Türkiye’de tartışmalar, gerçeği aramanın değil, bir güç mücadelesinin
aracıdırlar. Elbet sorunun gündeme gelmesinin ve tartışılmasının kaynağında, politik
ve sosyal mücadeleler olabilir; ama o konular politik kaygılardan ve
tartışmalardan bağımsız olarak ele alınmalı ve incelenmelidir.
Konuların doğrudan politik mücadelenin aracı olarak
tartışılması, kavramların genel geçer; yaygın ama çoğu kez çok yanlış
anlamlarıyla tartışılmasını da beraberinde getirmektedir. Bu durumda, herhangi
bir tartışmaya birazcık girmek bile, öncelikle o yaygın ve yanlış kavramların
eleştirisini gündeme getirmeyi gerekli kılmaktadır.
Örneğin Marksizm kavramını, yıkılmış bürokratik
diktatörlükler ve ortadaki ruhsuz ve bürokratik örgütlerin görüşleri anlamında
kullanmak başkadır; bunların fiilen baskı altına alıp sapkınlık olarak görüp
dışladıkları, düşman gördükleri ve ezdikleri teorik görüşler anlamında
kullanmak başkadır. Birinci anlam yaygın ve egemendir ama doğru değildir;
ikinci anlam doğrudur ama bilinmez ve kullanılmaz.
Daha yazıya başlarken, muhtemelen “Marksizm” derken kastedilenin Marksizm olmadığını söyleyerek söze
başlamak, daha baştan pişmiş aşa su katmak olmaktadır. Ama birazcık bilimsel
kaygı bile bunu zorunlu kılmaktadır.
Buna ek olarak, anlamları yine yanlış ve yaygın olarak
bilinen “Din” ve “Türkiye Solu” gibi iki konuyu daha “Marksizm”e ekleyince, okuyucunun birçok
şeyi bildiği varsayımından hareket etmeyi gerekir.
Ama bilinir varsayılacaklar ile okuyucunun bildikleri
muhtemelen tamamen farklı olduğundan, okuyucunun bildiğini düşündüğü anlamlara
dayanan bir yazı yazmak olanaksızlaşır ve okuyucuya bildiklerinin yanlış
olduğunu göstermek öncelik kazanır.
Bu yapılmazsa anlaşılmamak kesindir.
*
“Marksizm” deyince, neredeyse herkes bundan ortalığı
doldurmuş sosyalist örgüt ve akımları veya şimdi yıkılmış bürokratik diktatörlüklerin
egemenliklerini meşru göstermek için kullanılmış ideolojileri anlar. Bunların Marksizm’le
ilgisi yoktur. Aksine Marksizm bu örgüt ve devletlerce dışlanır, yok sayılır ve
kovuşturmaya uğrar ve uğramıştır. Ama bu devlet ve örgütler düşmanı
olduklarının içini boşaltarak, bayrakları yaparlar. Sorun buradan çıkar. Öz ve
görünüm aynı değildir.
Marksizm her şeyden önce, toplumu ve tarihi anlama çabasında
olan bir bilimdir. Bu bilime kurucusunun adına izafeten kısa ve kolay bir ifade
olsun diye Marksizm denir. Bilim olduğuna göre de var olan her şeyin acımasız
bir eleştirisi, her şeyden şüphe ile başlar; hiçbir otoriteyi tanımaz; hazır
reçetelerin düşmanıdır. Zaten böyle değilse bilim ya da Marksizm değildir.
Marksizm, Marks’tan önce İbni Haldun tarafından
keşfedilmiştir, onu bilmeden ve birbirinden de bağımsızca Marks, Engels
tarafından tekrar keşfedilmiştir. Onu bizzat kurucuları (İbni Haldun ve Marks) tarih
ve toplum bilimi olarak tanımlarlar. Ve
daha sonra (Morgan gibi) birçok bilim adamı tarafından da tekrar tekrar, onlar
tarafından keşfedildiği bilinmeden keşfedilmiştir. Hala da birçok arkeolog, antropolog,
sosyolog vs. tarafından tekrar tekrar keşfedilmektedir.
Bu, tıpkı doğada evrimde çok farklı canlı türlerinin, aynı
yasalar nedeniyle birbirinden bağımsızca aynı türden çözümler bulmaları ve
organlar geliştirmeleri gibidir. Buna biyolojide konvergenz (yakınlaşma, benzeşme) denilmektedir. Örneğin görme
organı olan gözü, canlılar birbirinden bağımsızca en az kırk kez keşfetmiştir. Örneğin,
uçmak için kanatları böcekler dinozorlar, memeliler birbirinden bağımsızca yeniden
ve yeniden keşfetmişlerdir.
Diğer bilimlerde de sık sık birbirinden bağımsızca aynı
sonuca ulaşmalar olur. Ama bunlar genellikle ilk bulunuşlarındadır. Sonra
bunlar hızla yayılıp bilindiğinden yeniden keşfedilmezler. Fizik ya da biyoloji
birbirinden bağımsızca tekrar tekrar keşfedilmemiştir.
Ama Marksizm’in ne olduğu bilinmediğinden veya tamamen
yanlış bilindiğinden, boşuna enerji ve güç kaybıyla Amerika’yı yeniden keşfedercesine
Marksizm veya onun önceden bulduğu kimi daha özgül yasalar, tekrar tekrar
keşfedilmekte ama keşfedilenin de Marksizm veya onun bulguları olduğu
bilinmemektedir.
Öte yandan, Marksizm bilim olup sürekli geliştiğinden,
“Marksizm şudur” denebilecek durgun, sonuçlar ve reçetelerden ibaret bir öğreti
de yoktur ortada.
Ama yine de bu gelişimin kilometre taşlarından bazıları
sıralanabilir. Lenin, Luxemburg, Troçki, Kıvılcımlı, Marcusa, Adorno, Benjamin,
Gramsci, Lefewbre, Lukacs, Mandel, Michael Löwy, Perry Anderson gibi isimler zikredilebilir.
Ama bunların katkılarının çoğunda da yanlışlar ve doğrular iç içedir. Hepsi
temizlenip sistematize edilmeyi bekler durumdadır.
Özetle Marksizm dediğimiz bitmiş ve hazır bir yapı değil;
temellerin yeni atıldığı bir inşaat yeridir.
Hemen görülecektir ki sayılan isimlerin çoğu, genel bilinen
anlamıyla resmi Marksistlerce “zındık” veya “sapkın” olarak tanımlanmışlardır.
Biz bu “zındık”, “sapkın”, heteredoks, heretik Marksizm’i
ele alacağız.
Tabii bu Marksizm’in Dinle ve Türkiye Solu ile ilişkisi
başkadır, bilinen resmi Marksizmlerin başka.
*
Din’e gelince, kavramsal kesinlik bakımından durum Marksizm’den
de daha kötüdür.
Din kavramındaki karışıklığın çapı hakkında birkaç örnek bir
fikir verir.
Örneğin, Din deyince büyük bir çoğunluk bundan İslam’ı veya
Semitik (ya da İbrahimi) dinleri veya bir tanrı düşüncesini anlar.
Hâlbuki Din’in ne tanrı fikriyle ne de tek tanrılıkla hiçbir
zorunlu ilişkisi yoktur. Tanrısız dinler (Budizm, Tao, Konfüçyüs) olduğu gibi,
binlerce tanrısı olan dinler de (Hinduizm veya Sümer’den Roma’ya eski uygarlık
dinleri) vardır.
Din deyince bunu birçoğu öteki dünya fikriyle özdeşleştirir.
Hâlbuki örneğin ruhun tekrar tekrar farklı bedenlerle
doğduğu anlayışına dayanan ve en azından bir milyar insanca benimsenen Hinduizm
için böyle bir öte dünya tasavvurun dışındadır.
Din’i büyük bir çoğunluk inanç, iman anlamında kullanılır.
Ama Din sosyolojik bir olgu olduğu halde, inanç diye sosyolojik bir olgu, kavram veya kategori yoktur.
Yani bu kavramın dinle ilişkili kullanılması baştan yanlıştır. İnanç sosyolojik
bir kategori değildir. Din’i inanç olarak tanımlamak daha baştan kategorileri karıştırmaktır.
Evet, elbet inanç diye bir kavram vardır ama bu kavram, en
azından birbirinden çok farklı iki anlama sahiptir. Bir anlamıyla epistemolojik veya diğer anlamıyla hukuki bir kavramdır, ama sosyolojik bir kavram değildir.
Epistemolojik bir
kavram olarak inanç, olgulara ve
akli argümanlara gerek görmeyen kabul anlamındadır.
Hukuki bir kavram
olarak inanç ise, politik olmayan,
özele ilişkin olan anlamına gelir; hukuken inanç sayılabilmenin koşullarını
tanımlar. Normatif bir kavramdır, analitik bir kavram değildir.
Görüldüğü gibi din kavramının bütün yaygın kullanımları
baştan aşağı yanlışlarla doludur.
Ama sorun burada bitmez, bütün bu yanlış kullanımlardan
arındırıldığında bile Din kavramının birbirinden
tamamen farklı üç anlamda; üç farklı
olguyu tanımlamak için kullanıldığı görülür. Bu üç olgu tamamen farklı olmakla birlikte, belli
bir yakınlık ve ilişki içinde olduklarından anlamlar birbirine karışır ve
kördüğüm olur.
Kısaca bu üç farklı
anlamı göstererek kör düğümü çözmeye çalışalım.
En yaygın ve yanlış birincisinden başlayalım.
Yukarıda kısaca değinildiği gibi, Din kavramının birinci ve
günümüzde en yaygın kullanımı “inanç”
anlamıdır.
Eğer “inanç” diye
sosyolojik bir kategori olsaydı, “inançsızlık”
gibi bir “şey” mümkün olamazdı. Neden ve nasıl? Ahlak ve Ahlaki analojisi açıcı
olabilir.
Örneğin Ahlak veya
Ahlaki, sosyolojik bir kategori olarak,
toplum olmanın olmazsa olmazı, organik bir bileşenidir. Nasıl beyinsiz veya
kalpsiz bir insan olamazsa, ahlak veya ahlaki kategorisi olmayan bir toplum var
olamaz. Ahlaksızlık bile ahlaki bir şeydir; ahlaksızlık da ahlaki bir
kategoridir. Bir şeyleri ahlaksızlık olarak tanımlamak, ahlaki bir eylemin ta kendisidir.
Elbette burada ahlaki
derken, ahlaka ilişkin ile ahlaka uygun gibi iki farklı anlamını
ayırmak gerekir. Ahlaka ilişkin
anlamında ahlaki, sosyolojik bir kavramdır. Ama ahlaka uygun anlamında ahlaki, ahlaki bir kavramdır, normatif bir kavramdır; Analitik ya da
Sosyolojik bir kavram değildir; neyin ahlaki (ahlaka uygun) sayılıp
sayılmayacağını belirler. Sosyolojik olarak ise, ahlaki (ahlaka uygun) olmayan
davranışlar da ahlakidir (ahlaka ilişkindir).
Dolayısıyla sosyolojik olarak ahlaksızlık diye bir kategori
mümkün değildir. Çünkü ahlaksızlığın kendisi de sosyolojik olarak ahlaka
ilişkindir.
Ama inanç söz konusu olduğunda böyle bir durum yoktur. İnanca
ilişkin diye bir sosyolojik kategori yoktur. Olsaydı inançsızlık dile bir şey
olamazdı. Ya da olduğunda, tıpkı ahlaksızlığın da ahlaka ilişkin olması gibi,
inançsızlık da bir inanç olmalıydı. Tkabii sosyolojik olarak, Ahlaki’de olduğu
gibi.
Ama pek ala inançsız olunabilir, çünkü inanç, sosyolojik
değil, hukuki veya epistemolojik bir kavramdır.
İnanç, hukuki bir kavram olarak, politik olmayan; özele
ilişkin olan anlamına gelir, normatif bir kavramdır dendi. Bu hukuki ve
normatif anlamıyla inanç (inanç) olmanın (sayılmanın), inanç (din) olmakla
ilgisi yoktur.
Bu hukuki kavramın anlamını ve kavram karışıklığını, şöyle
paradoksal bir formülasyon gayet çarpıcı biçimde ifade edebilir: inanç
(sosyolojik anlamıyla din) olduğunda, inanç (hukuki anlamıyla din) olamaz;
inançsızlık (epistemolojik anlamıyla din) inançtır (hukuki anlamıyla din).
Yani sosyolojik olarak “İnanç” (din) olmak, otomatikman hukuki
anlamıyla inanç (din) olmayı veya sayılmayı sağlamaz. Hatta aksine ikisi bir
arada bulunamaz.
Örneğin siz inancınız (dininiz) gereği askerlik yapmak,
vergi vermek, nüfusa kaydolmak; anlaşmazlıklarda mahkemelere başvurmak ve
onların kararını kabullenmek gibi görevleri reddederseniz, inancınıza (dininize)
uygun davranmanıza rağmen, hukuki inanç kavramı, özel olanla sınırlı
olduğundan, bütün bu reddettikleriniz de politik alana ilişkin olduğundan, inancınız
(dininiz) hukuken bir inanç olarak kabul edilmez. Bu örnek bize dini inanç
olarak tanımlamanın, aslında hukuki veya normatif
bir tanımlama olduğunu; din
sayılmanın koşullarını ifade ettiğini ve dinin sosyolojik olarak ne olduğuna ilişkin zerrece bir fikir
vermediğini gösterir.
Ama öte yandan, inancı (Dini) bir hukuki kategori olarak
tanımlamanın kendisi bir inançtır (dindir). Hukuki olarak inanç (Din) olarak
tanımlananlar inanç değildir; inançlar (Bu hukuki tanımlamayı kabul etmeyen
dinler) ise hukuki olarak inanç (Din) değildir.
Görüldüğü gibi korkunç bir kavramsal kaos vardır ortada.
Kullanımlardaki anlam farklılıklarını gözettiğimizde bildiğimiz ve
alıştıklarımızdan çok farklı sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Bunu şöyle bir örnekle daha iyi gösterebiliriz. Birisi çıkıp
da benim inancım islamdır dediğinde, aslında Müslüman olduğunu değil; dini
inanç olarak kabul eden dinden olduğunu söylemiş olur. Müslüman olmak, Allah’ın
emirlerine uygun yaşamaktır. Allah ise Türkiye Cumhuriyetini ve onun
kanunlarını tanımaz. Allah’ın kanunlarına uyan TC’nin kanunlarına uyamaz. Tersi
de doğrdur. Yani hem sosyolojik olarak Müslüman, hem de hukuki olarak Müslüman
olamazsınız. Yani dininiz hukuki olarak İslam ise, Müslüman olamazsınız.
Müslüman iseniz, hukuki olarak Müslüman olamazsınız. Yani aslında bugün dünyada
sosyolojik olarak müslüman yoktur.
*
Din için kullanılan İnanç
kavramı, bir de delillere ihtiyaç
duymayan anlamında da kullanılır. Bu kullanımda epistemolojik (bilgi teorisine ilişkin, felsefi) bir kavramdır.
Epistemolojik kavramlar da sosyolojik olguları açıklamazlar. Aksine niye Dine
aynı zamanda epistemolojik bir anlamda inanç dendiği sosyolojik olarak
açıklanmayı bekleyen toplumsal bir olgudur.
Bu epistemolojik ve hukuki kavramlar sadece sosyolojik
olarak din hakkında hiçbir şey açıklamamakla kalmazlar; hatta kafa karıştırmakla
kalmazlar; aynı zamanda birbirlerine de karıştırılırlar.
Örneğin epistemolojik anlamıyla inançsızlık da Normatif ya da Hukuki olarak bir inançtır; inanç hep din anlamında
kullanıldığından, bu şöyle de formüle edilebilir: dinsizlik de bir dindir. Ama
dikkat, hukuki anlamıyla. (Yoksa sosyolojik
anlamıyla, dinsizlik mümkün değildir ilerde görülebileceği gibi.)
Yani yukardaki önermede, inançsızlık, (hukuki olarak) din
veya inanç kabul edilenlerle aynı kategoridendir; aynı muameleyi görür ya da
görmelidir; politik olan, yani devlet, bunlar arasında bir ayrım yapmamalıdır;
özel olana karışmamalıdır anlamına gelir.
Yani epistemolojik olarak dinsizler, hukuki olarak bir
dindendirler. Dindarların nasıl toplanma yerleri, mezarlıkları vs. varsa
inançsızların da aynı hakları olmalıdır. Yani bir din (inanç) muamelesi görmelidirler.
Elbette bu farklı ama sık sık birbirine geçen anlamların
arasında, tarihsel diyebileceğimiz bir ilişki vardır ve günümüzde bu iki farklı
anlamın birbirine karıştırılmasında bunun da önemli bir yeri vardır.
İleride daha geniş olarak ele alınacak ama burada bir
çıtlatma olarak, tadımlık olarak, bir fikir verme babından, kısaca şu söylenebilir:
Modern toplumun dini (çünkü dinsizlik sosyolojik olarak
mümkün değlidir, üstyapısız toplum, beyinsiz insan gibi olanaksız bir şeydir), özel ve politik ayrımı yapmanın ta kendisi
olarak tanımlanabilir. Bu modern toplumun dini (niye böyle uzun bir kavram
kullanıldığı da ilerde ele alınacaktır), otantik biçimiyle Aydınlanma da denebilir buna,
önceki toplamların dinlerini, hukuki bir kavram olarak, özele ilişkin
olarak tanımlayabilmek, yani politik olanın örgütlenmesinden dışlayabilmek için,
dini önce epistemolojik bir kavram olarak ele almış; inançla özdeşleştirdiği
dini, akıl dışı, delillere ihtiyaç duymayan olarak tanımlayarak, toplumsal
örgütlemeden dışlamış ve bu yoldan onu hukuki olarak özele ilişkin olarak
tanımlayarak kendisinin basit bir bileşenine dönüştürmüştür. Bu nedenle,
tarihsel olarak da bu iki anlam birbirine iyice girmiştir. Ama bu ayrı bir
konudur ve ayrıntılarıyla incelenmeyi de beklemektedir. Bu konuda şimdilik bu
kadar.
*
İnanç’ın (Din’in) anlamlarına bu kısa açıklama getirildikten
sonra şimdi Marksizm’e gelinebilir.
Klasik biçimiyle Marksizm, Aydınlanma’nın bir çocuğu olduğu
ve tüm sonuçlarıyla tutarlı biçimde savunduğu için, inanç kavramının bu iki
anlamında da Din konusunu ele alır ve tartışır.
Ama tam da sorun buradadır, kendisi bir sosyoloji olmasına rağmen, ele
aldığı ve tartıştığı sosyolojik bir olgu olarak din ve onun ne olduğu değildir.
Tartıştığı hukuki ve epistemolojik anlamıyla dindir. Ama daha kötüsü, klasik
Marksizm, bunu tartıştığının da farkında değildir. Çünkü yukarıda gösterilen kavramsal
ayrım ve dakiklikten çok uzaktır. Zaten Modern Marksizm de tam bu ayrım
çizgilerinde ifadesini bulur.
Önce, ilk aşamada, Aydınlanma’nın
bir çocuğu olarak klasik Marksizm'in, epistemolojik ve hukuki anlamlarda dini ele
alır ve tartışırken bile Aydınlanma’nın sınırlarını nasıl zorladığını görülmeli.
Hukuki bir kavram olarak inanç anlamında din üzerine Marksizm'in
tavrı kısaca şöyle özetlenebilir.
Marksizm tutarlı bir demokrasiyi savunduğu için, öncelikle
politik alanın son derece dar olarak tanımlanmasından yanadır. Yani diller,
dinler, etniler, soylar, cinsler, cinsel tercihler, teorik, estetik, politik
görüşler, ideolojiler politik alanın
dışında olmalı, devlet veya politik
olan, hiçbir şekilde bunlarla tanımlanmamalıdır, bu demokrasinin asgari
koşuludur der.
Ama bu dışlamanın kendisi bizzat bir politik duruşa tekabül
eder. Yani örneğin dinin politik olmayan olarak tanımlanmasının ve politik
alanın dini (inancı) dışta bırakacak biçimde tanımlanmasının kendisi bizzat politik
bir tanımlamadır.
Diğer bir ifadeyle Marksistler, politik olarak dinin politik olmayan olarak tanımlanmasını veya
devletin dine hiçbir şekilde karışmamasını savunurlar.
Ve eklerler: “bunların hiç biri kapitalizm ile çelişmez,
aksine onun gelişmesi için en ideal olanakları sunar; çünkü insanların inancı
ile ürettikleri artı değer arasında bir ilişki yoktur. Bu nedenle kapitalizmin
ideal koşulları bunlar karşısında bir körlüğü gerektirir. Ama bunların politik
bir anlamının olmadığı toplumsal ilişkiler, aynı zamanda ezilenlerin
aralarındaki sınıfsal olmayan bölünmelerden kurtuluşunun; dolayısıyla
birleşmesinin de en ideal olanaklarını ve koşullarını da sunar”.
Yani bugünkü Türkiye’nin tartışmaları içinde somutlarsak,
Marksistler, örneğin ulusun Türklükle, Kürtlükle vs. tanımlanmasını; bir resmi
dil olmasını reddederler veya reddetmelidirler; buna bağlı olarak otomatikman herkesin
ana dilinde eğitim hakkını bütün dillerin eşitliğini savunurlar ve
savunmalıdırlar; buna bağlı olarak okullarda Türk veya Kürt vs. tarihi
okutulmasına karşı çıkarlar, örneğin bütün dil, din, kültürlerden bir heyetin
yazacağı bir tarih okutulmasını savunurlar ve savunmalıdırlar. Yani yukarıda
sıralananlardan dil veya tarih politik olanın dşında olması gerektiğinden,
Türklük veya Kürtlük kişilein özel sorunu olur, olmalıdır derler Marksistler.
Devlet ya da Politik olan, Kürt veya Türk olamaz, olmamalıdır klasik, otantik
Marksizme göre.
Ama böyle bir demokratik cumhuriyette, kişisel bir tercih
olarak kendini Türk veya Kürt olarak tanımlayanlar, bir Kürt veya Türk tarihi
yazmak; araştırmalar yapmak, insanları Türklüğe veya Kürtlüğe kazanmak için
dernekler, tarih ve dil kurumları vs. kurabilirler, yayınlar çıkarabilirler;
dünya çapında festivaller düzenleyebilirler; kongreler yapabilirler. Tabii aynı
şeyi kendini “ulussuz” olarak görenler de yapabilir. Ulussuzluk da bir ulustan
olmak gibi bir haktır hukuken bir ulustan olmakla eşittir. Türklük, Kürtlük
veya ulussuzluk kişilerin özel bir sorunu, yani inancı olur. Üç kişi bir araya
gelip istediği “ulusu” kurabilir.
Aynı şekilde Din konusunda da bütün din dersleri, din
okulları, dinsel göndermeler bütün devletten ve okullardan kaldırılır. Üç kişi
bir araya gelip istediği dini veya tarikatı kurabilir. Nasıl dernekler, folklor
kursları, toplu geziler, eğlenceler vs. düzenliyorsa, isteyen cemaat ya da
dinden olanlar, kendi gönüllü bağışlarıyla dinini öğretecek, yayacak okullar,
kurslar, ibadethaneler vs. açabilir. Aynı haklar elbet aynen dinsizler için de
geçerli olur. Yani bir ulustan veya dinden olup olmamak, tıpkı farklı bir takımları
tutmak veya hiçbir takımı tutmamak gibi yurttaşların özel sorunu olur ve
olmalıdır.
Devlet sadece bunların arasındaki hak eşitliğini, birinin diğerini ezmemesini gözetir. Yani bir
dinden olanların diyelim ki kendi mezarlıkları varsa, her dinden olanların ve
dinsiz olanların da kendi mezarlıkları olma hakkı olur. Devlet, örneğin futbol
takımı taraftarları arasında, nasıl bir takımın çoğunluktaki taraftarının diğer
takımı ve taraftarlarını baskı altına almasını engellemekle yükümlüyse dinler
ya da diller, kültürler vs. karşısında da öyle davramalıdır. Yani bir dinden, dilden,
“ulustan” olmanın bir futbol takımı taraftarlığından farklı bir şey olmamasını
savunur klasik Marksizm.
Somutlarsak, “devletin görevi en dindar semtte bile
ramazanda yolda oruç yeme hakkı ve en ateist semtte bile isteyenin örneğin
namaz kılma hakkını savunmaktır; isteyenin çarşafla isteyenin çıplak dolaşma
hakkını savunmaktır; bu hakkın kullanılmasını engelleme girişimlerini
engellemektir” der Marksizm.
Ama bu tutarlı, mantık sonuçlarına ulaşmış, radikal program “Marksizm'in”
kendi programı değildir; tabiri caiz ise demokratizmin programıdır. Marksizm'in
kendi amacı sınıfları (sosyal eşitsizlikleri) ortadan kaldırmaktır ama bu (biçimsel)
eşitsizlikler ortadan kaldırılmadan sınıflar ortadan kaldırılamayacağından dolayı,
öncelikle bunları da savunur. Hukuki olarak inanç anlamıyla Marksistlerin din
konusundaki tavrı özetle budur.
En radikal Aydınlanmacılar bile bu kapsamda, genişlikte ve
radikallikte bunları savunmamışlardır ve savunmazlar. Bugünün dünyasında
neredeyse hiçbir ülke bu ölçüde radikal bir demokratizme sahip değildir. Kısmen
Kuzey Avrupa ülkeleri ve Anglo Sakson ülkelerinde buna yakın bir durumdan söz
edilebilir. O da yine İşçi Partilerinin çabalarıyla ve mücadeleleriyle bu
noktalara gelebilmiştir: Bu çabalarda Marksistlerin hiç de küçümsenmeyecek bir
yeri vardır büün diğer sosyalistler gibi.
Sadece Ekim Devrimi’nin ilk sıralarında yukarıdaki tedbirlerin
neredeyse hepsi alındı ama sonra bürokratik karşı devrim süresince neredeyse
tamamı yok oldu.
Türkiye ise henüz böyle bir duruma galaksiler kadar uzaktır.
Türkiye’nin sosyalistleri de böyle bir programı savunmaktan uzaktırlar. Çünkü
onlar klasik ya da otantik marksizme de uzaktırlar ve ideolojik ve politik
olarak kökleri büyük ölçüde stalinizmdedir.
Türkiye’de bugün Kürt Hareketinin en radikal kanadı bile
henüz bu programın kenarına varamayacak kadar, bir radikal demokrasiyi
savunmaktan uzaktır.
Bu hedeflere, programatik olarak ifadesini bulmamakla
birlikte, en yaklaşan, ruhsal bir yakınlık içinde bulunan hareketin Gezi olduğu
söylenebilir.
Özetlersek, hukuki anlamıyla din (inanç) konusunda Marksizm,
mantık sonuçlarına ulaşmış bir Aydınlanmadır. Ama henüz o sınırları zorlamaz.
Fark esas olarak bir nicelik farkıdır.
Marksizm, kendisi bir sosyoloji olduğu halde, henüz bu
hukuki olarak inanç anlamıyla dini değerlendirmenin sosyolojik bir değerlendirme
olmadığının bile farkında değildir. Henüz bu ayrımı yapmamıştır.
*
Şimdi Epistemolojik anlamıyla Din (İnanç) ve Marksizme
gelelim. Bunun için de yine paradoksal bir formülasyon yapalım: hukuki olarak inanç anlamındaki alanda,
Marksistler dinin bir inanç (özele ilişkin) olduğunu, dolayısıyla inanma veya inanmama (Din) hakkını
savunurlar; ama o özel olarak tanımlanmış alanda, yani devletin bütünüyle
dışında, epistemolojik anlamıyla inanca (Dine) karşı mücadele etmeyi görevleri
görürler ve reddetmezler.
Ancak burada çok önemli bir ayrım vardır. Marksistler bunu
devletin görevi olarak değil, dine inanmayanların kendi özel sorunları ve hakları
olarak görürler. Yani nasıl inananların inançsızları imana getirmek için
görüşlerini yayma hakkı varsa, aynı hak çerçevesinde inançsızların da inançlıları
inançsız yapmak gibi bir hak ve görevleri olduğunu kabul ederler.
Buraya kadar klasik aydınlanma alanındadır Marksizm, ama bu
noktadan sonra Aydınlanmanın tam dışına çıkamasa da sınırlarını zorlamaya
başlar. Burjuva maddecilerle (ya da Aydınlanmacılarla) Marksitlerin farkı
burada metodolojik olarak ortaya çıkmaya başlar.
Marksistler, diğer inançsızlardan farklı olarak bu görevi,
yani dine karşı (epistemolojik olarak inanca karşı) mücadele görevini mekanik
olarak ele almazlar. Yani bu görevi hemen Allah var mı yok mu; akıl mı inanç mı
tartışmasına girmek olarak anlamazlar ve bunu öne çıkarmayı ve temel bir
problem yapmayı da çok yanlış görürler. Yani inanca karşı nasıl mücadele
edileceğinde, Marksistler diğer inançsızlardan (Aydınlanmacılardan) stratejik
ve taktik olarak farklı bir çizgiyi savunurlar.
Marksistler, gerçekten ezilenlerin birleşmesi ve
örgütlenmesine bütün zaman ve enerjilerini ayırdıklarından veya ayırmaları
gerektiğinden; ezilenlerin ve insanların gelişiminin esas olarak felsefi veya
bilimsel argümanlar üzerinden değil, gerçek hayattaki tecrübeler ve mücadeleler
üzerinden geçtiğini bildiklerinden, bu tartışmalara girmeyi gereksiz görürler.
Örneğin inançlı (dindar) bir insanla onun inancı üzerinden
tartışma yapmaktan ise, onunla ortaklaşa bir grev örgütlemeye öncelik verirler
ve bunun için de bu ikincil önemdeki konuların gündemi doldurmamasına ve
mücadeleyi bölmemesine dikkat ederler. Bilirler ki greve giden işçi, bir
haksızlığa direnen bir ezilen, bir süre sonra kendi mücadelesi içinde zaten bu
konularda belli bir noktaya varacaktır.
Bir Marksist’i bir burjuva maddeciden ayıran önemli bir
noktalardan biri budur.
Materyalizm Sosyalist ya da Marksist olmayı gerektirmez. Burjuva
Materyalistler bu nedenle Allah var mı yok mu, insan Adem’den mi geliyor yaksa maymundan
mı gibi tartışmalara girmeye çok teşnedirler ve bu gibi tartışmaları kendileri
açarlar.
Ama Marksistler bunu yanlış bulurlar. Marksistler bir
papazın veya imamın program ve tüzüğünü benimsedikten sonra Marksizm’e
dayanarak programı belirlenmiş bir partiye üye olmasına karşı çıkmazlar ve bu
hakkı savunurlar. Böyle bir partiye üyelik ile İmamlık veya Papazlık arasında
bir çelişki varsa bile bunun o kişinin kendi çelişkisi olduğu, politik bir
örgütü ilgilendirmeyeceğini savunurlar.
Bu, özellikle kendilerini Marksist olarak tanımlayan
ulusalcıların (Aydınlık ya da TKP göz önüne getirilsin) Marksist değil de Pozitivist
ya da kaba/burjuva materyalist olduklarını, bu gibi tartışmalara çok teşne
olmalarında da kendini gösterir.
Marksistler bu tartışmalara girmektense insanları somut mücadeleler
içinde birleştirmeye çalışırlar. Marksistler, sürekli böyle tartışmalar açarak
ezilenleri bölen bir materyalistten ise inançlı ama ezilenleri birleştirmeye
çalışan örneğin bir Müslüman veay Hırıstiyanı kendilerine daha yakın bulurlar
ve onunla daha iyi ve birlikte çalışırlar.
İşte Marksizm bu noktada aydınlanmanın sınırlarını zorlamaya
başlar. Çünkü Aydınlanma hiçbir zaman bir sosyoloji olamamıştır. Aydınlanma,
Felsefe, Epistemoloji ve Hukuğun sınırlarını aşamamıştır. Ama Marksizm toplumu
nasıl değiştireceğim, onun yasalarını bulmam lazım deyip sosyolojik olarak
bakmaya başladığı an, Aydınlanma ile kopuşmaya, onun sınırlarını zorlamaya
başlar. İnanca karşı mücadeleyi felsefi bir tartışma değil; sosyolojik bir
sorun olarak el aldığından; felsefi bir tartışmada sosyolojik olarak nasıl bir
yaklaşımda bulunmak gerektiğini sorduğundan, Aydınlanma’nın kaba ve mekanik
materyalizmini zorlayıp, diyalektik bir yaklaşıma varmak zorunda kalır.
Ayrıca Marksizm, yine bir sosyolojik yasa olarak, son
duruşmada insanların düşüncelerini
varlıklarının belirlediği önermesinden hareket ettiği için; yine bunun bir
mantıki sonucu olarak, eğer insan
çıkarlarına aykırı ise, matematik aksiyomların bile tartışma konusu olabileceği
gibi bir önermeye de vardığı için de rasyonel argümanlarla uğraşıp sonuçlarla
mücadeleden ise, esas gücünü, enerjisini ve zamanını, nedenlerle mücadele edip
o koşulları ortadan kaldırmaya yönelterek, Aydınlanma’nın sınırlarına sığmaz
olur.
Bu öncüllere bağlı olarak, insanların Allah’a veya bir yaratıcıya
inanmaları veya başka dinlere yönelmeleri sorununun bilimsel argümanlarla
ilgili olmadığını; modern toplumdaki yalnızlık ve yabancılaşmadan,
ezilenlerdeki umutsuzluktan, modern kapitalizmin ve onun şehir hayatının insanı
soktuğu gerginliklere (özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerdeki tanrısız
dinlere ve ezoteriğe yönelme gibi olgular göz önüne getirilebilir) kadar birçok
nedeni olduğunu da bilirler ve sonuçlarla mücadele değil, sebeplerle mücadele,
yani kapitalizme karşı mücadelenin esas mücadele olduğunu düşündüklerinden dolayı
da yine dine (inanca) karşı mücadeleyi bu konuları gündeme taşımak olarak
anlamazlar.
Marksistler, kapitalizme, onun ortaya çıkardığı
yabancılaşmaya, ezilenlerin umutsuzluğuna vs. karşı mücadele ettiklerinde esas
olarak epistemolojik anlamıyla din veya inanca karşı mücadele yürüttüklerini
düşünürler ve bütün bu özellikleriyle bütün burjuva maddecilerden ayrılırlar.
Tabii Marksistler ayrıca modern toplumdaki birçok sınıfsal
eğilim ve çıkarın kendini dinsel (inanç, politika dışı) olarak tanımlamış ama aslında
politik partilerde dışa vurduğunu bilirler. Bu partileri onların kendileri
hakkındaki yargılarıyla değil nesnel sınıfsal anlamlarıyla değerlendirmeye çalışırlar.
Bu da dini, bir felsefi veya epistemolojik bir ilke (akıl mı inanç mı) sorunu
olmaktan çıkarır ve politik ve sosyal güçler arasında bir ilişki sorunu olarak
ele almayı gerektirir.
Bu nedenle Marksistler kendileri “inançsız” hatta
epistemolojik anlamıyla inanca karşı olmalarına rağmen, epistemolojik bir sorun
olarak din (“inanç”) konusuna aslında neredeyse hemen hiç girmezler. Böyle bir
mücadelenin sonuçlarla mücadele olduğu; esas mücadelenin “inanç”ı ortaya
çıkaran sebeplerle mücadele olması gerektiğini savunurlar.
Bu açıklamalar ışığında şöyle basitleştirilmiş paradoksal bir
formülasyon yapılabilir. Marksistler, Hukuki olarak inanç anlamında dinin inanç (yani özele ilişkin) olduğunu ve olması gerektiğini savunurlar;
ama epistemolojik bir sorun olarak dine, yani inanca karşı (yani olgu ve akli argümanlara gerek duymayan
kabullere karşı) mücadele ederler.
Yani inancın iki
farklı anlamı görülmezse, “Marksizm, saçma ve kendiyle çelişen bir
öğretidir, hem inanı (dini) savunur; hem
de yani inanca (dine) karşı mücadele eder” denebilir.
Tabii aynı yüzeysel görüşle, Marksistler hem inanca değil,
akli argümanlara dayandıklarını söylüyorlar, hem de inanca karşı mücadele
etmeyip bundan kaçıyorlar da denebilir
Türkiye’deki radikal sol ve Marksist gruplar, eğilimler ve
hareketler esas olarak bu her iki inanç anlamıyla din konusunda prensip olarak klasik
Marksizm’e uygun davranmışlardır denilebilir. Gerçi son yıllarda, özelikle
kendini Marksist gören ulusalcılar arasında bütün bu bilenen ve yerleşmiş
geleneklerin unutulduğu görülüyorsa da ana radikal gövdede geleneğin bir ölçüde
hala yaşadığı söylenebilir.
Buraya kadar özetlenen durum Türkiye’deki politik
tartışmalar bağlamında, Marksizm'in veya Marksistlerin bu tartışmalarda nasıl
bir tavrı olduğu ve olması gerektiği konusuna bir açıklık getirir; ama Din’in
ne olduğuna en küçük bir açıklık getirmiş olmaz.
Tekrardan bıkmayalım ki,
din ne hukuki ne de epistemolojik bir olgudur, toplumsal, sosyolojik bir
olgudur. Sosyolojik olarak “din nedir?” sorusu hala sorulmuş
değildir ve cevap verilmeyi beklemektedir.
Ama sadece bu değil; Din’in neden epistemolojik ve hukuki
bir kavram olarak tanımlandığı ve öyle anlaşıldığı da, yani yukarıda kısaca
özetlenen tavırlar da, yani Marksizm'in bu yanlışı da sosyolojik olarak (yani Marksist)
bir açıklanmayı beklemektedir. Yani Marksizm'in din konusundaki bu
belirsizliğinin de Marksist bir açılaması gerekir.
Bundan sonra aynı zamanda bu da yapılmış olacaktır.
*
Ama önce yaygın ve yanlış bir yargıyı düzeltmek gerekiyor.
Marks’ın henüz Marksist olmadan önce, (yani bir
toplumbilimci olarak toplumbilimin kavramlarıyla düşünmeye başlamadan önce,
Tarihsel Maddecilik teorisini formüle etmeden önce) din konusunda söyledikleri,
Marksizm'in din konusundaki görüşleri olarak biline gelmiştir. (Yani şu meşhur,
Marks’ın, din halkın afyonudur, protestodur, kalpsiz dünyanın kalbidir dediği
satırları kast ediyoruz[1].)
Ne var ki, bu da yanlış olarak bilinmiştir.
Burada birkaç yanlış bir yerleşik kanaatler ordusu
oluşturmaktadır. Önce bunları düzeltelim.
1)
Sanılanın aksine, bu tanım Marksist bir tanım değildir,
Marks’ın, Marksist olmadan önce, (yani sosyolojiyi (Marksizm’i) kurmadan önce) toplumsal
sorunlar üzerine henüz sosyolojik değil, felsefi kavramlarla düşündüğü dönemin
bir metnidir.
2)
Metnin tamamı sadece afyondur demez, protestodur,
isyandır, çığlıktır, kalpsiz dünyanın kalbidir gibi birçok çelişik gibi görünen
olguyu din olarak tanımlar.
3)
O çok bilinen alıntıdaki Afyon kavramı, bugünkü
bağımlılık yaratan, pasifleştiren uyuşturucu anlamında değil; ağrı kesici
anlamında kullanılmıştı. O zamanlar afyonun bu anlamı vardı ve yaygın olarak
kullanılıyordu ve zaten metnin tamamının içindeki anlamı da bunu doğrular.
Bu üç yanlış anlamadan temizlediğimizde şunu görürüz. Marks’ın
henüz kavramlarla değil, imgelerle (istiarelerle, benzetmelerle, metaforlarla)
dinin ne olduğunu anlamaya çalışmaktadır. Din’i anlamak ve tanımlamak için, “kalp”,
“ağrı” (“ızdırap”), “çığlık” (“protesto”), “afyon”, “ruh” gibi nesneleri imge olarak kullanmaktadır. Bunların hiç
birisi sosyolojik kavram olmadığı gibi, sosyolojik olgular da değildirler. Ama
sosyolojik bir olguyu anlamaya çalışan imgelerdir.
Burada Aydınlanma’ya göre yeni olan; Aydınlanma’nın akıl
dışı (inanç) dediği dini, akıl dışı gibi görüneni, akli olarak anlama çabasıdırlar. Yani burada tipik aydınlanmacı
materyalistlerinki gibi bir kaba epistemolojik din (inanç) karşıtlığı değil;
dinin sosyolojik olarak ele alınması gerektiğine dair bir gizli varsayım, net
ifadesini bulamamış derin ve devrimci denebilecek bir kavrayış vardır. Din
epistemolojik ya da hukuki bir sorun olarak değil, sosyolojik bir sorun olarak
ele alınmaktadır. Ama henüz bu imgelerle ve felsefi bir tartışma içinde
yapılmaktadır. Yeni olan henüz yumurtanın kabuğunu kırmamıştır. Embriyon
halindedir.
Marks’ın çok zikredilen sözlerinin esas devrimci niteliği
buradadır. Neyi söylediğinde değildir, büyük harflerle ifade etmemiş olmasa da çözümü
nerede aramak gerektiğine ilişkin gizli sorudadır. Cevabın yanlış veya doğru
olmasının önemi yoktur. Ama bu henüz sosyolojik kavramlarla değil, felsefi
düzeyde ve imgelerle yapılmaktadır.
Öte yandan, henüz sınıf kavramı da gelişmiş olmamasına
rağmen, din, sınıflar ve sınıf mücadelesiyle bir ilişki içinde ele
alınmaktadır. Ama sadece sınıflarla ilişki içinde değil; alt ve ezilen
sınıflarla ilişki içinde ele alınmaktadır[2]. Somut
olarak ifade edilmemesine rağmen, ezilen sınıfların dünyası ve sorunları
satırların içine sızmıştır ve esas önemi buradadır.
Bu da bir bakıma sonraki sosyolojik (Klasik Marksist veya
Otantik Marksist) çalışmalarının çizgisini belirleyecektir.
*
Marks ve Engels’in daha sonra, Alman İdeolojisi’nde (yani
Tarih ve Toplum teorilerini formüle edip, kendilerini adınlatıp, farelerin kemirici
eleştirisine terk ettikleri eserinde) dini bir “bilinç biçimi” olarak tanımladıkları da görülmektedir.
Tabii tarihi sınıf mücadelesi olarak (ki bu da burjuva
aydınlanmacı bir fikirdir özünde) tanımlayıp da bu mücadelenin çeşitli açık
veya gizli biçimler içinde göründüğünü de söylediklerine göre, bundan sonraki
yaşamlarında büyük harflerle bir Din Teorisi veya Din Tanımı yapmamalarına
rağmen, Din’i sınıf mücadelesinin bir görünümü olarak tanımladıkları,
dolayısıyla sınıfsal eğilim ve çıkarları ifade eden bir “bilinç biçimi” olarak gördükleri varsayılabilir.
Geçekten de Marks-Engels’in Marksizm’i keşfettikten (Alman İdeolojisi) sonra din üzerine yazdıkları,
Din’i hep sınıf mücadelesi bağlamında ele alır.
Marks-Engels’in aralarındaki iş bölümü bağlamında daha
ziyade Din konusunda yazan hep Engels olmuştur. Marks’ın zaman zaman geçer ayak
değinmeleri vardır.
Aydınlanmacıların Din’i genellikle eski egemen sınıfların (feodallerin)
baskı ve ezilenleri uyutma aracı olarak algılamalarına karşılık; Engels’in, bu
yanın varlığını reddetmemekle birlikte, ezilenlerin de Din’i bir araç ve
mücadelelerinin ifadesi olarak kullandıkları üzerinde durduğu görülür. Özellikle,
ilk Hıristiyanlar ve Sosyalist hareket arasındaki paralelliklere değinirken; Almanya’da Köylüler Savaşı adlı
eserinde; Sudan’daki Mehdi’nin ayaklanmasını değerlendirirken vs. hep Dinin
ezilenlerin de bayrağı ve örgütlenme biçimi, ezilenlerin partisi olarak ele alındığı görülür.
Tabii bu sadece kapitalizm öncesi ile ilgili değildir.
İngiltere’deki Selamet Ordusu’nu
değerlendiren satırlarda, hem belli bir sınıfın eğilimlerinin ve tepkilerin
ifadesi hem de egemen sınıfların bunu nasıl kullandığının bir örneği olarak da
dini ele aldığı görülür.
Özetle, din sınıflı toplumlarda sınıf mücadelesi içinde anlaşılır
demektedir klasik otantik Marksizm. Marks ve Engels, dinin sadece ezen
sınıfların değil, esas olarak onlardan fazla ezilen sınıfların da bir mücadele
aracı olduğunu söylerler.
Bu yaklaşım, bundan sonra Marksistlerin Din konusundaki
katkılarının genel doğrultusunu belirlemiştir. Daha sonra gelen Marksistlerin
neredeyse hepsi Din’in ezilen sınıfların mücadele aracı ve partisi olarak
işlevi üzerinde durmuşlardır. Ernst Bloch, Kıvılcımlı, Michael Löwy bu alanda
ilk verilebilecek örneklerdir.
Dikkat edilirse, bütün bu zikredilen kaynaklarda, din,
sınıflı toplumlarda ve sınıf mücadelesi bağlamında ele alınmaktadır. Sınıf
mücadelesi aracı da partiler veya tarikatlar olduğundan (Tarikatlar kapitalizm
öncesinin partileriydi. Ya da tersinden partiler bugünkü modern, politik ve
politik olmayan ayrımına dayanan toplumun (dinin) tarikatlarıdır.) din, parti
veya hareket olarak ele alınmaktadır.
Klasik Marksizm'in din konusunda, dini sosyolojik bir olgu
olarak ve sosyolojinin kavramlarıyla ele aldığında vardığı en ileri nokta, onu
bir parti olarak, sınıf mücadelesinin bir biçimi ve aracı olarak ele almaktır.
*
Din’i sadece ezenlerin bir baskı aracı olarak değil; aynı
zamanda ezilenlerin bir partisi ve mücadele aracı olarak görme yaklaşımı,
Türkiye sosyalist hareketinde esas olarak güçlü bir damar olarak var olmuştur.
Bunda Kıvılcımlı’nın pek bilinmeyen ama derinden işleyen bir
etkisi vardır. Bu dip akıntısı, bu damar, özellikle Gezi sürecinde, tekrar gün
yüzüne çıkma olanağı da bulmuştur.
Kıvılcımlı’nın etkisi iki farklı kanaldan işlemiş ve ortaya
çıkmıştır. Bir yandan anti-kapitalist Müslümanlar, kendi ulaştıkları sonuçların
benzerlerine bir Marksist’in de yıllarca önce ulaştığını gördükleri, böyle bir
damarın varlığını bildikleri için, o kanaldan[3]. Bir
de Gezi’de yer alan, 68’in eski geleneklerini iyi kötü devam ettiren, Kıvılcımlı’nın
bu mirasının bir şekilde tortusunun izleri olan radikal sol grupların
Anti-Kapitalist Müslümanlara verdikleri teşvik, destek, koruma biçiminde sosyalistlerin
içindeki kanaldan.
Kimsenin adını anmadığı ve belki de bilmediği Kıvılcımlı’nın
ruhu, eleştirel ve devrimci Marksizm'in ruhu, Gezi’nin ruhuyla aynı telden
çalıyor, onda rezonans buluyordu.
[1]
Marks’ın meşhur sözlerinin birçok farklı ama birbirine yakın ve anlamdaş
sayılabilecek çevirilerinden biri şöyle: "Dini
ıstırap, bir ve aynı zamanda, hem gerçek ıstırabın ifadesi hem de gerçek
ıstıraba karşı bir protestodur. Din, ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir
dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur. Kitlelerin afyonudur."
[2]
Zaten afyon kavramının bugünkü anlayışında ve yorumlanışlarında da bu ilişki
tersine çevrilerek ağrı kesicinin yerine uyuşturucu anlamı getirilmektedir. Marks’ın
cümlelerinde söylenenler alt sınıflar açısındandır, cümlenin akışı içinde özne
değişmediğinden, afyon da. Ama bugünkü Afyon yorumlarında, Afyon üst sınıfların
alt sınıflara verdiği bir şey gibi algılanmakta ve yorumlanmaktadır, yani özne
üst sınıflardır bugünkü algıda. Afyon’a bugünkü
yaygın anlamı verebilmek için özne değiştirilmektedir.
[3]
Örneğin birçoklarının yanı sıra şu zikredilebilir: İhsan Eliaçık, birkaç ay
önce yapılan Kıvılcımlı Sempozyumu’na bir Kuranı Kerim Müfessiri olarak
Kıvılcımlı’yı ele alan bildirisiyle katılmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder