Bu başlığı okuyan okuyucunun aklına, Ekim Devrimi’nin bir
devrim değil bir darbe olduğu yönündeki iddialar; Ekim Devrimi’nin geri bir
ülkede olması bağlamında Menşevikler ve Bolşevikler arasındaki tartışmalar;
Ekim Devrimi’nin yozlaşmasının nedenleri, ne zaman ve nasıl başladığı üzerine Marksistler ve
Anarşistler arasındaki tartışmalar gelmesin.
Biz bu soruyu şimdiye kadar alışılmış ve duyulmuş yaygın
problematikler, paradigmalar veya tartışmalar bağlamında sormuyoruz.
Sorumuz, aslında bütün bu tartışmaların hepsinin dayandığı
varsayımların ortaklığını göstermeye ve onu eleştiriden geçirmeye yöneliktir.
Her hangi bir yanlış anlamaya yer vermemek için, yukarıdaki
problematikler ve tartışmalar bağlamında temel görüşlerimizi de başlangıçta
belirtelim.
Ekim Devrimi bir darbe değildi kimilerinin iddia ettiğinin
aksine. O, tarihte benzerleri çok az görülen, ezilen insanların; tüm
zenginlikleri ve değerleri yaratan ve her zaman yoksulluk ve aşağılanma içinde
yaşayan insanların, aktif olarak katıldığı ve baş aktörü olduğu son derece
nadir olaylardan biri, belki de çap ve önem bakımından birincisiydi.
Bolşevikler ise, sadece o ezilenlerin eğilimlerini dile
getirdikleri veya ona uygun davrandıkları için, bu dalganın üste çıkardığı ince
bir aydınlar ve öncü işçiler katmanıydı. Ekim Devrimi’nin bir darbe olduğunu
söylemek, Ekim’in yaptığı muazzam devasa değişikler göz önüne alındığında,
aslında Bolşeviklere, tarih ve toplum üstü bir güç bahşetmek; onları tarihin ve
toplumun gidiş yönünü değiştiren bir tanrı olarak ele almaktan başka bir anlama
gelmez. Ekim devrimini bir darbe gibi göstermenin olgular karşısında
varabileceği biricik sonuç budur.
Ekim Devrimi’nin geri bir ülkede olması nedeniyle, sosyalist
bir devrim olamayacağı; Rusya’nın
geriliği nedeniyle devrimin sosyalist bir devrime dönüşmesinin yanlış olduğu;
sosyalist bir devrimin belli bir gelişmişlik ve kültür seviyesi olmadan
olamayacağı yönündeki Menşevik görüşlere de katılmıyoruz.
Aslında Menşeviklerin bu görüşleri de, başka bir biçimde,
Ekim Devrimi’ni bir darbe olarak görenlerinki gibi, Bolşeviklere tarih ve
toplum üstü bir güç atfeder. Küçük bir partinin, hem de kitlelerin en aktif
olarak gelişmeleri belirlediği bir dönemde, bir devrimin karakterini
değiştirebileceği gizli varsayımına dayanır Menşevik iddiası. Ekim’in sosyalist
bir devrime dönüşmesi, Bolşevikler istediği için değildi; devrim sosyalist
devrime dönüşme eğilimi gösterdiği için, bu eğilimi önceden gören ve ona uygun
davranan Bolşevikler o devrimin öncüsü olmuşlar, milyonlarca ezilenin desteğini
kazanmışlardı.
Ayrıca bu tartışmalar bağlamında belirtmek gerekir ki,
tarihin nasıl bir yol izleyeceği önceden bilinemez. Lenin’in son zamanlarında
Sukanov’a karşı yazdığı yazılarında belirttiği gibi, Avrupa Proletaryasının
yardıma gelemeyeceği; Rus Devrimi’ni bir Alman Devriminin izlemeyeceğini kimse
garanti edemezdi. Ekim devrimi, bunu zorlaştıran değil, aksine ona itilim veren
bir girişimdi. Rus işçi ve köylülerinin savaşmayı reddetmesi ve silahlarını
ülkelerindeki egemenlere yöneltmesi; siperlerin karşı tarafındaki işçilerin ve
köylülerin de aynı şeyleri yapmaları için onlara ilham ve cesaret veriyordu.
Yani “cesaret etmeye” değerdi, Rosa Luxemburg’un dediği gibi.
Anarşistlerin Ekim devrimini olumlayan ama onu Kronştat veya
Makno’nun ezilmesiyle bitmiş ve ezilmiş gören yaklaşımları da, Ekim sonrasının
yozlaşmasını; nesnel koşullarda, yani Batı Avrupa proletaryasının yardıma
gelmemesi ve Rusya’nın geriliği ve bu geri ülkenin yoksulluğu ve bitmişliği; İç
savaş ve müdahaleler sonunda çöken ekonomisiyle, açlıktan yamyamlığa
dönmüşlüğünde; İşçi Sınıfının fiilen yok olmuşluğunda arayacak yerde, Troçki
veya Lenin’in hatalarında veya örgüt anlayışlarında görmek de yine aynı
şekilde, Lenin, Troçki veya Bolşeviklere tarih ve toplum üstü bir güç vermekten
başka bir anlama gelmez.
Anarşibtlerin meseleyi koyuşunda bu güç sadece tersi yönde
işlev görmektedir. Eğer dedikleri
gibiyse, “Tarihte kitlelerin en büyük ölçüde ve en aktif katıldıkları bu
harekette bile bir devrimciler örgütünün veya bu örgütün yöneticilerinin görüş
ve davranışları onu yok etmek için nasıl bu kadar etkili olabilmektedir?”
sorusunu sormaları gerekir. Her zaman böyle birilerinin çıkması da kaçınılmaz
olduğundan, bu akibetten kurtulmak da mümkün olamayacak demektir aslında bu.
Kendi sorunu koyuşlarına göre, onların araması gereken cevap ve tartışması
gereken soru, devrimin ne zaman tasfiye edildiği değil, birkaç teorisyen ve
küçük bir partinin nasıl olup da; hangi toplumsal gidiş yasalarına dayanarak,
tarihin en büyük ayaklanmalarından birini adeta tarih ve toplum üstü
denebilecek bir güçle yolundan çıkarıp tasfiye edebildiğidir.
Bu anlayışlar daha sonra da çok daha ilkel biçimlerde ama
tamı tamına aynı mantıkla ve yöntembilimsel hatalarla var olmaya devam etti.
Kruçef’in iktidarıyla birlikte, Sovyetler’de kapitalizme dönüldüğünü
söyleyenler de, bir partinin politikası ve kadrosunun değişimiyle bir üretim
biçiminden diğerine geçilebildiğini söylemiş oluyorlar ve sözde karşı
çıktıklarına tarih ve toplum üstü bir güç atfediyorlardı.
Hemen görüleceği gibi, bütün bu açıklamalar, aslında bir
parti, bir kişi, bir görüş veya anlayışa, tarih ve toplum üstü bir güç
yüklerken; Marksizm’in daha doğarken söylediği; bilimsel bir sosyolojinin ilk
önermesi olan; “insanların varlıklarının düşüncelerinin değil; düşüncelerini
varlıklarının belirlediği” önermesini ters yüz etmiş olurlar ve daha
başlangıçta çok temel bir metodolojik hatayla maluldürler.
Bütün bu tezlerde, bir devrimin ve toplumun kaderini, bir
partinin veya bir teorisyenin veya bir hükümetin düşünceleri belirlemektedir. Marksizm’in
kapıdan kovduğu idealizm, yani insanların düşüncelerinin varlıklarını
belirlediği anlayışı, çok “devrimci” bir söylem ardında bacadan girer.
Bütün bu sorunlar açısından biz Klasik Devrimci Marksist
görüşleri savunuyoruz.
Tıpkı maddenin insanda kendi bilincine varması gibi, Ekim
devrimi ve onun sonraki kaderini en iyi ve doğru anlayan ve açıklayanlar yine
bizzat Marksistler olagelmiştir.
Tam da öyle olduğu içindir ki, yine bu devrimi izleyen karşı
devrimin en büyük kurbanları da onlar olmuşlardır.
Sorun buralarda değil, biz Ekim Devrimi’nin bir Sosyalist
devrim olup olmadığını, bambaşka bir bağlamda tartışmak istiyoruz. Bütün bu zıt ve tartışan anlayışların hepsinin
üzerinde yükseldiği ve anlaştıkları devrim kavramının kendisinin çok dar ve
sınırlı; aydınlanmanın kavramlarının sınırladığı bir devrim kavramından
kendisini kurtaramamış bir devrim anlayışına dayandığını göstermek ve bu
anlayışı eleştirince devrimi başka türlü tanımlamak gerektiği; böyle
tanımlayınca da Ekim Devrimi’nin bir sosyalist devrim olmadığını; burjuva
karakterde bir devrim; ama sosyalistlerin ve işçilerin eliyle yapılmış bir
burjuva devrim olduğu; bunun onun sosyalist devrim olduğu yanılgısına yol
açtığını göstermeyi deneyeceğiz.
Hemen anlaşılacağı gibi, böyle bir tartışma içinde, Tarihsel
Maddecilik ve onun en temel kavramlarının gözden geçirilmesi; eleştirilmesi ve
geliştirilmesi söz konusu olur.
Devrim kavramı, kuramı ve anlayışı, Tarihsel Maddeciliğin,
yani Diyalektik Sosyoloji’nin, yani Marksizm’in ilk ve en temel önermelerinden
çıkar.
Tarihin Maddeci Teorisinin veya Diyalektik Sosyolojinin veya
Marksizm’in ilk gün yüzüne çıkmış[1]
sistematik koyuluşu ve açıklaması[2],
Marks’ın, kendi teorik evrimini ve teorisini açıkladığı meşhur, belki de en çok
alıntı yapılmış metinlerden biri olan, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya
yazılmış olan, Önsöz’dedir.
Toplum bilimlerindeki bu muazzam devrimi yaratan ve bilimsel
bir Tarih ve Toplum Bilimini, İbni Haldun’da sonra, ondan bağımsızca ve ikinci
defa kuran ve yine kendisi de, İbni Haldun’unki gibi bir “Mukaddime”
(Önsöz) de ifade edilen Devrim Teorisini tekrar okuyalım.
“Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki
ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel
evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel'in
18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak "sivil
toplum" adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve
sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği
sonucuna ulaştı. Ben, ekonomi politiği incelemeye Paris'te başlamıştım ve bu
incelemeye, Bay Guizot'nun hakkımda verdiği sınır dışı edilme kararı sonucu
göçmek zorunda kaldığım Brüksel'de devam ettim. Ulaşmış olduğum ve bir kez
ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca
şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar,
aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler
kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir
gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun
iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki
ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın
üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini
koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam
tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin
belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde
hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin
gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O
zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman
üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların
incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile —ki,
bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir—, hukuki, siyasal, dinsel,
artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine
vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek
gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak
bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin
kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam
tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici
güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.
İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla
yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık
koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar.
Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları
koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi,
ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da
gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, Asya üretim tarzı,
antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik
şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler.
Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz
karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin
toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte
burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı
çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal
oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
Koca Tarihsel Maddecilik veya Marksizm öğretisinin bütün
teorik temeli aktarılan bu satırlardadır. Ekim Devrimi’nin sosyalist bir devrim
olup olmadığı; dolayısıyla devrim konusundaki tartışmamız ister istemez bu
satırlar üzerinde yoğunlaşmak zorundadır. Bizim tartışmak istediğiniz Ekim
Devrimi veya sonrasındaki olgular değil; bu olguların bambaşka bir ışık altında
görülmesi ve değerlendirilmesi. Devrim denen “şey”in ne olduğu. Bu nedenle
tartışma Tarihsel Maddeciliğin en temel kavramlarında dolayısıyla da yukarıya
aktardığımız onun ilk ve en orijinal olarak ifade edildiği satırlarda
yoğunlaşmak zorundadır.
Öncelikle şunu belirtelim, Marks’ın bu satırları öylesine
dahiyanedir ki, bizzat kendi sınırlılığını da açıklamakta; kendi eleştirisinin
temellerini ve hareket noktalarını da sunmaktadır.
Bu Marksizm’in bizzat kendi niteliğinden doğar. Marksizm,
tarihin ve toplumun gidiş yasalarını anlamaya; toplumu anlamaya çalışır. Ama bu
gidiş yasalarını anlama çabasının kendisi de bizzat toplumsal bir fenomendir;
dolayısıyla bu gidiş yasalarında ifade edilen yasalara tabidir. Fizik biliminin
evrimi fizik yasalarına tabi değildir ve fiziksel bir olay değildir örneğin.
Dolayısıyla fizik biliminin konusu değildir. Ama Marksizm’in evrimi bizzat
sosyolojik bir olaydır. Yani kendisi aynı zamanda kendi konusudur da; kendi
kaderini de açıklamak zorundadır doğruysa açıklamaları. O halde, onun kendi
kaderi de bizzat o ifade ettiği yasalarla açıklanabilir. Bir bakıma doğa nasıl
insanda kendi bilincine vardıysa, toplum da Marksizm’de kendi bilincine varmış
olur. Açıkladığı süreçler ve bulduğu yasalar bizzat onun kaderidir de. İfade
ettiği önermeler doğruysa, kendisi de o önermenin kapsamında olur. Bu ise
bizzat o önermenin sınırlılığının da bir ifadesidir. Bunu somut olarak
göstermeyi deneyelim. Şu önermeye bakalım:
“Nasıl bir kimse
hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle
bir alt üst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi
göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz.”
Bu satırlar yine bizzat bu satırların içinde yer aldığı
metin, yani “Önsöz” için de geçerli değil midir?
Elbette Marks’ın satırlarında ifadesini bulan “kendi
kendini değerlendirme”, sıradan, bayağı, basit bir “kendi kendini
değerlendirme” değildir. Kendini açıklamakta; kendi zaafının da anahtarını
da vermektedir. İfade ettiği ilkenin ya da yasanın bizzat kurbanıdır (yani bir
çağın kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamayacağı); ama aynı zamanda
kurbanı olarak, ifade ettiğinin doğruluğunu kanıtlamaktadır (yani kendisi de kendi
hakkındaki yargıyla yargılanamaz).
Zaten Marksizm’in muazzam gücü ve trajedisi buradadır: o,
toplumun ve tarihin yasalarını açıklarken; kendisi de toplumsal ve tarihsel bir
fenomen olduğundan; kendi kaderini ve zaaflarını da açıklar ve bize bunun anahtarlarını
(metodolojisini) sunar. Budur Marksizm’in trajedisi, açıkladığı ve gelişini
gördüğü süreçlerin kurbanıdır.
Troçki’nin bir yerde belirttiği gibi, Burjuva toplumundaki
klasik Trajedi, insanların tutkularının adeta onların kaderi haline gelmesini
ve bu kaderden kurtulmak için her çabanın o kaderin gerçekleşmesine yol
açtığını gösterir; Marksizm de ifade ettiği yasaların, toplumun kaderiyle
birlikte kendi kaderini nereye sürüklediğini görür ve bu gidişe karşı her
girişimi ve davranışı da onun gerçekleşmesinden başka bir anlama gelmez. Modern
çağda, bir trajediyi ancak Marksistler ve Marksizm yaşayabilir.
Şimdi bu noktadan hareketle, Marks’ın Önsöz’ünde, kurbanı
olarak doğruluğunu kanıtladığının ne olduğunu somut olarak göstermeyi
deneyelim.
*
Bunun için de önce genel olarak sorunu ifade edelim.
Marks’ın Önsöz’ü, tarihin gidiş yasalarını açıklarken
ve buna bağlı olarak bir Toplum, Tarih ve Devrim teorisi ve anlayışının temel
taşlarını koyarken, farkına varmadan, bilinçsizce, aydınlanmanın; burjuva
uygarlığının tarihe ve topluma yaklaşımını da bir kuyruk sokumu veya kör
bağırsak gibi; geçmişin bir kalıntısı olarak içinde bulunmaktadır.
Bu da onun devrim ve tarihe ilişkin bakışını etkilemektedir. Bu yepyeni öz,
yani Burjuva Uygarlığının eleştirisinin elemanları, burjuva uygarlığının ve
aydınlanmasının ifadeleri ve biçimleri altında ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla
bu metin kendi içinde, çelişkili, yeni olana, özüne uymayan; geçmişin kalıntısı
biçimleri de barındırmaktadır. Marksizm’in bunlardan arınması gerekir, aksi
takdirde, bu kalıntılar, bu eski biçimler, yeni olan özü kendilerine uydururlar
ve onu yok ederler. Marksizm, kendi özüne uygun bir tarih, toplum ve devrim
anlayışına ancak bu kalıntılardan arınarak ulaşabilir. Ama bu yapıldığında da,
bu da bizlerin politika, devrim ve program gibi sorunlara ilişkin görüşlerimizi
baştan sona değiştirmeyi gerektirir.
Burada bir parantez açarak, şu “geçmişin kalıntısı olmak”
diye değindiğimiz soruna kısaca bir değinelim. Çünkü bu karıştırılmakta ve
Marksizm’e ait olmayan düşünceler Marksizm’in organik bir bileşeni gibi ele
alınmaktadır.
*
Burada “kör bağırsak” veya “kuyruk sokumu”
metaforlarını bilinçli olarak kullanıyoruz. Her hangi bir organizma, daima
geçmişin kalıntılarını da içinde taşır. Marks’ın dediği gibi “geçmiş
kuşakların geleneği, yaşayanların üzerine bir kabus gibi çöker”. Bu
Marksizm için de geçerlidir bir toplumsal yasa olduğu için, yukarıda
değinildiği gibi. Önemli olan, neyin o organizmanın ayırıcı, onun o yapan
özelliği olduğu; neyin geçmişin kalıntısı olarak var olduğudur.
İnsanın bitkisel gıdaları pişirmeden aldığı; dolayısıyla
selülözü parçalayarak, yediklerinin çok daha büyük bölümünü değerlendirmek gibi
bir sorununun olduğu dönemin bir kalıntısı olarak vardır kör bağırsak. Homo
Sapiens ise, yiyeceğini pişirdiği ve zaten kendisi de ateşin bir çocuğu olduğu
için; ve sadece bitkiyle değil, aynı zamanda hayvansal gıdalarla da beslenen
bir canlı olduğu için; kör bağırsak onun için olmazsa olmaz; onu o yapan
özellikleri taşıyan, organik bir bileşen değildir. O bir geçmişin kalıntısıdır.
Bir insanın Kör Bağırsağı olmadan doğduğunda veya Apandisit ameliyatlarında bu
alındığında, onun var oluşu bundan etkilenmez; hatta apandisit olma tehlikesi
ortadan kalktığından belki daha sağlıklı ve daha az tehlikeli bir yaşam bile
sürebilir. Evrim sonucu İnsan Kör Bağırsağı olmayan bir insan olduğunda daha az
insan olmazdı; aksine yemeklerini pişiren bir canlı olarak bu günkü yaşamına
daha uyun bir biyolojik yapısı olurdu.
Şimdi Homo Sapiens’te Kör Bağırsak var diye, biz Homo
Sapiens’in bitkiyle beslenen bir hayvan olduğunu; onun önemli veya asli
karakterinin bu olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır. Böyle davranan bir biyolog
veya doktora gülünür.
Ama toplum bilimleri veya Marksizm söz konusu olduğunda, yapılan
tam da budur. Marksizm’in organik bir bileşeni olmayan; geçmişin kalıntısı
olarak onda bulunan özellikler; onun asli bir unsuru gibi ele alınmakta;
gösterilmekte ve tıpkı Homo Sapiens’in onu o yapan özelliğinin; kör bağırsağı
olduğuna göre bitki yemek olduğunu söylemek gibi; Marksizm’in, Eurosentrik;
Aydınlanmacı vs. olduğu söylenmektedir.
Dikkat edilsin, Marksizm’de Euro sentrizmin; Aydınlanmanın
güçlü etkileri vardır demek başkadır; bunları onun ayrılmaz ve organik bir
bileşeni; asli özelliği olarak almak başkadır. Bunların onun asli bir bileşen
değil; ayıklanması ve arındırılması gereken geçmişin kalıntıları olduğunu
düşünen biri; yani bir Marksist, Marksizm’i bu kalıntılardan arındırmaya
çalışır. Diğeri ise, bu kalıntılara Marksizm diyerek yaklaştığında ve Marksizmi
reddettiğinde, aslında sadece gerici ve metafizik burjuva sosyolojilerini
savunmuş olur.
Bu kısa not şunun için de önemli. Biz burada Marks’ı,
Lenin’i, Troçki’yi veya Kıvılcımlı’yı, dolayısıyla onların dayandığı tarih,
toplum ve devrim kavramlarını eleştirirken; bunu bir Marksist olarak; Marksizm
içindeki Marksizm’e ait olmayanı atmak; geçmişin kalıntısı olanlardan onu
arındırmak için eleştiriyoruz; Ancak böyle bir arınma ateşinden geçtiğinde
Marksizm’in yeniden eski tazeliğine ve entelektüel gücüne kavuşacağını
düşünüyoruz. Yani bir bakıma; Marks’a, Lenin’e; Troçki’ye veya Kıvılcımlı’ya
karşı; yine onların mirası ile onları savunuyoruz. Yani “Marks, Engels,
Lenin, Troçki, Kıvılcımlı vs. yaşasalardı, yeni bilgiler ve yaşanmış tarihsel
deneyler ışığında; genellemelerinde ne gibi düzeltmeler yaparlardı?”
sorusuna cevap denemesidir bu satırlar. Yanlış anlamalara karşı bunu kısaca
belirtelim. “Geçmişin kalıntıları”; “organik
ve asli ögeler”; “arınarak gelişme” ile ilgili bu kısa nottan sonra
tekrar kaldığımız yere dönelim.
*
Marks, Önsöz’de tarihin temel gidiş yasalarını
açıklarken, nerede, geçmişin kalıntısını; ya da bizzat eleştirdiği burjuva
uygarlığının etkilerini farkına varmadan ifade etmektedir; nerede bu uygarlığın
ufkuna hapsolmaktadır?
Bunu daha önce, Marksizm’in dini bir inanç; bir bilinç
biçimi olarak tanımlayarak; yani burjuvazinin dininin din tanımını alarak,
sosyalist hareketin nasıl burjuva uygarlığının bir yayıcısına dönüştüğünü “Tersinden Kemalizm” adlı kitapta
göstermiştik. Din’i sosyolojik olarak böyle tanımlamanın, aslında burjuva hukuk
ve ideolojisinin din kavramını sosyolojik bir kavram ve kategori haline
yükseltmek olduğunu; (Çünkü “inanç” diye bir sosyolojik kategori yomtur. İnanç
ya epistemolojik bir kategoridir ya da özala ilişkin anlamında burjuva
hukukunun; dolayısıyla burjuva toplumunun örgütlenmesinin bir kategorisidir)
dinin “Bir üstyapı kurumu” değil; ahlak, hukuk, politika, sanat gibi üstyapı
kurumlarından biri; onların yanı sıra bir şey değil; onların hepsinin içinde
var olabildiği tüm üstyapı olduğunu din bağlamında göstermiştik.
Yani Marksizm, burjuva uygarlığının Din kavramını
kabullenerek o uygarlığın içine hapsoluyordu. Bu onda geçmişin bir kalıntısı
olarak bulunuyordu.
Şimdi bunun nasıl İnsan ve Toplum kavramlarında
da ortaya çıktığını, buradan giderek tarihteki toplumlara ilişkin kavramları ve
Devrim kavramını nasıl belirlediğini
ve buradan da Programı nasıl
belirlediğini göstermeyi deneyelim.
Şu satırları bir daha okuyalım:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar,
aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler
kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir
gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi
yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve
siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın
üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini
koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam
tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin
belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde
hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler.”
Şimdi, bu satırları dikkatlice okuduğumuzda, şunu görürüz.
Marks’ın tüm tarihin gidiş yasasını ve mekanizmasının temel bir kavramını; yani
üretim ilişkilerini açıklarken bir insan (birey) kavramına
dayanmaktadır: “insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı
olmayan belirli ilişkiler kurarlar” önermesiyle üretim ilişkilerini
açıklamaktadır.
Ama İnsan, Üretim İlişkileri’ni açıklamak için
gerekli bir kavram olmadığı gibi; Marks’ın ifadesinde, açıklamasında kullandığı
biçimiyle “İnsan”, tamı tamına bizzat
kendisinin eleştirdiği, tarih dışı ve metafizikliğini gösterdiği modern Burjuva
toplumunun insanıdır. Tam da modern üretim ilişkilerinin yarattığı bir kavramdır.
Marks tıpkı din kavramında olduğu gibi, bizzat eleştirdiğinin kavrayışına
hapsolmaktadır. Şimdi bunları görelim.
Aslında açıkladığı yasa ve mekanizma için bir İnsan kavramına ihtiyaç yoktur. Üretim
İlişkilerini açıklamak için İnsan
kavramının kullanılması, geçmişin bir kalıntısı olarak; Marksizm’in içinden
çıktığı Aydınlanma’nın tarih, toplum ve insan anlayışının bir kalıntısı olarak
bulunmaktadır.
Bunu ayrıntısıyla görmeye çalışalım.
Şu cümleyi tekrar okuyalım:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar,
aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar”
Marks’ın burada, elbette, bu ilişkilerin iradeden
bağımsızlığı ve üretici güçlerin gelişme derecesine bağlılığı vurgulayarak;
Hobbes veya Rousseau’nun, biliçli bir eylemi ve bilinci başa koyan (“İnsan
insanın kurdudur” veya “Toplumsal sözleşme” hatırlansın) idealist
yaklaşımı ters yüz etmektedir, ilişkiyi ayakları üzerine koymaktadır ama bu
ters yüz edilmiş ilişki içindeki “insan” kavramı, tam da Burjuva
aydınlanmasının bir kavramıdır. Marks, tamı tamına burjuva uygarlığının ürünü
olan bir kavramı, insan kavramını kullanmaktadır tüm tarihsel süreci açıklayan
temel kavramını açıklarken.
Marks, bu “insan” kavramın kendisini sorgulamamakta; Üretim
İlişkileri’ni, bu burjuva uygarlığının “İnsan”larının ilişkisi gibi
açıklamakta hatta bu “insan” kavramını bütün tarihe yaymaktadır. Marks,
Tarih’te İnsan olmadığını unutmuş bulunuyor ya da göremiyor. Çünkü “insan”,
yani toplumu ya da “üretim ilişkilerini” yaratan birey olarak insan; tam
Marks’ın bu alıntıda kullandığı anlamıyla; burjuva toplumunun bir buluşudur ve
bu anlamda “insanlar”, top topu birkaç yüz yıldır vardırlar.
Tarihsel Maddeciliğin temel kavramlarından biri olan, Üretim
İlişkileri kavramının “İnsanlar arası ilişki”yle bir ilgisi yoktur.
Burada yepyeni bir öz, son derece yüksek bir soyutlamanın ürünü olan “Üretim
İlişkileri” kavramının, açıklanırken, eski biçimler,
aydınlanmanın biçimleri içinde ortaya çıkması söz korusudur. Tıpkı otomobilin,
ilk önceleri, atsız bir at arabasına benzemesi gibi.
“Toplumsal Üretim”deki insanlar arası ilişkilerle,
“Üretim İlişkileri” aynı şey değildir.
Üretim İlişkileri, bir soyutlamadır ve bu soyutlama,
toplumsal üretimdeki insanlar arasındaki ilişkinin karşılığı değildir. Bizzat
Marks, Kapital’de, bir Traktör’ün kendi başına bir “şey”, bir makine
olduğunu; onun kapitalist üretim ilişkileri içinde bir üretim aracı olduğunu
gösterir örneğin. İnsan da, ancak belirli Üretim İlişkileri içinde var
olabilir. Yani Üretim İlişkileri, İnsanlar arasındaki toplumsal üretim ilişkisi
değildir veya Üretim İlişkileri, insanlar arasındaki toplumsal üretim
ilişkileri tarafından yaratılmaz; tam tersine; üretim ilişkilerinin, “insanlar
arasındaki toplumsal ilişkiler” veya “insanlar (bireyler) arası ilişki” gibi
görünmesine yol açan ve bunların biçimini belirleyen bizzat “Üretim
İlişkileri”dir.
Bir işverenin işçiyle; bir devletin iki yurttaşının
birbiriyle, bir cemaatin veya topluluktan iki insanın birbiriyle ilişkisi somut
bir ilişkidir; üretim ilişkisi soyuttur; derinden ve alttan işleyendir;
görünmeyendir. Toplumda, somut olan soyuttan çıkar; soyut olan somuttan değil.
Bizzat Toplumun analizinin nasıl yapılması gerektiğine dair satırlarında Marks
kendisi bunu açıklamaktadır[3].
Marks üretim ilişkilerini bireyler veya insanlar arası ilişki ile açıklamaya
kalktığında bizzat kendi dedikleriyle çelişmektedir.
Burada problemli kavram bizzat “İnsan” kavramının
kendisidir. Ve bu kavram, burjuva uygarlığının bir kavramıdır; tıpkı din
kavramının, bir inanç olarak burjuva uygarlığının bir kavramı olması gibi.
Marks’ta yepyeni bir öz, eski biçimler içinde; “Üretim
İlişkileri”; toplumsal üretimde insanlar arası ilişkiler biçiminde kendini
ifade ederek ortaya çıkmaktadır. İlk otomobillerin at arabası biçiminde
yapılması gibi.,
Marks’ın satırlarındaki insan kavramı, modern Burjuva
uygarlığının peygamberleri olan; J. J. Rousseau veya Hobbes’ların insan
kavrayışından farklı değildir. “Toplumsal Sözleşme”nin yerini “Üretim
İlişkileri” almıştır; bilinçli bir sözleşmenin yerini; irade ve istemlerden
bağımsız; üretici güçlerin düzeyinin belirlediği bir ilişki almıştır ama,
insanlar hala tıpkı Hobbes veya Rousseau’nun İnsan’ı; modern burjuva
uygarlığının insanı, olmaya devam etmektedir Marks’ın satırlarında. Tıpkı toplumsal sözleşmeyi yapan bireyler ve
insanlar gibi; ilişkiye giren
insanlar ve bireyler söz konusudur Marks’ın önsözündeki ifadesinde. Ortaya
çıkan bir “Leviahtan” veya “Toplum Sözleşmesi” değil; “Üretim
İlişkileri”dir ama, o “insanlar arasındaki ilişki”den çıkmaya devam
etmektedir.
Burjuva aydınlanması veya burjuva uygarlığı, toplumun
bireylerden oluştuğu; bunların aralarındaki bir anlaşmanın ürünü olarak
toplumun ortaya çıktığı kavrayışına dayanır. Bu kavrayışın, bilimsel hiçbir
değeri olmadığı gibi, burjuva uygarlığının hukukunun dayandığı; burjuva
toplumunun örgütlenmesinin; yani bizzat üstyapısının temeli olan bir kavramdır;
yani hukuki ve ideolojik bir kavramdır bu İnsan
kavramı. Modern toplumu düzenleyen bir kavramdır toplumu açıklayan
bir kavram değildir.
Neden böyledir? Kısaca görelim.
İnsan, nedir?
En bilinen ve klasik cevap: “İnsan sosyal hayvandır” cevabıdır.
Peki, bu tanım, nasıl bir tanımdır? Hangi bilimin alanına
girer. “İnsan sosyal bir hayvandır” tanımı sosyolojik bir tanım
değildir, biyolojik bir tanımdır; biyoloji veya paleontoloji’nin
alanına girer. Çünkü bu tanım., bir hayvan türünü, diğer türlerden
ayıran temel özelliği belirtmektedir. Bu tanımdaki, sosyal kavramı, tıpkı
memeli, omurgalı bir hayvandır tanımlarındaki gibi, bir canlı türünün diğer
türlerden farkını ortaya koyar.
Peki, bu tanımda bir tür olarak, bir hayvan, bir canlı
olarak insanı açıklarken kullanılan ayrım, açıklayıcı kavram olan “sosyal”
nedir, toplumsal olan nedir? Biyoloji bunu aramaz. Ama sosyolojinin ilk
önermesinde, toplumsal olanın, insanlar arası ilişki olduğu söylendiğinde,
insanın ne olduğu sorusu ortaya çıkar. İnsan’ı açıklamak için ise, sosyal
kullanılmıştı. Sosyal’in ne olduğunu açıklamak için de insan kullanılmıştı.
Yani biyolojide ve sosyolojide açıklanan ve açıklayanlar yer
değiştirmektedir. Biyolojide, İnsanı açıklamak için Sosyal kavramı kullanılmaktadır: sosyolojide Sosyali açıklamak için
İnsan kavramı kullanılmaktadır. Ama her iki durumda da, açıklayan kavram daha
önce açıklanmış olmadığından; açıklanan kavram açıklanmış olmamaktadır.
Yani “İnsan nedir? Toplumsal hayvandır. Toplumsal nedir?
İnsanlar arası ilişkidir” gibi kendi içine kapanan bir daire, bir totoloji ortaya çıkmaktadır. Yani
biyolojik bir kavram olarak, İnsan kavramı, sosyolojinin dayanacağı bir kavram
olamaz. İnsan sosyal bir hayvandır önermesi; biyolojik olarak anlamlı ve
anlaşılabilir bir önerme olan bu önerme; sosyolojik bir önerme olarak,
totolojiden başka bir anlama gelmez. Papa paradır demekten; insan insandır
demekten farklı bir “açıklama” değildir.
Ama İnsan, birey anlamında, yani tam da Marks’ın kullandığı
anlamda, burjuva uygarlığının, burjuva hukukunun, burjuva ideolojisinin bir
kavramıdır. Birey anlamında; burjuva ideolojisinin ve uygarlığının insanını,
sosyolojik bir kategori ve kavram olarak; hem de sosyolojinin en temel
kavramlarından birini açıklarken kullanmak, burjuva ideolojisine bilim maskesi
takmaktan başka bir anlama gelmez ve burjuva ideolojisi ve uygarlığının
egemenliğinin ifadesi ve aracı olur.
Burada tıpkı dinin ele alırken gösterdiğiniz gibi, inanç
kavramının epistemolojik veya hukuki bir kategori olması gibi bir durum söz
konusudur. Epistemolojik kategoriler tıpkı biyolojik kategoriler gibi, sosyolojik bir kategori değildirler, tıpkı
“sosyal hayvan olarak insan” gibi, İnanç da sosyolojik bir kategori değildir.
Ama İnanç, tıpkı birey anlamında insan gibi, özele ait, politik olmayan anlamında
da bir anlama sahiptir ve bu anlamda tamamen hukuki; burjuva toplumunun
örgütlenmesine has bir kategoridir. Din bir inançtır dediğimizde, nasıl burjuva
hukukunun bir kategorisini sosyolojik bir kategori yapmış olursak; aynı şekilde
toplumu veya üretim ilişkilerini insanlar arası ilişki olarak tanımladığımızda;
burjuva toplumunun ortaya çıkardığı ve burjuva hukukunun temeli olan; burjuva toplumunda
var olan bir kavramı, birey ya da insan kavramını sosyolojik bir kavram olarak
kullanmış oluruz.
İşin ilginci bunun böyle olduğunu söyleyen, insan kavramının
tam da burjuva bir insan olduğunu söyleyen bizzat Marks’ın Kendisidir. Önsöz’den
birkaç sayfa sonra Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş’in hemen başında
Üretim’i ele alırken kendisi aynen şunları yazar:
“Toplum olarak üretimde bulunan bireyler -bundan dolayı
da toplumsal bakımdan belirlenmiş bireylerin üretimi, işte hareket noktamız.
Smith ve Ricardo'nun incelemelerine başlangıç olarak kabul ettikleri bireysel
ve tecrit edilmiş avcı ve balıkçı, 18. yüzyılın gerçeğe uymayan yavan hayalleri
içinde yer alırlar. Bunlar, bazı uygarlık tarihçilerinin sandıkları gibi, pek
aşırı inceliklere karşı basit bir tepkiyi, ve iyice anlaşılmayan doğa
koşullarına bir dönüşü hiç de ifade etmeyen robensonculuklardır. Aynı şekilde,
nitelik bakımından birbirinden bağımsız olan konular arasında, bir antlaşma
(sayfa 245) ile ilişkiler ve bağlar kuran Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi de, bu
biçimde bir doğacılığa dayanmaktan uzaktır. Bunların hepsi görünüştür, küçük ve
büyük robensonculukIarda sırf estetik nitelikte görünüş. Gerçekte sözkonusu
olan, 16. yüzyılda hazırlanmakta olan ve 18. yüzyılda dev adımlarla olgunluğa
doğru yürüyen "burjuva toplumun" müjdelenmesidir. Serbest rekabetin
hüküm sürdüğü bu toplumda, birey, kendisini daha önceki tarihsel çağlarda
belirli ve sınırları çizili bir insan konglomerasının (yığışımının) unsuru
haline getiren doğal vb. bağlardan kopmuş olarak görülmektedir. 18. yüzyıl
peygamberleri için -ki Smith ve Ricardo da onların tutumlarını tam olarak benimsemiş
bulunmaktadırlar-, bir yandan feodal toplum biçimlerinin dağılmasından, öte
yandan 16. yüzyıldan beri gelişmiş olan, yani üretim güçlerinden meydana gelen
bu 18. yüzyıl bireyi, geçmişte yaşamış olan bir ideal gibi görünmektedir.
Onlar, bunda bir tarihsel sonuç değil, tarihin bir hareket noktasını
görmektedirler, çünkü onlar, bu bireyi, bir tarih ürünü olarak değil, bir doğa
verisi olarak, insan doğası kavramlarına uygun doğal bir şey gibi
değerlendirmektedirler. Bu hayal şimdiye kadar her yeni çağın paylaştığı bir
hayaldir. 18. yüzyıla birçok bakımlardan karşı çıkan ve aristokrat niteliği ile
tarihsel alanda daha çok tutunabilen Steuart, bu safça hayalden kendini
kurtarmıştır.
“Tarihte ne
kadar gerilere gidersek birey, -ve üretici birey de- o ölçüde, bir bağımlılık
durumunda, daha büyük bir bütünün üyesi olarak görünmektedir: bu durum, ilkönce
aile içinde ve kabileyi meydana getirecek kadar genişlemiş olan aile içinde;
daha sonra da kabilelerin çatışmasından ve birbiriyle kaynaşmasından meydana gelen
değişik toplum biçimlerinde tamamen doğal olarak belirmektedir. Toplumsal
bütünün değişik biçimlerinin, bireye, özel amaçlarını gerçekleştirmeye yarayan
basit bir araç olarak kendi dışında bir gereksinme olarak görünmeleri, ancak
18. yüzyılın (sayfa 246) "burjuva toplumu"nda olmuştur. Ama bu
görüşü, tecrit edilmiş birey görüşünü doğuran çağ, toplumsal ilişkilerin (bu
bakımdan genel bir niteliğe bürünerek) geçmişte görülmedik büyük bir gelişmeye
ulaştıkları çağdır. İnsan, sözcüğün tam anlamıyla, bir zwon politikon[2*]
yalnızca toplumcul bir hayvan değil, ancak kendini toplum içinde tecrit
edebilen bir hayvan. Toplum dışında tecrit edilmiş birey tarafından
gerçekleştirilen üretim -ki bu ıssız bir yere raslantı olarak götürülmüş olan
ve topluma özgü güçlere sahip bulunan bir uygar kişinin başına gelebilecek
istisnai bir haldir- birbiriyle konuşan canlı bireylerin bulunmadığı yerde
dilin gelişmesi kadar saçma bir şeydir. Bu konu üzerinde daha fazla durmanın
gereği yoktur. 18. yüzyıl insanları arasında bir anlamı ve varlık nedeni olan
bu safça görüşler, Bastiat, Carey, Proudhon vb. tarafından çok ciddi olarak
çağdaş ekonomi politiğin içine sokulmaya kalkışılmamış olsaydı, bu noktaya
değinmenin gereği de olmazdı. Proudhon için, tarihsel kökenlerini bilmediği bir
iktisadi ilişkiyi, tarihsel-felsefi bakımdan açıklayabilmek için mitolojiye
başvurmak; elbette ki kolay bir yoldur; bu ilişki fikri, Adem'in ya da
Prometeus'un aklına günün birinde hazır olarak gelmiş, ve onlar da bunu dünyaya
kabul ettirmişler, vb... sayıklamaya varan locus communis kadar usandırıcı bir
şey olamaz.”
Yani bizzat Marks’ın kendisi, sadece bu biçimiyle insan
kavramını değil, insan kavramının çıkışının bile, bizzat burjuva toplumunun
ürünü olduğunu ifade etmektedir. “Serbest rekabetin hüküm sürdüğü bu
toplumda, birey, kendisini daha önceki tarihsel çağlarda belirli ve sınırları
çizili bir insan konglomerasının (yığışımının) unsuru haline getiren doğal vb.
bağlardan kopmuş olarak görülmektedir.” satırlarında çok açıktır bu.
Ama burada bile aynı zamanda yeni bir fikrin ifade
güçlüğünün sınırını da görülmektedir. Yani diğer toplumlarda da birey ya da
insan var, ama oralarda henüz yığının bir parçası, kopmuş değil diyor Marks bir
anlamda. Farklı insan veya bireyler var. Tıpkı tarihte de farklı dinler, yani
inançlar olduğunu söylemek gibi bir hata bu. Nasıl tarihte başka inançlar
yoktuysa; Özele ait, politik olmayan anlamında inanç kavramının kendisi burjuva
toplumunun bir kavramıysa; tarihte de farklı, yığının parçası bireyler veya
insanlar yoktur; bizzat insan (birey) kavramının kendisi burjuva toplumunun bir
kavramıdır.
Çok açık ki, Marks’ın akıl yürütmesi mantık sonuçlarına
varmamaktadır; geçmişin, yani bir anlamda Aydınlanma’nın Hobbes’lerin,
Rousseau’ların kalıntıları üzerine bir kabus gibi zihnine çökmektedir. Burjuva
uygarlığının dayandığı kavramlara eleştirisi, son noktasına kadar gidememektedir.
Marks bizzat tarihselliğini vurguladığı insanın, başka
toplumlarda başka olduğunu söylerken, hala bireylerden hareket etmekte ve
İnsan’ı birey anlamında kullanmaktadır. Bunu yaparken de, aslında burjuva
toplumun insan ve toplum kavramını, bilinçsizce yeniden üretmektedir. Bir
bakıma tarihte başka bireyler vardı demiş gibi olmaktadır. Ama Tarih’te birey
yoktu. Bireyin şu veya bu tarihsel biçimi yoktur; bizzat birey kavramının kendisi de Birey de burjuva toplumunun bir
ürünüdür. Tarih’i açıklamakta; toplumu açıklamakta, birey ve insan kavramını
kullandığınız an, burjuva toplumunun dayandığı bir ideolojik kavramı,
sosyolojik bir kavram haline getirmiş olursunuz. Marks’ın tam da yaptığı budur.
Marks, yukarıda aktarılan satırlarda, konusunun ve “hareket
noktası”nın “Toplum olarak üretimde bulunan bireyler -bundan dolayı da
toplumsal bakımdan belirlenmiş bireylerin üretimi” olduğunu söyleyerek
başlamaktadır. Yani Marks, bir yandan, birey kavramının (ki insan kavramıyla
ayıdır), burjuva toplumuyla birlikte ortaya çıktığını; bu sosyal üretim
ilişkisinin düşüncede yansımasının bir “İnsan” ve “birey” kavrayışını mümkün
kıldığını belirtmekte; ama konusunu tanımlarken bu üretim ilişkilerini
inceleyeceğini ifade ederken bu ilişkiyi bizzat kendisi bireyler arası bir
ilişki gibi açıklayarak, tam da burada, burjuva uygarlığının ufkunun içinde
kalmaktadır.
Elbette, Marks’ın birey derken kastettiği, bir Robenson
değildir, yani burjuva toplumunun bir insanı değildir; o zaten Robenson’un
burjuva toplumunun bir ürünü olduğunu açıklamaya çalışmaktadır. Ama insanlar
veya bireyler arası ilişkiden söz ettiğinde, farklı toplumlarda, o üretim
ilişkileri tarafından belirlenen farklı yapılardaki bireylerin bir ilişkisinden
söz etmiş olmaktadır. Yani Marks, haklı olarak, insanlar değişmektedir,
insanlar farklı üretim ilişkilerinde farklıdır tarih ve toplum üstü bir insan
yoktur derken haklıdır, ama bizzat insan kavramının kendisinin de, tarih ve
toplum üstü olmadığını; tarihin belli bir dönemindeki üretim ilişkisinin
insanların bilincinde yansısı olduğunu unutmakta, kapıdan kovduğu bacadan içeri
girmektedir. Yani Marks, insanın değiştiğinden söz etmekte, toplum sözleşmesi
yapan insanların burjuva toplumunun insanları olduğunu söylemekte, bu
bayağılıkla uğraşmayı bile gereksiz görmekte ama bizzat bu insan (birey)
kavramının; yani Robenson olmaktan çıkmış ve tüm tarihte üretim ilişkilerine
bağlı olarak değişen insan (birey) kavramının kendisinin de bizzat burjuva
uygarlığının bir kavramı olduğunu unutmaktadır
O başka toplumlarda, Birey ve İnsan kavramı yoktu. Ama
sadece o kadar değil, Birey ve İnsan da yoktu. Yani kavramın konusu olun şeyin
kendisi de yoktu. Tam da birey veya İnsan
kavramı burjuva toplumunun bir kavramı; burjuva hukukunun dayandığı bir
kavram olduğu için yoktu; nasıl tarihte inanç olarak dinler yok idiyse ve inanç
olarak din sadece modern toplumda varsa ve dinin bir inanç olduğu inancının
kendisi burjuva toplumunun diniyse.
Marks, diğer toplumlarda farklı bireyler ve birey
anlayışları olduğunu var saymaktadır. Halbuki, diğer toplumlarda ne birey, ne
insan ne de birey ve insan fikri vardır. Bireyler ve insanlar burjuva
toplumunda ortaya çıkmışlardır. Başka toplumlarda başka birey ve insanlar
yoktu. Marks ise sorunu sanki, her toplumda farklı bir birey ve insan ve birey
ve insan kavrayışı varmış gibi koymaktadır. Yani bir bakıma Marks, birey ve
insanın; birey ve insan kavranışının değiştiğini söylemektedir. Ama tam da bu
yaklaşımın kendisi burjuva uygarlığının kategorilerinin dışına çıkamaz. Çünkü
diğer toplumlarda farklı birey ve insanlar; birey ve insan kavrayışları yoktur.
Tarihte başka birey ve insanlardan; başka birey ve insan kavranışlarından söz
etmek, tıpkı tarihte başka inançlar olduğunu, başka dinler olduğunu (İnanç
anlamanda din) söylemek gibidir; tarihe burjuva uygarlığının kategorileriyle
bakmaktır.
Marks, nasıl burjuva aydınlanmasının varsayımlarını kabul
ederek, özel politik ayrımının bizzat kendisinin; dine inanç demenin ve onu
inanç diyerek özele tıkmanın kendisinin modern toplumun dini, yani üstyapısı
olduğunu görmeyerek farkına varmadan burjuva uygarlığının örgütlenmesinin
kavramlarına dayanıyor ve bu din kavramını tüm tarihe yayıyorsa; aynı şekilde
burjuva aydınlanmasının insan kavramına dayanmakta ve bu kavramı tüm tarihe
yaymaktadır.
Ama tam da böyle yaparak, burjuva uygarlığının
örgütlenmesinin dayandığı; bizzat burjuva uygarlığının kavramları olan
ideolojik kavramları; bilimsel analizin araçlarıymış gibi kullanmış olmaktadır.
Bu kapıdan kovulurken bacadan giren insan ve din
kavrayışları, Marksizm’i teslim almış; onu hareket noktasından bile çok daha
gerilere sürüklemiş; tüm yaratıcı potansiyelini tüketmiş; Marksizm’i Marksizm
olmaktan çıkarmış bulunmaktadır. Apandisit (örneğin Burjuva uygarlığının
örgütlenmesinin dayandığı İnsan ve Din kavramları), iltihaplanıp organizmayı
(Marksizmi, Tarihsel maddeciliği) öldürmüş bulunuyor; yeniden doğuş için,
apandisitten, kör bağırsaktan kurtulmak gerekmektedir.
*
Bu İnsan kavramından çıkan bir de Toplum kavramı vardır. Bu
toplum kavramının nasıl yanlış; Marksizm’le uyuşmayan; burjuva uygarlığı ve
kapitalist üretim ilişkileriyle damgalı olduğunu gösterebilmek için şöyle bir
benzetme işe yarayabilir. Kısaca buna da değinelim.
Bu anlayışa göre, Madde nasıl Atom’lardan oluşuyorsa; Toplum
da bireylerden oluşmaktadır. Maddenin kendi özelliğini gösteren en küçük
parçası nasıl atomlarsa; toplumun da onun özelliğini gösteren en küçük parçası
insanlardır. (Robenson bu anlayışın romanıdır, İnsan kavramı da bu anlayıştan
çıkar zaten) O halde, insanı ve insanlar arası ilişkileri anladığınızda toplumu
da anlayabilirsiniz. Bunun mantık sonucu da şuraya gider: İnsanlar değişirse,
Toplum da değişir. Toplumu değiştirmek için insanların değişmesi gerekir.
Bu anlayış tamamen mekanik bir analojiden kaynaklanır ve
tümüyle yanıltıcıdır. Ama yanlışlığı ve bayağılığı ölçüsünde de yaygındır.
İnsan, toplumun aynı özelliği gösteren en küçük parçası
değildir; yani toplumun kendisinden oluştuğu atomlar, insanlar (bireyler)
değildir.
Yukarıdaki yaklaşım, nasıl maddeyi anlamak için atomları
anlamak gerekiyorsa, toplumu anlamak için de, insanı anlamak gerektiği
noktasından hareket eder. O halde, toplum maddesinin atomları olan insanları
anlayabilirsek, toplumu da anlayabiliriz sonucuna ulaşır. Tabii insanı anlamak
için de, onun içgüdülerini o atomların çekirdeği gibi görür. Böylece bu anlayış
ister istemez, tarih ve toplum üstü bir insan özü fikrine varır. Ve böylece
tarih ve toplum üstü bir insan özü kavrayışından hareketle tarihi ve toplumu
anlamaya çalışır.
Hâlbuki Marksizm’in tam da aştığı ve reddettiği budur.
Toplum insanlardan oluşmaz, insanları toplum yaratır. Ve o insanlar, birey
anlamında İnsan değildirler; biyolojik bir tür olarak insandırlar. Onlar
tarihin çok özel bir döneminde, modern kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu
bir toplumda, birey anlamında İnsan olurlar veya öyle görünürler ve kendilerini
öyle kavrarlar. Dolayısıyla sadece tarih ve toplum üstü bir “İnsan özü” değil,
insan da yoktur. Birey olarak insan ve insan tasavvuru bile, tarihin ve
toplumun belli bir döneminde ortaya çıkar ve belli bir üretim ilişkisinin
zihinde yansımasıdır; aynı zamanda onun hukuki bir ifadesidir. Yani insan
kavramı sosyolojik analizin ve açıklamanın dayanacağı bir kavram değildir ve
olamaz. Bizzat bu insan kavramının kendisi; sosyolojik analizin konusudur. Bir
açıklama ve analiz aracı değil; açıklama ve analizin konusudur.
Eğer yukarıdaki Madde-Toplum, Atom-İnsan benzetmesine bağlı
kalırsak, farkı şöyle açıklayabiliriz. Toplumun kendisi bir atom
gibidir. Marksist toplum kuramı için, Birey’e ihtiyaç yoktur. Ama hem bu gün
var olan somut Birey’i (İnsan’ı) açıklamak için; hem de bizzat birey (İnsan)
kavramını açıklamak için Marksist Toplum kuramına ihtiyaç vardır.
Toplum bireylerden oluşmaz. Eğer benzetmeye bağlı kalırsak,
toplumun kendisi bir atom gibi ele alınmalıdır. Toplum çekirdeğinde içinde o
atoma niteliğini veren üretici güçler olan ve üretim ilişkileri çekirdeği
oluşturan; üstyapısı (dini) elektron Sferi olan bir atomdur ya da böyle
tasavvur edilebilir.
Eğer İnsan’ı anlamak gerekiyorsa (ki insanı anlamak sorunu
da bizzat bir insan var sayımından yola çıktığından, burjuva uygarlığının
damgasının taşır; “insanı anlamak” sorunu da burjuva uygarlığının; modern
toplumsal ilişkilerin ortaya çıkardığı ve onlar içinde mümkün olan bir sorudur,
dolayısıyla bu sorunun kendisi de ideolojiktir, ama böyle olduğunu bile bile
fikrimizi anlatmak için kullanalım) İnsanı anlamak için, toplumu, Toplumun
çekirdeğini anlamak gerekir. Toplumun kendisini bir atom gibi gördüğümüzde,
Üretici Güçler veya Üretim İlişkileri
onun çekirdeğine karşılık düşer. Üstyapı ise bu üretim güçleri ve ilişkilerinin
etrafındaki Elektron sferleri gibidir. İnsanı anlamak, toplumu anlamakla; toplumu
anlamak ise, toplumun çekirdeğini ve elektronlarını (Üretim ilişkilerini ve
Üstyapısını) anlamakla mümkün olabilir. O zaman zaten insanın, toplumun bir
yapı taşı veya onu oluşturan en küçük parçası olmadığı; bizzat insan kavramının
kendisinin bile, bu ilişkiler tarafından tarihin belli bir döneminde ortaya
çıkarıldığı görülür.
Toplumdaki insanları maddenin atomlarına benzeten kavrayış;
aslında modern toplumun birey kavrayışı olmadan ve birey ortaya çıkmadan
olamazdı. Birey ise, kapitalist üretimde, artı değerin kaynağı iş gücü olduğu;
iş gücünün dilinin, soyunun, dininin onun yarattığı artı değer üzerinde hiçbir
etkisi olmaması nedeniyle, onun kapitalizm öncesindeki toplumda, tüm toplumsal
örgütlenmeyi belirleyen ve üstyapıyı oluşturan dinden (soydan ve tanrıdan)
koparılmasıyla, soyutlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Yani bizzat bu soyutlamanın
kendisi; birey veya toplumsal sözleşme yapan; atom gibi insan kavrayışının
kendisi, modern toplumun dinidir. Yani bir insan, bir birey kavramından yola
çıktığınız an; burjuvazi karşısında ne kadar eleştirel; ne kadar sosyalist
olursanız olun, burjuva uyarlığının dayandığı dinin bir amentüsünü söylemiş
olursunuz, tıpkı, dini bir inanç olarak ele aldığınızda; özel ve politik ayrımı
gibi bir ayrımın toplumda olduğunu söylediğinizde yapmış olacağınız gibi.
Marksizm için en büyük tehlike, Burjuva toplumunun
örgütlenmesinin dayandığı kavram ve ayrımları, ki bunların hepsi son duruşmada
ideolojik hatta hukuksal kavramlardır, sosyolojik analizin kavramları olarak
kullanmaktan çıkar. Din burjuva toplumuna göre inançtır. Sosyolojik olarak ise tüm
üstyapıdır. Ama Toplumda, üstyapının bir ögesi olarak inançtan,
dinden söz ettiğinizde, burjuva uygarlığının örgütlenmesinin dayandığı din
kavramını; sosyolojik bir analiz aracı olarak kullanmaya kalkmış olursunuz.
Aynı şekilde, İnsan (Birey) burjuva uygarlığının dayandığı
bir kavramdır; toplumsal ilişkileri açıklamak için insan kavramından yola
çıktığınızda; burjuva uygarlığının dayandığı; burjuva toplumunun
örgütlenmesinin temelini oluşturan bir kavramı sosyolojik bir analiz aracı
olarak kullanmış olursunuz. Farkına varmadan, karşı çıktığınızın bir
savunucusuna dönüşürsünüz. İşte Marksizm’in başına gelen tamı tamına budur.
İnsan biyolojik bir tür olarak, yani Homo Sapiens olarak,
muhtemelen 200.000 yıl önce bu günkü biçimiyle ortaya çıkmıştır. Ama birey
olarak insan, yani burjuva ideolojisinin ve hukukunun bir kavramı olarak insan
ve burjuva toplumunun ilişkilerinin ürünü olarak insan topu topu üç beş yüz
yıldır vardır. Tarihte insan (birey) yoktur.
İnsan kavramını yaratan ve kullanan insanın kendisi, aslında
bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin ve onun üzerinde yükselen burjuva
uygarlığının yarattığı bir insandır. Burjuva uygarlığının yarattığı ve
dayandığı ideolojik ve hukuki bir kavram olan insan kavramını, bu kavrayışın
ürünü olan insanlar kullanmaktadır. Bu nedenle, bu uygarlığın dayandığı insan
kavramı olmadan; bu uygarlığın yarattığı insanlar olamaz. Ama bu uyarlığın
yarattığı insanlar olmadan da, bu uygarlığın yarattığı insan kavramı olamaz.
Bütün modern sosyolojiler, yani burjuva sosyolojileri, bu kendi üzerine kapanan dairenin içinde dönerler. Marksizm özünde, bu kendi içine kapanan dairenin dışına çıkıp, bu dairenin kendi içine kapandığını göstermektir. Ne var ki, bizzat Marksizm’deki aydınlanmanın kalıntıları, onu tekrar bu dairenin için çekip bayağılaştırmakta, özünü yok etmektedir, tıpkı yukarıda bizzat bizim kullandığımız “İnsan kavramını yaratan ve kullanan insanın kendisi, aslında bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin ve onun üzerinde yükselen burjuva uygarlığının yarattığı bir insandır” ifadesinde olduğu gibi.
Bütün modern sosyolojiler, yani burjuva sosyolojileri, bu kendi üzerine kapanan dairenin içinde dönerler. Marksizm özünde, bu kendi içine kapanan dairenin dışına çıkıp, bu dairenin kendi içine kapandığını göstermektir. Ne var ki, bizzat Marksizm’deki aydınlanmanın kalıntıları, onu tekrar bu dairenin için çekip bayağılaştırmakta, özünü yok etmektedir, tıpkı yukarıda bizzat bizim kullandığımız “İnsan kavramını yaratan ve kullanan insanın kendisi, aslında bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin ve onun üzerinde yükselen burjuva uygarlığının yarattığı bir insandır” ifadesinde olduğu gibi.
Tarih’te nasıl Roman yoksa, Dram yoksa, İnsan da yoktur.
İnsan da Roman gibi, modern toplumun ürünündür. Tarihte başka romanlar yoktu.
Başka dramlar yoktu. Trajediler, komediler, destanlar; masallar, lirik şiirler
vardı ama dram yoktu, çünkü birey yoktu, insan yoktu. Eğer tarihte başka
insanlar da olsaydı, aralarındaki ilişkiyle üretim ilişkilerini oluşturan,
başka romanlar, başka dramlar da olurdu.
Kapitalizm öncesinde, insan, toplumun dışında ve ondan
bağımsız olarak; toplumu oluşturan bir atom gibi düşünülemez bile.
İşte Marks’ın satırları, tam da bu noktada, karşı çıktığı ve
yıkmaya uğraştığı burjuva uygarlığının kategorilerine bağlı kalmaktadır. Tarihe
ve Topluma Burjuva uygarlığının kategorileriyle bakmaya başlamaktadır birden
bire. Halbuki Üretici Güçler ve Üretim İlişkileri kavramı, pek ala bu anlamda
“İnsan” olmadan da olabilir. “İnsan”, Tarihsel Maddeciliğin içinde bir Kör
Bağırsak’tır
Tarih boyunca, “insan” ancak toplum aracılığıyla var
olmuştur. İnsan’ı anlamak, toplumsal ilişkileri anlamakla olur; Toplumsal
ilişkileri anlamak için insanı anlamaktan yola çıkılamaz. Eğer insan diye bir
şey varsa ve muhakkak söz etmek gerekirse, “İnsan” bir toplumsal ilişkidir. Nasıl
bir makine, bir iktisadi ilişki içinde bir üretim aracı olabilirse; insan (Homo
Sapiens) denen biyolojik varlık da, ancak bir toplumsal ilişki içinde İnsan
olabilir. Bu ilişkinin, somut toplumlarda ve tarihte nasıl bir ilişkiye, yani
nasıl insanlara (toplumsal ilişkilere) karşılık düştüğü ise, ancak toplum
türlerinden hareketle anlaşılabilir. Toplum türlerini belirleyen ise, son
duruşmada Üretim Güçleri’dir.
İnsan’ı ancak toplumsal
ilişkiler; bu ilişkilerin biçimi
anlamında kullandığımızda, bir didaktik araç olarak, bir eski alışkanlık
olarak, İnsan’dan söz etmenin bir anlamı olabilir. Ama o anlamda zaten bilimsel
olarak bir insan kavramına ihtiyaç yoktur; o toplumsal ilişkilerin karşılığı,
bir kot olarak kullanılmaktadır. O insan insan değildir; birey değildir;
toplumsal ilişkilerin tümü anlamındadır. Onları yaratan bir şey değil; onların
karşılığı bir kottur. Bu ilişkilerin çok özel bir döneminde bu insanlar birey
anlamında insanlar olurlar ve birey anlamında insan fikri oraya çıkar. Birey
anlamında insan kavramının kendisi belli bir toplumsal ilişki biçiminde var
olur.
Burada şu unutulmasın, bu satırlardaki eleştiriler,
Marksizm’in özeleştirleridir; bu eleştiriler bizzat Marks’a dayanmaktadır. Tıpkı ilk otomobillerin at arabaları
biçiminde olması gibi; tıpkı üretim ilişkilerinin o güne kadar var oldukları
üretim ilişkileri içinde gelişmesi gibi; Marks, yeni bir kavram sistemini ve
teoriyi, burjuva uygarlığının kavramlar ve kavrayışlarını bol bol kullanarak
açıklamaktadır. Marks’ın ortaya attığı yeni kavramlar ile onu açıklamakta
kullandığı kavramlar arasında bir çelişki bulunmaktadır. Bir yandan Üretim
İlişkileri kavramını ortaya koymakta; bir yandan onu bir bakıma burjuva
toplumunun toplumsal sözleşme yapan bireyi gibi insanlar arası ilişki gibi kullanmakta
ve öyle ifade etmektedir. Marksizm aydınlanmanın çocuğudur çünkü. Yine Marks’ın
kendi ifadesiyle “Geçmiş kuşakların mirası yaşayanların üzerine bir kabus
gibi çök”mektedir.
*
Tekrar ederek başlayalım.
Sosyal Hayvan “Zoon Politikon” anlamıyla İnsan
kavramı Biyolojik bir kavramdır; sosyolojik bir kavram değildir.
“Birey” Anlamında, aralarında yaptıkları anlaşmalarla
veya ilişkilerle “Toplum” veya Üretim İlişkilerini yarattığı varsayılan anlamda
İnsan kavramı ise, modern toplumun örgütlenmesinin dayandığı; modern
toplumun dininin bir kavramıdır. Bu anlamda da bilim dışı (ideolojik)
bir kavramdır; sosyolojik bir kavram değildir.
Sosyolojik olarak, İnsan
modern toplumun dininden olandır. Yani Müslüman ya da Hıristiyan’dan farklı
bir kavram değildir. İslam dininden olana nasıl Müslim deniyorsa, Dinin bir
inanç olduğunu; özel ve politiğin ayrı şeyler olduğunu söyleyen ve bu kabule
dayanan dinden olanlar da İnsan’dır. İnsan kavramının biricik sosyolojik
karşılığı budur.
Örneğin kendisinin İslam inancında olduğunu, yani dinlerin
bir inanç olduğunu söyleyen bir Müslüman, eğer kendisinin kendisi hakkındaki
yargısıyla değil, sosyolojik olarak değerlendirilirse, Müslüman değil,
İnsan’dır. Bir İnsan, hem Müslüman hem
de İnsan olamaz; hem Hıristiyan hem de İnsan (yani birey) olamaz. Tıpkı hem
Alevi hem Sünni olamayacağı gibi.
Hıristiyan, Alevi, Müslüman, Budist’ler vs. de İnsan olamazlar. Bu gün
Budizm’e inandıklarını; İslam’a inandıklarını; Alevi inancında
olduklarını söyleyenlerin hepsi, İnsan’dırlar, Alevi, Müslüman veya Hıristiyan
değildirler. “İnsan” olmak, birey olmak, modern toplumun dininden; yani dinin
inanç olduğunu söyleyen dinden olmaktır.
İnsan ancak bu anlamda, hukuki ya da biyolojik bir kavram
olmaktan çıkar, bilimsel ve sosyolojik bir adlandırma haline gelir. Tam da bu
nedenle, sosyolojik bir kavram olarak insandan tarihte söz edilemez,
dolayısıyla da onlar aralarında ilişkiye girip, üretim ilişkilerini de
yaratamazlar.
“Üretim İlişkileri”, Tarihsel Maddecililiğin bir
kavramıdır, sosyolojik bir kavramdır. Ama bu kavramı açıklamakta
kullanılan insan kavramı sosyolojik bir kavram değildir. Üretim İlişkileri
kavramı için ne biyolojik, ne de ideolojik (birey anlamında), ne de sosyolojik
anlamıyla (yani modern toplumun dininden olan anlamında) “insan” gerekmez.
Üretim İlişkilerinin bireyler arası bir ilişki gibi görülmesi, bütünüyle modern
kapitalist toplumda var olabilir; onun altyapısının incelenmesiyle bu
anlaşılabilir. Onu böyle görmenin kendisi, modern toplumun dininin dayandığı
temel bir dogmadır.
Ne var ki, bu çok farklı anlamların, hep aynı sözcükle
karşılanması ve ortaya çıkan karışıklık, bu kavramların modern toplumun dininin
kavramları olarak kullanıldığını gizlemektedir. Örneğin İnsan’dan söz
edildiğinde, onun “zoon politikon” anlamında söylendiği, dolayısıyla bunun
bilimsel bir kullanım olduğu sanılmaktadır. Ama biyolojik bir kavramı,
sosyolojik bir kavram olarak kullanmanın hiçbir bilimsel değeri yoktur, o
sadece ideolojik bir kavrama bilimsel bir görünüm sağlar, yanılsamaya yol açar.
Yani burjuvazinin ya da modern toplumun dini, başka bilgi
veya bilim dallarına ait olan kavramları, tamamen başka anlamlarda bizzat kendi
örgütlenmesinin temeli olan kavramlar olarak kullanmakta ve kendi ideolojisine
onlar aracılığıyla bilimsellik maskesi takabilmesidir.
Örneğin Burjuva toplumunun örgütlenmesinin dayandığı insan
kavramı, ideolojikliği çok açık olan bu kavram, biyolojik anlamda insan
kavramının ardına gizlenerek, sosyolojik bir kavram gibi kullanılmaya
başlandığı an bütün sosyoloji, burjuva toplumunun örgütlenmesinin bir aracına
dönüşür. Aslında açıklanması gereken şeyin kendisi, sanki bir açıklama
aracıymış gibi görünür.
Aynısı, daha önce Beşikçi Eleştirisi’nde de gösterdiğimiz
gibi, Din veya İnanç kavramında da olur.
Burjuva sosyolojisi, aydınlanma, dini inanç olarak tanımlar.
İnanç, tıpkı insan kavramının sosyolojik bir kavram olmayıp biyolojik
bir kavram olması gibi, sosyolojik olmayan epistemolojik bir kavramdır.
İnanç, bundan başka aynı zamanda hukuki, burjuva toplumunun örgütlenmesinin temeli
olan bir kavramdır; Özel’e ait, politik olmayan anlamına gelir ve
özel ve politik ayrımı; yani burjuva toplumunun örgütlenmesinin temeli buradan
çıkar.
Kavramın bu biçimiyle ideolojik, hukuki, burjuva toplumunun
örgütlenmesine ait bir kavram olduğu çok açıktır. Ama bu inanç kavramı,
epistemolojik inanç kavramının, bilimsel olanın zıddı anlamandaki inanç
kavramının ardına gizlenerek, sosyolojik bir kavram gibi ortaya çıkar. Bu andan
itibaren, sadece din kavramının kendisi değil, sosyolojik analizin tüm kavramları
da birer ideolojik kavram haline dönüşür.
Nasıl olur bu?
Sosyolojik olarak, Din inanç değildir. Din tüm üstyapıyı
kapsar; üstyapının somut görünümüdür. Ve bu nedenle; Dine din
(inanç) denmesi de bizzat, modern toplumun dini, yani modern toplumun tüm üst
yapısının somut bir görünümüdür.
Din tüm üstyapı olarak ele alındığında, dinin anatomisini,
yani yapısını veya o yapının işlevlerini incelerken, ideoloji, sanat, hukuk,
politika, ahlak vs. dini oluşturan yapıyı analizin araçları olabilir ve
böyle kullanılabilir. Bu anlamda, bu kavramlar sosyolojik analizin kavramları
olabilir. Ama böyle olmaları için, her şeyden önce, dinin içinde; dinin
analizinin araçları olmaları ya da dini oluşturan öğeler olarak ele alınmaları
gerekir.
Ama Din, bir “inanç”, bir “ideoloji”, bir “bilinç
biçimi” olarak tanımlandığı an, bu kavramların hepsi; dinin yanı sıra;
tıpkı din gibi, modern toplumun örgütlenmesinin araçları olan, hukuki ve
ideolojik kavramlar haline dönüşürler. Artık o andan itibaren açıklamanın
araçları değil, bu yeni anlamlarıyla bizzat açıklanması gereken fenomeni
oluştururlar. Yani niçin bu kavramların dinin yanı sıra denerekten anlamlandırıldığı açıklanması gereken
fenomendir; tıpkı dinin niçin inanç olarak tanımlandığı gibi. Bunu somutlamaya
çalışalım. Çünkü farklı içeriklerin aynı sözcüklerle karşılanması, bunun
anlaşılmasını olağanüstü zorlaştırmaktadır.
Şöyle bir örnek verelim. Sanat veya estetik, ister modern
ister antik veya arkaik olsun, dinin dışında var olamaz. Laik olduğu söylenen
modern sanat da, laiklik, yani dini inanç ve özel olarak tanımlamak modern
toplumun dini olduğu için, bu dinin dışında anlaşılamaz.
Orhan Pamuk, “Benim Adım Kırmızı” adlı romanında,
minyatürde niçin perspektif olmadığını çok güzel açıklıyor örneğin. Bu onların
perspektifi bilmemelerinden değil, ki öyle olsaydı, bilmemeleri bile, bizzat
üretim ilişkileri ve o ilişkilerin ifadesi olan üstyapı yani din aracılığıyla
açıklanabilirdi, perspektifin o toplumun üstyapısıyla yani diniyle uyuşmaması
nedeniyledir. Aynı şekilde, artık perspektifsiz resim olmaması da, minyatür
olmaması da, bizzat modern toplumun dini içinde anlaşılabilir. Eskiden insan,
birey olmadığı için perspektif yoktu; şimdi bütün toplum bireylerden oluştuğu
için minyatür yoktur. Yani sanat ancak tümüyle üstyapı olarak dinin içinde
anlaşılabilir ve dinin (Üstyapının) analizinin bir aracı olabilir.
Ama dini inanç olarak, sanatın veya estetiğin yanı sıra, bir
üstyapı kurumu; bir bilinç biçimi vs. olarak aldığınız an, sadece Din kavramını
değişmiş olmaz, sanat ve estetik kavramı da; o dinin içinden; onu analizin bir
aracı olmaktan çıkar; dinin yanı sıra üstyapıyı oluşturduğu söylenen bir
ideolojik kavram haline; burjuva toplumunun örgütlenmesini sağlayan bir kavram
haline dönüşür. Ama bu haliyle artık, somut toplumda aslında din dışında bir
sanat olmadığından, ne modern, ne antik ne de arkaik sanatı, ne de dini anlamak
mümkün olur.
Ya da bunu daha açık görmek için Hukuk’u ele alalım. Tarihte
bütün hukuk sistemleri din içinde var olur. İster Alevinin Dar’ı, ister İslam’ın
Kadısı, ister Modern toplumun Hakim’i, hepsi üstyapının yani Dinin
yapılanışının bir aracıdır. Dinin dışında bir hukuk yoktur. Bizzat din dışı
olduğunu söyleyen modern hukukun kendisi, dini inanç olarak tanımlayan ve
hukukun din dışında olduğunu söyleyen hukukun içindedir. Bu nedenle, hukuku
dinin dışında anlamak mümkün değildir. Hukuk, üstyapının, yani dinin analizinin
bir kavramı olabilir.
Ama dini bir inanç, bir bilinç biçimi olarak, bir üstyapı
kurumu olarak; hukukun yanı sıra
tanımladığınız an, sadece dini inanç olarak tanımladığınız için değil; din dışı bir hukuk varmış gibi koyduğunuz
için, ki bu tam da modern toplumun dinidir, hukuk kavramını da ideolojik bir kavram haline dönüştürmüş olursunuz.
Bu anlam kayması politikadan ahlaka her alanda görülebilir.
Din dışı bir politika mümkün olmamasına rağmen, politik, dinin yanı sıra bir
üstyapı kurumu gibi tanımlandığında; üstyapının(dinin) bir öğesi olmaktan; bir analiz aracı olmaktan
çıkar, örneğin özel olmayan anlamı
kazanır. Modern toplum ise, bütünüyle bu özel ve politik ayrımına
dayanmaktadır. Modern toplumun dininin özü, özel ve politik ayrımının
kendisidir.
İşte, Tarihsel maddeciliği açıklamasının daha ilk satırında,
insan kavramıyla burjuva toplumunun örgütlenmesinin bir aracı olan bir kavramı,
sosyolojik bir kavram gibi ele alan Marks, diğer kavramlarda da aynı yanlışı
yapar. Tıpkı Burjuva uygarlığı gibi, Din’i bir inanç, bir bilinç biçimi olarak,
bir üstyapı öğesi olarak tanımlar. Dolayısıyla, onunla birlikte, Ahlak, Hukuk,
Politika vs. hepsi burjuva toplumunun örgütlenmesinin aracı olan kavramlar
haline dönüşür. Sonra da bu kavramları, sanki artık bu yeni anlamlarıyla
sosyolojik analizin kavramlarıymış gibi, Tarihsel Maddeciliğin
kavramlarıymışçasına kullanmaya kalkar. Artık oradan itibaren Marksizm bir
sosyoloji değil; burjuva toplumunun ideolojisi olur. Tarihsel Maddecilik,
Tarihsel Maddecilik olmaktan çıkar.
Tekrar alıntıyla görelim.
Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi
üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile -ki, bu, bilimsel bakımdan kesin
olarak saptanabilir-, hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi
biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna
kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir
Görüldüğü gibi, Marks, tam da dini, bir inanç, bir bilinç
biçimi olarak ele alarak, onun siyasal, hukuki, artistik, felsefi’nin yanına
koymaktadır. Ama o andan itibaren, aslında onlar da, modern toplumun dininin
kavramları haline; ideolojik ve hukuki kavramlar haline gelmiş olmaktadırlar.
Ve Marks onları, sosyolojinin kavramlarıymış gibi kullanmaktadır.
Marksizm’in bir üstyapılar teorisinin yokluğunun,
metodolojik kökleri de tam buradadır. Din dışında bütün bunların hiç birisi
olamayacağı için, bir üst yapılar teorisi de bulunmamaktadır. Bir üstyapılar
teorisi bulunmadığı için, bu kavramların burjuva toplumunun üstyapısının
araçları olduğunu görememektedir. Bunu göremediği için de, bu kavramları
sosyolojik analizin araçlarıymışlar gibi kullandığından bir üstyapılar teorisi
kuramamakta ve bu kavramlarla kuramayacağını görememektedir.
“Kendi kuyruğunu yakalayamayan kedi” metaforlarıyla
anlatmak istediğimiz; Marksizm’in burjuva toplumunun kavramlarını kullandığı
için burjuva toplumunun kavramlarını kullandığını görememesidir.
*
Peki, bu Din’i bir “inanç”, bir “bilinç biçimi”, Üstyapı’nın
bir ögesi olarak tanımlama ve tüm diğer üstyapı öğelerini de birer ideolojik
kavrama dönüştürmek ve sonra da bunları sosyolojik kavramlar olarak kullanmak, Tarih
ve Devrim kavramında nasıl bir çarpılmaya yol açmaktadır? Şimdi kısaca
onu göstermeyi deneyelim.
Din tüm üstyapı olduğuna göre, o aynı zamanda Hukuk’tur.
Yani aynı zamanda Mülkiyet İlişkileri’dir. Dinin dışında mülkiyet ilişkileri
olamaz.
Peki Mülkiyet ilişkileri nedir?
Bizzat Marks şöyle diyor:
“toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde
hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden
başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler”
Yani “Mülkiyet ilişkileri” “Üretim İlişkileri”nin
hukuki ifadesinden başka bir şey değildir. Ama dinin dışında, “Mülkiyet
İlişkisi” diye bir şey var olamadığından, din arkaik, antik ya da modern
toplumda, “Mülkiyet İlişkisi”, yani aslında “Üretim İlişkisi”sinin
ifadesidir. Dinin dışında bir “Mülkiyet İlişkisi”; Bir “Üretim
İlişkisi” var olamaz.
Bu durumda, dini anlamak için, yani bir toplumun üstyapısını
anlamak için, “Üretim İlişkileri”ni; “Üretim İlişkilerini” anlamak için onların
hukuki ifadesi olan “Mülkiyet İlişkileri”ni, yani Din’i anlamak gerekir.
Yani Din’in dışında, onun yanı sıra, “Mülkiyet İlişkisi”
olmadığına göre, “Mülkiyet İlişkisi”nin değişmesi demek, dinin
değişmesi; tüm üstyapının değişmesi demektir.
O zaman Devrim de, bir dinden diğer dine geçiş
demektir. Bir dinden diğer dine geçme olmadan, bir devrimden, mülkiyet
ilişkileri değişiminden söz edilemez.
Marks, Devrim Teorisi’ni şöyle kuruyor:
“Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu
ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı
başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla
altüst eder.”
Peki Üstyapı, Din denen şeyin karşılığı olduğuna göre; din
dışında mülkiyet ilişkileri de olamayacağına göre, o zaman yukarıdaki
satırları, Burjuvazinin din’e inanç diyen ideolojisinin kavramıyla değil de,
Bizzat Marksizm’in, Tarihsel maddeciliğin kavramıyla Marks’ın satırlarını şöyle
okumak ya da yazmak gerekir: “İktisadi temeldeki değişme, Üstyapı denen Dini
büyük ya da az bir hızla alt üst eder.”
Böyle okunduğu an, devrim
anlayışındaki bu değişme, hem tarihin
kavranışında, hem de programda
değişme anlamına gelir. Böylece hem Tarih’i hem de dinleri (yani toplumların
üstyapılarını) anlama olanağı doğar.
Örneğin, bu bize Tarihsel Maddecilik kitaplarının hepsindeki
çok temel bir eksiği açıklama ve giderme imkânı verir.
Bilindiği gibi, Marksizm’e göre bu tarihsel gidişin
devrimlerle olması gerekiyor. Ama Marksist el kitaplarında, Modern burjuva
devrimlerinden başka bir devrimden söz edildiğini bulamayız. Örneğin, (bu kavramların
yanlışlığı da ayrı bir konu olmakla birlikte) “köleci toplum”a veya “feodal
toplum”a hangi devrimle geçilmiştir? Eğer Marks’ın yukarıdaki ifadeleri
doğruysa, hızlı ya da yavaş bir devrimler olmuş olması gerekir. Ama bu yönde
bir gönderme yoktur.
(Kıvılcımlı’da “Tarihsel Devrim” kavramı vardır ama o
da Marks’ın hatasıyla malul olduğundan, dikkati çektiği devrimleri, “Üretici
Güçler” kavramının içeriğini değiştirerek açıklamaya çalışır. Yani
uygarlıkların ve uygarlık rönesanslarının aslanda dinsel, yani toplumun
üstyapısına ilişkin değişimler olduğunu söyleyemez.)
Yani mülkiyet ilişkilerini ve hukuku, dinden bağımsız ve
onun yanı sıra var olan bir şey olarak görünce, tarihteki devrimler de
tanımlanamamaktadır; Tarih devrimsiz bir tarihe dönüşmektedir.
Hâlbuki Mülkiyet ve hukuki ilişkilerin değişiminin bunlar
din dışında var olamayacağından, dinlerin değişimi anlamına geldiğini bilirsek
hemen bu sorun çözülmektedir. Peygamberler; tek tanrılı dinlere geçişler veya
efsanelerin tanrılaşmış yeni dinler kuran kahramanlarının aslında hep devrimler
yaptıkları; toplumların üstyapısının yeni bir örgütlenmesine öncülük ettikleri
ortaya çıkar. İslam veya Muhammet bir devrim ve devrimci olarak ortaya çıkar.
İsa ya da Hıristiyanlık da aynı şekilde.
Böylece, tarih kavrayışı da, o “ilkel”, “köleci”, “feodal”
tarzındaki, mülkiyet ilişkisini dinden koparan, metafizik bağlamından ve deli
gömleğinden kurtulur. İnsanlık tarihi Komün, Uygarlık ve Modern Kapitalizm
biçiminde çok net ve her birinden diğerine geçiş bir dinden diğer dine geçişe
tekabül eden bir anlaşılırlık kazanır. Bundan sonra, o dinlerin, yani üretim
ilişkilerinin karşılıklı ilişkilerinin ortaya çıkaracağı çeşitli varyasyonları
anlamak ve çözmek çocuk oyuncağı haline gelir (Bunun örneklerini, Beşikçi
Eleştirisi adlı kitapta, Alevilik, Şafilik, İslam, Budizm, Şamanizm
bağlamında ana hatlarıyla göstermeye çalıştık.)
Böylece bütün önemli din kitaplarının, destanların;
peygamberler tarihinin ve bütün felsefe tarihlerinin devrimlerin tarihini
anlattıkları veya bu devrimlerle ortaya çıkacak üst yapının temellerini
attıkları ortaya çıkar. Bu bakış aynı zamanda, aydınlanmacıya saçma görülen ve
aslında açıklanamayan dinlerin ve din kitaplarının, dinin temeli olan
tapınakların niçin böyle merkezi, tüm toplumsal hayatı kapsayan bir yeri
olduğunu; o saçma gibi görünen kitapların nasıl bu kadar etkili olabildiğini de
açıklar.
Zaten din’i inanç olarak ele alan burjuva sosyolojisi,
bizzat onun açıklama olanağını da yitirir. Bütün insanlık tarihi, hurafelere
inanışın tarihi olarak görülür.
O halde, bizlerin bütün tarih bilgisi, bütün tarih kitapları
da, modern burjuva toplumunun kavramlarıyla çarpılmış olarak tarihe baktığından
ve onu öyle aktardığından, baştan aşağı bilim dışıdır; ideolojiktir ve burjuva
toplumunun örgütlenmesinin araçlarıdır. Onlar da Modern Toplumun “Kıssas-ı
Enbiya”larıdır.
O halde tüm tarihin yeniden görülmesi ve yazılması
gerekmektedir.
Ama bu daha da önemli olarak, bizlerin geleceğe ilişkin
programında ve devrim tasavvurlarında müthiş bir alt üstlük yaratır ve şimdiki
program ve tasavvurların, burjuva uygarlığının kavramlarına sıkışmış olduğun
gösterir.
Bir çocuğun bile yapabileceği ilk çıkarsama şudur: Üretim ve
Mülkiyet ilişkisi, böyle birbirine bağlı ise, Mülkiyet ilişkisini değiştirmek
aynı zamanda dini değiştirme olmak zorundaysa, bizlerin yapacağı devrim, bir
din (Üstyapı) değişikliğine tekabül etmelidir. Bu din (Üstyapı) ne olacaktır?
Modern Kapitalist Toplumun üstyapısı, ya da dini, özel ve
politik ayrımı; din, hukuk, kişisel, estetik vs ayrımı olduğuna göre; bu
ayrımın kendisi aslında sosyolojik ayrılmazlığın ifadesi olduğuna göre;
sosyalist bir devrimin üstyapısı, her şeyden önce, burjuvazinin dininin bu
ayrımına son vermek zorundadır. Yani sosyalist devrim, Özel - Politik ayrımını
ortadan kaldıran bir üstyapı, yani din gerçekleştirmelidir. Diğer bir ifadeyle
nasıl İnsan, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı veya Alevi’yi yok ettiyse; Sosyalizm
de İnsan’ı yok etmek zorundadır. Ceza suçun cinsinden olmalıdır. Ancak o
zaman bir Sosyalist Devrim’den söz etmek mümkün olabilir.
Ama İnsan’ı yok etmek için de önce onu önce ortaya çıkarmak
zorundadır. Türk, Alman, Fransız, Amerikalı’yı yok ederek ancak İnsan’ı var
edebilir.
Ayrıca pek ala, aynı din içinde; aynı üretici güçlerin
gelişmişliği düzeyinde, farklı mülkiyet ilişkileri; yani farklı dinsel biçimler
olabilir. Örneğin, kara sabana dayanan Komün de olabilir; Kölecilik de;
yarıcılık da. Aynı şekilde, özel politik ayrımına dayanan, Ortak mülkiyet de;
özel mülkiyet de olabilir. Bunlar aynı uygarlık içindeki varyasyonlardır.
Örneğin Antik dinlerde ve çağda, Komün’ün toplumsal ağırlığı Ortak mülkiyetin
ve dolayısıyla dinin farklı yorumlarını (Tarikatler, mezhepler) getirmiştir.
Ayın şey Modern çağda da olabilir. Komün’ün yerini ezilen sınıflar aldığında,
burjuva uygarlığının dininin heretik biçimleri aynı din çerçevesinde ama farklı
mülkiyet biçimi içinde olabilir. Ve tarih olduğun da göstermiştir. Sovyetler ve
diğerleri.
O halde, Ekim Devrimi ve onun kurduğu düzen, modern toplumun
dini içinde farklı bir mezhep gibi kavranabilir. O, burjuva ya da modern
uygarlığı ve dini sorgulamamış; o uygarlık ve din çerçevesinde, ezilenlere daha
elverişli yaşam koşulları sunacak, mülkiyet ilişkileri sağlamayı hedeflemiştir.
(Bunu da tamamiyle başardığı söylenemez.)
Yani bir bakıma, Marksizm, buraya kadar gösterdiklerimizle,
bizzat kendisi, burjuva uygarlığının ufkunda kaldığından, o uygarlığın içinde
heretik bir muhalefet (zındıklık) olarak kalmıştır. Başka bir uygarlığı
programlaştıramamıştır. Dolayısıyla Ekim Devrimi, tıpkı İslamiyetin
Göçebe Oğuzlar veya Berberiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı alması
gibi; burjuva uygarlığının işçiler eliyle yayılması ve biraz gençlik aşısı
almasıdır. Onun üstyapısını sorgulamaz ve dokunmaz, aksine yayar.
Başka bir Üstyapı yani Din kurmak zorunda olan İşçi ve
sosyalist hareketin programı, kendisini, sadece mülkiyet ilişkileri ve politik
ilişkilerle sınırlayamaz.
Şimdiye kadar bütün programlar böyle oldu işçi hareketinde.
Ama böyle bir durum mümkün değildir, bizzat bu program anlayışı; dinin yanı sıra,
hukuk ekonomi, politika tarzındaki burjuva toplum örgütlenmesinin temeliyle
damgalıdır. Program tüm üstyapıyı kapsamak zorundadır. Kendisini, sadece,
ekonomik, hukuki ve politik tekliflerle sınırlayan ve bundan ötesini bilinmeze
bırakan bir program, burjuva uygarlığının kategorilerinin dışına çıkamadığı
için, o uygarlığın karşısında bir alternatif de oluşturamaz.
Program, ayrı bir Din, yani tümüyle üstyapı olmak
zorundadır. Bu, bugünkü üstyapının temelini havaya uçurmak olarak
anlaşılmalıdır; tüm ayrıntıların belirtilmesi, geleceğin toplumu için “Mutfak
reçeteleri” hazırlamak olarak değil. Yani, örneğin, özel, politik, ekonomik
ayrımına son vermek; onun kendisini sorgulamak zorundadır. Ama bunu yapabilmek
için, kendisinin öncelikle, burjuva uygarlığının kategorilerinin sosyolojik
kategoriler değil; burjuva uygarlığının kategorileri olduğunu göstermek
zorundadır. Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.
Böylece, “başka bir uygarlığı programlaştırmak” veya
“ahlaki bir boyut eksikliği” gibi birçok Marksist’in sözünü ettiği
sorunlar da bir kılıç darbesiyle çözülmektedir.
Din’in tümüyle üstyapı olduğu önermesi, Gordiyos düğümünü
kesen İskender’in Kılıcı gibidir. Marksizm’in ve sosyalist hareketin ve işçi
hareketinin kör düğüm olmuş bütün sorunları, birbiri ardından bir kılıç
darbesiyle çözülmektedir. Yeter ki bu kılıcı kullanmayı bilelim.
Bizzat Marksizm’in ve Sosyalist hareketin ve İşçi
hareketinin tarihine bu ışık altında baktığımızda, o da başka bir anlam
kazanmaktadır.
Henüz böyle bir program anlayışına ve bu anlayışın teorik
temeli olan Tarihsel Maddeciliğe varamaması, Marksizm’in ve işçi sınıfının,
onun henüz, tarihsel olarak burjuva uygarlığını aşacak olgunluğa varmadığını;
keza, o toplumun henüz olanaklarını tüketmemişliğini de gösterir. Marks bizzat önsözdeki
satırlarında kendisinin bu zaafını da açıklayan anahtarı sunmaktadır:
“İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir
toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu
ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla
gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme
bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman
görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi
koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar”
*
İşçi hareketi, bir bakıma, çürümüş imparatorluk veya
uygarlıkları yıkan, ele geçiren, ona ilk zamanlarının dinamizmini veren ama onu
başka bir kaliteye, daha üstün bir uygarlığa geçiremeyen göçebe fatihlerin
durumuna benzemiştir.
Her devrim, daha yayılırken, aynı zamanda çürümeye
gerilemeye de başlar. İster Hıristiyanlık, İster İslam olsun bu görülebilir. Bu
çürüyen uygarlığın dini ile dinlenmiş göçebe fatihler onu yıkarken aynı
zamanda, yayarlar. Oğuzların, Bizans ve Abbasi İmparatorluklarını yıkışı göz
önüne getirilsin.
Ama bu yayış, bizzat kendisi de aynı o dini çürüten güçlerin
etkisi altındadır. Yani Selçuklular örneğin, Abbasileri daha yıkarken,
kendileri de İslamiyet’i çürüten toplumsal güçlerin etkisi altına girerler.
Diğer yandan, yıktıklarını orijinal biçimiyle de kuramazlar, onun yozlaşmış
biçimlerine bir dinamizm verirler. Örneğin, İslam’ın ilk yıllarında Halifeler
seçilirken, bu Seçim’e bir dönüş olmaz artık. Yeni Fatihler de çökkün dönemin
soydan gelen Sultanları olurlar. İlk fetih günlerinin, eşitler arasında birinci
olan askeri önderi, kendisine taze bir soluk verdiği dinin hızlı çöküşünden de
hızlı bir şekilde, daha zaferinin kanı kılıcında kurumadan, eşit yoldaşlarını,
kardeşlerini öldürmeye başlar.
Diyelim ki Selçuklu ve Osmanlı yayılışları; göçebeler eliyle
yapılmış İslam devrimi; ya da bu devrimin yayılması idiyse; Endülüs, Berberler
eliyle yapılmış İslam devrimi yayılışı idiyse; Ekim Devrimi de; burjuva devriminin,
modern dinin, işçiler eliyle yapılması ve yayılmasıdır.
İşçiler, Ekim Devrimi’nde, bizzat, ayrı bir din olmayan;
sadece mülkiyet ve devlet ilişkilerini düzenleyen programlarıyla, başka bir din
kuracak kapasitede olmadıklarını ama o uygarlığın dinine ilk dönemlerinin
canlılığını verebilecek kapasitede olduklarını bir şekilde ifade etmiş
oluyorlardı. Bu aynı zamanda, kapitalizmin henüz olanaklarını tüketmemişliğinin
de bir ifadesiydi.
Tam da işçi hareketi ve sosyalizm, burjuvazinin dininin
ötesine geçemediği için, krize girmiş bulunmaktadır. Yani sosyalizmin ve İşçi
hareketinin krizi, bu nedenle, burjuva uygarlığının krizinin bir görünümüdür.
Burjuva uygarlığı ve dini, olanaklarını tükettiği için, işçi hareketi ve
sosyalist hareket, o dinin kabulleri içinde bir program oluşturamamaktadır.
Bir dinin gericileşmesi, yozlaşması başkadır, olanaklarını
yitirmesi başkadır. İslam daha Halifeler döneminde yozlaşmaya başlar; ama bu
yozlaşmış biçimiyle bile, hala yayılmasını sürdürür çünkü olanaklarını tüketmemiştir.
Burjuvazinin dini, Daha Thermidor günlerinde, gericileşmeye
başlamıştı; tıpkı Emevilerin egemenliği ile, halifelerin seçiminin ve silahlı
Müslümanlardan oluşan orduların tasfiyesi ile halifeliğin soydan geçişini
geçirmeleri gibi, Napolyon’un kendini İmparator ilan etmesiyle İslam devrimiyle
aynı akıbeti paylaşmaya başlamıştı. Ama bu burjuvazinin dininin, olanaklarını
tükettiği anlamına gelmiyordu.
İşçi hareketi ve sosyalist hareket esas olarak, tıpkı Komün
yaşamından yeni çıkan Oğuzlar veya Berberiler gibi, bu dinin ilk devrimci
döneminin hayallerinin ve üst yapısının peşindeydi. Buna eklemek istediği ayrı
bir uygarlık değil; o uygarlığın eşitsizliklerine ve aşırı sömürüsüne son
vermekti. Yani o uygarlıkta bir reformdu. Bunu Mülkiyet ilişkilerini değiştirerek
elde edebileceğini düşünüyordu.
Ama iktidarı ele geçirdiğinde, Yani Ekim’de, bu uygarlığın
gerici biçimlerinin de yayıcısı oldu tıpkı göçebe fatihlerin feth ettikleri
uygarlığın gerici biçimlerinin yayıcısı olmaları gibi. Burjuva uygarlığının
dini, ilk başlardaki “vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen ilk
ideallerini terk etmiş ve politik olanı, dile, dine veya belli bir toprak
parçasına göre tanımlayan gerici bir biçime geçmişti. İşçi hareketi, bir yandan
“Demokratik Cumhuriyet” programıyla bu dinin henüz devrimci döneminin
ideallerini savunurken, diğer yandan, “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”
parolası altında, bizzat kendisi, modern toplumun dininin bu gerici biçimin
yayıcısı oldu.
Ve bizzat kendi uğradığı, gençlik aşısı yaptığı dinden,
(özel savaş koşulları, Sınıfın yok olması; tecrit olması vs. gibi nedenlerle),
hiç de daha yavaş olmayan kendi çürümesi (Stalinizm) sonunda, burjuva
uygarlığının dininin, en gerici biçiminin bir yayıcısına dönüştü. Bu modern
toplumun dininin demokratik kökenlerine bile karşı çıkar oldu. Tıpkı,
Oğuzların, henüz Sünniliğin veya soydan halifeliğin olmadığı ilk İslamiyet’in
değil de, Sünniliğin yayılmasının araçları olmaları gibi.
Ekim Devrimi’ne bu tarz yaklaşım Troçki ve Lenin’lerin
yaklaşımları ile çelişmemekte, onları da içermekte ve daha geniş bir
perspektiften onları yeni bir ışık altında görmektedir. Örneğin, ABD’nin niye
içindeki cumhuriyetleri coğrafi parçalar ve bir dünya birleşik devletinin
parçaları gibi adlandırırken; İşçilerin devrim yaptığı Sovyetler’in;
cumhuriyetleri, dile, dine göre tanımlanmış uluslar halinde tanımladığı; niye
bu gün milliyetçiliğin en gerici biçiminin yayıldığını; hatta kendi çöküşünü
bile açıklamaktadır.
O halde, Ekim Devrimi, İşçiler eliyle yapılmış bir
burjuva devrimi veya burjuva uygarlığı yayılmasıdır. Burjuva uygarlığının
üstyapısını yaymış, ama ilk zamanlar onun devrimci dönemine belli bir dönüşü
içerirken, kendi hızlı yozlaşmasıyla, onun en gerici biçiminin de yayıcısı
olmuştur.
Elbette Lenin’ler, Troçki’ler Sosyalisttiler. Milyonlarca
işçi ve sosyalist, Sosyalist bir devrim yaptığını düşünüyordu. Ama yaptıkları,
özünde işçiler ve Sosyalistler eliyle yapılmış bir burjuva devrimi, daha
doğrusu bu devrimin, burjuva uygarlığının bir yayılışıydı. Bunun daha eşitlikçi
bir versiyonu amaçlanıyordu. Kaldı ki ona bile ulaşılamadı. Tarihte de
benzerlerdi vardır: Karmıta’lar gibi.
Onların sosyalist inançlarından zerrece şüphe etmiyoruz ve
kendimizin onların mücadelelerinin sürdürücüsü görüyoruz. Ama Marks’ın dedği
gibi,
“ Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı
fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında
da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme
varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle,
toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak
gerekir.”
Burada yapmaya çalıştığımız tam da budur.
09 Ekim 2005 Pazar
[1]
Teorinin gün yüzüne çıkamamış ve “Farelerin kemirici eleştirisine”
bırakılmış ilk açıklaması Alman İdeolojisi’dir.
[2]
Burada “Açıklama” sözcüğünün altını çiziyoruz. Bir teoriyi
açıklamak başkadır, uygulamak başka. Teorinin ilk genel uygulaması Komünist
Manifesto’da görülebilir örneğin.
[3]
Alıntıyı bulamadık, ama bir toplum nasıl anlaşılır bu analize nereden başlamak
gerekir diye yazdığı metodolojiye ilişkin satırlar hatırlansın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder