26 Haziran 2013 Çarşamba

Doksanlar Kuşağı ve “Gezi Hareketi” Hakkında Yirmi Yıl Önce Yapılmış Öngörüler

Aşağıda bugünkü “kreş çocukları” da denen 90’lar kuşağının henüz birer bebek olduğu veya kreşe gittiği zamanlarda gelecekte çıkacak bir hareketin sorunları üzerine onların ana-babası hatta dede-ninesi olan 68-78’lilere hitaben yazılmış bir yazı yer alıyor.
Gezi Parkı ile başlayan harekette internetin ve oradaki sosyal medyanın önemi herkesçe biliniyor.
İnternetin böylesine yaygın kullanımını mümkün kılan tarayıcıların atası olan Mosaic Netscape 0.9’un çıkış tarihi  1994’ün Ekim ayıdır. Yani bu kuşakla birlikte doğdu bu devrimin araçları.
Aşağıdaki yazının tarihi ise 1994 Ağustos ayıdır. Yani internet tarayıcılar resmen doğmadan önce, onların varlığını bile bilmeden, ama onları zımnen de öngören bir yazı.
(Türkiye’de Özel Savaş Rejimi de (1992-2002) aşağı yukarı aynı tarihlerde yerleşti.)
Yazıda gelecek bir devrimin “cyberspace”da örgütlenebileceğinden söz ediliyor.
Yazıda çevre felaketinin sorunlarına özellikle dikkat çekiliyor. Bugünkü harekette bunun önemi de herkesçe kabul ediliyor.
Yazı aynı zamanda gelecek kuşakça dilinin anlaşılamayacağını da öngörüyor.

Gerçekten de, yazının dili ve biçimi bugünkü 90’lar kuşağına eski gelebilir ve gelecektir.
Burada dilin eskiliğinden söz ederken kelimelerin bilinmemesi anlamında değil, yazılırken bilindiği varsayılanların, sorunu koyuş ve tartışma tarzının,  imgelerin eskiliği anlamında, yazıya sinen “zamanın ruhu” anlamında bir eskilikten söz ediyoruz. Bu nedenle anlaşılması güç olabilir.
Yani yazıyı şimdi tekrar yayınlayarak, bugünkü kuşakça anlaşılmaz bulunacağını öngören bir yazıyı bugünkü kuşaga sunmuş oluyoruz.
Ancak dili anlaşılmaz ve eski bulunacak olan bu yazının içeriği, bugün yeni çıkmış hareketten daha yenidir ve bugünkü hareket ilerlerdikçe yazıda tartışılan sorunlarla karşı karşıya gelecektir.
Bu kuşak da ilerledikçe, tıpkı ne kadar ileriye bakarsa evrenin zaman içinde o kadar eski halini gören teleskoplar gibi, ilerledikçe çok gerilerde kaldığı sanılan problemlerle karşılaşacaktır.
Yazı Sosyalizmin Sorunları adlı bir derginin “Sosyalizmin Sorunları” üzerine ilk sayısı için yazılmıştır.
Demir Küçükaydın
26 Haziran 2013 Çarşamba

Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe Düşünceler

ya da

Bilimsel Sosyalizm'den Ütopik Sosyalizm'e

Giriş
Frankfurt'ta yapılan toplantıda, "Sosyalizmin Sorunları"nı tartışma niyetiyle çıkacak bu derginin ilk sayısının ağırlıklı konusunun bizzat bu sorunların neler olduğunun bir dökümü olması gerektiğinde bir görüş birliği oluşmuştu. Herkes "Sosyalizmin Sorunları"ndan ne anladığını; neleri sorun olarak gördüğünü yazar; böylece hem sorunların bir dökümü; bir bilançosu çıkarılmış, hem de yayının bundan sonraki sayılarının gündemi de az çok belirmiş olur diye düşünülmüştü.
Sorunun böylece düşünülüp belirlenmesinin ardında, bizlerin, Sosyalizmin Sorunları’nı ortaya koyma yeteneğinde olduğumuz varsayımı vardır. "Sosyalizmin Sorunları"nı çözmenin pek kolay olmadığı yönünde, ifade edilmemiş de olsa bir “konsensus” olduğu söylenebilir. Buna karşılık “Sosyalizmin Sorunları”nın ortaya koyulması; bir tür dökümünün yapılması noktasında bir zorluk olabileceğine dair en küçük bir kuşku bile yoktur.
Kanımca, ilk sorgulanması gereken bu gizli varsayımdır. Ve en son söylenecek olanı en başta söylemek gerekirse; "Sosyalizmin Sorunları"nı tartışıp bir ölçüde de olsa çözümü yönünde yol kat edebileceğimizi düşünen bizler, "Sosyalizmin Sorunları"nı ortaya koyabilmenin önündeki en büyük engel; dolayısıyla büyük ölçüde sorunun kendisiyiz.
Burada kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Bizler derken, ister ister İkinci Dünya Savaşı, ister 68 kuşağından olsun; ister Anarşist, ister Komünist, ister Feminist olsun Duvar’ın yıkılışına kadar olan dönemde sol politik kültür içinde yetişmiş herkesi kastediyorum. Daha sonraki kuşaklardan katılanlar için de durum değişmez. Bugün solcu olan tek tük insanlar da ister istemez bizim politik kültürümüzün mirası tarafından şekillenmektedir. Özetle bugünün dünyasındaki sosyalist tipini kastediyorum. Yani bizleri. Diğerleri ise, henüz yok. Bir gün olacak mı? Umut edilir.
Bunun için, "Sosyalizmin sorunları" üzerine bir şeyler karalamaya geçmeden önce; bizlerin sosyalizmin sorunları üzerine tartışma yürütebilmesinin zorluklarından ve sorunlarından; ama bundan da önce, sosyalizmin sorunları üzerine yazı yazmakta kendi karşılaştığım zorluklardan söz etmek istiyorum.

Sosyalizmin Sorunları Üzerine Bir yazı Yazabilmenin Sorunları

Sosyalizmin sorunları üzerine bir yazı yazmak istiyorum. Peki bu yazının muhatabı kim olabilir? İnsan bir yazıyı yazarken kafasında, soyut da olsa, bir okuyucu tipi vardır. Onun belli şeyleri bildiği, belli sorunlar ve perspektifleri olduğu var sayılır. Aksi takdirde yazmak olanaksızdır.
Eskiden, (aslında çok eski de değil beş yıl önce, ama şu an öyle uzak bir geçmişe ait görünüyor ki) örneğin şu "Birlik mi Rekompozisyon mu? " başlıklı derleme kitaptaki yazıları yazarken zaten o toplantılarda gördüğüm, tartıştığım ve yıllardır tanıdığım ortalama bir Türkiyeli sosyalist tipinin varlığına göre yazardım.
Ne kolaymış o zamanlar yazı yazmak! Muhatap belli, Türkiyeli Sosyalistler! Ve onlarla yine onların yani Türkiye Sosyalist Hareketi'nin sorunları. .
Ama bu gün, Sosyalizmin Sorunları (Sosyalist hareketin bile değil, ki artık böyle bir şey yok; hele Türkiye sosyalist hareketinin hiç değil, böyle bir şey de hiç yok) söz konusu olunca ne kadar zor. Kafamda soyut ya da somut hiç bir muhatap yok.
Kimler olabilir bu muhataplar diye düşünüyorum. Siperin öte tarafındakilerle işimiz yok (ve zıt anlamda onlarla işimiz çok. ). Kuşağımın sosyalistlerinin büyük çoğunluğu şimdi oradalar. Bu tarafta kalanlara bakıyorum. Bunların içinde hala radikal konumları savunabilenlerin bir kısmı bir örgütsel çalışma içindeler. Ama bu politik radikallik, sosyalizmin sorunları söz konusu olduğunda müthiş bir tutuculuğa dönüşüyor. Çünkü onlar için sosyalizmin sorunları değil, çoğu kez kendi örgütleri ve kısmen de yakın gördükleri örgütlerin sorunları söz konusu ya da sosyalizmin sorunları onlar için bunlardan ibaret.
Bu bakımdan sosyalizmin sorunları, kaybedecek bir şeyi, örneğin bir örgütü, hareketi, derneği olanlarla tartışılamaz. Bunlar özgürleştirici araçlar değillerdir sosyalizmin sorunlarını tartışabilmek için; prangalardır. Böyle olunca, onları onore etmek için onların sevdiği kavramlarla ifade edersek: sosyalizmin sorunları "sırtında yumurta küfesi olanlar"la tartışılamaz. Tartışmak istesen onlar tartışmazlar, böyle moral bozucu sorunlarla kaybedecek zamanları yoktur. Onlar “iş” yaparlar ve “moral bozucu” entelektüeller değildirler.
*
Sonra bu bir örgüte angaje, sosyalizmin sorunlarının umut kırıcılığını, ciddiyetini görmeyen arkadaşlara durumun ne kadar umutsuz ve ciddi olduğunu niye göstermeye çalışayım? Çalışsan zaten kimse görmez, ama görse daha mı iyi olacak? Hayır. Hiç olmazsa illüzyonlarla da olsa bir umudu var; bir şeyler için çabalıyor ve bu çaba ve umut onların hayatına bir anlam veriyor. Aslında yaptıkları kötü de değil: kimisi reformist bir kitle partisi aracılığıyla bir manivela yakalamaya çalışıyor; kimisi “Başkan Gonzales”i hapisten çıkarmak için uğraşıyor. Ne güzel ezilenlerden yanalar ve umut içindeler. Bu iğrenç dünyada, iğrençliklere dayanabilmek için daha fazla şansları var. Belki de tam bu nedenle onlar sosyalizmin sorunlarının ciddiyetini kavramaktan tartışmaktan uzak duruyorlar. Bir tür kendini koruma iç güdüsü belki. Bunu yıkmaya ne hakkım var? Anamın Allah’a inancını yitirmesini istemem. Ne dayanılmaz olundu onun için yaşam. Bu arkadaşların dini de bu. Onların da yitirmesini istemem. Ne güzel hiç olmazsa kendilerini kandırabiliyorlar.
Biz mi? Biz, şeytanın aklına uyup o günah meyvesini yemiş ve cennetten kovulmuşuz bir kere. Geri dönüş yok. İnsanlık gibi, onun trajedisini içimizde yaşayarak sonuna kadar, gidebildiğimiz kadar gideceğiz. Onlar ise hiç olmazsa öyle yaşasınlar, bizler gibi hayatı bir yük olarak sırtlarında taşımak zorunda kalmadan. Durumun gerçekten umutsuzluğunu görüp ayakta kalabilmek çok zor. Bu ancak, sinizm ile ermişlik sınırlarının birbirine karıştığı bir bıçak sırtında başarılabilir. Kimsenin bu işkenceyi yaşamasını istemeye hakkım yok. Evet, aslında yazdıklarımı inanmışların okumasını veya ikna olmasını da istemiyorum.
*
Peki, o halde niye yazıyorum? Bu rezil dünyayı değiştirebilmenin, onun ne kadar rezil, durumun ne kadar umutsuz olduğunu bilmekten başka yolu olmadığını düşündüğüm için. Gelecekte bir sosyalizmin canlanışının, ancak, gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmaktan geçtiğine inandığım için. "Gerçek devrimcidir" diye düşündüğüm için. Aslında bizlerden sonra, eğer olursa, bir sosyalizm idealinin canlanışını yaşayacaklar için. Yani hiç tanımadığım, nasıl bir şey olacağını tasavvur bile edemediğim bir muhatap için. Bu ise öylesine zor ve olanaksız ki...
Eskiden, kapitalizm öncesinde, tekniğin bir kaplumbağa hızıyla değiştiği o "eski güzel günler"de yaşlılar toplumun tecrübelerinin yoğunlaşmış ifadesiymişler. Kapitalizm ise onları alıp değersiz yükler olarak yaşlılar gettolarına kapatıyor. Yaşlılığın bu değersizleşmesi, sadece kapitalist ekonominin yasalarından, üretken işgücü ötesindekinin bir yük olarak görülmesinden doğmuyor. Aynı zamanda tekniğin olağanüstü hızlı değişiminden de kaynaklanıyor.
Bu hızlı değişim ve değişimin de medya aracılığıyla, moda deyimiyle "gerçek zamanda" hızla yaygınlaşabilmesi sonucu kültür ve politika ilişkisi tersine dönmüş durumda. Eskiden politika kültürün önünde giderdi. Kültürel değişmeler için önce politik değişmeler yapmak gerekirdi. Şimdi ise kültürel değişmeler öyle hızlı yaşanıyor ki, politika onları izlemekte zorlanıyor. (Hatta kültürel değişimler, politikayı bir araç olarak kullanıyor. 68 politik hareketi modern kapitalizme uygun kültürde tipler yaratmaktan başka bir iş görmedi). Kültürel değişmeler öylesine hızlı ve yeni yetişen kuşakları öylesine kavrıyor ki, arasında 10 yaş bulunanlar, eskinin birkaç yüzyıllık farklılıklarını yaşıyorlar. İnsanların, örgütlerin, değerlerin çok hızlı bir moral yıpranması karşısındayız. Artık sadece makineler hızlı bir moral yıpranma yaşamıyor, insanlar, alışkanlıklar, düşünceler, taktikler, örgütler de.
Bir örnek belki açıcı olur. Lenin'in Iskra'sı ve bir gazete aracılığıyla bir örgüt yaratma girişimi, 1960'ların bizleri için bile hala bir anlam taşıyor ve bir örnek oluşturabiliyordu. Bizler, hala, okuma kültürünün insanlarıydık. Saatlerce bir konu üzerine tartışmalar yapabilirdik.
Ama bugünün ve yarının kuşakları için beş saniyeden fazla bir resmin can sıkıcı bulunduğu; CNN veya Müzik TV'nin seyircisi olarak büyümüş gösteri toplumunun çocukları veya geleceğin sosyalistleri için bunlar hiç bir şey ifade etmeyecektir. Onlar belki örgütlerini Cyberspace'da kuracaklar: onların okuma alışkanlığı olmayacak vs.
Bu nedenle yazacaklarım, geleceğin kuşaklarının sosyalizminin değil, ancak benim sosyalizmimin sorunları olabilir. Onların karşılaşacakları problemler hakkında tecrübelerimi aktarmam olanaksız. Bizler belki iyi nalbant olduk. Daha doğrusu tam nalbantlığı öğrenmiştik ki, yeryüzünde nallayacak beygir kalmadı. Traktör ortalığı kapladı. Gelecek kuşaklar için yazmaya kalkmam, traktör tamircilerine nalbantlık tecrübelerini ve nalbantlığın sorunlarını anlatmaya kalkmaktan başka anlama gelmeyecektir. Muaviye ile Ali taraftarları arasındaki savaşta; Ali taraftarı hareketin sorunları beni ne ölçüde ilgilendirdi ki? Geleceğin sosyalisti için de, eğer öyle bir şey olursa tabii, bizlerin sosyalizm sorunlarımızın benzer bir durumu olacaktır.
Hadi diyelim ki, onlar nalbantlığın sorunlarına da bir ilgi duydular. Muhtemelen yazdıklarımızı hiç anlayamayacaklar. Örneğin nalbantlıktan söz ettim, bu benzetme onlara bir şey ifade etmeyecektir. Çünkü nalbandın ne olduğunu bilmeyecekler. Ya da sınıflar savaşı ordular savaşı eğretilemesinden hareketle stratejiden, taktikten söz ettim, bunları okuyunca "militarist kafalı herifler" diye düşünecekler.
Hâsılı gelecek kuşaklarla bir diyalog olanağı da yok.
Ama ben bir sosyal hayvanım, birilerini düşünerek yazmam gerekiyor. Ya da yazabilmek için öyle düşünmem gerekiyor. Muhatabını bilmeden, bilebildiklerinin ise okumasını istemeden nasıl yazılabilir? Sanki bir muhatap varmış gibi yazmak gerekiyor. Geriye tek yol kalıyor: kendimle konuşur gibi yazmak. Kendiyle konuşana deli derler. Öyleyse, sosyalizmin sorunları üzerine aşağıdaki satırlar bir delinin kendisiyle konuşmalarından başka bir şey değildir.
Durum umutsuzdur ama ciddi değildir.

Sosyalizmin Sorunlarını Tartışabilmenin Sorunları

Bizler sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilir; ona yeni bir soluk verecek sorular sorabilir cevaplar verebilir miyiz?
Bırakalım sorunlara cevap vermeyi, acaba bu sorunlardan bir kaç tanesini, bundan on yıl sonra da "evet bu sosyalizmin bir sorunudur" denebilecek tarzda, başlıklar halinde olsun sıralayabilir miyiz?
Bazı arkadaşlar "ömrü billah sosyalizmin sorunlarını tartışacak değiliz ya, bir süre tartışır ama belli bazı geçici sonuçlara eriştikten sonra, bir yandan geri kalanları da tartışırken, diğer yandan politik faaliyete, eyleme, örgütlenmeye girmemiz gerekir" anlamında düşüncelere sahipler.
Sanılanın aksine, bugün dünyadaki en zor işlerden biri sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilmek ve tartışabilmek. Burada eklemek gerekiyor: “bir sosyalist için” diye. Sosyalizm diye bir derdi olmayanlar ya da sosyalizme düşman olanlar için ise dünyanın en kolay ve herhalde en zevkli işi sosyalizmin sorunlarından söz etmek. En kolay iş, çünkü bir toplumsal hareket, bir düşünce akımı, bir ideal olarak sosyalizm bir sorun olmaktan çıkmış bulunuyor. Görünürde böyle bir "tehlike" de yok.
Peki bizler, sosyalizm idealine bağlı insanlar için sosyalizmin sorunlarını tartışabilmenin ne gibi güçlükleri var?
Birinci ve en büyük güçlük: nesnel olarak insanlığın sosyalizme hiç bir zaman olmadığı ölçüde acil ihtiyaç içinde bulunmasına rağmen insanların bunun bilincinde olmaması; bunun için düşünmemesi ve bir mücadeleye girmemesidir. Yani bu ideale yönelik ne bir toplumsal hareket ne de bir entelektüel canlanma var.
Bu toplumsal ve tarihsel koşullar altında sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışma, yaygın; dünyadaki aydınları kapsayan; canlı bir toplumsal hareketle bin bir görünmez bağ içinde bir tartışma olmayacaktır. Bu demektir ki, bu tartışma, fiilen sosyalistlerin küçük gettosunda yapılabilir. Bunun da ne ölçüde verimli; ufuk açıcı olabileceği herhalde en iyi ortaçağ manastırları ya da Yahudi gettolarındaki düşünsel akımların tarihinde görülebilir. Tek sonuç; ilerde geniş yığınları değil ama kimi belli bir alanda uzmanlaşmış tarihçileri, semiyotikçileri ilgilendirebilecek bir kireçlenme ve fosilleşmedir.
Öncelikle bu tehlikenin bilincinde olmak; bu tartışmadan fazla umutlu olmamak, mütevazı beklentiler içinde olmak gerekiyor. Böyle olunca belki bir iki küçük sağlıklı soru sorulabilir.
Bütün zorluk sadece bu koşullardan doğan zorluk olsaydı gene iyiydi. Bir de bizlerden gelen; bu tartışmayı bu dergi sayfalarında yürütmeye kalkanlardan gelen zorluklar var.
Bu dergiye yazanlara; toplantılara katılanlara bakınca şu görülür. Kadın, Aydın, Genç (30 yaşın altında insan) yoktur. (iki kadın arkadaşın ve bir aydının yazıları bu gerçeği gizlememeli). Bir iki istisna haricinde katılanlar dünyanın altmışlı yıllarının ya da Türkiye’nin yetmişli yıllarının radikalleşmeleriyle sosyalizm idealine bağlanmış ve hala bu ideale bağlılığını sürdürmeye çalışan erkek Türk Sosyalistleridir. Ve bunların hemen tamama yakını Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde exil yaşamı sürdürmektedir.
Kadın yoktur, çünkü bizlerin geleceği yoktur. Ezilen bir cins olarak kadınların kendilerine daha fazla olanaklar sağlayacak; ezeli baskıyı biraz olsun hafifletecek gelecek vadeden oluşumları sezip onlara eğilim gösterme yetenekleri vardır.
Bu dergi sayfalarından yeni bir fikir çıkması olanağı hemen hemen sıfırdır. Çünkü 30 hatta 35 yaşının altında kimse yoktur. Tarih boyunca bütün büyük düşünceler; devrimci fikirler hep 30 yaşın altındaki, hatta 25 yaşın altındaki insanlarca yazılmış, ortaya koyulmuştur.
Aydın yoktur. Gerçi yazanların çoğu üniversitelerdeki yükselen radikalleşmeden geldiği için yüksek okul mezunu olduğundan kelimenin geniş anlamında aydın sayılabilirler ama bu aydın yokluğu gerçeğini gizlememeli. Daha ziyade militan, kadro tipi söz konusudur. 1960’ların Türkiye’sini yaşayan bilir. Her aydın kendini sosyalist addederdi. Bu, 70’lerin sosyalizme yığınsal akışının habercisiydi. Tarih boyunca hep öyle olmuştur zaten, aydınlar yığınlardan 10 - 20 yıl önce eğilimi görüp fikirsel planda yolu açarlar; on, on beş yıl sonra da yığınlar aydınların dediklerine ayaklarıyla oy verirler. Geçen yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başında Avrupalı aydınların sosyalizme akışı savaş sonrası gelişmelerin ön habercisiydi. Tersinden bir örnek de 60’lar sonrasındaki doğu Avrupa’dır. 1968’e kadar doğu Avrupa’da aydınlar rejimi soldan eleştirirlerdi. 1968 Çekoslovakya işgalinden sonra doğu Avrupalı aydınların kitlesel bir sağa kayışı; Avrupa Kültürü’ne bağlılıklarını bir ideoloji haline getirmeleri 1980’lerin sonu ve 90’ların başındaki doğu Avrupalı yığınların eylemlerinin habercisiydi. Sonuç olarak, sosyalizmin en azından kısa vadede geleceği yoktur ve bu aydın yokluğu canlı ve yaratıcı bir tartışmanın en büyük engellerinden biridir.
Ve nihayet bu dergiye yazanların hemen tamamı Avrupa’da yaşamasına ve bulundukları ülkelerde ırkçı baskılara maruz kalan bir Türkiyeli topluluğu bulunmasına rağmen, çıkaranlar arasında göçmen hareketin sosyalistleri yoktur. Yazarlar exil Türklerdir. Getto içinde getto. Türk gettolarının içinde bile değildirler. Türk sosyalistidirler. Avrupalı değildirler; Avrupa’daki göçmen de değildirler. Türkiye’de de yaşamayan Türk sosyalistidirler, ruhsal durumları; politik kültürleri; problematikleri; eğretilemeleriyle. Tabii bu da durumu iyice umutsuzlaştırıyor.
Sonuç olarak orta yaşlı; erkek, exil (sürgün), Türk sosyalistleri Dünya, Türkiye’de sosyalist bir hareket ve düşünce canlılığının olmadığı koşullarda, üç katlı bir getto içinde ne ölçüde sosyalizmin sorunlarını tartışıp, bu sorunların en azından bir bilançosunu çıkarıp; bazı sorunları çözmek bir yana; hiç olmazsa bir iki sorunu formüle edebilirler, okuyucu takdir etsin.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Bir de öznel zorluklar var.
Bunların biri bizlerin yaşından geliyor. Max Planck bir yerde, yeni bir teorinin fizikçiler arasında egemen olmasının, yeni teorinin eski teori taraftarlarını kazanması ve ikna etmesiyle olmadığını; eski fizikçiler kuşağının biyolojik ömürlerini tamamlayarak ve onların yerini yeni bir kuşağın almasıyla gerçekleştiğini yazar. Fizik gibi bir alanda böyle olan toplum bilimleri ve ideolojiler alanında çok daha böyledir. Bizler, her ne kadar söz düzeyinde sık sık yenileşmek gerektiğinden söz etsek de, yeni durumları ve onları açıklayabilen teorileri kavrama ve kabul yeteneğinde değiliz artık. Yani bizlerden yeni durumun bir kavranışı ve yeni bir yaklaşım beklemek bir yana, böyle bir yaklaşım varsa onu kabullenmemiz, anlamamız bile çok zor.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de iyiydi. Bizlerin sosyalizm anlayışlarından; bizim politik kültürümüzden ve ideolojik formasyonumuzdan gelen zorluklar da var.
Birincisi, bizlerin sosyalizmle Marksizm’i özdeş görme alışkanlığımızdır. 60'lı ve 70'li yılların Türkiye’sinde sosyalistlikle Marksistlik aşağı yukarı fiili bir özdeşlik içinde bulunduğundan, sosyalizm ve Marksizm gibi kavramları birbiri yerine kullanmak pratikte pek bir sorun yaratmıyordu. Doğru değildi ama pek bir probleme yol açmıyordu.
Bugün hala bu alışkanlıkla sosyalizmin sorunlarını tartışmaya çalışmak, Marksizm’in sorunlarını tartışmak biçiminde ortaya çıkıyor. Marksizm ise sosyalist akımlardan sadece biridir. Sosyalizm adı altında sadece Marksizm’in sorunlarını tartışmak ise, ütopik, liberter, feminist vs. Sosyalistlerle ortak bir tartışmanın, diyalogun yollarını kapamakta; tartışmayı Marksistlerin gettosuna ve özel dilinin içine hapsetmektedir. Marksizm ise hiç bir zaman olmadığı kadar, bugün, diğer eşitlikçi ve dayanışmacı, yani sosyalist öğretilerden gelen eleştiriler karşısında güçsüzdür ve onlar tarafından eleştirilmeye müthiş bir gereksinimi vardır.
Marksizm’i sosyalizmin yerine koymak yanlışıyla sorun bitmiyor. Bir de Marksizm diye bildiklerimizin Marksizm’le ilgili yanlış bilgilerle donanmış olması var. Bizler 60'lı ve 70'li yılların radikalleşmeleriyle sosyalist olup Marksizm’i tanıyanlar onu hiç bir zaman kaynağından içmedik. Suyunun suyuyla tanımaya başladık; zaman içinde kaynağına doğru yaklaşma eğilimi gösterdik. Diğer yandan kültürel birikimimiz de büyük ölçüde onu kaynağından içip hazmetmeye uygun değildi. Dolayısıyla Marksizm diye bildiklerimizin büyük bir çoğu, onun revize edilmiş; işçi bürokrasisinin ya da köylülüğün ya da burjuva sosyalizminin çıkarlarına uydurulmuş; bayağılaşmış versiyonlarından ve bunlarla ilgili yanlış anlamalardan oluşmaktadır. Bunun sonucu olarak da, sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışmanın; yanlış anlaşılmış bir Marksizm’in sorunları üzerine tartışmaya dönüşmesi; ya da sorunların bu yanlış anlaşılmış Marksizm’e göre tanımlanması muhakkaktır.
Bir örnek vereyim. Frankfurt'taki hazırlık toplantısında herkesin kafasındaki soruları şöyle kısa başlıklar altında sıralaması istendi. Bir arkadaş, artık emperyalist kuşatma altında sosyalizmin nasıl kurulabileceği gibi eskiden üzerine hiç düşünülmemiş yepyeni bir sorun ortaya çıkmıştır gibilerden bir sorun saydı. Hem de bunu söyleyen arkadaş okuyup yazanlardandı. "Tek ülkede sosyalizm olur mu? " gibi yeryüzünde en çok sosyalistin canına mal olmuş bir tartışmanın, hiç anlaşılamadan ve yok sayılarak böyle sorun formülasyonları; sosyalizmin sorunları üzerine bir tartışmanın, biz Türkiyeli sosyalistler arasında ne gibi muazzam engellerle karşı karşıya bulunduğu konusunda bir fikir verir herhalde.
Ama bizler sadece yanlış anlamaların ve bilgilerin kurbanı değiliz, bizler metodik düşünme alışkanlığından da yoksunuz. Yine aynı toplantıda, sosyalizmin sorunları diye sıralananlar, sosyalist mücadelenin örgüt, taktikler ve mücadele biçimleri alanlarına ilişkin, hatta esas olarak her derde deva bir örgüt yapısı ve demokrasisine ilişkin sorunlardı. Sanki sosyalizmin olanaklılığı, gerekliliği, onu gerçekleştirebilecek güçler, bir programımızın olup olmadığı gibi sorunlar yokmuşçasına; sanki bunlar halledilmişçesine, sıralananlar hep örgüt sorunuyla sınırlıydı.
Sorunları tartışmanın zorlukları sadece bizlerin yanlış anlamalarından da kaynaklanmıyor. Bizler bir de insanız. Unutkanlıklar ve hatalar karmaşası insanlarız. Dolayısıyla sosyalizmin sorunlarını tartışırken geçmiş ve geleceğimizin yüküyle bunları yaparız. Durumun ciddiyetini ve umutsuzluğunu kendimize bile itiraf etmekten kaçınırız; illüzyonlar yaratırız. Örneğin geçenlerde sosyalizmin sorunlarını bir grup arasında tartışırken, Çekya'da eski komünistlerin biraz fazla oy alması bir sürü arkadaşı müthiş umutlandırmıştı.
Elbet bunlar anlaşılabilir; insani durumlardır; ama o insani durumlar sosyalizmin sorunlarının tartışılmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Orada artık sosyalizmin değil; bu dünyada hala sosyalist olarak kalmaya çalışan sosyalistlerin psikolojik sorunları söz konusudur.
Bütün bu psikolojik; Marksizm’i yanlış anlamalarla; sosyalizmin yerine koymalarla; yeni teorilere karşı dirençle malul; Türk-Erkek-Orta Yaşlı-Exil sosyalistlerin, sosyalizm yönünde ne bir entellektüel canlanmanın ne de bir toplumsal hareketin bulunmadığı tarihsel koşullar içinde sosyalizmin sorunlarını ufuk açıcı bir şekilde tartışmasını ya da bu sorunları formüle edebilmesini beklemek herhalde ölü gözünden yaş ummaktan farksızdır.
Ama yine de denemeye değer can çıkmadan umut çıkmaz. Ya da can çıkmadan huy çıkmaz: bu dünyada yapabileceğimiz başka bir iş yok.


Sosyalizmin Sorunları ya da Zorlukları

Sosyalizm, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum, böyle bir toplum ideali, bu hedefe yönelik toplumsal hareketleri kapsar. Bu anlamda anarşizm ve anarşist hareketler, feminizm, ütopik sosyalizm gibi akım ve hareketlerin hepsini kapsar bu kavram.
Sosyalizmi, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum olarak, en genel özellikleriyle tanımladığımızda ise "Sosyalizmin Sorunları": eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplumun kurulabilmesinin sorunları demektir.
İlk soru ve sorun şöyle formüle edilebilir: sosyalizm, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum gerekli ve mümkün müdür?
Mümkün olup olmadığından önce gerekli olup olmadığına bakalım.
Sosyalizmin gerçekleşebilmesi her şeyden önce onu gerekli bulan ve onun için mücadeleye hazır bir toplumsal kesimi var sayar. Ezenler için sosyalizm hiç de gerekli değildir. Gereklilikten ancak bu anlamda söz edilebilir.
Ezilenler açısından tarih boyunca; yani sınıflı toplumlar tarihi boyunca, Orpheus'çuluktan, Batıni tarikatlara ve modern sosyalist parti ve hareketlere kadar hep gerekli olmuştur. Daha doğrusu onlar tarafından, sezgi düzeyinde bile olsa bir gereklilik olarak kabul görülmüştür.
Tarih boyunca böyle olması, bundan sonra da öyle olacağını garantilemez ama. Ezilenlerin sosyalizmi bir gereklilik olarak gelecekte görmemesi olasılığı ne yazık ki ortaya çıkmış bulunuyor. Elbette ezilenlerin ve yoksulların kendi konumlarına bir tepkileri daima vardır ve olacaktır. Ama bu tepki otomatik olarak eşitlikçi bir toplum idealine ve ona dayanan hareketlere yol açmaz; çoğu kez baskı ve sömürüye uğrayanın baskı ve sömürüyü yapanlar arasına katılma çabasına yol açar. Son yılların bütün önemli toplumsal hareketleri bu özellikle donanmıştır. Bütün doğu Avrupa ulusları zenginler arasına, Avrupalılar arasına katılmak için duvarları yıktılar. Bu hareketlerin hiç birinden, kendi iç dinamiğiyle olsun eşitlikçi bir toplum idealine yönelik bir hareket doğmadı. Doğmaması bir yana, böyle eğilimleri de gelişimi içinde boğdu geçti. Marks, Engels, Lenin zamanında devrimler, yığınların sokağa çıkması onları eğitiyordu, bugün sersemleştiriyor. Bu doğu Avrupa'daki bürokratik diktatörlükler nedeniyle sosyalizmin diskredide olmasının yol açtığı geçici bir durum mudur? Yoksa kökleri derinde bulunan daha genel bir eğilimin bu çakışma nedeniyle pekişmesi midir? Henüz kesin bir şey söylenemez.
Ancak şu görmezlikten gelinemez. Kapitalizm, bütün diğer üretim yordamlarından farklı olarak bir geniş yeniden üretim yordamı. Sürekli değişiklikler, teknik yenilikler aracılığıyla emek üretkenliği ve toplumun zenginliği muazzam ölçülerde artıyor. Öyle ki bu artış, hayatın var oluş koşullarını bile tehdit edebiliyor. Bu artış sonucu ortaya çıkan toplumsal zenginliğin çok büyük bir bölümü küçük bir azınlığın elinde kalsa da, geri kalanı, en alt tabakaların bile hayat seviyesinde belli bir değişmeye yol açabiliyor. Bu durumda yeryüzündeki milyonlarca yoksul ve baskıya uğrayan insanın şöyle düşünme olasılığı gelişiyor:
"Evet sosyalizm güzel bir şey ama hiç bir başarı şansı yok. Şimdi onun için mücadeleye başlasak, bir sürü zulüm ve baskıyla karşılaşacağız. Hadi diyelim ki, bir ülkede olsun sömürücüleri başımızdan attık. Bu ülke kapitalist ülkeler denizinde tecrit olacak. Kapitalist Ülkeler onu tıpkı dün Irak'a, Somali'ye, Panama'ya yaptıkları gibi muazzam güçleriyle ezip geçerler. Diyelim ki onların çelişkilerinden yararlanıp bir süre ayakta kalabildi. Onların tehditlerine göğüs gerebilmek için ulusal hasılasının büyük bölümlerini savunma gibi harcamalara ayıracak. Bu onun gelişmesini refaha kavuşmasını engelleyecek. Yoksullukla birlikte rüşvetten bürokrasiye kadar bütün problemler teker teker bizi feth edecek. Biz belki bir iki nesil, bir gün bütün bunların son bulacağı umuduyla en büyük fedakarlıkları yapacağız. Ama bütün bunlar karşı tarafın zenginliği karşısında hiç bir işe yaramayacak. Muhtemelen çocuk ve torunlarımız bizler gibi umutsuz bir dava için hayatlarını feda etmektense kısacık ömürlerinde belki konfor içinde yaşama umuduyla tekrar kapitalizmi seçecekler. Eh madem dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz, onca acıya ve çabaya ne gerek var. Hikayede olduğu gibi biz bu boku niye yiyelim? * "
Bunun geçici bir ruh hali olduğu umut edilir, ancak geçici olmama olasılığı çok güçlüdür. Benzeri durumlar aslında Tarih'te de vardır. Herhangi bir uygarlığa karşı devrimci, eşitlikçi baş kaldırılar genellikle o uygarlığın doğuş ve gelişme aşamalarında ortaya çıkıyor. Ancak o uygarlık bir kere kendini pekiştirdikten sonra, zenginliği ve gücüyle ezilenlerin değiştirebilme umutlarını tümüyle kırınca, ihtilalcı ve savaşçı partiler ortadan kaybolup onların yerini sufilik biçiminde kişinin kendi ruhunu kurtarmaya yönelik eğilimler ortalığı kaplıyor.
Bizler kapitalizmin ömrünü doldurduğu gerekçesiyle de hareket ediyorduk. Marks-Engels 1848'lerde böyle olduğunu düşünmüşlerdi; 48 yenilgisinden sonra onun dinamizmine ve yayılışına bakarak bu öngörülerinin yanlış olduğunu söylemişlerdi. Sonra emperyalizm aşamasına girince; evet o zaman değildi ama şimdi öyle oldu dendi. 1917 devrimi, 1929 buhranı, İkinci Dünya savaşı ve savaş sonrası kimi gelişmeler bu öngörüyü doğrular gibiydi, ama şimdi görüyoruz ki, Ekim Devrimi, 2. Savaş sonrası devrimler onun ömrünü doldurmasından ziyade gençliğinden; henüz gücünü pekiştirememesinden dolayı ortaya çıkmışlar. Aslında tam da artık gençliğini yitirdiği dönemde ona meyden okuyacak güç yok.
Bu durumu açıklayabilmek için İslam tarihi bir örnek olabilir. İslam uygarlığı doğduktan sonra, Abbasiler dönemine, hatta onun ortalarına kadar, sürekli silahlı partilerin direnişinin tehdidi altında kalmıştır. Tıpkı kapitalizmin son iki yüzyıl boyunca yaşadığı gibi. Hatta Karamıtalar, Sovyetler Birliği benzeri eşitlikçi bir devlet bile kurmuşlardır. Ancak bütün bunların hepsi teker teker ezilmiştir. Sonunda tıpkı bugünkü kapitalizm gibi İslam Uygarlığının gerçekten çürümeye başladığı dönemde artık ona karşı hiç bir devrimci güç kalmamıştır. Sonraki Batıni ayaklanmalar da, aslında bu kuralı doğrular. Onlar İslam Uygarlığının yeni girdiği bölgelerde; henüz yeterince oturamadığı bölgelerde, örneğin Anadolu'da ortaya çıkarlar. İhtilalcı hareketlerin yerini ise Sufilik almıştır; tasavvuf almıştır. Ta kapitalizmin doğuşuna ve modern sınıfların ortaya çıkışına kadar da bu durum süregelmiştir. Bugün de benzer Sufilik eğilimleri son derece yaygın.
Eğer böyle ise, kapitalizme karşı güçlü direnişlerin çağı bitti ise; bugün gözlenen baskı, sömürü ve yoksulluğa karşı tepkinin içe kapanma ya da ezen ve sömürenler arasına katılmaya çalışma biçimine dönmesi geçici değil de tarihte görülen türden bir eğilimin ifadesi ise, sosyalizmin en büyük sorunu bir sorun olmaktan çıkması olacaktır. Onu gerekli gören toplumsal gruplar, hareketler, sektler değil ama yığınsal partiler olmadıkça, ortada ne sosyalizm ne de onun sorunları olabilir.
Bu tehlike, sosyalizmi gerekli addeden, onun için mücadeleye hazır bir sınıf, tabaka veya hareketin olmaması, sadece yukarıda sözü edilen tarihsel eğilimle de ilgili değil. Muhtemelen başka süreçler de, şu "gösteri Toplumu" gibi kavramlarla ifade edilen süreçler de pek uğurlu olmayan eğilimlere yol açıyor.
Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sına doğru bir gidiş var. Kapitalist uygarlığın bu kitapta anlatılan bir topluma giderek daha çok benzediğini görüyoruz. Öyle bir dünyada Gammalar hiç bir zaman Alfaların egemenliğine son vermeyi düşünmüyordu. Bugünkü gösteri toplumu giderek öyle bir topluma benziyor. Saraybosna'da üzerlerine bomba yağarken Müzik TV'den Michael Jackson dinleyerek dans eden gençler imgesi, böyle bir toplumun şimdiden gerçek olduğunu kafalara balyozla vuruyor. Eskiden imgeler, hayaller gerçekliğe benzerdi. Artık gerçek hayallere benziyor. Hayalleri insanlar değil, insanları hayaller oluşturuyor. Sonra bu hayallere göre oluşmuş insanlar yeni hayaller yaratıyor.
Son yıllarda felsefi, ya da sosyolojik en çarpıcı düşünce ve kitapların medyaya ilişkin olması ve bunların son derece kötümser sonuçlara ulaşmaları bir rastlantı olmasa gerek. Bu gidişin sonuçlarının ne olacağı şimdiden bilinemez, ama yığınlar arasında eşitlikçi bir toplum fikri ve hareketinin oluşması bakımından pek de hayırlı olmadığı ortada.
Sosyalizmin gerekliliği sorusu böylesine problemlerle yüklü. Ama sosyalizmin sorunlarını tartışabilmek için, bu problemlerin olmadığını var sayarak, mümkün olup olmadığı sorusuna geçelim.

Sosyalizm mümkün mü? Büyük bir olasılıkla artık değil

Sosyalizmin olanaklılığı her şeyden önce insanlığın devamını var sayar. Ama insanlığın var olabilmesi pek zayıf bir olasılıktır artık. Kapitalist geniş yeniden üretim, bulunduğu ortamı dönüştürerek sonunda dönüştürecek bir şey kalmayınca kendisi de yok olan bakteriler gibi o müthiş üretim gücüyle hayatın ve insan toplumunun var oluş koşullarını ortadan kaldırıyor. Ve belki de çoktan kaldırdı bile. Bu geri dönüşü olmayan süreçlerde muhtemelen kritik değerler çoktan aşıldı bile. Tarihsel iyimserlikle malul biz sosyalistler bu sorunun önemini görmeme ve küçümseme eğilimindeyizdir daima. Ancak Amerikanvari bir benzetmeyle ifade edilirse: bir gök delenin tepesinden aşağıya hızla düşen bir adama, düşme olayının sonuna kadar hiç bir şey olmaz. Bugün insanlık da bir gökdelenin tepesinden hızla aşağı düşüyor ve muhtemelen bütün zorluklara rağmen sosyalizm paraşütünü açsa bile çok geç kalmış olacak.
Tarih yitirilmiş fırsatlar mezarlığıdır, tıpkı insan hayatı gibi. İnsan varlığının sürdürülmesi muhtemelen yitirilmiş bir fırsat artık. İnsanlığın var oluşu mümkün değilse, sosyalizm de mümkün değildir.
Diyelim ki, abartıyoruz, yanılıyoruz, insanlığın önünde daha birkaç on ya da yüzyıllık zaman var bu hayatın maddi koşullarının tahribi gidişini durdurabilmek için. Yine mümkün mü? Burada da başka bir sorun ortaya çıkıyor:
Marks-Engels'in bütün teorisinin, yani bilimsel sosyalizmin özü, sosyalizmin kapitalizm aracılığıyla mümkün hale geldiği varsayımına dayanıyordu. Kapitalizm bir yandan emek üretkenliğini dolayısıyla da zenginliği, refah olanağını; diğer yandan da işçi sınıfı aracılığıyla bu refahı topluma eşit olarak dağıtacak özneyi yaratıyordu. Onlar yoksulluk; üretici güçlerin az gelişmişliği düzeyinde sosyalizm olamayacağı varsayımından hareket ediyorlardı. Yoksulluk temelinde sosyalizm kurmaya kalkmak, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açar; bir kışla sosyalizminden başka bir sonuç vermez diyorlardı. Tarih bu görüşün doğruluğunu da kanıtladı. Troçki de Sovyetlerin yozlaşmasını bütünüyle Marks'ın bu görüşüne dayandırmıştı. Yoksulluk temelinde bir sosyalizm, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açacaksa, kışla sosyalizminden başka bir şey olmayacaksa, sosyalizm insanlık için yitirilmiş bir olasılık demektir.
Şu an yer yüzünde hiç bir sosyalist hareket yok. Sosyalist bir devrim ve bunun bütün dünyayı kaplaması, şöyle iyimser bir tahminle yarım yüz yıl alsın. 50 yıl sonra yeryüzündeki insan sayısı, herhalde bugünkünün bir kaç katı olacak. Emek üretkenliğinin azlığı ya da teknik gerilik nedeniyle değil, yeryüzünün maddi kaynaklarının sınırlılığı nedeniyle yeryüzündeki o kadar insanın temel ihtiyaçları bile karşılanamayacaktır. Bu sınırlı kaynaklar üzerine, insanlar, uluslar, nesiller, çeşitli gruplaşmalar arasında muazzam çatışmalara yol açacaktır. Demokrasi belli bir refah düzeyini var sayar. Böylesine bir kıtlık temelinde ise, toplumsal eşitliği, tüm topluma iradesini bilek gücüyle dayatan bir otorite sağlayabilir. Ama bu otoritenin ortaya çıkması ise, kışla sosyalizmine geri dönüşten başka bir şey olamaz. Az ekmeği eşit dağıtmak için, insanlar ekmek kuyruğuna gireceklerdir, ekmek kuyruğuna girenlerin başında bir bekçi olacaktır ve ilk ve çok ekmeği de muhtemelen o bekçi alacaktır. Böylece bütün pislikler tekrar geri dönecektir.
Denebilir ki, abartıyoruz, durum o kadar vahim değil, yeryüzünün kaynakları o kadar sınırlı değil. Bir an için bunu kabul edelim. Ama bu durumda da, en azından, "zenginliklerin gürül gürül aktığı", demokrasinin ötesindeki özgürlükler alemi, yani komünist toplum yitirilmiş bir fırsattır. Yeryüzünün kaynakları bugün bile, yeryüzündeki tün insanlara zenginliklerin gürül gürül aktığı bir toplumu bahşetmeye yetmez. Çin ve Hindistan'daki iki milyar insanın sıradan bir Avrupalı ya da Amerikalı'nın yarısı kadar su, yakıt, çelik, elektrik tüketimini hesaplayın. Yeryüzü birkaç haftada yaşanmaz olur.
Bunun bir tek yolu var, insanlığın büyük bir bölümünün yok olması. Yeryüzü bir kaç milyar insana böyle bir toplumu bahşedebilir. Komünizm ancak insanlığın büyük bölümünün yok olmasıyla tekrar bir tarihsel olanak olarak ortaya çıkabilir. Varoluşu insanların çoğunun yok oluşuna bağlı bir komünizm ise sosyalist bir düşünce ve hareketin hedefi olamaz. Komünizmi istemek, yeryüzünde bir katliam istemekle özdeştir. Bu, Ispartalılarınki gibi, köleleri kılıçtan geçiren bir düzen istemektir. Komünizm artık yoksulların ideali olamaz, yitirilmiş bir olanak olarak. Bu nedenle sosyalistlerin kendilerini komünist olarak tanımlamamaları da gerekiyor. Komünizm ideali artık bundan sonra muhtemelen, kapitalizmden canı yanan zengin ulusların ve bunların emekçilerinin bir ideali olabilir.
Burada gereklilik ve mümkünlük bölümüne bir nokta koyalım. Bu alanda sosyalizmin nasıl aşılmaz sorunlarla malul olduğu ortada. Şimdi hem gerekli hem de mümkün olduğunu var sayalım. Yani insanlar sosyalizmi gerekli görecek; onun için savaşma gücünü kendinde bulacak ve ne teknik gelişme ne de yeryüzünün kaynakları eşitlikçi ve dayanışmacı refah toplumunun kuruluşu için bir engel teşkil etmeyecek. Burada özne sorununa geçelim. Bunu hangi özne gerçekleştirebilir?
Cevap, en azından klasik biçimiyle İşçi Sınıfı'dır. Gerçekten de kapitalizmin yeryüzünde büyüttüğü tek toplumsal grup işgücünü satarak yaşayabilenler kitlesidir. Ancak, ekonomi politik bakımından aynı konumda olmak otomatikman aynı sosyolojik ve politik özelliklere yol açmaz. Bu sadece bir olanağın yolunu açar o kadar. Evet kapitalizm insanları ücretliler haline getiriyor ama aynı zamanda onları bölüyor da.
Biz sosyalistler, biraz da özlemlerimizin ifadesi olarak, kapitalizmin işçileri çoğaltma ve birleştirme eğilimi üzerine vurgu yaptık hep; onun bölücü eğilimlerini ise daha ziyade yanlış bilince, bilinçsizliğe, burjuvazinin propagandasının etkisine, eski üretim biçimlerinin kalıntılarına vs. dayanarak ya da bu noktalara vurguyu yaparak açıklamaya çalıştık. Aslında, kapitalizmin işçileri birleştirme eğilimi aynı zamanda bölme eğilimiyle birlikte var olmaktadır. Tıpkı artı değerin düşme eğilimi gibi. Kapitalizmde bu eğilim vardır ama, bu eğilim aynı zamanda kendine zıt eğilimleri de yaratır ve kendine zıt eğilimlerle birlikte bulunur.
Evet, kapitalizm bugün dünya çapında, tarihte hiç görülmemiş bir güç, iktisadi bakımdan türdeş konumda bir toplumsal grup yaratmıştır ve bunu her gün yaratmaktadır da. Ne var ki, bu güç şimdi tarihindeki en büyük bölünmeyle maluldur.
19 yüzyılda, en azından batı Avrupa ve kuzey Amerika'daki toplumsal olayları açıklamak için, işçi sınıfı, burjuvazi, büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi; burjuvazi içinde de finans, sanayi, ticaret burjuvazisi gibi alt bölünmeleri açıklayan kavramlar yetiyordu. Bu kavramlarla Amerikan İç Savaşı'ndan, Bonapartizme, Çartist hareketten 1848 devrimlerine kadar bütün önemli tarihsel olayları esas olarak açıklamak mümkündü. Tersinden ifade edersek: bu kavramlar olmadan 19 yüzyıl batı Avrupa tarihini anlamak mümkün değildir.
Yirminci yüzyılın tarihini ise, sadece bu kavramlarla açıklamak olanaksızdır. 20 Yüzyılın tarihini anlamak için sosyalist (sosyal demokrat) ve komünist partilerin ve "sosyalist" denmiş devletlerin toplumsal yapısını açıklayan bir teoriniz olması gerekir. Böyle bir teoriniz olmadan, ne faşizmi, ne Stalinizmi, ne savaş sonrası refah döneminin reformist "sosyal devlet" politikalarını yani tarihe yön veren temel güçleri açıklayamazsınız. Bu da işçi Sınıfı içi bürokrasi (sendika ve devlet bürokrasisi, aşağı yukarı sosyal demokratlarla komünistlere ve Sovyetler, Çin, Doğu Avrupa'ya denk düşer) kavramı olmadan olanaksızdır.
Ama günümüzün tarihini anlamak için bu kavramlar yetmez artık. Daha doğrusu bundan sonrasının yaşayacağımız tarihi. Dünya işçi sınıfı, zengin ve fakir ülkeler arasında muazzam bir bölünmeye uğramıştır. Bu lanetli bölünmeyi kavramadan, bu yönde kavramlarımız olmadan en azından Sovyetlerin ve doğu Avrupa'nın çöküşünden beri yaşanan olayları; hatta bizzat bu çöküşün izlediği yolu anlamak olanaksızdır. Körfez savaşından, Somali'ye; Berlin Duvarı'ndan Eski Yugoslavya’daki savaşa; AİDS'ten Dünya Nüfus Konferansı'na; İslamiyet’in yükselişinden Brezilya Ormanları'na kadar bir çok olayı bu bölünme ile biraz olsun kavramak mümkündür ama.
Bu bölünmenin lanetli sonuçlarının ne olacağını biraz kavramak için; işçilerin zengin-fakir ya da siyah-beyaz olarak bölünmesinin en canlı örneği Güney Afrika'ya bakmak gerekir. Beyaz işçiler hiç bir zaman, siyah işçilerin hakkı için savaşmadılar hata aksine, onların kendilerine rakip olmaması için, kendi zümre çıkarlarını korumak için, burjuvazinin üretim tekniklerine bağlı ihtiyaçlarından doğan kimi ayrımcılığı hafifletici tedbirlere bile en sert biçimde karşı koydular. Bugün Avrupa'da veya zengin herhangi bir ülkede yeryüzünde işgücünün serbest dolaşımını savunan, (küçük devrimci, çoğunlukla da anarşist ve troçkist, gruplar dışında) hiç bir beyaz işçi örgütü yoktur. Bir de geçen yüzyılda, beğenmediğimiz 2. Enternasyonal için böyle bir talebin olmamasının bile düşünülemeyeceğini göz önüne getirelim, aradaki fark daha iyi görülür. Bırakalım serbest işgücü dolaşımını talep etmeyi, beyaz işçiler, toplumun en ırkçı ve ayrımcı kesimlerinden birini oluştururlar.
Bu durum yanlış bilinçle, ırkçı propagandayla filan açıklanamaz. Ortada tıpkı Güney Afrika'daki türünden ama bu sefer dünya ölçüsünde bir bölünme vardır. Ortada yanlış bilinç değil beyaz işçiler zümresinin kendi zümre çıkarlarını savunması vardır.
Bu durumda, yeryüzünün beyaz işçilerinin, yani şu zengin ülkelerin işçilerinin sosyalizm için mücadele etmesi, ölü gözünden yaş beklemek olur. Onlar elbette kendi hakları için, burjuvaziye karşı mücadele ediyorlar ve bunu oldukça iyi da yapıyorlar, ama bu kendi zümre çıkarları için mücadeleden başka bir anlama gelmiyor. Bu zümre çıkarı uğruna mücadelelerin ise, dünya işçi sınıfının genel çıkarı mücadelesine dönüşmesi olanaksız gibi. Bu kendi imtiyazlarından fedakarlık etmek anlamına gelir. Yeryüzünde tarih boyunca hiç bir toplumsal grup kendi imtiyazlarından genelin çıkarı için vaz geçmemiştir, aksine bu yöndeki girişimlere en kanlı direnişleri göstermiştir. Beyaz işçinin, yeryüzünde eşitlikçe bir düzen için mücadele etmesi demek, bugünkü iki üç odalı evinin bir odasını Bombaylı ya da Somalili bir aileyle paylaşması demektir. Hiç bir işçi bunun için devrim falan yapmaya kalkmaz. Ama o evinin bir odasını, mademki hepimiz insanız ve bütün insanlar eşittir diyerek paylaşmak isteyen, mülteci ya da Emigreye (Göçmene) karşı her şeyi yapmaya hazırdır.
Beyaz işçiler belki sosyalizm de isteyebilirler. Ama bu onların yeryüzündeki imtiyazlarını koruyan ve aynı zamanda meta üretimine değil de planlı bir ekonomiye dayanan ama ırkçı bir sosyalizm olabilir. Bunun için önceki bölümde bir refah ve bolluk toplumu olarak sosyalizmin ya da kısa adıyla komünizmin artık dünyanın yoksulları tarafından istenemeyeceğini söyledik.
Ama zengin ülkelerin işçileri; yani şu en modern ve kültive olmuş; varolan kapitalizmden daha ötede bir toplumu örgütlemeye yetenekli tek toplumsal güç artık nesnel olarak yeryüzünde bir sosyalizmi istememe eğilimindeyse, şu soru ortaya çıkıyor: sosyalizmi hangi güç gerçekleştirebilir. Yeryüzünün siyah işçileri mi? Onlar ise yüzden fazla ulusa ve onun içinde ayrıca zümrelere bölünmüş durumda. Bütün yeryüzünün geri ülkelerinde senkronize bir devrim olanaksızdır. Birinde yada bir kaçındaki devrim ise hemen hemen hiç ayakta kalma şansına sahip değildir. Tüm kapitalist dünyanın boykotu ve askeri tehdidi karşısında yaşayamaz.
Marks, Engels, Lenin, Troçki, Lüxemburg gibi klasik sosyalistlerin hiç birisi, ileri ve zengin ülkelerde bir sosyalist devrim olmaması, bunun olanaksızlığı üzerine düşünmediler bile, onlar için Rusya gibi geri ülkelerde bir sosyalist devrim, bu ülkelerdeki sosyalist devrime bir itilim verebilecek fazladan gelmiş bir olanaktı adeta. Bu devrimi yapanlar da, ileri ülkelerde bir devrimin olanaksızlığını düşünmemişlerdi. Onlar bütün stratejilerini, ileri ülkelerin işçisi devrim yapıncaya kadar zaman kazanmaya, ayakta kalabilmeye dayandırıyorlardı. Hatta Lenin, Rusya'da bir demokratik devrimin Avrupa'da bir sosyalist devrimi kışkırtacağını, bırakalım sosyalist bir devrimi bir yana Rusya'da bir demokratik iktidarın bile ancak bu olasılıkla ayakta kalabileceğini düşünüyordu 1905'lerde.
Şimdi aynı mantığa bağlı kalarak soruyu şöyle sormak gerekiyor: Geri bir ülkedeki bir sosyalist devrim ileri ülkelerdeki sosyalist bir devrimi kışkırtamayacağına göre ne yapmak gerekir? (Hatta devrimi kışkırtmak bir yana ancak kendine karşı saldırıyı kışkırtabilir. Böyle bir devrim ayakta kalabilmek için dünyanın diğer yoksul işçilerini kazanmak, dolayısıyla dünya çapında bir düzen önermek ve de beyaz işçilerin varolan imtiyazlarını tehdit etmek zorundadır. ) Böyle bir soruya Marks, Engels, Troçki, Lenin, Lüxemburg, hepsi normal olarak, "bu umutsuz bir durumdur, yapacak bir şey yoktur. İnsanlık tarihinin zengin ve sanayileşmiş ülkelerin işçilerinin yeniden devrim yapabilecekleri bir dönemini beklemek gerekir" bir cevap verebilirlerdi.
Yeryüzünde sosyalizmi istemeye istekli tek güç, dünya işçi sınıfının siyah işçiler zümresidir. Yeryüzü işçilerinin büyük çoğunluğunu oluşturan bu zümre sosyalizmi nesnel olarak isteyebilir ama bunu kurmaya gücü yetmez. Bunu yapabilecek beyaz işçiler ise istemez. Çıkmaz buradadır.
Aslında bu çıkmazı biz sosyalistler hariç, yeryüzündeki milyonlarca insan, günlük pratik hayattaki deneyleriyle görüyor, hissediyor, seziyor. Bu nedenle de yeryüzünde eşitlikçi bir toplum uğruna mücadeledense, kişisel olarak ya da Doğu Almanlarda olduğu gibi uluslar halinde, gemisini kurtaran kaptandır deyip, zenginlerin arasına katılmaya çalışıyor. Katılamazsa da "dertsiz başına" bir de sosyalizm deyip "dert açmak" istemiyor.
*
Hadi diyelim ki, beyaz işçiler hakkında yanıldık ya da dünyanın işçilerinin bölünmesi öyle önemli değil, ya da siyah işçiler bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede.
Ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır. Önce bir programımız yok. Eskiden vardı, ama artık yok. Nasıl burjuva devleti ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise, aynı şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları da sınıfsız bir topluma gidişte bir araç olarak kullanılamaz. Otobanlarıyla; turizmiyle; televizyonuyla bugünkü uygarlık sınıfsız bir toplumun oluşumuna hizmet edemez.
Bu ders birçok sorunları beraberinde getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş dönemi sadece burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle (proletarya diktatörlüğü) sınırlı kalamaz; aynı zamanda bütün bu maddi uygarlığın dönüştürülmesini içeren bir geçiş dönemi de gereklidir. Hatta bugün gelişmiş olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor olacağı yerlerdir.
Ama bu aynı zamanda bizim programımız olmadığını da ortaya çıkarır. Başka bir uygarlığı programlaştırmamız gerekiyor. Bir anlamda mutfak reçeteleri yazmak gerekiyor. Marks geleceğin mutfağı için reçeteler yazmam diyordu. Ama biz gelecekte yaşıyoruz. Meşhur deyimiyle gelecek çoktan başladı. Ama bu da, yeniden dairenin kapanması ve ütopizme geri dönüş olmuyor mu?
*
Bir diğer zorluk, tarihten geliyor. Tarihsel maddeciliğe göre, yeni olan var olan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşünce doğar. Ama soyut bir kavram olarak TOPLUM'un tarihinde böyledir bu. Somut tarihte ise Toplum diye bir şey yoktur. Uygarlıklar, Uluslar, İmparatorluklar vs. Vardır. Ve o somut tarihte, bir düzeni yıkan gücün onun içinden çıktığı hiç görülmemiştir. Kapitalizm ya da Burjuva uygarlığı antik uygarlıkların bağrında, onu yıkarak çıkmadı. O tabiri caizse dünyanın kenarlarında ayrı biçimde, o güne kadar oluşmuş uygarlıkların yarattıkları koşulardan yararlanarak; onların üzerinde ama aynı zamanda dışında; batı Avrupa'da -o zamanlar Avrupa Dünya'nın "kenarı"ydı- ortaya çıktı. Aslında bütün insanlık tarihi öyledir. Bir üretim biçimi; kendine uygun üretim ilişkilerini ortaya çıkarınca tutuculaşır, bir denge kazanır; kendi içinden kendini yıkacak unsurlar çıkamaz. İnsanlık ilk bahçeciliği Anadolu, Kafkaslar'da keşfetmiştir. Ama bu bahçecilikten, tarım uygarlığına geçiş, Mezopotamya'da gerçekleşmiştir. Tarım uygarlıkları Nil, İndus, Dicle, Frat, Ganj, Sarı Nehir kenarlarında gelişmiş ama büyük ticari ve demire dayalı uygarlıklar; Anadolu, İran, Akdeniz kıyılarında ortaya çıkmıştır. Kapitalizm Akdeniz değil Atlas Okyanusu kenarında otaya çıkmıştır. Bütün bunlar eşitsiz gelişim ile özetlenebilir. Ama bu özet, bir sorunu gizlememeli. Eğer böyle ise, kapitalizmin yerini alabilecek bir uygarlık da ABD, Japonya ya da Avrupa'da değil, başka bir yerde; onun bağrında değil, onun dışında ortaya çıkabilir.
Bu durumda şöyle bir soru da ortaya çıkıyor: eskiden dünya büyüktü ve kenarlarda bir yerlerde yeni bir şeylerin doğabilmesi için hala bir olanak vardı. Bugünkü küçücük dünyada; Coca Cola'nın girmediği bir köy bile kalmamış dünyada bu olanak yitirilmiş değil midir?
Yani kapitalizmin kendi içinden değişimi mümkün görülmediği gibi; dışından bir şeyin oluşup onun yerini alması olasılığı da ortalıkta görülmüyor.
*
İşte sosyalizmin problemleri bunlar. Bunlar ki, aslında problemler kataloğunun çok küçük bir bölümü. Ama "barut yoktu" gibilerden temel bir bölümü.
Durum böylesine umutsuz?
Peki bu durumda ne yapmak gerekir?
Önce kendimize, insanlığa ve ezilenlere karşı dürüst olmak gerekiyor. Yani aman insanlar umutlarını yitirirler; moralleri bozulur bu da mücadele azimlerini azaltır gibilerden gerekçelerle kaçamaklar yapmadan durumun, umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, rezaletini açıkça ortaya koymak gerekiyor. Bunu başarmadan bir tek adım bile atmak mümkün değildir.
Peki bu umutsuzluktan; sosyalizmin, adeta olanaksızlığından hiç bir şey yapmamak gibi bir sonuç çıkar mı? Eğer bir "bilimsel sosyalist" iseniz evet, ama bir ütopik ya da ahlaki sosyalist iseniz hayır.
Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Marks-Engels'in günahını almayalım. Onlar bilimsel olarak dünya tarihi sosyalizme doğru bir gidiş içinde olduğu kanıtlandığı için sosyalist değillerdi; onlar bu bilimsel kanıtlar olmadan da sosyalisttiler; inançlarına bir de bilimsel kanıtlar bulmuşlardı. Bilimsellik sosyalist olmanın bir nedeni değil, o uğurda mücadelenin bir aracıydı. Sonra bu ikisi yer değiştirdi. İnsanlar, bilimsel olarak sosyalizm tarihin gidiş yönünde bulunduğu için sosyalist olmaya, ya da sosyalistliklerini böyle ifadelerle gerekçelendirmeye başladılar. Bizler de politik kültürümüzü böyle edindik.
Peki, bilimsel olarak, sosyalizmin mümkün olmadığı kanıtlansa, sosyalist olmamak mı gerekiyor? "Bilimsel Sosyalist" iseniz, tabii bizlerin politik kültüründen bir "bilimsel sosyalist" iseniz öyle.
Ama sorunu şöyle de koyabilirsiniz? Ezen var ezilen var. Ben ezilenden yanayım. Bu dünya rezil, iğrenç bir dünya, bu iğrençliğe karşı, dayanışmacı, eşitlikçi; kara değil insanların ihtiyaçlarına, hatta yeryüzündeki tün canlıların ve yaşam koşullarının dengelerine göre üretim yapan bir düzen gereklidir. Bilimsel olarak mümkün olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Ben tercihimi siperin bu tarafında yapıyorum. Bu ahlaki bir seçimdir ve ütopik bir sosyalizmdir; yani zorunluluğu ya da olanaklılığı bilimsel olarak kanıtlanmamış ve böyle bir kanıtlamaya ihtiyaç duymayan bir sosyalizmdir.
Ezilenlerin artık gerekçesini ahlaki bir seçimde bulan bir sosyalizme ihtiyaçları var ve ancak böyle bir sosyalizm onların mücadelelerine hizmet edebilir. Bundan sonra Bilimsel Sosyalizm muhtemelen, sosyalizme karşı güçlerin sosyalizmin olanaksızlığını kanıtlamalarının ve ezilenleri bu uğurda mücadeleden vaz geçmeye çağırmalarının aracı olacaktır. Böyle bir silahı onların elinden alabilmek için, bizler, onlardan önce, yine bilimsel sosyalizmle durumun umutsuzluğunu açıkça söylemeli ve tam da bu umutsuz durum nedeniyle, mücadele etmekten başka yapacak hiç bir şey olmadığı için insanları sosyalizm için mücadeleye çağırmalıyız.
Elbette bilimsel sosyalizmin teorik araçları, yöntemleri, kavramları bu uğurdaki mücadelede durumu daha iyi kavrayabilmek; güçleri daha iyi belirleyebilmek, hatta bizzat ahlaki sosyalizmimize neden olan koşulları açıklayabilmek için kullanılabilir ama artık gerekçemiz bilimsel değil, ahlaki bir seçimdir. Bunun içindir ki bu yazının başlığı bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme.
*
İşgale uğramış bir ülke düşünün; o ülkenin bütün ahalisi işgalcilerle işbirliği içinde ya da ona can atıyor. Bu işgale direnmek gerekir diyenleri bir kaşık suda boğmaya hazırlar.
O işgale direnmek isteyenler ise; işgalciyi kovmak için ne yapacaklarını; kovmaya güçlerinin yetip yetmeyeceğini; kovsalar yerine ne koyacaklarını, hasılı hiç bir şeyi bilmiyorlar.
Ne yapılabilir?
İnsanları tam da bu umutsuzluktan dolayı savaşa çağırmak gerekiyor. Evet bizim durumumuz umutsuz; ama işbirliğine devam ederseniz o zaman hiç mi hiç umut yok demek gerekiyor.
Daha zengin bir hayat için değil; yok olmamak için mücadeleye çağırmak gerekiyor.
Sorun sosyalizmi daha kabul edilebilir; daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin "biz fakirlikte değil; refahta eşitlik istiyoruz gibilerden" ehlileştirmelere açıktan karşı çıkmak gerekiyor. Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul edilebilir hale getirmeliyiz; "yoksullukta eşitlik" önermeliyiz.
Zaten sorunların açıkça ortaya konuluşu başka bir öneriye olanak tanımaz.
Bütün bildiğimiz her şeyi unutmamız gerekiyor. Sosyalist bir hareketin doğup doğmayacağını; doğarsa hangi güçlere hangi örgüt ve mücadele biçimlerine dayanacağını; hiç bir şey bilmiyoruz. Her şeyi bir öğrenci olarak; içinde yaşayarak, yeniden öğrenmeyi öğrenmeliyiz.
Ömer Seyfettin bir hikayesinde "vatan bayrağın dalgalandığı yer değil midir" diye bir söz söyletir ihtiyar forsaya. Bizler de nerede bir baskı ve sömürü ve ona karşı en cılız da olsa insani bir direniş varsa orada yer almalı; onun içinde yaşayarak o yeni doğan biçimleri tanımaya anlamaya çalışmalıyız. Örgütler kurmaya falan kalkmamalıyız. Artık hattı müdafaa yok sathı müdafaa vardır. Bugün yapılacak iş ordulaşmaya kalkmak değildir. Olamaz da zaten böyle bir şey. Çeteleşmektir yapılacak iş. Nerede bir direniş varsa; hatta bu direnişi yapanlar eşkiyalar bile olsa onların yanında yer almaktır.
Kendi problematiklerimizle o küçük direniş tohumlarını boğmaktan kaçınmalı; aksine onların problematiklerini öğrenmeye, kavramaya çalışmalıyız.
Kapitalist toplumun gözeneklerinde onun zayıf anını kollayan virüsler gibi, mikroplar gibi yaşamalıyız. Sivrisinekler gibi onu sürekli vızıltılarımızla rahatsız etmeli; fareler gibi kemirmeliyiz.
Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir sosyalizm tohumu; belki bir olasılık olarak sosyalist bir hareketin kristalizasyonunda bir maya rolü görebilir.
Unutmayalım, en son kaos teorilerinin kullandığı bir metaforla ifade etmek gerekirse, Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil, açabilir, bu küçücük de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir: Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak. Kim bilir belki Amerika'da bir kasırga kopar!
01.08.1994
Demir Küçükaydın







* Bu hikaye şöyledir. Bir köylü traktör alır ve pazara kasabaya giderken bir başka köylüsüne gel seni de götüreyim der. Giderlerken yolda kocaman bir manda boku görürler. Traktörü olan diğerine "Ye şu boku vereyim sana bu traktörü der". Öbürü de Traktörü alabilmek için oturup boku yer. Akşam dönerlerken ikisi de durumdan hoşnutsuzdur. Bu sefer başka bir bok gördüklerinde, traktörün yeni sahibi olan, eski sahibine "ye şu boku vereyim sana traktörünü geri" der. Bu sefer de o boku yer ve traktörü geri alır. Artık köye gelirlerken traktörün sahibi, "yahu sabahleyin traktör benimdi, şimdi gene benim; sen yanımda oturuyordun, şimdi gene ordasın. Peki biz bu boku  niye yedik?" der.

Hiç yorum yok: