3 Ocak 2014 Cuma

Menetekel (Günlerin Sayılı)

Menetekel” “Mene Mene Tekel Upharsin” sözlerinin kısaltılmış halidir. Aslında eski Akadçadaki bir kelime oyununa dayanmaktadır. Mene: ölçüldü, Tekel: tartıldı, U-parsin: bölündü demektir.
Tevrat’ın Danyal kitabındaki bu hikâyeyi, bu konuyu gündeme getiren Zaman gazetesi yazarı Ahmet Turan Alkan’ın anlatışına bakalım:
Babil kralı Belşassar (Baltazar diye bilinir), bir ziyafet esnasında salonun duvarına gövdesiz bir elin “Mene, tekel, ufarsin” kelimelerini yazdığını görür ve mânâsını öğrenmek için Danyal Peygamber’i çağırtır. Danyal Peygamber’in yorumu şöyledir: “Mene: Sayılı günleriniz sona erdi, Tekel: terazide tartıldınız ve eksik bulundunuz...”
 Üçüncü kelimeye elim elvermiyor: Hafazanallah!”(1 Ocak 2014

Aslında Alkan’ın yazısı, Kürt Özgürlük hareketine karşıdır, ama bu arada Recep Tayyip’e de, böyle gidersen ülken bölünür demeye getirmektedir. Olağan zamanlarda hiçbir AKP’li bunu Erdoğan’a veya AKP’ye karşı algılamazdı. Ama şimdi taraflar havadan nem kapıyorlar ve sen böyle diyorsun ama aslında bunu demek istiyorsun derken dilin ağrıyan dili kurcalaması gibi akıllarından geçeni dışa vuruyorlar.
Ahmet Taşgetiren de Star’da Alkan’a cevap veriyor. Alkan’ın yukarıdaki satırlarını aktardıktan sonra:
Hedef Tayyip Erdoğan. Ne diyor Alkan? “Sonun Belşatsar gibi olur” diyor. Bu bir Yahudi efsanesi. “Elinin el vermediği üçüncü kelime”nin ne anlama geldiğini, gelin o efsanenin Tevrat’a yansıyan bölümünden okuyalım:
 “Kral Nebukadnezar (Süleyman’ın mabedini yıkan Babil Kralı) ölmüş ve oğlu Belşatzar kral olmuştur. Yeni Kral bir ziyafet verir. Süleyman’ın mabedinden getirilen kutsal kâse, kap ve malzemeler bu ziyafette kullanılır. Misafirlere bu kaplarla şarap ikram edilir. Şarap içilirken bir adam parmağı görünür; parmak hareket ederek duvara bir yazı yazar. Kral o kadar korkmuştur ki bacakları titremeye başlar ama duvarda yazılanı da okuyamaz ve ‘Bu yazıyı okuyup ne anlama geldiğini söyleyene hediyeler vereceğim’ der.
 “Kralın tüm bilge adamları duvara yazılanı okuyamaz. Bunun üzerine Nebukadnazer’ın rüyalarını yorumlayan Hz. Daniel’i çağrılır. Daniel krala duvardaki yazı için şunları söyler: Şimdi sen, Nebukadnezar’ın oğlu, Allah’a karşı geldin. Kutsal kapları mabetten aldın; onlarla şarap içtin; altın, gümüş, tunç, demir, tahta ve taştan, görmeyen, duymayan ve hiçbir bilgisi olmayan putlar yaptın. Ve hayatını elleri içinde bulunduran yüce Allah’a hiçbir şey vermedin. Bunun için de duvara şunlar yazıldı: Mene, mene, tekel, ufarsin. ‘Mene, Allah’ın emriyle krallığın sona erdi. Tekel, terazide tartıldın ve eksik bulundun. Ufarsin ise krallığın bölündü ve yarısı Medlere yarısı Perslere verildi.”
Neymiş üçüncü kelime “Ufarsin”in anlamı, ülkenin bölünmesi ve yarısının Perslere ve Medler’e verilmesiymiş.
Bu efsanenin bir ilavesi daha vardır: Kral Belşatsar o gece öldürülür.
Ve ilginçtir, Sovyet ihtilalinde Lenin’in adamları, Çar’ı öldürürler ve sarayın duvarına “Kral Belşatsar kendi köleleri tarafından öldürüldü” ifadesini yazarlar.
Ahmet Turan Alkan’ın “üçüncü kelime” ötesinde Belşatsar’ın akıbetine ilişkin bilgi de hatırından geçmiş midir bilmem. Ama Tayyip Erdoğan düşmanlığını böyle Yahudi efsanelerinden ve intikamcılığından yola çıkan yorumlara götürmesi ibret-i alemdir.”
Yani sadece memleketin bölüneceğini söylemiyorsun ölümünü de istiyorsun demeye getiriyor.  Daha doğrusu kendisinin aklından geçen bu olmuş.
Ve burada kendisi de hikâyenin Tevrat’ta geçmesinden yola çıkarak “Yahudi (…) intikamcılığından” dem vuruyor ve anti-semitizm ve ırkçılık yaparak bunu muhtemelen uluslararası komplo ile bağlantılandırıyor.
Dil ağrıyan dişi kurcaladığına göre, yakında cemaat hakkında casusluktan ve Erdoğan’ı öldürmeye çalışmaktan dolayı tutuklamalar olursa hiç şaşmamalı.
*
Bütün bunlar iyidir. Bu her ikisinde de demokrasinin zerresi bulunmayan iki güç ne kadar birbirlerinin kirli çamaşırlarını sererler, ne kadar sert çatışırlarsa o kadar iyidir ve ezilenlerin ve demokrasi mücadelesinin yararınadır.
Üst sınıflar ve egemenler arasındaki çatışmalar ve zayıflamalar ezilenlere cesaret verirler; aynı zamanda üst sınıfların ezilenler üzerindeki ideolojik egemenliğini sarsarlar.
Ne zaman savaşlar vs. vesilesiyle devletler, egemenler zayıflar, o zaman ezilenler birazcık kafalarına kaldıracak imkân ve cesaret bulurlar. Devrimlerin ve isyanların savaşlardan sonra olması bir rastlantı değildir.
Bu vesileyle, bu sözleri ve hikâyeyi Kürtlere karşı “bölücülük tehlikesi” veya Yahudi komplosu bağlamlarının dışında, genellikle halkın binlerce yıllık bilgeliği, eskimiş düzenlerin sonunun engellenemez olduğu mesajıyla ilgili, sanatsal bağlamlarından birkaçıyla analım.
Linklere tıklayarak ve Türkiye politikasının bayağılıklarından birkaç dakikacık olsun uzaklaşabilirsiniz.
Işığın ustası Rembrant Baltazar’ın Ziyafeti adlı tablosunda bu hikâyeyi resmeder.
Heinrich Heine’nin Şarkılar Kitabı’nda daha sonra Robert Schumann tarafından bestelenmiş yine bu konuyu ele alan bir şiiri vardır. Schumman’ın bestesi.
Beyaz çiftçilerin Country müziğinin ustalarından Johny Cash’in Baltazar diye bir şarkısı vardır.
Biz de 2001 yılında aşağıdaki yazıyı yazmıştık.

"Mene Mene Thekel  Upharsin"

Son politik kriz ve politik krizin vesile olduğu mali krize ilişkin söylenenleri okuyunca, Kürt uyanışına karşı geliştirilen özel savaş rejiminin, sadece Türkiye'deki ortalama vatandaşları değil, Türkiye'nin sosyalistlerini de ne ölçüde çürüttüğü, onlarda da adeta bir hafıza kaybına yol açtığı daha iyi görülüyor.
Eğer bir güce, bir sisteme karşıysanız, onun bir kriz içinde olması, sizi üzmemeli aksine sevindirmelidir. Kriz aynı zamanda, kendisine karşı mücadele ettiğinizin zayıflaması, hareket yeteneğinin azalması demektir. Dolayısıyla, soruna ezilenlerin mücadeleleri açısından bakanlarda, böyle krizlerin sevinç yaratması gerekir. Marks – Engels, sık sık mektuplaşmalarında, o sırada yaşanan kimi aşırı üretim krizlerine bakıp, bunların kendilerine ilaç gibi geldiğini yazarlardı birbirlerine. Şimdi bu güzel gelenekler unutulmuş, kendine kimi solcu diyenlerin de, egemenleriyle birlikte krize üzüldükleri görülüyor. Krizlerin, ezilen ve muhalif insanların romatizma, siyatik, baş, mide ağrılarına çok iyi geldiği unutulmuş.
Bir zamanlar diyalektiği anlatan el kitaplarında öğretilenler bile unutulmuş. O el kitaplarında, sebep ile vesileyi karıştırmamak gerektiği, örneğin Birinci Dünya Savaşının nedeninin Saraybosna suikastı olmadığı, bunun bir vesile olduğu anlatılırdı. Son mali krize yol açan MGK'daki restleşmeyi de kimileri hala krizin nedeni gibi koyuyorlar. O olay krizin nedeni değil vesilesidir.
Tabii kimi sosyalistlerimiz de bu kadar kaba hatalar yapmıyor. Onlar da, Tarihsel Maddeciliğin, ekonominin son duruşmada belirleyiciliği ilkesine uygun olarak, krizin nedeninin kapitalizm olduğunu söylüyorlar ve bizleri aydınlatıyorlar. Fransızlar zülfü yâre dokunmayan konuşmalardan, "her şeyi ve hiç bir şeyi konuşmak" diye söz ederler, bu tür zülfü yâre dokunmayan açıklamalar da "her şeyi ve hiç bir şeyi" açıklıyorlar.
Tabii kimisi bu kadar genel açıklamalarla yetinmiyor, daha somuta gidiyor ve bu krizleri Marks'ın açıkladığını, ortada öyle bir kriz olduğunu söylüyor. Ne var ki, bu açıklamanın da küçük bir problemi var. Marks'ın açıkladığı -ki aslında Marks eserinde büyük harflerle bir Kriz Teorisi de bırakmamıştır, böyle bir teorinin unsurları vardır- krizler, evvelki yüzyılda 10 yılda bir görülen, aşırı üretim krizleriydi. Keza bu krizler, sarsıntıları azalmış ama buna karşılık sıklaşmış olarak beş altı yıllık dönemler halinde, durgunluk ve canlanma biçiminde günümüzün kapitalizminde de vardır ama Türkiye'deki hem genel toplumsal krizin hem de son mali krizin aşırı üretim bunalımıyla ilgisi yoktur. Kapitalizmdeki periyodik krizler aşırı üretim krizleridir. Yani insanlar çok ayakkabı ürettiği için ayakkabısız, çok yemek ürettiği için aç kalırlar. Geçelim son mali krizi bir yana, Türkiye'deki, genel anlamıyla toplumsal krizin nedeni bile, aşırı üretim değil, tabiri caiz ise eksik üretimdir, üretememektir.
Kimileri de daha ileri gidip, Kontradiev diye birinin bir kriz teorisi geliştirdiğinden söz ediyorlar. Evet, kapitalist üretimin tarihinde uzun dalgalar, 25-30'ar yıllık, yükselen ve inen dalgalar vardır ve bu teoriyi ilk ortaya atan Kontradiev'dir. Daha sonra da bu teoriyi Troçki ve Mandel geliştirmiştir. Ama bu, krizleri açıklayan bir teori değildir, bazı dönemlerde krizlerin niye daha sert, canlanmaların daha cılız olduğunu açıklayan bir teoridir.
Kontradiev dalgaları açısından ise, üzerinde ciddi biçimde düşünülüp tartışılması gereken, kapitalizmin muhtemelen, tekrar bir uzun dalganın  yükselen fazına geçtiğidir. Yani krizlerin daha hafif, canlanmaların daha güçlü olduğu bir döneme girildiğine ilişkin belirtiler vardır. Uzun dalga teorileri, yeniden yükselişin ekonomi dışı etkilerle olabileceğini belirtiyorlardı. Bu anlamda, Doğu Avrupa'nın çöküşü, İşçi hareketinin dağınıklığı ve ücretlerdeki düşmeler, bilgisayar ve iletişim ve biyoloji teknolojisindeki gelişmeler ve bunların yaygınlaşması (yani yeni pazarlar, kar oranlarındaki yükselişler, yeni üretim branşları) bir yükselen dalgaya olanak tanımaktadır ve Clinton döneminde ABD'nin yaşadığı tarihindeki en uzun ve hızlı canlanma, Avrupa ülkelerinde işsizlik sayısındaki azalışlar vs. gibi veriler de bunu destekler niteliktedir. Bu anlamda, Kontradiev dönemlerinin bu krize yol açması bir yana ılımlandırmasından bile söz edilebilir. Yani önümüzde, kapitalizmin nispeten daha hızlı büyüyeceği, krizlerin daha ılımlı olacağı bir çeyrek yüzyıllık dönem var demektir.
Kimileri de, bu genel açıklamalarla yetinmeyip hem de somut olarak çıkış yolu gösterebilmek için –sanki üstlerine vazifeymişçesine- örneğin ÖDP veya Sosyalistlerin ezici çoğunluğunda olduğu gibi, daha da somuta gidiyor ve IMF'nin, bunalımın nedeni olduğunu söylüyor ve sözüm ona solcu sosyalist iktisatçılardan alıntılar yapıyorlar. Ama onların çoğu da altmışların dünyasının genel geçer "milli kalkınma" görüşleri ile sorunu teknik düzeyde açıklama arasında eklektik görüşler getirmekten öteye gitmiyorlar ve o zamanlar, kimi az gelişmiş ülkelere manevra olanağı sağlayan, Sovyetlerin artık var olmadığını unutuyorlar.
Ha, bunalımın nedeni ne mi? Gerek toplumsal ve gerek son mali bunalımın nedeni "ekonomi", "kapitalizm", "IMF", "Kontradiev dönemleri" veya "IMF politikaları" değildir. Bunun bir tek nedeni vardır. Osmanlı artığı, bu pahalı, baskıcı, bürokratik devlet kastı.
Bu kast, daha önce bir şekilde kendisi de esneklik göstererek modernleşmenin bir aracı olabiliyor, bir ulus, iç Pazar, burjuvazi vs. yaratabiliyordu. Ama artık toplumun bütün soluk yollarını tıkayan bir taşlaşmış kabuk durumundadır. Kürt uyanışının gücü bu kabuğu parçalamaya yetmemekte, Türkler ise, hala "IMF", "Kapitalizm", "dönemsel Krizler" vs.lerle kendilerin kandırıp bu kabuğa yönelme cesareti gösteremedikleri; Kürtler karşısındaki kıytırık imtiyazlarının kölesi oldukları için bunalım bir sıçramaya değil çürümeye yol açmakta, çürüme ise tekrar çıkışsızlığı besleyerek krizi derinleştirmektedir.
Ama hiç bir çürüme sonuna kadar gitmez, bir noktada zıddına döner. Toplumu boğan bu kastın da alnında, Babil'in duvarlarındaki yazı okunmaktadır: "Mene mene thekel upharsin". Günlerin Sayılı!..
24 Şubat 2001 Cumartesi





Hiç yorum yok: