İnsan türünün, Tarihin çok acımasız davrandığı; cılız
omuzlarına kaldıramayacağı ağırlıkta yükler yüklediği belki de son
kuşaklarıyız.
Birbirine zıt iki anlamda son kuşaklar.
Böyle yükleri yüklenmiş son kuşaklar anlamında veya insan
türünün son kuşakları anlamında.
Türün son kuşakları olmamayı başarırsak böyle yükleri
yüklenmiş son kuşaklar olabiliriz.
Evet, sadece toplumun değil, bir türün kaderi, önümüzdeki üç
beş kuşağın sırtında.
Ama türün kaderini toplumsal yasalar; toplumun kaderini;
değer yasası ve sınıf mücadelesinin yasaları belirleyecek.
Yani son duruşmada, türün kaderini belirleyecek olan ise,
toplumun kaderi.
*
Bugün var olan ve bizlerle tamamen aynı biyolojik
özelliklere sahip insan türü, bilimsel adıyla Homo Sapiens Sapiens, topu topu iki yüz bin yıldır (200.000) var.
Yani Paleontolojik ölçülerle bakıldığında yeryüzünde görüleli birkaç saniye
olmuş.
Evren, 13 Milyar 700 milyon yıldır var.
Güneş sistemi ve dünya, yuvarlak hesap 5 milyar yıldır var.
Canlılar 4 Milyar yıldır var.
Çok hücreli canlılar, yuvarlak hesap 500 milyon yıldır var.
Memeliler 60 Milyon yıldır var.
İnsan (Homo) türü, iki veya üç milyon yıldır var.
Bizim içinde bulunduğumuz insan türü ise (Homo Sapiens
Sapiens) 200.000 yıldır var. Köpekbalıkları, timsahlar, kaplumbağalar birkaç
yüz milyon yıldır varlar.
Bir kuşak 25 yıl üzerinden hesaplanırsa, topu topu ortaya
çıkışımız üzerinden 8000 kuşak geçmiş.
İnsan türünün ortaya çıkışıyla toplumun ortaya çıkışı aynı
değil. Bunun 200 bin yılın en az yüz bin yılında (100.000), insan türü belki
oldukça karmaşık ama toplum olamamış
sürüler halinde yaşıyordu. Kullandığı aletler hala diğer insan türlerininkinden
pek farklı değildi.
Bundan 70.000 yıl kadar önce, antropologların ve
arkeologların nedenini açıklayamadığı büyük bir sıçrama başlıyor. İlk kez sanat
eseri denebilecek şeyler görülmeye başlanıyor. Aletler ve yöntemler hızla
inceliyor ve gelişiyor.
Aynı dönemde, yani 70.000 yıl önce insan türünün adeta yok
olmanın eşiğine geldiğini söylüyor biyologlar. Çünkü bugün yeryüzünde yaşayan
bütün insanlar, 70.000 yıl önceye giden bin kişiyi aşmayan bir popülâsyondan
geliyor. Mitokondriyal Havva anamız 70.000 yıl önce yaşamış. Yani 2800 kuşak
önce yaşamış birkaç yüz kişilik bir popülâsyondan geliyoruz. Hepimiz kardeş
sayılırız bir bakıma.
Biyolog ve paleantologlar bunu bir jeolojik felaketle
açıklamaya çalışıyorlar. Endonezya’da patlamış süper bir volkanın insan türünü
yok oluşun eşiğine kadar getirdiği için, bütün insanların birbiriyle ancak bu
kadar geriye gidebilen bir ortak atadan geldiğini söylüyorlar. Ondan önce veya
sonra yaşamış diğer Homo Sapiens popülâsyonlarının bizim genlerimizde izi tozu
yok. Bunun başka açıklamasını bulamıyorlar.
Biz ise, bunu başka bir teoriyle açıkladığımızı düşünüyoruz.
2005 yılında formüle etmeye başladığımız din ve üstyapı teorisiyle. Tezimiz,
70.000 yıl önce, İnsan türünün içinden bir grubun, yani muhtemelen bugün hepimizin
geldiği o birkaç yüz kişilik popülâsyonun, ilk kez sürüden topluma geçmesi; yani Din’i
keşfetmesi; bir topluluğun sınırlarını çizip ilişkilerini düzenlemesi;
yaptırımlar koyması. Toplum denen bambaşka hareket yasaları olan varlık
türünün ortaya çıkışı bu hesapça 70.000 yıl oluyor.
Bu kadar yeni bir şey, insan türünün sürü değil toplum
olarak yaşaması. Toplum ve onun yasalarının ortaya çıkışı. Fiziğin konusu 13,7
milyar yıl önce; biyolojinin konusu 4 milyar yıl önce; sosyolojinin konusu 70
bin yıl önce ortaya çıktı diyoruz.
Toplumla sürünün farkı, sürünün ortak çıkarlarda oluşması;
toplumda ise parçanın bütüne tabi olmasıdır. Bu özellik diğer başka,
karıncalar, termitler, arılar gibi türlerde görülürse de, bu iş bölümü sonucu
olarak ortaya çıkar ama daha önemlisi, bizzat o bütünün kendisi yeni bir canlı
türüdür. Yani tek tek karıncalar bir canlı türü değil, bir canlı türünün yapı
taşlarıdır, tıpkı çok hücrelilerin vücudunu oluşturan hücreler gibi. Karınca
kolonisinin veya “devletinin” kendisi tek bir canlıdır.
Bu nedenle, aslında parçanın bütüne tabi olduğu ilk sürü,
yani toplum İnsan’da ve 70.000 yıl önce ortaya çıkmıştır. Bu çıkışın kendisi
bir devrimdir. Çünkü Darwin yasaları, bireyin var oluşu ve başarısı üzerinden
yürür. İşbirliği buna hizmet ettiği için var olur. Ama bireyin kendisini
fedasının, grubun yaşamasına hizmet etmesi ve bunun üzerinden bireyin başarısını
getirmesi için, biyoloji ve içgüdülerden başka bir şey; içgüdüleri bastıracak
bir güç gerekir.
Din, bir topluluğun sınırlarını çizerek (örneğin bir
totemle) ve ilişkilerini düzenleyerek ve yaptırımlar koyarak tam da bunu yapar.
Yani Toplum, Din’in ortaya çıktığı noktada ortaya çıkar. Din
genellikle Tanrı ile özdeşleştirildiğinden, ceza suçun cinsinden olsun diyerek
şöyle de diyebiliriz: Toplum’u yaratan Tanrı olmuştur.
O noktadan itibaren, ahlak, hukuk, sanat, vs. hepsi ortaya
çıkar. Gerçekten de, bütün kazılar vs. bunu olgusal olarak doğrulamaktadır. 70.000
yıl önce başlayan aletlerdeki o muazzam patlamanın ve sanat eserlerinin görülmeye
başlamasının nedeni, insanın 70.000 yıl kadar önce, Toplum’a geçebilmiş
olmasıdır.
Bu geçişi yapan popülâsyon toplumun sürüye üstünlüğü ile
bütün diğer Homo Sapiens popülâsyonlarını yiyerek veya onların yaşam
koşullarını ortadan kaldırarak yok ettiği için, bizler bu geçişten sonra
yaşayan diğer homo sapiens popülâsyonlarının genlerini taşımıyoruz. Onların yok
oluşunun nedeni, Endonezya'daki volkan patlaması değil; toplumun ortaya
çıkmasıdır; bu çok daha müthiş bir patlamadır. Bu sıçramayı yapan popülasyon,
bir volkanın yeryüzünü kaplayan bulutları gibi, tüm yeryüzünü kaplamıştır. Ve
diğerlerini yok etmiştir.
Böylece günümüzün sorunlarını açıklamak için ortaya konulan
din ve üstyapılar teorisi bir yan ürün olarak, antropolojinin açıklanamayan
olaylarını ve Toplumun ortaya çıkışını açıklayabilmektedir.
Topluma geçiş ile birlikte, insan türünün kaderi, toplumsal
yasaların egemenliği altına girmiştir.
İnsanlar biyolojik özellikleri hiç değişmemesine
rağmen, kullandığı alet ve yöntemler
değiştikçe, toplumların sınırlarını ve ilişkilerin değiştirerek, yani dinlerini
değiştirerek farklı toplum biçimleri içinde yaşamaya başladılar.
Biyolojik evrimin yasaları gerçi elbet varlığını sürdürüyor
ama çok yavaş çalıştıklarından bu zaman içinde sabit kabul edilebilirler ve
esas toplumsal evrimin yasaları insanların kaderini belirliyordu.
Bu evrimin yasalarının ilk temellerini ise İbni Haldun ve
Marks gibi büyük düşünürler keşfetti.
Toplum, 60 bin yıl kadar, avcılık ve toplayıcılıkla kıtlık
içinde varlığını sürdürdü ve belli bir noktada, diğer canlı türlerini
evcilleştirmeye başlayınca, ilk kez bir canlı türü sürekli kıtlık içinde,
rastlantılara bağlı olarak yaşamaktan kurtuldu.
Bu da aşağı yukarı 10.000 yıl önce, ilk kez şu Verimli Hilal denen bölgede, yani hala
insanlığın kaderinin bağlı olduğu yerlerde, Ortadoğu’da gerçekleşti.
Bundan sonra beş on defa daha birbirinden bağımsızca
neolitik devrimi yapanlar oldu ve bunların çoğu uygun nişastalı bitki
türlerinin olduğu yerlerde büyük uygarlıkların kuruluşuyla sonuçlandı. Ortadoğu,
Hint (buğday), Çin (pirinç), İnka (patates), Aztek, Maya (mısır) uygarlıkları
gibi.
İlk neolitik devrimden beri 400 kuşak geçmiş bulunuyor.
İlk uygarlıktan beri 200 kuşak geçmiş. Bunlar tabii ilk
geçişlere göre. İnsanların büyük bölümü bu geçişleri çok geç yaşadığı için
gerçekte ortalama olarak bu rakamlar çok daha düşüktür.
İlk artı ürünün ortaya çıkışı ile birlikte ilk kez farklı
ihtiyaçları değiş tokuş yapma olanağı ortaya çıktı. İlk kez bir kabile veya
kişi kendi ürettiği ama fazla ürünü başka birinin veya başka bir kabilenin ürettiği
ama elinde fazla olan bir ürünle değiştiği an, tıpkı ilk kez canlıların ve
toplumun ortaya çıkışında olduğu gibi, yepyeni bir yasanın, değer yasasının egemenliği
başladı.
Bu iki farklı ürünü eşit ve değişebilir kılan neydi?
İçlerinde yoğunlaşmış emek miktarı. Böylece bu eşitlik aracılığıyla
kolayca değişimleri sağlayan para; para ile birlikte sermaye; zenginliklerin
belli ellerde yoğunlaşması gibi bütün uygarlığa has özellikler ve sınıflar
ortaya çıktı.
Bu noktadan sonra toplumun kaderi değer yasasına bağlı
olarak değişmeye başladı. Sınıflar, barbar akınları, uygarlıkların kuruluş ve
yıkılışları. Devletler, isyanlar vs. son duruşmada hepsi bu değer yasasının
egemenliğinin sonucuydu.
Yani nasıl toplum’un ortaya çıkışıyla birlikte, insan
türünün kaderi artık toplumun kaderine bağlı hale geldiyse ve toplumun kaderi
insan türünün kaderini belirlemeye başladıysa; benzeri şekilde, toplumun
kaderi, değer yasasına tabi oldu.
Yani bu sefer ekonomi politiğin konusu olan olgular sosyolojinin
konusu olan olguların kaderini belirlemeye başlamışlardı.
Toplumun hareket yasalarını bulan Marks, bu nedenle ömrünü
toplumun değil, ekonomi politiğin, yani değer yasasının incelenmesine vermişti.
Çünkü modern toplumda neredeyse her şey bu yasanın
egemenliği altına girmiş bulunuyordu. Nasıl ilk kez topluma geçen insan popülâsyonu
bütün diğer popülâsyonları yok ettiyse, benzeri biçimde; değer yasasının egemen
olduğu toplumsal biçimler de diğer toplumları artan bir hızla yok ediyordu.
Sanayi devrimi ile bu korkunç bir hız aldı ve bugün pratik olarak yeryüzünde
değer yasasının egemenliğine girmemiş hiç bir toplum kalmadı.
O halde kapitalizmin egemenliği son iki yüzyılda
başladığından, insanların topu topu sekiz nesildir, kapitalizmin egemenliği
altında yaşamaya başladığını var sayabiliriz. Görüldüğü gibi çok yenidir her
şey.
Kaldı ki kapitalist üretim doğar doğmaz bütün insanlığı
egemenliği altına alamadı. Bu da belli bir zaman aldı. Yakın zamana kadar
dünyanın hala büyük bölümünde kapalı köy ekonomileri egemendi ve insanlığın çok
büyük bir bölümü köylerde yaşıyordu.
Köylerdeki nüfusun çoğunluğu yitirmesi ise şunun şurası
birkaç on yıllık, yani yuvarlak hesap 25 yıllık çok yeni bir olgudur.
Yani şunun şurası yarısından fazlası bir nesilden beri
şehirlerde yaşamaya başlamış insanların omuzlarına insanlığın kaderi tüm
ağırlığıyla çökmüş bulunuyor.
Tabii sadece değer yasası ile kalmadı. Bir de yine değerle
birlikte ortaya çıkan sınıflı toplumlarla birlikte, sınıf mücadelesinin kendi yasaları
da toplumsal gidişi belirlemeye başladı.
Sınıf savaşının yasaları askercil savaşın yasalarından
oldukça farklıydı. Örneğin askercil savaşta cepheler ve sınırlar bellidir. Ama
egemen sınıflar küçük bir azınlık olduğundan, egemenliğini ve zaferini ancak
cepheler belli olmadan sürdürebileceğinden, bu savaşta savaşın ilk konusu,
egemenler açısından cepheleri karıştırmak, ezilenler açısından ise cepheleri
ayırmaktır.
Böylece her şey kendi zıttı biçiminde görünmeye başlar. Özü
görünümden ayırmak müthiş bir analiz yeteneği, bilgi ve tecrübe gerektirir. Ama
ezilenlerde ise en büyük eksikliği duyulan şey budur. Çünkü eşit durumdaki
güçlerin karşılaşması olan ordular savaşındakinin aksine baştan yeniktirler. Bu
durumda onlar da altta güreşme teknik ve taktikleri geliştirirler. Bu da
cepheleri iyice karıştırır.
Sınıfların varlığı, mücadelesi ve egemen sınıfların azınlık
olması nedeniyle, kısa bir devrimci döneminden sonra her din, egemen sınıfların
bir egemenlik aracına dönüşür ve o biçimler altında var olur.
Tam da bu nedenle, modern toplum aslında dünya çapında bir pazar
yaratmasına rağmen ve bu her biri bir uygarlık alanını kapsayan eski imparatorluklardan
bile daha büyük, dünya çapında bir tek devleti gerektirmesine, İslam ve
aydınlanma gibi dinler bunu önermesine rağmen, sınıf mücadelesinin yasaları
egemen sınıfları, kapitalizmin ve dünya pazarının, değer yasasının yapısıyla çelişen
küçük ulusal devletler kurmaya zorlamıştır.
Bunun sonucu dünya tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar
derin bir çelişki ortaya çıkar. Diyelim ki aşiretler, neolitik köy komününün
ihtiyaçlarına uygun toplumsal sınırlardır. Klasik imparatorluklar fiilen bir
uygarlık alanını kaplarlardı ve iyi kötü pazarın ve üretimin düzeyine denk düşerlerdi.
Ama bugün, Pazar neredeyse bir tek dünya pazarı olmasına rağmen, toplumların
sınırları, klasik uygarlıklardan bile çok daha küçük yüzlerce birime
bölünmüştür. Yeryüzünün siyasi biçimi ve üstyapısıyla, gerek üretici güçlerin
gelişim düzeyi; gerek değer yasasının egemenliğiyle oluşmuş dünya pazarı bununla
korkunç bir çelişki içindedir.
Tam da bu nedenle yirminci yüzyıl dünya tarihinin en kanlı
yüzyılı olmuştur. Yirmi birinci yüzyıl ise muhtemelen insan türünün varlığı
konusunda son sözün söylendiği yüzyıl olacaktır.
Çünkü bugünkü dünya yeryüzü ölçüsünde bir tek birliği
gerektirmektedir. Ama egemen sınıflar egemenliklerini ancak ulusal devletler
içinde var edip sürdürebilir.
Bu çelişkinin iki çözümü vardır. Birisi birinci ve ikinci
dünya savaşlarında olduğu gibi ulusal egemenlik alanlarının genişletilmesi biçiminde
bu çelişkinin “çözümü”. Bu bir dünya savaşı demektir.
Er veya geç, Amerika ve Çin veya bunların etrafında toplanmış
müttefiklerin bir çatışmaya girmesi kaçınılmazdır. Bu ise bir dünya savaşı
demektir. Ama bu arada tekniğin gelişmesi ABC silahlarıyla öyle bir noktaya
gelmiştir ki, bir nükleer savaş insan türünün, varoluş koşullarını ortadan
kaldıracaktır. Bu da muhtemelen çok değil, önümüzdeki on veya yüz yıl içinde
olacak bir şeydir.
Yani insan türünün kaderi bizlerin ve bizden sonraki bir iki
kuşağın, yani çocuklarımızın ve torunlarımızın sırtına yığılmış bulunmaktadır.
En acil sorun, yeryüzünde bir nükleer savaş tehlikesini
ortadan kaldırmaktır.
Bunun da bir tek yolu var. Yeryüzü ölçüsünde bir tek devlet
veya cumhuriyet. Bütün ulusal devletlerin ve sınırların yıkılması ve bir tek
dünya cumhuriyeti.
Bunun için uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadele
gerekiyor.
Ancak insanlar ulusun ne olduğunu bilmiyor. Çünkü doğru
dürüst bir ulus ve ulusçuluk teorisi yoktu. Ulusun ne olduğunun bilinmemesi ise
otomatik olarak ulusçulukla sonuçlanıyor. Bu teoriyi biz din teorisiyle
birlikte koyduk ama henüz kimse bilip tartışmıyor. Bilenler bile susuyor. Hor
görüyor, küçük görüyor.
Ulusun ne olduğunu bilmeden isi ulusa ve ulusçuluğa karşı
savaşmak olanaksız. Bununla savaşmadan da insanlığın var olması olanaksız.
Bugün insanlığın yaşamasını isteyen herkes, ulusa ve
ulusçuluğa karşı bir savaş başlatmalıdır. Ve bu savaşta önce “kendi” ulusunu ve
ulusal devletini hedef almalıdır.
Devlet ve ulus düşmanlığı iliklerine kadar işlememiş her
insan, egemen sınıfların hizmetindedir ve nesnel olarak insan türünün yok
oluşuna giden yolun taşlarını döşemektedir.
Elbet bir çevre felâketi de boş durmamakta ve gelmektedir.
Ama ekolojik felaketi önleyebilmek için de, yeryüzü ölçüsünde bir planlama gerekir.
Yeryüzü ölçüsünde bir cumhuriyet kurulmadan, yeryüzü ölçüsünde planlama
yapılamaz.
Ekolojik bir felaketi önlemek için belki birkaç nesil daha
fazla zamanımız var. Kaldı ki, bir dünya cumhuriyetinde egemen sınıfların
egemenliklerini sürdürme olanakları hiç kalmayacağından, zaten uluslara ve
ulusal devletlere karşı mücadele fiilen egemen sınıflara karşı bir mücadele
olacağından, ekolojik bir felaketi önleyecek bir planlı ekonomiye geçiş fazla
sorun oluşturmaz. Esas sorun ulusları ve ulusal devletleri ve sınırları yıkmaktır.
Bizler ve önümüzdeki bir iki nesil tarafından bu
yapılmadıkça, insanlığın var olması neredeyse olanaksızdır.
Böylesine sıkışmış, omuzlarına türün varlığı yığılmış kuşaklarız
bizler, çocuklarımız ve torunlarımız.
Ama öte yandan buna karşı, öylesine az silahlıyız ki.
Un büyük engel olan ulusun ne olduğu bile bilinmiyor.
Ulussuz bir dünya bırakalım uğrana mücadeleyi tasavvur bile
edilmiyor.
En hızlı sosyalistler bile, sanki mümkünmüş gibi kendi
ulusal devletleri içinde sosyalizm adacıkları tahayyül etmekten öteye gidemiyor.
Bir de çok daha umutsuzluğa yol açacak, dünyanın
ezilenlerinin de siyah ve beyaz olarak bölünmüşlüğü sorunu var.
İleri ülkelerdeki ezilenler ve işçiler bile geri ve yoksul
ülkelerdekine göre iyi yaşadıkları için, sınırların kaldırıldığı bir dünyayı
istemez ve bunun için mücadele etmez durumdalar; hatta bu sınırları iyice
yükseltmek ve pekiştirmek eğilimindedirler.
Yani Dünyanın en kültive, en örgütlü, en ileri işçileri (Beyaz
işçileri) sınırları kaldırabilir ama bunu istemez; diğerleri (Siyah işçileri) ise
bunu ister ama yapamaz durumdadır.
Bu da durumu iyice
umutsuzlaştırmaktadır.
Şimdi bu manzara içinde, Sarıgül’ün İstanbul adaylığı veya
Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Avrupa Birliği’ne girmesi vs. gibi konular
nedir ki? Bütün dünya ülkelerindeki bütün gündemler nedir?
Bütün bunlar muazzam bir fırtına gelirken, ilk sert rüzgârda yıkılacak bir çadırın içine güzel eşyalar yerleştirmeye kalmaktan, burnunun ucunu görmezlikten ve fiilen intihar etmekten başak bir anlama gelir mi?
Bütün bunlar muazzam bir fırtına gelirken, ilk sert rüzgârda yıkılacak bir çadırın içine güzel eşyalar yerleştirmeye kalmaktan, burnunun ucunu görmezlikten ve fiilen intihar etmekten başak bir anlama gelir mi?
O halde en acil iş, bir dünya savaşı, dolayısıyla nükleer yok
oluş tehlikesini yok etmek için, tüm ulusları yıkmaya yönelik bir hareket
başlatmaktır. Bunun için de herkesin önce kendi devletine ve ulusuna karşı
onların gereksizliğine karşı bir uyarı ve bilinçlendirme çabasına girmesi
gerekmektedir.
Her şey buna tabi olmalıdır. Demokrasi mücadelesi bile buna
tabi olmadıkça, bu ulusal devletlerin bir şekilde varlığını korumasının ve kendini
reforme etmesinin bir aracı olmaktan öteye gidemez.
Ancak yeryüzü cumhuriyeti kurulduktan sonra meta üretimine
dayanan bir topluma karşı planlı, kullanım değerlerinin yeryüzünün dengeleri
gözetilerek üretimine dayanan bir ekonomik düzene geçilebilir. Zaten fiilen bu
ikisi bir arada gerçekleşir ama bir savaş stratejisi olarak, güçlerin en
irisini en önemli yere yığmak, ana halkayı yakalamak bakımından en önemli sorun
ve hedef uluslara ve ulusal devlet ve sınırlara karşı savaş en öndeki hedeftir.
*
Buna ulaşılırsa ne olur?
Birden bire bütün bizlerin yaşadığı gerilimler yok olur.
Muazzam kaynaklar yoksulluğun ortadan kaldırılmasına; eşitsizliklerin
arasındaki farkın azaltılmasına; doğanın dengesinin korunmasına aktarılabilir.
Bu tıpkı dar bir boğazdan geçerek keşfedilmemiş harika bir
vadiyi keşfeden öncülerin karşılaştığı gibi yepyeni ufuklar ve olanaklar
demektir.
Sadece şu iki yüz yılda, hatta şu yirminci yüzyılda yapılmış
muazzam bilimsel ve teknik ilerlemeleri düşünelim.
Şöyle beş yüz yıl sonrasını düşünelim. İnsan türü muhtemelen
şimdi tahayyül bile edemeyeceğimiz şeyleri yapmış olacaktır. Galaksinin veya
evrenin insanlaşması bile başlayabilir.
Biliyoruz ki ve tarih şimdiye kadar gösterdi ki, insan hayal
ettikleri yapabilmiş; matematiksel olarak mümkün olanlar bir gün gerçek olarak
karşımıza çıkmıştır.
En azından teorik bir olasılık olan kurt delikleri, yani evrenin öbür ucundan kısa yoldan çıkmalar. Keza
iki parçacığın evrenin iki ayrı ucunda bile aynı davranışları (Verschränkung) (“Kuantum dolanma” deniyormuş Google’ın tercümesine göre) (Burada ışık hızı sınırı yoktur. Einstein’n “spukhaften
Fernwirkung” (tükürürcesine uzaktan etki) dediği olgu söz konusu) göz önüne
getirilsin.
Kök hücreler vs. yeni keşfedilmeye başlandı.
Ölümsüz insanların yaşadığı, bir anda evrenin öbür ucuna
geçebilen insanların evrenini düşünün.
Hayal bile edilemez geliyor.
Ama bütün teknik başlangıçlar öyle değil miydi?
Telefon anlaşılmaz bir cızırtının kısacık nakliyle başlamadı
mı?
Bilgisayarlar radyo lambalarıyla ve kocaman tonlarca
aletlerle başlamadı mı?
Bugün bir atom altı parçacıkla başlayan bu araştırmaların sonuçları öyle bir dünyada bugün bizlerin düşünemeyeceği pratik sonuçlara yol açar.
Bu sadece bir örnek.
Bugün bir atom altı parçacıkla başlayan bu araştırmaların sonuçları öyle bir dünyada bugün bizlerin düşünemeyeceği pratik sonuçlara yol açar.
Bu sadece bir örnek.
Evet ya insan türü, doğa tarihinin en kısa yaşamış canlı
türlerinden biri olacak (200.000 yıl. Bu kadar kısa yaşayan başka canlı türü
muhtemelen yoktur) ya da ölümün ve dünyanın sınırlarını aşacak.
İkisi arasında bir orta yol yok. Ve bu karar bizler ve bizden
sonraki bir iki nesil içinde verilecek.
Bizlerin yaptığı her davranış, bu sonuç üzerinde bir etkide
bulunacak.
Böylesine korkunç ve ağır yükün altındayız. Bunu
kaldırabileceğimize dair en küçük bir umut bile görülmüyor.
Ama yine de küçücük bir olasılık var.
Evrenin varlığı maddenin anti maddeden aıcık fazla çıkışının
sonucu değil mi?
“Hiç kimse yanız
başına bir ada değildir.
(…)
Suya bir taş atsan
evren o denli değişir
(…)
Çanlar kimin için
çalıyor diye sorma.
Çanlar senin için
çalıyor” (J.D.)
Demir Küçükaydın
31.12.2013 15:24
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder