8 Ocak 2014 Çarşamba

Beşikçi ve Öcalan


İsmail Beşikçi 1 Ocak 2014 tarihinde genellikle PKK ve Öcalan’a karşı, Barzani’ye yakın Kürtlerin yazdığı Kürdistan Post’ta “Roboski – Goyiler”[1] başlıklı bir yazı yazdı. Beşikçi bu yazıda Aydınlık gazetesinde 16-24 Aralık tarihleri arasında, 9 gün boyunca çıkan “İmralı’daki Öcalan diyor ki” başlıklı yazı dizisine dayanarak Öcalan’a yönelik Öcalan’ı Türk devletine hizmet ediyor olmakla suçladı.
Daha sonra buna karşı Ferda Çetin, 4 Ocak’ta İsmail Beşikçi’nin tavrını eleştiren “İsmail Beşikçi Siyasete Giriyor” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıda Çetin Beşikçi’yi Türk Devleti’nin “karalama, itibarsızlaştırma, güven kırma amaçlı psikolojik savaş yöntemlerinin” aracı olmakla suçladı.
Bu vesileyle Özellikle Kürtler arasında birçok yorumlar ve tartışmalar yapıldı. Şu birkaç başlık bile bir fikir verir:
Serbesti: “Beşikçi Hoca’mızın taraftarıyız”[2]. Dursun Ali Küçük: “Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyen Türk dostu”[3]. Hüseyin Aladağ: “İsmail beşekçi’ye “Hain” deme sırası Kürtlerde mi?”[4].
Birçokları bu tartışmayı yeni bir bölünme sanıyorlar.
Ne var ki bu yeni bir durum değildir. Yeni olan PKK veya “Apocu”ların ilk kez açıktan Beşikçi’ye tavır almaları ve bir eleştiri yapmalarıdır.
Sonra görüleceği gibi, bu eleştri bile olması gerekenden çok geri bir düzeydedir ve gerçekte Öcalan’ı doğru dürüst savunamamaktadır bile.
2004 yılında Beşikçi Öcalan için çok daha ağır şöyle sözler ediyordu:
“Bugünkü ideolojik ve politik teslimiyet ise Öcalan’ın çürük duruşundan kaynaklanmaktadır.”(...) “Örneğin 1999 başlarında, Öcalan’a Roma’dayken, “diren Abdullah” diyenler de vardır. Belki de bunlar daha çoktu. Öcalan o önerilere neden itibar etmedi? İmralı’da Öcalan’ın dostlarını da dinleyecek kadar bir inisiyatifi kalmış mıydı? Sağlam duruşu olan bir lider, herkesi dinler ama doğru bildiklerinden de taviz vermez.”
O zamanlar bu sözler karyşısında kimse cevap vermiyordu. Tek cevap veren biz olduk. Ama bu cevabımız bile görmezden gelindi ve yokmuş gibi yapıldı. Yani bizzat “Apocular” bile Apo’yu savunmaz durumdaydılar.
Biz ise “Tersinden Kemalizm” adlı kitapta, o dönemde şunları yazıyorduk:
“Beşikçi hep bilimden söz eder. Bilim ise Beşikçi’de adeta sırf olgulara indirgenmiştir. Yani Kürtçe’nin ayrı bir dil olduğu veya Aleviliğin ayrı bir din olduğu gibi olgulara indirgenmiştir. Halbuki bilim sadece “olgular” değildir. Varsayımlar, teorik genellemelerdir de, çünkü o olguları da bizler bilinçli veya bilinçsizce kabul ettiğimiz o varsayımlara, teorilere göre görebilir, değerlendirebilir veya sorun edebiliriz. Diğer bir ifadeyle, bilim sadece Kürtçe’nin ayrı bir dil olup olmadığı değildir. Bilim aynı zamanda ve daha çok, örneğin ulusun, ulusçuluğun, dinin ne olduğudur.
Örneğin, ulusların ulusçular tarafından yaratıldığı; ulusçuluğun ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak olduğu teorisine dayanırsanız, o politik olanla çakışması gereken ulus denen şeyin, bir çok farklı biçimlerde tanımlandığı ve tanımlanabileceğini ve bu farklı tanımlar ile toplumsal sınıflar ve sınıf mücadelelerinin evrimi arasında çok yakın ve derinden işleyen ilişkiler olduğunu görürsünüz.
O zaman bu farklı ulus tanımlarına ve ulusçuluklara bakıldığında, burjuvazinin devrimci döneminde ulusu, dil, din, etni, soy ile tanımlamadığını, devrimci barutunu yitirdikten sonra, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından sonra gerici, ulusu dile, dine etniye göre tanımlayan bir ulusçuluğun ortaya çıktığını görürsünüz.
İşte, burada, Beşikçi’nin o bilim bilim diye savunduğunun[5], aslında hiç de öyle bilimle ilgili olmadığı, aslında Beşikçi’nin tıpkı din konusunda, bilim derken pozitivizmin din kavramına dayanması gibi, ulusçuların hem de en gericilerinin ulus kavramına dayanarak bütün çabasını kurduğu ortaya çıkar.
Beşikçi, tıpkı devletin dine hiç karışmaması, yani inanca ait olana hiç karışmamasını savunacak yerde, nasıl Aleviliğin de bir din olduğunu kanıtlamaya çalışarak, aslında dayandığı varsayımlar ve ideolojik bakımdan gerici ama var olan somut ilişkiler içinde ilerici nesnel sonuçları olabilecek bir çizgi içindeyse, ulusal sorunda da aynı durumdadır. Devletin dil, din, soy karşısında tamamen tarafsızlığını, devletin dini nasıl olmuyorsa, dili, soyu, etnisi de olamayacağını (ortak konuşma dili teknik bir sorundur. Ulusun dile göre tanımlanması başka, bir devletin bir veya bir çok dili, ortak anlaşma dili olarak seçmesi başka bir sorundur.) yani demokratik bir devlet yapısını savunacak yerde; devletin varsayımını kabul ederek, ve o varsayım çerçevesinde devletin politikasına karşı çıkma çizgisi izlemiştir.
Dolayısıyla Beşikçi, ulusal sorun karşısında da, tıpkı din ve Alevilik konusunda olduğu gibi, devrimci demokratik bir programı savunmamakta; burjuvazinin gerici döneminin ulusçuluğunu, dile, dine, etniye, tarihe, soya dayanan bir ulusçuluğu savunmakta ve devletin yapısını tartışma konusu yapmamaktadır.
Böylece, Beşikçi’nin, Abdullah Öcalan’ın demokratik cumhuriyet talebine niye karşı çıkıp mesafe aldığı konusunun anahtarına, metodolojik köklerine geliyoruz. Beşikçi, bütün o radikal görünümüne rağmen, Kemalizm’in dayandığı, ulus anlayışına dayanmakta, onu kabullenmekte, bu anlayışı sorgulayacak yerde olgulara dayanarak onun Kürtler karşısındaki konumunu sorgulamaktadır ama, onun varsayımlarını paylaşmakta ve yeniden üretmektedir. Ve tam da bu nedenle, Öcalan’ın ortaya koyduğu anlayışı kavramamakta ve ona karşı çıkmaktadır. Çünkü Öcalan’ın yaklaşımı, bir bakıma, Beşikçi’nin bütün çabasının dayandığı varsayımları anlamsızlaştırmaktadır bir yanıyla.
Bütün o görünüşteki uzlaşmacı, hatta kimilerince teslimiyet gibi değerlendirilen görünümüne rağmen, Öcalan, aslında Beşikçi karşısında radikal bir konumda bulunmaktadır. O Kemalizm'in dayandığı ulus anlayışını sorgulamaktadır; aynı soydan, aynı dilden olmadan da, bütünüyle hukuki bir tanıma dayanarak, devletin bütün dillere eşit davranması temelinde ulusu yeniden tanımlamayı programlaştırmaktadır. Öcalan, Kemalistlerin ve Beşikçi’nin dayandığı ulusçulukla bölünmektedir ve onları sorgulamaktadır.
Şimdi denecek ki, Öcalan böyle demiyor.
Aksine, savunması okunduğunda, Öcalan’ın bütün teorik çabasının özünün burjuvazinin gerici döneminin dile, dine, etniye dayanan ulusçuluğundan, tekrar devrimci demokratik döneminin, yurttaşlığa dayanan ulusçuluğuna dönüş olduğu görülür.
Ne var ki, bu teorik, programatik ve stratejik çaba, bu hedefi, bu devrimci ve demokratik ulusçuluğu reddedenler tarafından, onun ifade edildiği olağanüstü zor koşullar, sınırlı kavramsal araçlar, diplomatik ve taktik manevralarının zorunlu kıldığı görünümler nedeniyle, kasıtlı olarak, bunlar onun özüymüş, Kemalizm’e teslimiyetmiş gibi gösterilmektedir[6]. Aslında onlar, böyle yaparak kendilerinin Kemalizm’le özdeş olan ulus anlayışlarını savunmaktadırlar.
Beşikçi, bir bilim adamı olarak, bütün bunları, bu özlerin kendi zıtları biçimindeki görünüşünü göstermesi gerekirken, bizzat kendisi bu görünüşün ardına sığınarak, aslında, devrimci demokratik ulusçuluğa karşı, kendi Kemalizm’le özdeş gerici ulusçuluk anlayışını savunmaktadır.
Öcalan’ın anlayışını olağanüstü zor koşulların dayattığı bir biçimde ifade etmesi, yeni özün eski biçimlerde ortaya çıkması gibidir. İlk otomobiller, at arabalarına benzerlerdi. Ama tüm benzeyişlerine rağmen bu onların tamamen başka bir nitelikte oldukları gerçeğini değiştirmezdi. Buna karşılık Beşikçi, görünüşte Kemalizm’e ve resmi ideolojiye karşıdır, ama özüyle onun içi dışına çevrilmiş biçimidir. Yani otomobile benzeyen bir at arabasıdır.
Böylece, Kemalizm’e karşı en uzlaşmaz görünen, hatta bu nedenle Öcalan için “Kemalizm’le uzlaştı, ideolojik taviz verdi” diyen Beşikçi aslında o bütün radikal söyleminin ardında Kemalizm’in dayandığı ideolojik varsayımları ve ulusçuluk anlayışını yeniden üretmekte, onun egemenliğine, Kürtler arasında, Kemalizm’in dayandığı ulusçuluk anlayışının gücünü korumasına ve arttırmasına hizmet etmektedir.
Buna karşılık Abdullah Öcalan, bütün o görünüşteki teslim olmuşluk, Kemalizm’le uzlaşmışlık görüntülerinin ardında, Kemalizm’in dayandığı var sayımları, ulus anlayış ve tanımlarını reddetmektedir[7].”
Bu satırlar 2004 yılında yani on yıl önce yazılmıştı ve hala aktüalitesini korumaktadır.
Değerli Ferda Çetin’in Beşikçi’ye yönelik eleştirisi ise, tıpkı Beşikçi’nin Öcalan’a eleştirisi gibi, ahlaki bir eleştirinin sınırlarını aşamamaktadır.
Ahlaki eleştirilerle bir yere varılamaz. Eleştiri yönteme yönelik olmalıdır.
Eleştiri yöntemdeki köklere yönelmedi mi, yanlışlar budanmış dallar gibi ya da yedi başlı ejderhanın başları gibi kesildikçe yeniden ve daha gür olarak çıkarlar.
Konuya başka yazılarda devam edeceğiz..
08 Ocak 2014 Çarşamba
Demir Küçükaydın




[5] Beşikçi’nin bu bilim bilim diye olguları anlaması yaklaşımında, sadece toplumsal olaylara pozitivist bir yaklaşım değil, bilimin ve bilginin kendisi hakkında da pozitivist bir anlayış vardır. Bilimi sadece olgulara indirgemektir bu. Politikanın sadece kimi olguların kabulüne indirgenmiş sonuçlara göre belirlenebileceği ve belirlenirse bilimsel olacağı türünden bir anlayıştır bu. Böylece gerçek tarihsel hareketin analizinin yerini; tarih ve toplum üstü bir bilim, gerçekler ve doğrular kavrayışı alır. Bilim tarih ve toplum üstü bir kategoriye dönüşür. Bir tür tanrı olur.
Halbuki, tarih, insan çıkarlarına aykırı ise, matematik aksiyomların bile tartışma konusu olacağını gösterir. Beşikçi ise bir sosyolog olarak, o olguların niye böyle olduğu, yani somut toplumsal ilişkiler ve tarihsel süreçle ilgilenmez. Niçin resmi ideoloji böyle yapıyordur, niçin Kemalizm böyle davranmaktadır sorusunun cevapları Beşikçi’de yoktur. Beşikçi’de hep, bilimi kabul etseydi böyle olmazdı cevabı vardır. Peki o “bilimi niye kabul etmemektedir”in cevabı yoktur. Çünkü bu soru yoktur.
Bu soru, Kemalizm’in sosyolojik bir açıklamasını zorunlu kılar. Beşikçi’de Kemalizm’in bir açıklaması da yoktur aslında. Hangi tarihsel ve toplumsal ilişkilerin sonucu olarak vardır Kemalizm. Bu soru ve cevabı da yoktur Beşikçi’de. Hatta Beşikçi’de Kemalizm bir toplumsal ilişki bile değildir, bir ideolojidir. Beşikçi’nin konusu sadece onun görünümleri ve sonuçlarıdır. O ideolojiyle mücadele edildiği takdirde, yanlışları gösterildiği takdirde sorun çözülecektir. Bütün mücadele bir ideolojik mücadeleye indirgenmiştir.
Ama bu ideolojik mücadelede, bizzat o kendisine karşı mücadele ettiğini düşündüğünün tüm varsayımlarını kabullendiği ve yeniden ürettiği için tüm yaptığı kendi bindiği dalı kesmektir Beşikçinin.
[6] Örneğin, Öcalan, ‘”Mustafa Kemal’i örnek alıyorum” diyor. Buradan hemen, ‘işte ihanet etti, bakın Kemalizm’ini itiraf ediyor’ haykırışları çıkıyor, Kemalizm’le aynı milliyetçiliği paylaşanlardan. Halbuki Öcalan’ın yapmaya çalıştığı, böyle derken bazen bir taktik manevra veya diplomatik mesajdır. Çünkü pekala karşı tarafın bir önderinin politikacı veya taktisyen olarak bir özelliğini örnek alabilir. Ve belli bir diplomatik yakınlık oluşturmak için, böyle bir vurgu yapıyor olabilir. Bu onun programını kabul ettiği anlamına gelmez. Ezilenler çoğu kez ezenlerin bayraklarının ardına gizlenerek hedeflerine ulaşmaya da çalışırlar; tıpkı ezenlerin, ezilenlerin bayraklarının ardına gizlendikleri gibi.
Sanki tarihte ve toplumsal mücadeleler tarihinde bütün bunlar yokmuş gibi; sanki bütün dünyadaki tecrit olmuşluğu ve olağanüstü koşullar PKK’yı son derece kıvrak hareket etmeye, ince manevralar yapmaya ve yok olmaktan kurtulmaya zorlamıyormuş gibi davranılmaktadır.
Öcalan’ın bütün çabasının özü görülmemektedir. O ulusun tanımından dili, dini, soyu, etniyi dışlayarak, tüm dillerin, etnilerin, dinlerin, soyların, kültürlerin eşitliğine ulaşmayı ve bu temelde Orta Doğu gibi bir alanda bütün halkların devrimci demokratik bir ulusçuluktan yana olanlarını birleştirmek istemektedir.
Buna karşılık Öcalan’ı Kemalizm’le uzlaşmakla, ihanetle suçlayanlar, bizzat kendileri Kemalizm’in dayandığı ulus ve ulusçuluk anlayışlarını savunmaktadırlar.
Bunlar sadece milliyetçi Türk sosyalistleri ve etniye dayanan bir ulusçuluk anlayışına dayanan Kürtler değildir. Aynı zamanda kendi örgütüdür. Aynı zamanda pek az kalmış, Kürtlerin mücadelesini destekleyen üç beş Türk sosyalistidir. Hiç birisi, Öcalan’ın ne yaptığını, hem de el yordamıyla yaptığını anlamamaktadır. Anlayamazlar da, çünkü hepsi, burjuvazinin ulus ve din anlayışlarını paylaşmaktadırlar. Hem de en gerici biçiminin.
Öcalan’ın bu anlaşılmazlığı ile, ulus ve din teorisi konusundaki Tarihsel Maddecilik teorisinin bilinmezliği at başı gitmektedir. Bu gün Öcalan’ın ne yaptığını anlamak için, bizim özellikle son on yıldır çeşitli yazılarımızda tekrar tekrar anlattığımız ulus ve ulusçuluğa ilişkin teorileri anlamak ve tartışmak gerekir. Halbuki bu güne kadar bunlarla ilgili bir tek yazı bile çıkmış değildir.
Öcalan’ın kendisi bile kendisinin nasıl bir atılım yaptığının; yaptığının tarihsel ve nesnel anlamının farkında değildir. Olamaz da, çünkü o uluslararası sosyalist hareketin birikimlerini bilmemektedir. Bütün bu atılımı, çok elverişsiz ideolojik ve teorik araçlarla berbat bir ideolojik iklimde yapmaktadır. Önemli olan, böylesine olağanüstü olumsuz koşullarda bunun bile yapılabilmiş olmasıdır. Önemli olan, hala belli bir gücü temsil eden, dinamik bir toplumsal hareketin önderinin bunu yapmış olmasıdır. Bu günün karanlık dünyasında, Orta Doğu’da daha büyük karanlıklar gelirken, küçük de olsa bir umut ışığıdır.
Tarih ona bu şansı verir mi? Şimdiden bir şey söylenemez. Sonucu mücadele belirler. Şu an verecek gibi görünmüyor.
Belki adı bile hatırlanmaz biri olarak uzun yıllar unutulabilir. 1917’de Ekim devrimi patlamasaydı, Lenin, adı bilinmez, binlerce sürgün Rus devrimcisi gibi tarihin karanlıklarında unutulmuş olarak kalırdı.
[7] Keza, Beşikçi, devletin yapısı sorununu ne Alevilere ne de Kürtlere ilişkin olarak sorun yapmamaktadır, buna karşılık Öcalan, devletin yapısını sorun yapmaktadır. Beşikçi’nin dayandığı anlayış, sırf Alevilerin birliğine, Kürtlerin birliğine dayanır. Öcalan’ın anlayışı ise, Türklerin ve Kürtlerin bölünmesine ve soya, dile dayanan ulusçuluğu reddedenlerin birliğine dayanır.

Hiç yorum yok: