Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yönünde
yerleşmiş ve yaygın bir yargı vardır. Bu yargıyı savunan ve yerleştirenler,
İslam ve Aydınlanma’nın içini boşaltanlar; onları karşı devrimlerle olmamışa
çevirenler ve bu karşı devrimci mirası şimdi sürdüren “Aydınlanmacılar” ve
“Müslümanlar”dır.
Birbirlerine zıt olduklarını söyleyenlerin, zıt olduklarında böyle anlaşabilmeleri
bile zıtlıktan çok daha büyük bir ortaklık
içinde bulunduklarının da bir kanıtıdır.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısını
paylaşmaları, onların bu iddialarının bizzat bu iddialarının kendisiyle
kendileri tarafından çürütülmesinden başka bir anlama da gelmez.
Şunu iyi ayırmak gerekmektedir: Aydınlanma ve İslam’ın zıt
olduğu yargısındaki bu ortaklık, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve
İslam’ın sürdürücüsü ve devamcısı olduklarını iddia edenlerin bir ortaklığıdır.
Unutulan ve unutturulmaya çalışılan gerçek şudur: Aydınlanma
da, İslam da, daha doğdukları noktada, ilk adımlarında başarısızlığa uğramış ve
egemen sınıflar tarafından ele geçirilip yenilmiş birer projedirler.
Ve tam da bu projeleri birer karşı devrimle yok edenler,
birbirlerinin zıttı oldukları
yönündeki aynı iddiayı ortaklaşa savunmaktadırlar.
Diğer bir ifadeyle, Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt
olduğu iddiası, Aydınlanma ve İslam’ın değil; Aydınlanma ve İslam
bayraklarıyla, Aydınlanma ve İslam içinde iktidarı ele geçirmiş gericiliğin ve
karşı devrimin bir iddiasıdır. Ve tam da bu nedenle karşı devrimcilerin
ortaklığının bir ifadesidir.
Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özünü ve doğuşundaki
idealleri savunan biz ise, onları birbirine zıt değil, aynı soruna tarihin iki ayrı döneminde ve ayrı koşullarda verilmiş aynı özde iki cevap ve çözüm olduğunu söylüyoruz. Ve bu günün
koşullarında aynı soruna aynı özde yeni bir cevap sunuyoruz. Budur Marksizm’i
İslam ve Aydınlanma’nın sentezi ve gerçek mirasçısı yapan.
*
Aydınlanma ve İslam, aynı
soruna, iki farklı çağda ve iki
farklı koşulda ve iki farklı biçimde ama aynı özde verilmiş iki cevap veya iki çözümdürler dedik.
Niçin ve Nasıl?
Aydınlanma ve İslam, her ikisi de, köyünün ya da aşiretinin
ötesini görmeyen, içine kapalı komünler ve çürüyen klasik uygarlıklardaki
imparatorlukların, dünya ticaretinin ve ekonomisinin ihtiyaçlarına uygun bir
“Üstyapı” yani “Din” sunamamalarına karşı bir cevaptılar.
Bu nedenle her ikisi
de evrensel, tüm insanlığa yönelik ve
tüm insanlığı kapsama iddiasında birer projeydiler.
Onların özü
evrensellikleri; tüm insanlığı kapsama ve birleştirme iddialarıydı. Bu
hedeflerini, farklı koşullarda ifade ettikleri için gerekçelendirişleri
farklıydı.
Bizans, Sasani, Hint ve Çin uygarlıklarının çürümesi ve bu
çürümeye bağlı olarak orta ve kuzey yollarının (İpek yolu) kapanması sonucu,
Hint alt kıtasının güneyinden ve denizden açılan Güney Yolunun, henüz totemli
komünler (Putlar) dönemini yaşayan Arabistan’ı bir anda dünya ticaret
yollarının ve ticaretinin merkezi durumuna getirmesinin yarattığı gerilime bir
cevaptır İslam.
Bu nedenle, İslam, Allah ile ifade ettiği evrenselliğini
özellikle komünlere ve onların dini (üstyapısı) olan totemlere (Putlara) karşı
şekillendirdi. Allah, her şeyden önce, aşiret düzeninin totemleri (putlar)
karşısında bu evrenselliği ifade eder.
Elbette bunun yanı sıra çürüyen ve yozlaşmış klasik
uygarlıklar ve onların dinlerine karşı da, Müslümanlığı sadece bir inanç
bildirimine indirgeyen sadeliği ile, tüm Müslümanları silahlı kardeşler
yaparak; günde beş kere herkesi aynı safa dizerek; din adamı diye bir şey
tanımayarak ve bir din adamları oligarşisi (Kilise, İran’ın Mecusi rahipleri)
veya kastına (Hinduizm, Brahmanlık) imkan tanımayarak bir çözüm sunuyordu.
İslam da elbette, doğuşunda, bütün büyük devrimci hareketler
gibi yoksullara, Mekke’nin ve Medine’nin Pleplerine (Müslim) dayanıyordu,
Particiler (Kureyşli asil ve zenginler) karşısında.
Ama daha ilk adımda, bu “gönlü uzlaştırılmış” Particiler
(Mekkeli zenginler ve Kureyşli asiller) İslam’ın içinde iktidarı ele almanın
komplolarına başladılar ve belki Muhammet’in ölümünün bile sorumlusuydular.
Önce örtük ve küçük adımlarla başlayan bu İslam içindeki
sınıf savaşı ve karşı devrim çabaları, İslam’ın yayılması binlerce yılık
medeniyetler mezarlığı-bataklığı Mezopotamya balçıklarına ulaştığında, daha
Sehabe (ilk saatin işçileri) hayattayken ve büyük ölçüde onlara karşı bir savaş
içinde, Muaviye ve Emeviler ile kesin başarıya ulaştı.
Bundan sonra İslam, İslam olmaktan çıktı, bütün diğer klasik
uygarlıklarda olduğu gibi çürüyen uygarlıkların ve egemenlerin bir aracı oldu.
Daha sonra sadece, Berberiler (İberik Yarım Adası), Oğuzlar
(Anadolu ve Balkan yarım adaları),
Özbekler (Hint alt kıtası) gibi, henüz komün geleneklerini yaşayan
halkların eşitleştirici ve gençleştirici etkileriyle (Hikmet Kıvılcımlı’nın
deyimiyle: “Barbar akınları”, “Tarihsel Devrimler”) tekrar kısmi
canlanmalarını ve yayılmalarını sürdürebildi.
Bu taze kanlar sayesinde, Çin hariç, üç büyük uygarlık
alanına (Akdeniz-Ortadoğu, İran-Afganistan, Hindistan) yayılan bir din olmasına
rağmen, feth ettiği uygarlıklar tarafından feth edilmekten kurtulamadı. Hint
alt kıtasında, Kast sistemine son veremedi. İran’da Mecusi (Zerdüşt) rahipler
Şii Ayetullahlar oldular; Osmanlı bir “üçüncü Roma” olmaktan öteye gidemedi.
Tam da İslam, sınıf mücadeleleri ve karşı devrimler sonucu
egemen sınıflar tarafından ele geçirilip, onların kendi iktidarlarının bir
aracına dönüştürüldüğü, yani başarısızlığa uğradığı için; Aydınlanma bin yıl
sonra ortaya çıkmak zorunda kaldı.
Hint, İran, Ortadoğu ve Akdeniz uygarlıkları, bin yıl sonra
da tıpkı Muhammet’in zamanında olduğu gibi çürümüş ve dünya ticaret yolları
yine tıkanmıştı. Bu yolları açmak için yapılan Batı’dan Haçlı seferleriyle
doğu’dan Cengiz ile yapılan girişimler (“barbar akınları”), kısmi canlanmalar
yaratmaktan öteye gidememişlerdi.
İslam, benzer bir tıkanıklığı Hint alt Kıtasının güneyinden
açışın ürünüydü. Bu sefer bin yıl sonra tıkanıklığı Afrika Kıtasının güneyinden
veya dünya yuvarlak olduğundan, Batı’ya giderek yeni yollarla açma girişimleri
başladı. Bin yıl önce masallara geçmiş Kaptan Sinbatların yaptıklarını bu sefer
Vasko dö Gama, Kolomb ve Macellenlar yapıyordu.
Bu yollar açılınca da Dünya ticaretinin ve ticaret
yollarının merkezi, tıpkı bir zamanlar Arabistan’da olduğu gibi; o zamanlar
dünyanın “kenarındaki”, henüz yeterince uygarlaşmamış ve komünal ilişkilerin
yaşadığı ve Protestanlık biçiminde farkını ortaya koyduğu Batı Avrupa’ya kaydı.
Tüm dünyayı birleştirecek ve ticaret yollarının emniyetini
ve birliğini sağlayacak evrensel bir düzen ihtiyacı, tıpkı Muhammet zamanı
Arabistan’ında olduğu gibi, bu sefer
Batı Avrupa’da en şiddetli biçimde ortaya çıkmıştı.
Ama bu ihtiyacın en çok ortaya çıktığı yerde, Batı
Avrupa’da, düzeni belirleyen, Muhammet dönemindeki gibi totemler döneminin
komünleri (putlar) değildi; varlığını Hıristiyan bir form içinde sürdüren güçlü
komün gelenekleriydi. Komünlerin totemlerine artık tapılmıyordu; onlar
Hıristiyan şövalyelerin ve prenslikerin armalarına dönüşmüşlerdi.
Batı Avrupa’daki soyluluk ve prenslikler bizzat bu komün
geleneklerinin yaşayışının bir yansımasıydı da. Çünkü kapıkulluğunu binlerce
yıl önce keşfetmiş klasik uygarlıklarda soyluluğun yeri olmazdı artı ürüne el
koymak için.
Evrenselliği totemler (Putlar) karşısındaki Allah ifade
edemezdi bu yeni koşullarda, İslam ona olabilecek en soyut biçimi ve kapsayıcı
anlamları vermesine rağmen, Allah’ın bizzat kendisi de klasik uygarlıkların
yozlaşmasına uğramıştı.
Yani yeni din, tüm insanları eşit kılan bir evrensel düzen
ihtiyacını, totemlere karşı Allah’ı çıkaran İslam gibi çözemezdi. Komün
şefliğinde kökleri olan feodal beylerin bizzat kendileri Allah’a inanıyorlar ve
onun aracılığıyla düzenlerini sürdürüyorlardı. Uygarlıkların beşikleri olan
Doğu’da ise Firavun ve Nemritlere karşı mücadelenin bir aracı ve bayrağı; tüm
insanları eşit yapmanın aracı olan Alla; Şark uygarlıklarının Nemrutluğunun,
Firavunluğunun bir aracı haline gelmişti.
Gerek Batı Avrupa’da, gerek klasik uygarlıklar alanında,
Allah artık egemenlerin aracı ve eski düzenin sembolüydü. Yani bizzat Allah’ın
kendisi artık çözümün değil sorunun bir parçası haline gelmişti.
Bu durumda, tıpkı İslam gibi, evrensel bir düzen ve bu
düzende insanları eşit kılmanın yolu,
komün ve uygarlık dinlerinin toplumsal hayatın örgütlenmesindeki
belirleyiciliklerini ortadan kaldırabilmek, toplumsal düzeni örgütlerken, bir
politik ve özel ayrımı yapmaktan ve dini de bir inanç diyerek özele atmaktan ve
onları bu yeni, özel politik ayrımına dayanan dinin basit bir bileşeni
yapmaktan geçiyordu.
Böylece özel ve politik ayrımı, o zamana kadar hiç tasavvur
bile edilememiş bir ayrım, toplumsal hayatın örgütlenmesinin ilkesi haline
geldi.
Yeni dinin, yani Aydınlanmanın özü, bizzat bu ayrımın kendisi
ve eski uygarlıkların dinlerinin, özel denilerek toplumsal sistemin
örgütlenmesinden dışlanmasıydı. Önceki toplumların dinlerini özel diyerek
toplumsal hayattan dışlamanın kendisi bizzat bir dindi.
Analiz edilip yakından bakıldığında, İnsan Hakları’nın ve Kelimei
Şahadet’in aynı soruna, aynı özde
ama farklı koşullarda ve biçimde
yapılmış iki çözüm olduğu görülür.
Sanılanın aksine İnsan Hakları Bildirileri, bir canlı türü
olarak insanların haklarından değil;
İnsan olmanın veya sayılmanın
koşullarından söz ederler, tıpkı Kelimei Şahadet’in Müslüman olmanın
koşulundan söz etmesi gibi.
Eğer soyu veya inancı ne olursa olsun insanların eşit
olduğunu kabul etmiyorsanız, bir canlı türü olarak insan olmaya devam etmenize
rağmen, bir İnsan olamazsınız; tıpkı Allah’a şirk koşanın, yani aynı zamanda
bir toteme (Puta) tapanın Müslüman olamaması gibi.
Eğer İslam başarılı olsaydı, Aydınlanmaya gerek kalmazdı.
Aydınlanma İslam’ın başarısızlığı koşullarında, aynı soruna verilmiş ikinci bir
çözümden başka bir şey değildi. Büyük aydınlanma düşünürleri büyük ölçüde bu
paralelliğin ve yakınlığın farkındaydılar.
Bu aynı soruna, özde aynı ama biçimde farklı çözümler, bir
bakıma, biyolojide farklı canlı türlerinin aynı çözümleri birbirinden farklı
yollardan bulmalarına benzetilebilir. Canlılar gözü birbirinden bağımsızca en
az kırk kere keşfetmişlerdir örneğin.
Uçabilmek için bir kanat, böcekler, sürüngenler, dinozorlar
ve memelilerce birbirinden bağımsızca bulunmuştur. Ama örneğin aynı uçmayı
sağlayacak kanatları, nasıl dinozorlar (kuşlar) farklı, memeliler (yarasalar)
farklı biçimlerde ve koşullarda farklı anatomik yapılarla geliştirdilerse öyle.
Ne var ki, Aydınlanma da kendisini İslam’ın kaderinden
kurtaramadı. Egemen sınıflar daha ilk adımda, tüm insanların eşitliği ve tüm
insanlık için bir düzen programını terk ettiler. Aydınlanma Kozmopolitizminin
ve Humanizminin yerini Milliyetçilik aldı. Başlangıçta eşitliği sağlayan, eski
düzene karşı mücadelenin bayrağı olan, Özel ve Politik ayrımı da Allah’ın
kaderini paylaştı.
Başlangıçta, tüm insanların eşitliğini sağlamak için ortaya
çıkan özel ve politik ayrımı; önce politiğin bir yerde yaşayanlarla, sonra
giderek bir dille, bir soyla, bir kültürle, hatta bir ırkla tanımlanmasıyla,
bizzat insanların eşitsizliğini savunmanın bir aracına dönüştü. Tıpkı eşitlik
için ortaya çıkmış Allah’ın Şark’ın Mutlak devletinin ve din adamları
oligarşisinin bir aracına dönüşmesi gibi.
Yani ulusçulukla birlikte Aydınlanma, tıpkı Emeviler
sonrasının İslam’ı gibi, tıpkı İznik Konsülü sonrasının resmi Hıristiyanlığı
gibi, içi boş bir kabuk; bir karşı devrimin kendisini gizlediği bir bayrak
oldu.
Bu anlamda, Aydınlanma da İslam gibi başarısız kalmış,
gerçekleşememiş bir projedir.
İşte Aydınlanma ve İslam’ı ele geçirmiş bu karşı devrimci
egemen sınıflar, Aydınlanma ve İslam’ın birbirinin zıttı olduğu fikrinde,
anlaşarak, Aydınlanma ve İslam’ın devrimci özlerine karşı ortaklaşa savaş
yürütmektedirler.
Aydınlanma ve İslam’ın birbirine zıt olduğu yargısı,
Aydınlanma ve İslam arasındaki bir savaşın değil; Aydınlanma ve İslam’ı ele
geçirmiş egemen sınıfların, karşı devrimin Aydınlanma ve İslam’ın özüne karşı
savaşının bayrağıdır.
*
Ama Aydınlanma ve İslam da, her iki büyük ve evrensel din
de, tıpkı birbirinden bağımsızca aynı çözümü üretmeleri gibi, kendi kaderlerini
açıklayacak teorilere de birbirlerinden bağımsızca ulaştılar.
İslam, Marksizmi (yani Toplum Bilimini, Sosyolojiyi,
Tarihsel Maddeciliği) Marks’tan yüzyıllarca önce İbni Haldun ile keşfetti:
İnsanların geçimlerini sağlama yolları, onların toplumsal düzenlerini
belirliyordu.
Aydınlanma, İbni Haldun’dan yüzyıllarca sonra ve tamamen
ondan bağımsızca, Marks ile toplum bilimini ikinci kez kurarak aynı sonuçlara
ulaştı: Yani Üretici Güçler, Üretim İlişkilerini ve Üstyapıyı belirliyordu.
Birbirinden bağımsız bu iki büyük keşif bile, Aydınlanma ve
İslam’ın özündeki ortaklığın bir görünümünden başka bir şey değildir.
Yeryüzünü totemlerin veya tanrıların kapladığı dönemlerde
tüm insanlığa yönelik bir evrensel proje ve buna bağlı olarak da bir toplum
kavramı, dolayısıyla da bir toplum bilimi ortaya çıkamazdı.
Toplum kavramının ve dolayısıyla Toplum biliminin var oluş
koşulu evrensel bir dindir, evrensel bir düzen tasavvuru ve iddiasıdır. Bu
tasavvur, bu iddia ve bu din ise ancak dünya çapındaki bir ticaretin ürünü
olarak ortaya çıkabilir.
Yani Marks ve İbni Haldun’un önermeleri, bu satırlarda,
bizzat kendi var oluşlarını da açıklamaktadır.
*
İslam da Aydınlanma da farklı yollardan aynı çözümü yani tüm
insanlara biçimsel bir eşitliği sağlıyorlardı. Ama bu biçimsel eşitlik iktisadi
bir eşitlikle tamamlanmadığı takdirde bizzat bu biçimsel eşitliğin kendisi bile
var olma şansını elde edemiyordu. Bizzat İslam ve Aydınlanma’nın tarihi ve
kaderi bunun en esaslı kanıtıydı.
İslam, toplumsal eşitsizliklere karşı, Allah’ı her şeyin ve
o zamanların temel zenginlik kaynağı olan toprakların sahibi kılarak, yani özel
mülkiyeti büyük ölçüde sınırlayarak ve dağılım ve bölüşümde eşitleyici
tedbirler önererek çözüm aramış ama hiçbir Allah korkusu ve ahlaki öğüdün
bunları sağlayamayacağını da kendi kaderiyle göstermişti.
İbni Haldun, ticaret ve imaret erbabının (Tefeci
Bezirganların ve Devlet Sınıflarının), tarım ve zanaatlar ile elde edilmiş
zenginliklere el koyduğunu görmüştü, ama henüz Kapitalizm ve işçi Sınıfı ortaya
çıkmadığından, her uygarlığın çürümesini yıkılmaya yazgılı oluşunu doğru olarak
tespit ediyordu. Kısmi çözümü ise komün geleneklerine dönüşten başka bir yerde
göremiyordu haklı olarak.
Marksizm’in kökenindeki sosyalizm düşüncesinin doğuşunda da
aynı sorun vardır. Evet Aydınlanma bütün insanların eşitliğini sağlıyordu belki
ama gerçek bir eşitlik için, ekonomik bir eşitlik de gerekiyordu.
İlk sosyalistler bu eşitliğe giden yolu, tıpkı dinler gibi,
ahlaki ilkeler veya bölüşüm ile sağlamaya çalıştılar.
Marks’ın katkısı, bir bakıma, bu eşitliğin ve sınıfların
kaldırılmasının, yani bu kötü kaderden kurtuluşun yolunun tüketim ve bölüşümde
değil; üretim ve mülkiyet ilişkilerinde dolayısıyla onların değiştirilmesinde
yattığını söylemesindeydi. Ancak o zaman, zenginlik tüm toplumun refahı ve
eşitliğin bir aracı haline gelebilirdi.
Tüm dünya tarihi, ama her şeyden önce de İslam ve
Aydınlanma’nın kaderi, ne tanrı korkusunun, ne bölüşüm ve tüketim eşitliğini
sağlamaya yönelik ahlaki önermelerin sınıfları dolayısıyla da egemen sınıfları
ve onların egemenliğini ortadan kaldıramadığını göstermişti. Sınıfları
kaldırmak için ise, mülkiyet ilişkilerini değiştirmek gerekiyordu.
Marksizm böylece, Aydınlanma ve İslam’ın, gerçek eşitlik bir
yana, niçin biçimsel eşitliği bile sağlayamayan projeler olarak kaldığını ve
başarısızlıklarının sırrını açıklamış oluyordu.
Öte yandan bu yasa ile birlikte bu yasayı ortaya çıkaran ve
uygulayabilecek bir toplumsal güç de ortaya çıkmış bulunuyordu: İşçiler.
Bu ikisi, yani İşçiler ve bu yasanın bilinmesi ve açığa çıkarılması
bile (Devrimci Sınıf ve Devrimci Teori, Tarihsel maddecilik) Aydınlanma’yı
İslam’ın kaderinden kurtarabilecekmiş gibi görünüyordu.
Ne var ki, Marksizmin kendisi Aydınlanma’nın çocuğu
olduğundan, Aydınlanma’nın toplumu düzenlemek için ortaya koyduğu ve kendisinin
içine doğduğu ilkeyi, yani dinin özele ilişkin olduğuna dair bir ilkeyi,
dolayısıyla politik ve özel ayrımını,
bir sosyolojik kavrammış gibi ele alarak dinin ne olduğunu anlayamadı ve
Aydınlanmanın da bir din olduğunu anlaması olanaksızlaştı.
Dinin ne olduğunu anlayamadığı için, Politik özel ayrımının
bizzat bir din olduğunu; Politik olanı bir ulusa göre tanımlamanın da, yani
ulusçuluğun da Aydınlanma içinde bir karşı devrim; bu dinin gerici biçimi
olduğunu anlayamadı. Anlayamadığı için de, kökeninde aydınlanmanın idealleri
olmasına rağmen, kendisi de aynı karşı devrimi yaşadı ve kendisi ulusçuluğa
dönüştü. Çünkü ulus ve ulusçuluğun bilgisinin olmadığı yerde bir boşluk değil,
ulus ve ulusçuluğun ulusçu kavrayışı yani ulusçuluk olur.
Elbet bu dönüşüm sadece fikirlerin ve kavramların kendi iç
evrimiyle ve mantık sonuçlarına varmasıyla gerçekleşmedi. İşçilerin ilk kez
Rusya gibi geri bir ülkede iktidara gelmesi; bu devrimin yayılamaması ve savaş
ve iç savaşın toplumu korkunç bir yoksulluğa gömmesi ve bunun sonucunda bizzat
sosyalizm idealinin de başına tıpkı İslam ve Aydınlanmanın başına gelen geldi.
İslam’da Muaviyelerin, Aydınlanmada Bonapartların temsil ettiği karşı devrimi
sosyalizmde Stalinler yaptı.
Ancak nasıl Hıristiyanlık ve İslam’da, onun devrimci
döneminin ideallerini yaşatanlar zındık olarak kovuşturuldu ve Batıni
tarikatlarda varlıklarını sürdürdülerse, Aydınlanma ve Marksizm içinde de onun
devrimci niteliklerini sürdürenler var oldu ve kovuşturuldu.
Ama bu eleştirel ve devrimci özü koruyanlar bile, Din ve
Ulus söz konusu olduğunda, Aydınlanmanın Din; Ulusçuluğun Ulus kavramından
ötesine gidemediler.
Halbuki Din’in ne olduğu konusunda, İslam çok daha açık ve
doğru görüşe sahipti. Dinin bir inanç veya özele ilişkin olmadığını bildiği, bu
gerçekten hareket ettiği için, İslam’ın Din kavramı, Aydınlanmanın Din
kavramından çok daha sosyolojik gerçekliği yansıtıyordu.
Marksizm’in dinin bir inanç olmadığını; onun tüm toplumsal
üst yapının ifadesi olduğunu; bizzat dine inanç demenin bir din olduğunu
görmesi, aslında kendi kavram sistemini aydınlanmanın kalıntılarından
arındırmak; kavramlarını mantık sonucuna götürmektir.
Ama bu aynı zamanda İslam’ın din kavrayışıyla Aydınlanma’yı
bir senteze ulaştırmak olarak da görülebilir.
Bu anlamda, Marksizm, Aydınlanma ile İslam’ın sentezidir.
Marksizm Aydınlanma’nın Din kavramından arındığında İslam’ın Din kavramıyla
buluşmuş ve Aydınlanman da bir din olduğunu ve kendisinin de eğer gerçekten
devrimci olmak istiyorsa, bir din olması gerektiğini; yani tüm insanlık için
tüm toplumsal yapıyı düzenleyen bir çağrı olması gerektiğini görmüştür
denilebilir.
Bu günün dünyasında egemen olan, on binlerce yıl boyunca
kıtlık içinde ve neolitik devrim sonrasında da köy komünü biçiminde insanın var
oluşunu sağlamış ama tarımsal uygarlıkların ve Dünya Ticaretinin gelişimi ile
bu gelişimin önünde bir engele dönüşmüş Totemler (Putlar) yok artık.
Bu günün dünyasında egemen olan, Klasik Antik uygarlıklar ve
bu uygarlıkların dinleri ve klasik İmparatorluklar da değil.
Dolayısıyla ne İslam’ın Totemler karşısındaki Allah’ı; ne
klasik uygarlıkların dinlerini Politik alanın dışına atmaya yarayan Özel
Politik ayrımı, İnsanlığın ihtiyaçlarına uygun bir düzen kurma olanağı
sağlayamaz.
Bu günün dünyasında politiği ulusla tanımlayan yüzlerce
devlet, tıpkı Muhammet döneminin totemleri, gibi insanların biçimsel bir
eşitliğinin önünde bile bir engel haline gelmişlerdir.
O halde yapılacak iş bellidir: aşiret gibi olan uluslara ve
ulusal devletlere ve totemler gibi olan ulusal bayraklara Muhammet gibi savaş
açmak.
Ve bu savaşta, Aydınlanma’nın Antik uygarlıkların dinlerine
yaptığını bu uluslara yapmak: yani ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın,
politik alandan dışlamak, ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tıpkı
antik uygarlıkların ve komünlerin dinleri gibi özele atmak.
Yani uluslara ve ulusal sınırlara karşı, biricik dünya
topluluğu için savaş.
Şimdiye kadar olduğu gibi, ulusal sınırlar çerçevesinde
eşitlikçi talepleri yükseltmek, fiilen ulusu, içinde mücadele edilip iktidara gelinebilecek tarafsız bir ortam olarak
gördüğünden; ulusu ve ulusal devleti
sınıfsız toplum gidişin aracı olabilirmiş gibi gördüğünden, uluslara ve ulusal devletlere karşı
mücadeleyi gündemden düşürdüğünden, nesnel olarak gericiliğe ve karşı
devrime hizmet eder oldu. Bir dünya cumhuriyeti, sosyalist olmuş ulusal
devletlerin birleşmesinin sonucu olarak görüldü. Bu baştan aşağı yanlış ve
gerici ve gerçekleşemez anlamında ütopik bir programdı ve Marksizm’in kendi
önermeleriyle bir çelişki içindeydi.
Çünkü bizzat Marks, İşçilerin var olan devlet cihazını alıp
kullanamayacaklarını; onun yapısının sınıfsız topluma gidişin aracı olmaya
uygun olmadığını, bu nedenle onu parçalamak gerektiğini söylemişti.
Bu önerme doğruysa, (ki bizce doğrudur) uluslar ve ulusal devletler de sınıfsız topluma gidişin araçları
olamazlar ve parçalanmaları gerekir.
Yani Paris Komünü’nün derslerini mantık sonuçlarına götürmek
bile, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaşı; onları parçalamak için
mücadeleyi en başa almak gerektiğini göstermektedir.
O halde, tıpkı İslam’ın Allah’ının putlara karşı mücadelesi
gibi, uluslara ve ulusal devletlere karşı
mücadeleyi başa almak; tıpkı Aydınlanmanın önceki dinlere yaptığı gibi; ulusal olanı, nasıl tanımlanırsa
tanımlansın, politik alanın dışına atmak ve bir tek dünya cumhuriyeti için
savaşmak, Aydınlanma ve İslam’ın bir
sentezidir ve onların vasiyetinin yerine getirilmesidir.
Ancak bürokratik olmayan bir dünya cumhuriyetinde,
ezilenler, tüketim ve bölüşüme yönelik tedbirlerin ve ahlaki vaizlerin eşitliği
sağlayamayacağını yine Marksizm sayesinde bileceklerinden ve üretim ve mülkiyet
ilişkilerini sınıfların var olmasına veya ortaya çıkmasına değil; yok olmasına
yönelik olarak düzenleyebileceklerinden, bu devrimin, ilk kez İslam ve
Aydınlanma’nın kaderinden kurtulma ve onların yarım kalmış ve gerçekleşememiş
vasiyetlerini yerine getirme şansı ortaya çıkar.
Bunun için de yapılması gereken ilk iş, bir İnsanlık ve
İnsanlar Dini/Partisi kurmaktır.
Buradaki insan kavramı, biyolojik bir kavram olan sosyal
varlık olarak insanı değil; sosyolojik olarak İnsanı tanımlar. İnsan, tıpkı
totemi değil Allah’ı tanıyan Müslim gibi; İnsan, tıpkı soyun ve inancı ne
olursa olsun tüm insanları eşit kabul edenlerle tanımlanması gibi bir anlama
sahiptir. İnsan: sadece soyun ve inancın
değil, ulusal olanın da politik olmasını kabul etmeyendir.
Nasıl bir insan hem bir puta tapıp hem de Müslüman olamaz
ise; nasıl insanların soyları ve inançları ne olursa olsun eşitliğini kabul
etmeyen bir insan, İnsan olamaz ise; politik olanın ulusal olanla çakışması
gerektiğini savunanlar da (milliyetçiler de) İnsan olamazlar.
Bir insan hem milliyetçi (ulusal olanın politik olanla
çakışmasını kabul eden) hem bir İnsan olamaz. Bir insan hem bir Kürt, Türk,
Alman, Amerikalı hem de bir İnsan olamaz. Ya da tersinden, bir insan, hem
İnsan; hem de Türk, Kürt, Alman, Çinli vs. olamaz.
Bir insan, hem bir demokrat (Yani ulusal olanı bir dille,
dinle, tarihle tanımlamaya karşı bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan)
hem de bir Türk, Kürt, Alman, Fransız (Yani ulusal olanı bir dille, tarihle,
soyla vs. tanımlayan) olamayacağı gibi, bir Demokrat da, (yani ulusu demokratik
ölçülerle (örneğin toprak parçası) tanımlayan) bir İnsan (ulusal olanın politik
olmasını reddede)n olamaz.
Önce İnsanların, Türkler, Kürtler, Almanlar, Çinliler,
Hitliler ve Demokratlar karşısında üstünlük kurmaları; Türklüğü, Kürtlüğü,
Almanlığı, Çinliliği, Hintliliği ve Demokratlığı politik alandan dışlayıp tıpkı
gerçek bir laikliğin dinlere yaptığı gibi özele ilişkin kılmaları gerekiyor.
Ancak o zaman İnsanlar, Kapitalizm ve meta üretimine dayanan
bir sistemle mi, yoksa ihtiyaçlara ve kullanım değerleri üretmeye yönelik
planlı bir ekonomiyle mi yaşayacaklarına karar verebilirler.
Türklerin, Kürtlerin, Almanların, Çinlilerin, Hintlilerin
veya Demokratların bir sosyalizm kurabileceklerini söylemek, fiilen bugünkü
ulusal devletleri; yeryüzünü kaplamış putlar düzenini savunmaktan başka bir
sonuç vermez.
Zaten bütün dünyada Sosyalist ve İşçi hareketinin bunalımının
temel nedeni de budur.
Biz Türkleri, Kürtleri, Çinlileri, Amerikalıları, Hintlileri
ve Demokratları İnsan olmaya çağırıyoruz.
Kendi nefsine karşı savaş savaşların en kutsalıdır.
Türklerin Türklüğe, Kürtlerin Kürtlüğe, Çinlilerin
Çinliliğe, Hintlilerin Hintliliğe, Amerikalıların Amerikalılığa karşı savaşı,
yani nefislerine karşı savaşı en kutsal savaştır.
Bu savaşı vermeden kimse İnsan olamaz.
Yeryüzü ölçüsünde bir insanlık topluluğunu, Türkler,
Kürtler, Çinliler, Amerikalılar, Hitliler değil, İnsanlar kurabilir; tıpkı
Allah’ın egemenliğini putlara tapanların değil, Müslümanların kurabilmesi gibi.
04 Ocak 2010 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder