaçığın bu din tanımına dayanan İslam yorumu, aynı
zamanda, Emevi İslam’ına göre devrimci bir karşı çıkıştır ve İslam içindeki
karşı devrime karşı bir mücadeledir. Bu İslam, aynı zamanda otantik İslam’a,
Muhammet’in İslam’ına bir dönüştür.
Yani Eliaçığın Marks’ın din tanımına sahip çıkması; Marksizm’in bugün ulaştığı din tanımına ve
otantik olarak Muhammet veya İslam’ın din kavrayışına göre bir gerilemeyi ifade
ederken; aynı zamanda karşı devrime uğramış İslam’a göre daha derin ve devrimci
bir din tanımlamasına denk düşmektedir.
Ne demek istiyoruz?
Karşı Devrime uğrayan İslam, İslam’ın aynı zamanda zenginlere
(Mekke Eşrafına) karşı bir isyan olduğu gerçeğini gizler. Allah’ın sosyal
olarak eşitleyici niteliğini unutturmaya çalışır. İslam’ın aslında merkezi ve
bürokratik devletlerle uyuşamayacağı gerçeğini unutturur. Cami adı üstünde
meclistir, toplanma yeridir. Karşı devrime uğramış İslam ise, onu merkezi
devletin basit bir eklentisi ve süsü haline getirir. O tıpkı Marks’ın Prusya
meclisini tanımlarken kullandığı gibi ve bugünkü TBMM’yi de tanımlamakta
kullanılabilecek olan, “mutlakıyetin
ayıbını gizleyen asma yaprağı” dediği türden, bir süs haline getirir.
Ancak otantik İslam, Din’i inanç olarak tanımlayan Aydınlanma’nın aksine, sosyolojik olarak dinin
bir inanç olmadığını; tüm toplumsal hayatı düzenlediğini
bilir.
Ama din, inançtır; toplumsal ilişkileri düzenlememelidir; din
kişilerin özel sorunudur denildiğinde, sosyolojik olarak din tanımı yapılmış
olmaz; bir hukuk sisteminde din sayılmak için bir tanım yapılmış olur. Ama bu tanımın kendisi; bizzat yeni bir dindir,
yani toplumsal ilişkileri düzenlemenin bir yoludur.
Sorun şuradadır; dinin inanç olduğu önermesini, bir dinin
önermesi olarak değil de; dinin sosyolojik tanımı olarak kabul ettiğiniz an,
sosyolojik olarak dinin ne olduğunu anlama olanağınız ortadan kalkar.
İşte Marksizm'in başına gelen, Aydınlanma’nın bir çocuğu
olarak başına gelen, tamı tamına budur.
Marks, Din’i bir sınıf mücadelesi aracı olarak ele aldığı ve
tanımladığı sürece dine sosyolojik olarak bakmak gerektiğini söylemiş olur ama
onu sadece sınıf mücadelesi boyutuyla tanımlamış olur; dinin tüm toplumsal
ilişkileri belirlediği gerçeğini atlamış olur.
İşte İhsan Eliaçığın Marks’ın bu sözüne sahip çıkması; Emevi
İslamı'na göre bir devrimci çıkış olmakla birlikte; sosyolojik olarak
Marksizm'in din kavramının bugün ulaştığı yere veya İslam’ın veya Muhammet’in
din kavrayışına göre bir gerilemeye karşılık düşer.
Ancak teorik ve kavramsal olarak İhsan Eliaçık, Marks’ın din
tanımını benimseyerek, sınıfları ve sınıf mücadelesini İslam’ın yorumlamasında
öne çıkarırken, sınıfların ve sınıf mücadelesinin Marksizm’in ayırıcı bir
özelliği olmadığını da es geçmekte; Marks’ın diyerek aslında Aydınlanma’nın din
kavramını savunmaktadır.
Sanılanın aksine sınıfların ve sınıf mücadelesinin varlığını
bulmak veya kabul etmek Marksizm'in ayrıcı bir özelliği değildir, Bunu
Marks’tan önce burjuva tarihçileri de bulmuşlardır. Sınıfları ve Sınıf
Mücadelesini kabul etmek; bunuz tarihin ve toplumun açıklamasında kullanmak
henüz Marksizm değildir; tabiri caiz ise ön Marksizm’dir, Marksizm öncesidir.
*
Ancak Eliaçık gerçekte, politik ve programatik olarak, henüz
teorik olarak formüle etmemiş olmakla birlikte, bu ifade ettiğinden çok daha
ileri bir noktada bulunmaktadır.
Sayın İhsan Eliaçığı 2008’de tanıştığımız ve birkaç gün
sonra beraber televizyona çıktığımız[4]
günden beri izliyorum.
Başlangıçta Eliaçık, İslam içinde sınıf mücadelesine ve
eşitliğe vurgu yaparak bir tür küçük devrim yaparken aynı zamanda o zamanın Türkiye’sinin,
politik güçlerinin çatışmaları içinde tıpkı ulusalcılarınki gibi bir durumda
bulunuyordu.
Bilindiği gibi ulusalcılar, ulusun Türklükle tanımlanmış
olmasını; merkezi ve bürokratik devleti hiç sorun etmezler; buna karşılık
kapitalizmi, emperyalizmi, sınıfsal eşitsizlikleri söylem düzeyinde çok sorun
ederler.
Fiili hukuki bir eşitsizliğin olduğu bir yerde, yani örneğin
ulusun Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlandığı bir yerde, Kürtlerin veya
Alevilerin, Hıristiyanların eşitliğini değil de, Kapitalizmi sorun etmek, sınıf
mücadelesinden söz etmek; görünüşte çok keskin bir tavır ve eleştiri gibi
görünse de, fiilen, var olan eşitsizliği savunmanın aracına dönüşür.
Yani kendi başına sınıf ve kapitalizm vurguları aslında devlet
sınıflarını savunmanın bu gerici cumhuriyeti savunmanın bir aracı olur.
Ulusalcıların temel karakteristiği budur.
İşte, İslam içinde devrimci ve alt üst edici görüşleri ile
İhsan Eliaçık, o günün konjonktürü içinde Türk ulusalcılarınınki gibi bir konumdaydı.
Sosyal eşitsizliğe vurgusuyla, AKP ile mücadelesinde, Askeri bürokratik oligarşi
tarafından, düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi çerçevesinde, özellikle
ulusalcılara yakın medyada bol bol öne çıkarılıyordu.
Elbette Anti Kapitalist Müslümanların ve Eliaçığın bu
olanağı kullanması doğru ve yerindeydi. Onlar da kendilerini kullanmak
isteyenleri kullanıyorlardı. Kullananlar her zaman aynı zamanda kullanılırlar.
Ancak Eliaçığın ve antikapitalist Müslümanların evrimi bu
noktada kalmamıştır. Eğer sadece bu noktada kalıp, demokratik özlemlere cevap
konusunda sessiz ve ilgisiz kalsaydılar, birden bire ulusalcıların pozisyonuna
düşebilirlerdi. Ancak çok güzel bir gelişmeyle, hukuki ve biçimsel eşitsizliklere,
demokratik özlemlere doğru da yöneldi eleştirileri.
Kürtlerin haklarını, Ermeni ve Hıristiyanların uğradığı zulmü
vs. giderek daha fazla öne çıkarmalarıyla birlikte; antikapitalist Müslümanlar
ve Eliaçık bu tehlikeli tuzağı aştı.
Anti Kapitalist Müslümanlar ve İhsan Eliaçığın ön önemli ve
kritik değişimi kanımca bu oldu.
Birçok Müslüman, tıpkı birçok Stalinist sosyalist gibi,
sosyal eşitsizliği, bir Emevi İslam’ı alında bile savunabilir. Ama bir Hıristiyan
veya bir Ateistin de bir Müslüman’la eşit olacağını; aynı haklardan
yararlanması gerektiğini söylemek ve bunun için mücadele etmek, fiilen
insanların dini, dili ne olursa olsun eşittirler demektir. Yani Aydınlanma’nın
idealini savunmaktır. Öyle denilip denmemesinden bağımsız olarak, bu Aydınlanma’nın
insanların, dili, dini, etnisi, soya, sopu, inancı, fikri ne olursa olsunlar
eşittirler ilkesinin fiili bir kabulü anlamına gelir. Yani İhsan Eliaçık ve Antikapitalist
Müslümanlar böylece aynı zamanda birer demokrata dönütüler. Bu noktadan sonra,
bugünkü Türklük ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış merkezi bürokratik
Cumhuriyet’in karşısında konumlandılar.
Ancak burada da kalmadılar; çok daha zor ve önemli bir adımı
daha attılar. Özelikle kadınlardan ve LGBT’lerden gelen eleştiriler karşısında bir
şeyin öznel olarak karşısında olma, benimsememe ile haklardan mahrum edilmemenin
ayrımından ve bu ayrımın İslami kavramlarla ifadesinden hareketle, insanların cinsleri
ve cinsel tercihleri ne olursa olsun, kendileri bu konuda farklı düşünseler
bile, toplumsal olarak onların tam bir eşitliğinden ve eşit haklarından yana
olduklarını açıkça ifade ettiler.
Ancak, ekonomi politiği ve Marksizm’i bilmedikleri;
kapitalizmi bir ölçüde ahlaki bir kavram olarak kullandıkları için, aslında
bunu savunmanın, kapitalizm için ideal koşulları savunmak anlamına geleceğinin
de farkında değildiler.
Çünkü artı değeri yaratan işgücünün dili, dini, cinsi, ırkı,
inancı, fikri, kültürü, cinsel tercihi vs., onun üreteceği artı değer üzerinde;
yani işgücünün kullanım değeri üzerinde hiçbir etkide bulunmadığından, bu
alanlarda devletin körlüğü ve gerçek bir eşitlik kapitalizm için ideal şartları
savunmaktan başka bir anlama gelmez. Ama kapitalizm için ideal şartlar, yani
gerçek bir demokratizm aynı zamanda kapitalizme karşı mücadele için de ideal
koşulları sağlayacağından sosyalistlerce de savunulabilir ve savunulmalıdır. Bu
bakımdan elbet bir sorun yoktur.
Burada da kalmadılar, teori alanında, dayanılan gizli
varsayımlar bakımından da çok cesur bir adım daha attılar.
Bu adımı da yine özellikle kadınların eşitliği konusu
üzerinden attılar.
Hazreti Muhammet döneminde söylenerek mutlaklaştırılmış ve
kadınların ezilmesinin aracı yapılmış kimi uygulamaların o zamanın koşulları
içinde; o koşullara göre ilerlemeyi ve eşitliği temsil ettiği yorumunu
yaptılar.
Bu yorum, çok köklü bir paradigma değişimi anlamına geliyordu.
Kuran’ın toplumsal koşullara bağlı olarak anlaşılması gerektiği gibi bir sonuca
ulaşmış bulunuluyordu. Ama eğer böyle ise, sadece kadınlara ilişkin söylenenler
değil, bütün Kuran ve İslam da toplumsal koşullara bağlı olarak anlaşılabilir
ve anlaşılmalıdır. O halde Kuran’ı ve İslam’ı anlamak, tarih ve toplumu
anlamaktan geçer. Tarih’i ve toplumu açıklayan yasaları bilmeden Kuran’ı ve
İslam’ı anlayamayız.
Bu ise Marksizm’in kendisinden başka bir şey değildir
Bu sonuçların henüz çıkarılıp çıkarılmaması önemli değildir.
Ama varılan noktadan sonra bu noktalara varmak kaçınılmazdır. Bu geri dönüşü
olmayan bir yoldur. Elbet dökülenler olur, ama mantık çizgisini sonuna kadar
götürenler de çıkar.
Yani Marks’ın 1845-1848 yılları arasında Aydınlanma
paradigması içinde yaşadıklarını; şimdi İslam içinden Antikapitalist
Müslümanlar yaşamaktadır. Elbet yolda dökülenler olur. Genç Hegelcilerin çok
azı bu yolu kat edebilmişti.
Anti Kapitalist Müslümanlar bugün tutarlı demokratlar ve
ütopik sosyalistlerdir. Yukarıdaki adımı mantık sonuçlarına götürdüklerinde ise
ister istemez Bilimsel Sosyalist (Marksist) olacaklardır.
Sosyal Eşitliği, tüketim ve bölüşümdeki eşitlik ile sağlama
bütün dinlerin ve ütopik sosyalistlerin ortak özelliğidir.
Olayları tarihsel ve toplumsal bağlamı içinde anlama, ister
istemez, sosyal eşitlik projelerinin neden başarısızlığa uğradığı ve yozlaştığı
sorununa da bir cevap aramak zorunda kalacaktır.
Cevabı ararken bir noktada, bunun ancak üretim ve mülkiyet
ilişkilerinin üzerinden sağlanabileceği sonucuna ulaşmak da kaçınılmazdır.
Böylece İslam ve Marksizm, İslam’dan yola çıkarak yine
buluşmuş; İslam, Aydınlanma’dan bağımsız, kendi yolunu izleyerek Marksizm’i
yeniden bulmuş veya keşfetmiş olur.
Marksizm bu yolu, tersinden, kendi din tanımının aydınlanmanın
din tanımı olduğunu söyleyerek ve bu tanımı eleştirerek kat etmişti.
Şimdi Marksizm varmaları gereken yerde anti-kapitalist Müslümanları
bekliyor. Bir kısmı yolda dökülse de elbette Marksizm’in onları beklediği yere
varabilenler de olacaktır.
Toparlarsak, antikapitalist Müslümanlar, politik bakımdan
tam bir demokrata dönüşmüştürler; hem merkezi ve bürokratik devlet düşmanı
nitelikleriyle; hem insanların dini, dili, cinse, ırkı, soyu, sopu, inancı, kültürü,
cinsel tercihi vs. nedeniyle hiçbir ayrımcılığa uğramaması gerektiği; tem eşit
bir yurttaşın haklarından yararlanması gerektiği şeklideki program ve
özlemleriyle bugün en radikal demokrat bir pozisyonu savunmaktadırlar.
Sosyal eşitlikçi özlemleri ve hedefleriyle aynı zamanda
birer sosyalisttirler.
Ama bu eşitliğe hala ahlaki araçlarla; tüketim ve bölüşüm
alanındaki tedbirlerle ulaşmak sınırında kaldıkları için, henüz ütopik sosyalistlerdir.
Üretimin düzenlenmesiyle bunun olabileceğini gördükleri;
bugüne kadarki başarısızlıkların nedenlerini araştırıp tartıştıkları an
Marksistler haline geleceklerdir.
Muhammet ve Marks buluşacaktır.
Demir Küçükaydın
05 Şubat 2014 Çarşamba
[1] Bizim
Marks’ın bu sözüne ilişkin değerlendirme ve eleştirilerimiz “Marksizm ve Din”
başlıklı şu yazımızda okunabilir: http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/01/marksizm-ve-din-1-klasik-marksizmde-din.html Orada açıkladığımız gibi, bu tanım henüz
Marksist bir tanım değildir ve Afyon’un yorumlanmasında yanlışlık yapılmaktadır.
Aslında Sayın Eliaçık da Afyonu yorumlarken benzer yanlışı tekrarlıyor. O
zamanlar afyon bugünkü gibi kriminal ve uyuşturucu türünden bir anlama sahip
değildi; ağrı kesici, ilaç anlamında kullanılıyordu.
[2]
Marks’ın Din kavrayışının daha derin ve ayrıntılı eleştirilerimiz birçoklarının
yanı sıra şu yazıda da var: http://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2014/01/marksizm-ve-din-2-modern-marksizmde-din.html
[3] Biz
Marksist bir din teorisi olmadığını; var olan din kavramının aydınlanmanın din
kavramı olduğunu aşağı yukarı 2004’te keşfettik. Eliaçık da AKP iktidara
gelince iki yıl kadar beklediğini ve ondan sonra esas eleştirilerine
başladığını ifade ediyor. Yani aşağı yukarı aynı tarihte, biz Marksizm'in
Marksist Eleştirisi’ni yaparken, Eliaçık da İslam’ın içinden eleştirilere
başlamış.
[4]
Sosyalizm ve İslam adlı programa çıkmıştık. Şuradan izlenebilir: http://www.youtube.com/watch?v=zWO3R7EUoKQ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder