Kitabı İndirmek İçin Tıklayınız |
Gezi
Süreci boyunca, başladığı günden itibaren, en yoğun olduğu dönemde, 35’i
aşkın yazı yazdık. Yani iki günde bir yazıdan daha fazla. Bu yazılarda hem
hareketin analizini yapmaya; hem de pratik öneriler geliştirmeye
çalıştık. Sanırız bu yoğunlukta yazan ve katkıda bulunan ikinci bir kişi yok.
Birkaç güne Gezi Aynasında Marksizm başlıklı bir sempozyum yapılacak. Bu
sempozyum vesilesiyle bir Marksist’in hem hem teorik hem de pratik olarak nasıl
davranması gerektiğinin somut örneği ve bir deney olarak bu yazıların bir
derlemesini sunuyoruz. Sempozyum Gezi Aynasında Marksizm’i ele almayı
vaad ediyor. Bu yazılar bir bakıma Marksizm’in Aynasında Gezi’dir.
Sempozyum bağlamında bir hazırlık ve malzeme olarak sunuyoruz. Aşağıda
derlemenin önsözü ve içindekiler listesi var. Kitabı şu linklerden indirmek mümkündür:
http://de.scribd.com/demiraltona. D.K.
31.10.2013
Gezi Direnişi Yazıları’na Önsöz
1971: 12 Mart darbesi; 1980: 12 Eylül darbesi; 1980’lerin
sonu: Duvar’ın yıkılışı ve Doğu Avrupa’nın çöküşü; Doksanlar: Türkiye’de Özel Savaş
Rejimi, çürüme ve ırkçılığın yükselişi; Doksanların sonu: Öcalan’ın kaçırılışı; İkinbinlerin başı: 11
Eylül’ün ardından Afganistan ve Irak’ın İşgali; birbiri ardınca darbe
girişimleri; Hrant’ın öldürülüşü; 2011 seçimlerinden sonra KCK tutuklamaları,
Savaş’ın yeniden başlaması ve iyice keyfi ve çığrından çıkmış bir hukuksuzluğun
yerleşmesi…
Bu, yenilgilerin peşpeşe birbirini izlediği bir dönemde
geçen bir yaşam demektir.
Sürekli yenilgiler çağı, zamanda da bir sürgünlüğe yolaçar. Bir
devrimci yükseliş döneminin insanı, uzun bir yenilgi ve gericilik döneminin
şekillendirdiği ve öne çıkardığı kuşaklarla bir doku uyuşmazlığı yaşar; bu da
sürekli bir izolasyona yolaçar.
Bu yabancı zamanlarda geçen bir yaşam demektir. (Temporal
Exil)
Yenilgiler devrimcilerde içerde (hapiste) ve dışarda (yurt
dışında) sürgünlere yol açar. Sürgün içinde sürgünler olabilir. Herkes dışarı
çıkarken içeri girilebilir. Herkes dışarı çıkarken dışarının dışarısında kalınabilir.
Kötü birşeyleri bile, toplu olarak yaşamak başkadır tek
olarak başka. Toplu yaşanmış bir kötülüğün bile güzel yanları olur, kötülük
paylaşıldığı için azalır.
Bu, yabancı ve yanlış yerlerde yapayalnız geçmiş bir yaşam
demektir. (Lokal Exil)
Geçmişin yavaş zamanlarında, örneğin Odysseus on yıl sonra
kentine döndüğünde kimse onu tanımıyordu ama hiç olmazsa onu kokusundan
hatırlayacak yaşlı da olsa bir köpeği vardı.
Günümüzün hızlı zamanlarında, hele çeyrek yüzyıl sonra
kentine dönenleri tanıyacak bir köpek bile bulunmaz, iki köpek kuşağı geçmiştir,
köpekler 15 yıl kadar yaşarlar.
*
Ortaçağda insanlar sürekli kıyamet bekler; zamanın sonunda
yaşadıklarını düşünürlermiş, böyle zamanda ve mekanda sürgün ve yalnız bir
yaşam da eğer da olası ömrün sonunda yaşandığı duygusuyla birlikte yaşanmışsa
tüm yapılanlar ve yazılanlar, “yangında
ilk kurtarılacaklar”dan başka bir şey olamaz.
Önemli olan yok olmamalarıdır. Fikirler, ulaşılan sonuçlar,
biriktirilen deneyler geliştirilmeye, işlenmeye muhtaçtırlar. Ama zaman yoktur.
Ölüm her an gelebilir. İlerde başkaları yapabilir. Yeterki gelecekteki
yükselişleri yaşayacaklara ipuçları bırakılsın. Adorno’nun sevdiği benzetmeyle,
“Flaschenpost”lar (şişeye koyulup
denize atılmış mektup), “adressiz
mektuplar”dır tüm yazılar ve yaşam.
Bu nedenle, sadece boş zamanlarını ve hayatının bir dönemini
değil, tüm zamanlarını ve tüm hayatını bir derviş ya da keşiş gibi ezilenlerin
davasına vakfetmiş bir devrimcinin, bütün yazıları, çalışmaları, tüm yaşamı,
artık görmeyi hayal bile edemediği, uzak bir gelecekteki bir devrimci kabarış
için olabilir.
Tüm yaşamım böyle geçmişti.
Sonra hiç beklemedik bir anda, Gezi ile bir kez daha
devrimci bir kabarış yaşama şansına kavuştum. Bir devrimcinin hayatında bundan
daha güzel bir bahtiyarlık olamaz. “Çok
şükür bunu da gördük” diyorum kuşağımdan birçok insan gibi.
Nihayet yazılarımı gördüğüm, dokunduğum, birlikte aynı
havayı soluduğum bir devrimci kabarış için yazıyordum.
Bu derlemedeki yazılar bir bakıma bu karşılaşmanın protokolü
gibidirler.
Ama bu karşılaşmada trajik bir boyut da var.
Yanlış hatırlamıyorsam, Troçki bir yazısında, trajedinin
geleceğinden söz ederken, Yunan trajedisindeki tanrıların kehanetinin veya alın
yazısının yerini; modern trajedide, örneğin Shekespare’in eserlerinde,
ihtirasların ve tutkuların, giderek bir alın yazısına dönüşmesinin aldığını; gelecekteki
trajedide, toplumun hareket yasalarının tutkuların çizdiği kader veya
tanrıların kehanetinin yerini alabileceği; Marksistlerin ve devrimcilerin toplumun
hareket yasalarını bilmelerine rağmen, bu yasaların dışına çıkamamaları nedeniyle,
trajedinin gelecekte yeni bir biçim ve içerikle var olmaya devam edebileceği anlamında
bir şeyler söylemişti[1].
Gezi ile karşılaşmanın bu derlemedeki yazılarda da
görülebilecek, trajik denebilecek böyle bir boyutu vardır.
Neyle karşılacağımı, ne gibi sorunlar olacağını yıllar
önceden öngörmüştüm. Örneğin bu derlemeye koymadığım ama Gezi vesilesiyle
yeniden yayınladığım, neredeyse yirmi yıl önce yazılmış bir yazımda, şunları
yazıyordum:
“(…) Kültürel değişmeler öylesine hızlı ve yeni yetişen kuşakları
öylesine kavrıyor ki, arasında 10 yaş bulunanlar, eskinin birkaç yüzyıllık
farklılıklarını yaşıyorlar. İnsanların, örgütlerin, değerlerin çok hızlı bir
moral yıpranması karşısındayız. Artık sadece makineler hızlı bir moral yıpranma
yaşamıyor, insanlar, alışkanlıklar, düşünceler, taktikler, örgütler de.
Bir örnek belki açıcı olur. Lenin'in Iskra'sı ve bir gazete aracılığıyla
bir örgüt yaratma girişimi, 1960'ların bizleri için bile hala bir anlam taşıyor
ve bir örnek oluşturabiliyordu. Bizler, hala, okuma kültürünün insanlarıydık.
Saatlerce bir konu üzerine tartışmalar yapabilirdik.
Ama bugünün ve yarının kuşakları için beş saniyeden fazla bir resmin can
sıkıcı bulunduğu; CNN veya Müzik TV'nin seyircisi olarak büyümüş gösteri
toplumunun çocukları veya geleceğin sosyalistleri için bunlar hiç bir şey ifade
etmeyecektir. Onlar belki örgütlerini Cyberspace'da kuracaklar: onların
okuma alışkanlığı olmayacak vs..
Bu nedenle yazacaklarım, geleceğin kuşaklarının sosyalizminin değil,
ancak benim sosyalizmimin sorunları olabilir. Onların karşılaşacakları
problemler hakkında tecrübelerimi aktarmam olanaksız. Bizler belki iyi nalbant
olduk. Daha doğrusu tam nalbantlığı öğrenmiştik ki, yeryüzünde nallayacak
beygir kalmadı. Traktör ortalığı kapladı. Gelecek kuşaklar için yazmaya
kalkmam, traktör tamircilerine nalbantlık tecrübelerini ve nalbantlığın
sorunlarını anlatmaya kalkmaktan başka anlama gelmeyecektir. (…)
Hadi diyelim ki, onlar nalbantlığın sorunlarına da bir ilgi duydular.
Muhtemelen yazdıklarımızı hiç anlayamayacaklar. Örneğin nalbantlıktan söz
ettim, bu benzetme onlara bir şey ifade etmeyecektir. Çünkü nalbantın ne
olduğunu bilmeyecekler. Ya da sınıflar savaşı ordular savaşı eğretilemesinden
hareketle stratejiden, taktikten söz ettim, bunları okuyunca "militarist
kafalı herifler" diye düşünecekler.
Hâsılı gelecek kuşaklarla bir diyalog olanağı da yok.”[2]
Buradaki öngörülerin neredeyse hepsi gerçekleşmiş bulunuyor.
Öngörüldüğü gibi, Gezi Direnişi esas olarak “cyberspace”ta Twitter ve Facebook aracığılığıyla örgütlendi.
Yazdıklarımın anlaşılamayacağı, dilimizin çok farklı olacağı
da çok ilginç bir şekilde doğrulandı.
Tam da doksanlar kuşağından, şimdi Üniversiteye giden 1991
doğumlu bir kızım var. Avrupa’da büyüdü. Çevre sorunlarına ve adaletsizliklere zaten
duyarlıydı. Ama Gezi hareketi başlayınca, o da kendini bu harekete yakın buldu.
Hareketle ve Türkiye ile daha yakından ilgilenmeye başladı ve bütün bunlara
bağlı olarak da Gezi Hareketi üzerine yazdığım yazılara da bakmaya başladı.
Yukarıdaki yazıyı yayınladıktan sonra kızımdan “WhatsApp” ile bana şöyle bir mesaj geldi:
“Babişko, yazını okurken “Nalbant”ı
görünce bu nedir diye düşündüm? Bir cümle sonra benim zaten bunu anlamayacağımı
yazdığını gördüm. Yirmi yıl önceden senin yazındaki Nalbant’ı anlamayacağımı
anlamışsın”.[3]
Trajedi, dilinin analışılamayacağını önceden görmek ama
değiştirememektedir. Her şey öyle hızlı değişmektedir ki, artık alışkanlıklar,
Shekespare trajedisindeki, tutkuların yerini almıştır ve karşımıza bir alın
yazısı gibi dikilmektedirler.
Bu trajik boyutun yanına bir de dramatik bir kişisel boyut
da katılmaktadır.
Yirminci yüzyılın en önemli rejisörlerinden biri olan Fred
Zinnemann’ın İspanyol anarşisti Francesc Sabaté Llopart’ın hayatına dayanarak
yapılmış, başrollerinde Gregory Peck ve Anthony Quinn’in oynadığı (Türkçede Kısrağı Dizginlemek adıyla oynatılmış)
nefis bir filmi vardır. Theo Angelopoulos’un Arıcı’sı da benzer durumları ele alır. İki filmde de artık
yaşlanmış olan kahramanlar genç bir kızla karşılaşırlar ve acı acı zamanlarının
geçtiğini fark ederler. İkisi de intihara doğru bir yolculuğa çıkarlar.
Gezi hareketiyle karşılaşmak o filmlerdeki kahramanların
genç kızlarla karşılaşmaları gibiydi. Karşılaşma, insana bir gençlik ve yaşam
sevinci veriyor; ama aynı zamanda acı da. İnsan artık eskidiği, “son kullanım
tarihi”nin geçtiği duygusuna kapılmadan edemiyor.
Hem bu sevinç, hem de acı bu derlemedeki yazılara sinmiştir.
Twitter’in 140 harfiyle örgütlenmiş bu kuşağa böyle uzun
yazılarla derdini anlatmaya kalkmak, hele artık anlaşılamaz imgelerle ve
unutulmuş varsayımlarla yazmak anlaşılmama ve okunmayı daha baştan garantiliyor.
Bu kitaptaki yazıların ve bu kitabın trajedisi de bu.
Kendisini okumayacak, okusa anlamayacak bir kuşak için ve o kuşağın damgasını vurduğu bir hareket üzerine; o kuşağın
yarattığı Gezi Hareketinin içinden yazılar.
Yani konusu ve muhatabının aynı zamanda yazıların öznesi olduğu yazılar
bunlar.
Evet, aynı zamanda öznesi.
Nasıl olabilir? Bu yukarıda söylenen farklı kuşaklardan
oluşla çelişmiyor mu?
Yüzeyden bakınca çelişir, derinden bakınca değil
Şark’ta, Orhan Pamuğun Kara
Kitap’ında da işlediği ve kitabın kendisinin de öyle olduğu; yolun sonunda
ulaşılanın yolcunun kendisi; ama o yol boyunca değişmiş kendisi olduğuna, bu
diyalektiğe dair, derinlere işlemiş bir
bilgelik vardır. Enel Hak, Vahdet’i Vücut, Nirvana kavramları da aslında
hep bunu anlatırlar. Marks da Proletaryanın devrime önce kendisini değiştirmek
için ihtiyacı olduğundan söz ederken benzer süreci ve değişimi kasteder.
Feridüddin Attar’ın Mantık-ut
Tayr (Kuş Dili) isimli kitabında anlattığı Simurg öyküsü de bunu anlatır. Kuşlar Simurg’u ararlar ama sonunda
buldukları, Simurg kendileridir.
Evet, bu satırların yazarı, hareketi yaratan kuşaktan değil ve
bu kuşak bu satırları anlamıyor ama bu kuşak devrimci mücadelesine devam
ettikçe, elbette dökülenler olacaktır ama, gerçeği aradıkça bu arayışında
değişecektir ve aslında şimdi anlamadığı bu satırların yazarının kendisi
olduğunu görecektir.
*
Bizim bütün bu uzun, yenilgilerin birbirini kovaladığı, yıllardaki
çabalarımız, gelecekteki bir devrimci yükseliş için bir teorik ve pratik,
birikim ve hazırlık çabasından başka bir şey değildi; gerçeği (Simurg) arayan
uzun bir yolculuktu.
Gezi üzerine ilk yazı ilk satırına “Aslında biraz uzunca bir demokratik birikim ve hazırlık yapılmış olsa
bir demokratik devrime bile yol açabilecek saatlerde yaşıyoruz.”
diye başlar.
Bu yolculuğun son yıllarında bu hazırlığı biraz olsun
yapacak yayın ve örgüt girişimlerinin hepsi, yenilgiler döneminde yükselmiş,
bizimle doku uyuşmazlığı içindeki bürokratlaşmış insan ve örgütlerin duvarında
parçalandı. Bunun hikayesi uzun sürer ama bu farkı göstermek önemlidir.
Bu satırlarda “niçin sosyalist değil de demokratik bir birikim ve devrimden söz edilir, niye sosyalist
değil?” diye sorulabilir örneğin?
Gezi öncesine döneme ait bütün sol literatürü inceleyen her
hangi bir araştırmacı şunu görmezden gelemeyecektir: neredeyse var olan bütün
sosyalist grup, parti ve kişiler “emek
eksenli” mücadelelerden, sosyalist devrimden veya “sosyal cumhuriyet”lerden; neo-liberalizme karşı olmaktan; “etnik
temelli politika” yapmamaktan vs. söz etmişlerdir.
Buna karşılık, neredeyse sadece bu satırların yazarı,
bıkmadan usanmadan demokratik bir programdan, radikal demokrat olmaktan,
Demokratik Cumhuriyet’ten, Demokratik ulusçuluktan söz etmiştir.
Gezi hareketi sistematik bir ifadeye kavuşmuş olmasa da
bütünüyle demokratik karakterli bir hareket olarak çıkmıştır. Yani bir bakıma
bu satırlarının yazarının öngörüsünü doğrulamıştır.
Bu nedenle bir rastlantı değildir, sosyalistlerin o
suskunluğu ve ne yapacağını bilemezliği karşısında, Gezi hareketinin daha
doğduğu anlardan itibaren neredeyse saati saatine hem hareketin analizinin, hem
pratik önerilerin bu derlemedeki yazılarda yer alması.
Gerçek hareket, sistem kurucuların odalarında oluşmaz. Gezi
Hareketi, pratik olarak tamamen demokratik özlemlerin bir hareketi olarak
çıkmıştır. Onun zaafı bu özlemlerini henüz yeterince sistematik ve radikal olarak
programlaştıramamış oluşundadır.
Bunun nedeni de bu yönde bir hazırlığın bulunmamasıdır. Ama
bu hazırlıksızlığın nedeni tam da bütün sosyalistlerin “emek eksenli” ve “sosyalist”
olmaları; demokrasiyi ciddiye almamalarıdır. Bu nedenle sosyalistler hem bu
hareketi anlamakta zorlanmışlardır hem de bu yükselen harekete programatik
olarak söyleyecek söz bulamamaktadırlar.
Bizim yıllardır oluşturduğumuz teorik temel ve program Gezi Hareketinin
arayışındaydı. Bulduğunun kendisi olduğunu gördü.
Şimdi bu hareket bu teori ve programın arayışındadır.
Bulduğunun kendisi olduğunu görecektir.
*
Bu Teori ve Programın kendisi de Marksizm'in bir arayışının
sonucuydu.
Marksizm, bilinen ve öğrenilmiş biçimiyle, tarihi sınıf
mücadeleleri tarihi olarak anlatır. Komünist
Manifesto aslında modern tarihin böyle sınıf mücadeleleri tarihi olarak kısa
bir anlatımından başka bir şey değildir.
Ama bunun, yani sınıf macedelelerinin ve tarihin böyle
açıklanmasının Marksizmin ayırıcı bir niteliği olmadığını söyleyen de bizzat
Marks, Lenin gibi büyük marksisterdir. Ve onlar bu boyutun aslında burjuvazinin
kabul edebileceği bir Tarih veya Marksizm olduğunu da söylerler[4].
Marksizmin ayırt edici özelliği tarihi sınıf mücadeleleri
tarihi olarak algılamak ve anlatmak değilse onun ayırıcı özü ne olabilir?
Marksist bir tarih nasıl bir tarih olmalıdır?
Bunun ipucu bizzat yine Ekonomi Politiğin Eleşirisi’ne Katkı’nın
Önsöz’ündeki satırlarda gizlidir:
“Gelişmelerinin
belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde
hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin
gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O
zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman
üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”
Buna göre, devrimler, temeldeki değişime denk düşmeyen,
üstyapının yıkılışı ve yerine yeni bir üstyapının yerleşmesidir.
Ama öte yandan Marksist teoriye bakıldığında,
Marks-Engels’in bütün güç ve enerjilerini ekonomik altyapının, onun da modern
(kapitalist) biçiminin anlaşılmasına verdikleri için, ortada bir üstyapı
kuramının ve net bir kavramın olmadığı; sonra gelenlerin de birçok girişimlere
ve kısmi başarılara rağmen böyle bir kuramı geliştiremedikleri ve bu eksiği vurguladıkları
görülür.
Yani gerçekten Marksist bir tarih, ekonomik temeldeki değişmelerin,
üstyapıda niçin ve nasıl değişmelere yol açtığını anlatan bir devrimler tarihi
olmalıdır bir bakıma, eğer Marksizm'in özünün özetlendiği ve yukarıda alıntılanan
satırlardaki mantık izlenirse.
Ama Marksist el kitaplarına veya Marksist tarihlere bakıldığında
ortada binlerce yıllık bir sınıflı toplumlar tarihi olmasına rağmen[5], bu üstyapı
değişimlerinin neler olduğuna ve nasıl gerçekleştiğine dair hiçbir şey
görülmez.
Bir yandan sadece ekonomik ilişkiler, sınıflar ve bir de
politik olan, yani devlet vardır. Tüm üstyapının nasıl şekillendiğine ve
değiştiğine dair bir bütünsel açıklama bir yana; bunu sorun ediş bile yoktur.
Bu tarihin bizzat kendisi devrimi sadeci ekonomi ve politik
ilişkilerle sınırlar. Bu tarih ve toplum anlayışı programa da yansır. Bu
nedenle Marksist ve sosyalist partilerin programları neredeyse sadece ekonomik
ve politik taleplerle sınırlıdır.
Bu nedenle birçok Marksist bu sınırlılığın yetersizliğinin farkına
varmakta ve bir uygurlık programına ve tasavvruna ihtiyacı vurgulamaktaydı.
Öte yandan yine bu ekonomi, sınıflar ve politikaya
sıkışmışlıkla bağlantılı olarak, Marksist kitaplarda devrim denince 17.
Yüzyılda başlayan (burjuva devrimler denen) devrimler sıralanır. Ama bu
devrimler de aslında, Komünist Manifesto’daki
gibi, sınıflar mücadelesiyle açıklanan devrimlerdir. Yani Önsöz’deki kavram sistemine dayanmazlar, Manifesto’nun, burjuvazi tarafından kabul edilebilir olduğu ve
burjuvazi tarafından bulunduğu bizzat Marks tarafından söylenen kavram
sistemine dayanırlar.
Yani Marksizm bir tarih yazamamıştır. Yazamamasının nedeni
de bir üstyapı kuramının olmamasıdır.
Üstyapı kuramı olmadığı için, yazdığı kadarıyla tarih devrimsizdir, kuramın kendisi
tarihin devrimli olması gerektiğini söylemesine rağmen.
Öte yandan, modern devlet biçimi ulus olmasına rağmen,
savaşların neredeyse hepsi ulus bayrağıyla ve ulusal devletler arasında
olmasına rağmen, bir ulus teorisi de
yoktu Marksizm'in.
Bu yokluklar arasında
bir bağlantı olduğu seziliyor ama bağ kurulamıyordu. Belli ki bir üstyapılar
teorisi olmaması ile bir ulus teorisi olmaması birbiriyle ilgiliydi ve ulus
teorisinin olmaması üstapılar teorisinin olmamasının özgül bir görünümüydü.
Belli ki bir uygarlık programı ve tasavvurunun yokluğu ile devrimlerden yoksun
bir insanlık tarihi arasında bir ilişki vardı. Bu eksiklikler rastlantısal
olamazdı.
Ama bu bağ neredeydi ve nasıl kurulacaktı?
1980 sonrasındaki bütün teorik ve politik çalışmalarım
neredeyse bu sorular ve cevaplarının arayışlarıyla geçmişti. Epey bir yol da
kat etmiştim. Bir kere arada geçen zamanda Marksizmi geliştirmiş; birbirini
bilmeden birbirinden bağımsızca benzer noktalara ulaşmış, birbirini tamamlayan
eleştirel ve devrimci kalmış marksist gelenekleri (Eleştirel Teori veya “Batı
Marksizmi”, Troçki ve Kıvılcımlı) ortak bir kavram sisteminde birleştirmeyi
başarmıştım.
Keza Yeni Sosyal Hareketler ve onları yartan sorunları da
aynı şekilde bir tek kavram sisteminde toparlayabilmiştim.
Modern ulus teorilerini büyük ölçüde Marksist kavram
sistemine bağlayabilmiştim.
Ancak bir uygarlığın programlaştırılması söz konusu
olduğunda henüz bir çözüm bulamıyordum ve çözümü klasik uygarlıklarla çok
uğraşmış Kıvılcımlı ve modern uygarlığın krizinin en çok yansıdığı ve
problematize edildiği Yeni Sosyal Hareketler’in katkılarının izinden giderek
çözebileceğimi düşünüyordum. Ama aslında bunu yapabileceğimi düşünemiyordum
bile[6].
*
2004 yılında İsmail Beşikçi’nin Alevilik üzeine bir yazısını
eleştirirken, birdenbire, aslında Marksizm'in bir din teorisi olmadığını da
fark ettim. Ama asıl ilginç olan, din teorisi olmadığına dair bir tesbitin de
yokluğuydu. Tam da din teorisi olmadığı için din teorisi olmadığı görülmüyordu.
Ama bu yokluk bilinçsizce bir üstyapılar
ve ulus teorisinin yokluğu biçiminde ifade edilmiş bulunuyordu. Üstyapının Din
ve Ulusun da bir Din olduğu bilinmediği için bu yokluk kendini böyle dışa
vuruyordu. Aslında Marksizm'in bir üstyapılar
veya ulus teorisi yoktur demek din teorisi yoktur demenin ta kendisiydi.
Ve dinin ne olduğunu sorup da bir inanç olamayacağı, çünkü
inaç diye bir sosyolojik kategori bulunmadığı; inanç’ın hukuki ya da epistemolojik
bir kavram olduğu; sınıflı toplumlarda parti ve hareket anlamında din kavamının
ve olgusunun da olduğu; ama Din sınıflı veya sınıfsız tüm toplumlarda olduğu
için, bunun da dinin ne olduğunu göstermediğini görünce; Din’in aslında bir topluluğun sınırlarını çizen ve ilişkilerini
düzenleyen şey olduğu, yani üstyapının
ta kendisi olduğu; dinsel değişmelerin aslında üstyapı değişmeleri olduğu
ortaya çıkıyordu.
O zaman dinler tarihinin devrimler tarihinden başka bir şey
olmadığı ve olamayacağı; Marksizm henüz tarihi
bir dinler tarihi olarak yazmayı başaramadığı için tarihin devrimsiz olduğu
ortaya çıkıyordu. Keza böyle olunca, devrimleri partilerin değil, dinlerin
yaptığı; partilerin devrim yapmak için din olmaları gerektiği veya ancak din
olduklarında devrimler yapabileceği gibi, eski kavrayışlarla çelişir gibi
görünen sonuçlar birbiri ardınca ortaya çıkıyordu.
Tabii böylece Yapı ve Özne arasındaki çelişki sorunu da
kolayca çözülmüş bulunuyordu. Özne sınıflar değil, yeni bir dini kabul edenler
olarak ortaya çıkıyordu. Evet devrimleri sınıflar yapıyordu ama sınıf olarak
değil. Çünkü sınıf analitik bir kavramdır. Ama o sınıflardan insanlar, örneğin
Roma’nın köleleri, Hıristiyan olduklarında Mekke’nin plebleri Müslüman
olduklarında; Paris’in Donsuzları Cumhuriyetçi Yurttaşlar olduklarında devrim
yapabiliyorlardı.
Bu sonuçlar otomatikman şu soruyu ve cevabını da ortaya
çıkarıyordu: Peki üstyapı din ise,
üstyapısız toplum olamayacağına göre, dinsiz toplam olamaz. Ama modern
toplum dinsiz bir toplum gibi görünüyor. Modern toplumun dini nedir?
Modern toplumun dininin, özel
ve politik ayrımı yapmak ve toplumu
buna göre örgütlemek ve dini de özele ilişkin olarak tanımlamak olduğu
ortaya çıkınca tüm modern tarih de anlaşılır oluyordu.
Çünkü Aydınlanmanın da bir din olduğu; uluslar ve ulusçuluğun
Aydınanma denen modern toplumun dininin farklı ve karşı devrimci biçimlerinden
başka bir şey olmadığı görülüyordu.
Böylece Marksist bir ulus teorisi, yapı ve özne çelişkisi,
kapitalizm öncesindeki devrimsiz tarih, uygarlık programı vs. gibi sorunların hepsi
çorap söküğü gibi açılabiliyordu.
Bu buluşu yaptıktan sonra bütün çabamız bu keşfi mantık
sonuçlarına götürerek sonradan bu alanlarla ilgilenecek marksistler için bir
takım akıncı hücumları, keşif devriyeleri yapmak ve bu sonuçları somut
programatik ifadelere kavuşturmak oldu.
Aynı zamanda ulaşılan bu sonuçları pratik içinde denemek ve
gelecekteki olası devrimci kabarış için bir düşünsel ve örgütsel hazırlık
yapmak için biteviye girişimler içinde olduk.
Teorik ve programatk sonuçlar alanında epey yol kat ettik.
Ama bunları duyurmak, tartıştırmak, olası bir devrimci kabarışın ön hazırlığını
sağlamak alanında tam bir başarısızlıklar serisiydi sonuç.
Çünkü bu önsözün ilk başında anlatılan birbirini izleyen
yenilgiler teorik, politik ve örgütsel olarak bir devrimci teori ve politikaya
en küçük bir olanak bile tanımayan bir dünya yaratmıştı. Ulaşılan sonuçların o dünyada
yaşama şansı bulunmuyordu. Onlar da bu sonuçların yankı bulduğu bir dünyada
yaşayamazlardı ve yaşayamayacaklardı.
Şimdi ise Gezi Hareketi yıllarca teorik çalışmalarla ulaşıp
programatik ifadelere kavuşturduğumuz sonuçlara ayaklarıyla oy veriyor.
O, ayaklarıyla oy verdiğinin bu onlarca yılda geliştirilmiş
marksizm ve onun programatik sonuçları olduğunu henüz bilmiyor. Şimdi girdiği
yolun sonunda göreceği tam da bu olacaktır.
Simurg kendisini arayan kuşların ta kendisidir; ama arayış
boyunca değişmiş kendisi.
*
Bütün bu din, ulus, üstyapı, uygarlık programı araştırma ve
sonuçlarının Gezi Hareketi ve Park Forumları için çok pratik bir sonucu daha
vardır. Bu önsözde kısaca bundan söz edelim.
Gezi Hareketinin bir parti destekçisi veya kendisinin bir
parti olması; kendisini bir parti tartışmasında bulması ölüm demektir.
Şimdi Parklara sığınmış olan Gezi Hareketi, alternatif bir
toplumun tohumu olmak zorundadır.
Ancak o takdirde gelişebilir, yaygınlaşabilir ve toplumu
değiştirme yeteneğini koruyabilir.
Bunu somut bir kıyaslamayla göstermeye çalışalım.
Partiler var olan toplumun sınırlarını ve ilişkilerini
tartışmazlar. Onu olduğu gibi kabullenip, onun içinde değişimler peşinde
koşarlar. Partiler sınıf mücadelesi araçlarıdır. Ancak dinler içinde var
olabilirler. Antik tarihin partileri tarikatlar ve mezheplerdi. Modern partiler
de modern toplumunun dininin mezhep ve tarikatleridir.
Partiler ancak belli dinler içinde olabileceğinden örneğin
Hıristiyanlığın içinde Alevilik; Müslümanlığın içinde Protestanlık görülmez.
Partiler devrim yapamazlar. Bunu sınıflar devrim yapamazlar
diye de yazmak mümkündür. Devrimleri dinler yapar. Bunu, “devrimleri toplumun
sınırlarını ve ilişkilerini yeniden düzenleyen hareketler yapar” diye de
yazabiliriz.
Bunun en klasik örneği Hıristiyanlıktır. Hıristiyanlak
başlangıçta İbrani din adamları oligarşisine karşı bir direniş, bir parti
dolayısıyla Yahidilik içinde bir tarikatti.
Ancak, Yahudiliği de aşan yeni bir toplum tanımı yaptığında,
ki bunu yapan esas olarak Antakyalı Paulus’tur, tüm dinlerden, paganlardan
insanları kapsamaya ve birleştirmeye başlayabilmiştir ve gerçek bir devrim başarabilmiştir.
Aslında İslam da Mekke eşrafının egemenliğine karşı bir parti
hareketi olarak başlamıştır. Ancak tam anlamıyla yeni bir dine dönüştükten
sonra başarıya ulaşmış ve üç klasik uygarlık alanına yayılabilen
(Akdeniz-Ortadoğu, İran, Hindistan) tek din olabilmiştir.
Modern toplumun dini de, Hıristiyanlık içinde bir mezhep, örneğin
Protestanlık, olmaktan çıktıktan, Aydınlanma olduktan sonra; bütün dinleri özel
ve politik ayrımı aracılığıyla toplumun sınırlarını belirlemekten çıkardıktan sonra,
tüm dinlerden insanları kazanabilmiş; tüm dünyayı; ama karşı devrimci biçimi
olan uluslar biçiminde, bölerek birleştirebilmiş; tüm dünyayı feth eden ilk din
olabilmiştir.
O halde, bugün bir devrim yapabilmek ve din olabilmek, ya
var olan ulusun biçimine karşı yeni bir ulus tanımı yapmak ya da tümüyle
uluslara karşı bir hareket olarak ortaya çıkıp tüm dünyayı birleştirmek olabilir.
Bunlar ülkelerde ve dünyada devrim yapabilmenin biricik koşuludur.
Örneğin Türkiyeyi ele alalım. Ulus ve Devlet Türklükle
tanımlanmıştır. Yani bir dille ve bir tarihle, bir soyla. Buna Sünni Müslümanlıkla
tanımlanmışılığı da eklenebilir.
Partiler ulusun böyle tanımlanmasını sorgulamazlar; onu kabul
edip, onun içinde değişimler yapmaya çalışırlar. Örneğin, Kürt dilinin konuşulmasını
kabul etme veya insanlara ana dillereni öğrenme hakkını verme vs. gibi
değişmeler, aslında hiçbir şekilde toplumun sınırlarını değiştirmez, o
sınırları kabul edip onun içinde değişiklikler anlamına gelir.
Varolan sistem içinde birtakim sosyal devletçi veya
eşitsizlikleri giderici tedbirleri savunmak da aynı şekilde var olan toplumun nasıl
tanımlandığını tartışma konusu yapmaz.
Ama ulusun, devletin ya da politik olanın Türklükle veya bir
dil veya dinle tanımlanmasını tartışma kousu yaptığınızda, artık bir parti
olmaktan çıkılmış, yeni bir toplum tanımı için mücadele başlamış demektir.
Burada artık bir parti değil bir din söz konusudur.
İnsan aynı anda iki dinden olamaz. Örneğin hem putlara hem Allah’a
inanamaz. Bunlar birbirini dışlarlar. Aynı şekilde hem ulusu Türklükle veya bir
dille, bir tarihle tanımlamayı kabul edip hem de böyle tanımlamayı reddedemez.
Bu Müslümanların dediği “Allah’a şirk
koşmak” gibi olur.
İşte gezi hareketi tam bu yol ağzında bulunmaktadır. Ya yeni
bir toplum tanımlamasına doğru evrilmek ve bu Türklükle tanımlanmış cumhuruyetin
karşısında demokratk bir cumhuriyetin tohumu olarak çıkmak zorundadır; ya da bu
var olan sistem içinde bir muhalefet partisi veya hareketi olarak kalacaktır.
Bu farkı bayrak örneğiyle şöyle somutlayabiliriz.
Gezi hareketine bir bayrak olarak beyaz bir bayrak önerdik.
Bunun karşısında bunu çok yumuşak ve pasifist bulanlar, “beyaz
bayrak olmaz; kızıl bayrak olmalıdır, beyaz bayrak teslimiyeti ifade eder”
diyenler çıktı.
Buna karşılık, fiilen Türk bayrağı ve Atatürklü Türk bayrağı
öneren ve sallayanlar da var. Yani onlar Gezi Hareketinin bayrağının Türkiye
Cumhuriyetinin bayrağı ile özdeş olmasını savunmakta; yani ulusun Türklükle
tanımlamış olmasını hiçbir yekilde tartışma konusu yapılmasını istemiyorlar.
Bir de Hem Türk hem de Kürt bayrakları olsun gezi harekeinin
bayrağı olmasın diyenler var.
Bunların her biri gezi hareketinin nereye evrileceğine
ilişkin farklı bir programa tekabül ederler.
Kızıl bayrak diyenler, bu önerileriyle, ulusun nasıl tanımlanacağını
sorun etmeyip, zaten şu veya bu şekilde tanımlanmış bir ulus içinde sosyal
eşitiğin bayraklaştırılması gerektiğini savunmuş olurlar.
Ama ulusun Türklükle tanımlanmış olması bir realitedir. Bunu
problematize etmeden sosyal eşitliği problematize etmek ve gündemleştirmek,
fiili bir eşitsizliği savunmaktan başka bir anlama gelmez. Yani Kızıl Bayrak
veya buna tekabül eden diğer sembollar ve parolalar, aslında çok keskin ve
devrimci gibi görünmelerine rağmen, var olanı olumlamaktan ve korumaktan başka
bir işlev görmezler.
Türk bayrağını Gezi’ye bayrak olarak önerenler ise, hiç
tartışmaya yer bırakmayacak biçimde Türklükle tanımanmış bu ulusu ve devleti
savunmayı görev olarak koymuş bulunmaktadırlar ve AKP ile bu açıdan bir
sorunları yoktur. Onlar bu ulus içinde askeri bürokratik oligarşi
diyebileceğimiz devlet sınıflarının çıkarlarını savunan bir partidirler ve bayrakları
devletin varolan tanımlanışıyla özdeşleşmişliği ifade etmektedir.
Bir de bayraksız olsun ama Türk ve Kürt de kendi bayrağıyla
katılsın diye bir öneri var. Veya bayraksız olsun ve kimse bayrağıyla gelmesin
diye bir başka öneri var.
Bayraksızlık durmunda Türk bayrağı ile gelenler, zaten
ulusun sadece Türklükle tanımlanmasını savunanlar olduklarından Kürtlerin
bayraklarıyla var olmalarını rededdeceklerdir. Bu ise Kürtlerin gelmemesi ve
bütünüyle ulusalcıların kontrolünde bir hareket sonucunu doğurur
Kürtlerin gelmesi halinde ise çatışma çıkacaktır.
Çatışma çıkmaması, yani Kürtlerin de kendi bayrakları ile
gelmelerini Türklerin kabul etmesi ise, fiilen ki uluslu bir devleti kabul
anlamına gelecektir. Ama bu, ulusu bir dil vey din ile tanımlamanın reddi
değil, sadece hangi dile tanımlanacağı alanında bir farklılık anlamına gelir.
Ama beyaz bayrak, nötralliği ile, insanların dilleri,
dinlerinin hiç bir politik anlamınının olmaması gerektiği anlamına gelmektedir.
Yani ulusun ve toplumun sınırını, bugün var olan ilkeye karşı onu reddederek
çizmektedir. Beyaz bayrak, ulusun bir dille, dinle, tarihle tanımlanması hakkının
reddi demektir. Dilin, dinin, soyun, sopun tarihin bu ulusta sana hiçbir
imtiyaz tanımaz, bu ulus bunların karşısında kör bir ulustur anlamına gelmektedir.
Öte yandan, ne Türk veya ne de Kürt bayrağı olmasın demek
insanların fikir özgürlüklerine bir tecavüzdür. İsteyen kedini Kürt veya Türk
veya ulusssuz olarak kabul edebilmeli ve bunu sembolle ifade edebilmelidir. Bunların
her hangi bir eşitsizliğe yol açmaması gerekir. Nasıl bir takımın taraftarı bunu
ifade edebiliyorsa öyle.
Bunu yine ancak beyaz bir bayrak sağlayabilir. Beyaz bayrak
sadece ulusu farklı tanımlamaz, yani Türk ulusu karşısında Demokratik bir ulusu
sembolize etmez; oradaki hakları da garantiler. Türke veya Kürde, Beşiktaşlıya
veya Fenerbahçeliye; şu veya bu siyasete vs. hepsine, beyaz bayrağın içinde
kendi kimliğinizi küçük bir sembol olarak koyabilirsiniz diyerek bu hakkın
savunusunu sembolize etmiş olur. Onlara bu sizin hakkınızdır, ben de bunu
savunacağım ve savunuyorum der. Ulusun
Türklük veya Kürtlükle tanımlanmasını reddeder ama ulusun bireylerinin, Türk veya Kürt olarak
kendilerini tanıma haklarını da garanti etmiş olur.
İşt gezi programını ve örgütlenmelerini böyle alernatif bir demokratik
cumhuriyetin mantığı içinde yaptığında hem genişlemek hem de radikalleşmek ve
bir devrimci dönüşüm başarmak şansına sahip olabilir.
O zaman Gezi Hareketi, Parklarda, Üniversitelerde, yavaş
yavaş alternatif bir demokratik ulus
olarak şekillenmeye başlar.
Gezi hareketinin ortaya çıkardığı demokratik ulusun
yurttaşları, dillerinden, dinlerinden dolayı hiçbir ayrımcılığa uğramayacaklardır.
Çünkü Gezinin dili ve dini olmayacaktır. O ulusun böyle tanımlanmasına karşı
tanımlanmıştır.
Gezi buna bağlı onlarak tüm yasakları ve sınırlamaları
reddedecektir. Ama bunu uygulayabilmesi için kendi anayasası ve mahkemeleri ve
meclisleri olacaktır. Bir süre sonra bunları uygulayacak organların ihtiyacı da
ortaya çıkacaktır.
Sonucu insanların Demokratik Bir Cumhuriylette mi yoksa
Türklük ve veya Kürtlükle tanımlanmı bir cumhuriyette mi yaşayacaklarına kararları
belirleyecektir. Ne kadar büyük bir çoğunluk Demokrasiyi seçerse bu değişim o
kadar sancısız ve barışçıl biçimlerde olabilir.
Beyaz bayrak bu nedenle hayati önemdedir.
Beyaz bayrak sadece barışın değil, alternatif ve demokratik
bir ulusun bayrağıdır.
Elbet beyazı bir renk olarak tabulaştırmamak ve mutlaklaştırmamak
gerekiyor. Burada beyaz, devleti veya ulusu veya politik olanı, herhangi bir
dille, dinle, soyla, tarihle tanımlamaya karşı tanımlama anlamına gelmektedir.
Gelenekler ve politik kültür beyaza en nötral renk anlamını verdiği için bunu
öneriyoruz.
*
Gezi Hareketi demokratik bir ulus olarak aynı zamanda
kendini yönetmeyi de öğrenmek zorundadır. Onun Parklara ve Forumlara (Agoralara) sağınmasının derin bir anlamı vardır.
Antik Kent’in doğrudan
demokrasi alanıdır orası.
Ama artık antik kentler çağında yaşamıyoruz. Mahalle ya da
şehirlerdeki forumlar bugünkü toplumun karşısında alternatif bir toplumun
kendisini bir bütün olarak yönetmesinin aracı olarak yetersiz kalırlar. Koca
bir coğrafyaya, örneğin Türkiye topraklarına yayılmış bulunuyor politik
iktidarlar. Dolayısıyla tüm o alandaki insanları kapsayacak bir forum; agora,
cem, meclis, cami vs. gerekir.
İnternet bunu sağlamaktadır. Doğrudan doğruya her yurttaşın
tüm herkese ulaşmasının ve gürüşlerine onları kazanmasının olanağı vardır.
Bunun için Avrupa’daki muhalif hareketlerin gelştirdiği Liquid Feedback adlı programı önerdik.
*
Böylece bu alternatif ulusun ilişkilerini düzeleyen bir
anayasası olması da gerekecektir. Bu anayasının belirlenmesi için bile bu böyle
bir örgütlenme ülke çapında bir forum gerekmektedir.
Hareket bu adımlarını attı mı burada duramaz, ilerlemek
zorundadır.
Bu alternatif anayasayı uygulayacak yargı organlarına
ihtiyaç duyacaktır.
Kararları yaptıracak araçlar sorunuyla karşılaşacaktır.
Kararları yaptıracak araçlar sorunuyla karşılaşacaktır.
Böylece alternatif yasama ve yargı organlarıyla, alternatif
yaptırım organlarıyla, alternatif hakları ve hukukuyla, alternatif basınıyla
paralel bir toplum ortaya çıkacaktır. Bir tür ikili iktidar (diyarşi) oluşacaktır.
Gezi bu yola girdiğinde aslında bütün yumuşaklığı içinde
radikalleştikçe daha büyük güçleri toplamaya başladığını; daha hızla
yayıldığını; yeni katılımlarla güçlendiğini görecektir.
Ve hızla Türkiye’nin de sınırlarını aşarak bütün Ortadoğuya
doğru yayılmak zorunda kalacaktır.
Bahar ancak Ortadoğu’da gelebilir. Bir Türk, Arap, Tunus,
Mısır, İran baharı olamaz.
“Türk Baharı” ya da “Arap Baharı”, “yaşayan ölü” veya “köşeli
daire” gibi bir oksimorondur.
Türkse Bahar değildir, Bahar ise Türk olamaz. Arapsa Bahar
değildir, Bahar ise Arap olamaz….
12 Ağustos 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın
[1]
Mantık sonuçlarına götürülürse bu Trajedi kahramanlarının artık ancak
Marksistler (toplumun hareket yasalarını bilenler veya nalamaya çalışanlar) arasından
çıkabileceği anlamına da gelebilir. Troçki’nin kendi hayatı böyle bir
trajedinin ölümsüz bir örneğinden başka bir şey de değildi.
[2]
“Doksanlar Kuşağı ve “Gezi Hareketi”
Hakkında Yirmi Yıl Önce Yapılmış Öngörüler”
[3]
Benzeri militer imgeleri kullandığım için de başıma geldi. Bir mail grubunda
şöyle bir eleştiri ile karşılaştım:
“Merhaba Demir
Bey,
Bir daha
"askerlik sanatı" tanımını kullanırsanız ağzınıza biber süreceğim.
TBMM'deki yeni askerlik yasası taslağında da "askerlik sanatı" tanımı
kullanılıyor, sanat ve askerlik, tüm sanatçı arkadaşları yasa tasarısından bu
tanımın çıkarılması için bir kapmanya düzenlemye çağıtıyorum.”
Ayrıca “ben” demek benim büyüdüğüm zamanlanda ayıp
olduğundan, bir tevazu zamiri olarak “biz”i kullandığım için de defalarca
yanlış anlaşıldım ve bu “biz”in hangi örgüt olduğunu veya kimler olduğunu
soranlar da çok oldu. Hatta bundan hareketle henüz bir “birey” olmadağım
çıkarsamasını yapanlar bile oldu
[4]
Bu konuda şu yazımıza bakılabilir: “Marksizm
Bir Sınıf Mücadelesi Kuramı mıdır?” (http://demirden-kapilar.blogspot.de/2013/05/marksizm-snf-mucadelesi-kuram-mdr.html)
[5]
Yine yukarıdaki tanıma göre sınıfsız toplumlarda da devrimler olması
gerektiğine ve en azından 70.000 yıldır da sanat eserleri görüldüğüne göre,
toplum denen varoluş biçiminin en azından bu kadar yıldır var olduğu
varsayılabileceğine göre, bu binlerce yıl en azından 70.000 yıl olarak
anlaşılmalıdır.
[6]
Bu arayışın uzun hikayesi “Markizmin
Marksist Eleştirisi” kitabının “Tarihsel
Maddeciliğin Karihine Katkı” alt başlığıyla yayınlanan “Önsöz”ünde bulunabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder