10 Kasım 2013 Pazar

Atatürk ve Kemalizm Üzerine Dört Eski Yazı

Bugün 10 Kasım, Atatürk’ün ölümünün yıl dönümü.
Aşağıda Atatürk ve Kemalizm üzerine biri yirmi yıldan daha fazla önce diğerleri on yıldan daha fazla yıl önce yazılmış dört yazı var. Buün elbette kimi formülasyon ve kavramları daha farklı kullanırdık ama esas olarak oralarda belirtilen görüşlerin doğru olduğu ve olayların gelişimince de genel olarak doğrulandığı kanısındayız. 10 Kasım 2013 Pazar

(1992) Kemalizmin Yerini Ne Alacak?

Aslında ilk olan "Son Türk Devleti"nin dayanağı ve ideolojisi olan Kemalizm ömrünü doldurmuş bulunuyor. Bu ideoloji bugün hala devletin resmi dini olmaya devam ediyorsa, bu, onun insanların kafasındaki egemenliğinden, ideolojik gücünden, yaygınlığından değil; ideoloji dışı bir unsurun, Osmanlı'nın yaşayan ruhu Türk Ordusu'nun silahlarının fizik gücünden dolayıdır.

Bir ideoloji, yaratıcılığı; diğer ideolojiler karşısındaki entellektüel üstünlüğü; genç kuşaklar arasındaki etkisiyle geleceğe damgasını vurabilir ve yaşama yeteneğinin kanıtlarını sunar. Kemalizm’de ne yaratıcılık, ne de entellektüel üstünlük var. Dolayısıyla genç kuşaklar arasında hiç bir etkisi yok.
Genç, eğer bir üniversite öğrencisi ve Yupi adayı ise muhtemelen Kemalist değil; "yeni sağ"ın Türkiye versiyonu olan "Özalizm"in bir taraftarıdır. Özalist olmak için de Özal'ın taraftarı olmak gerekmez. Genç, eğer şehir varoşlarının bir Türk işçisi ya da işsizi ise muhtemelen politikleşmiş bir radikal islamcıdır. Genç eğer bir Kürt ise, zaten Kürtleri yok sayan Kemalizme karşıdır.
***
Kemalizm son yirmi yılda dört koldan gelen eleştiriler karşısında tam bir ideolojik bozgun yaşadı.
İlk eleştiri sosyalistlerden geldi. Sosyalistler Kemalizmi "çağdaş uygarlık" hedefi bakımından değil; bu hedefe ulaşmak için izlediği yollar bakımından ve bu yollarla o hedefe ulaşılamayacağı bakımından; daha eşitlikçi ve demokratik bir bakış açısıyla eleştirdiler. Sosyalistlerin bu eleştirisi, hem Kemalizmin hem de bizzat Türk sosyalist Hareketinin temelindeki Aydınlanmacı niteliğiyle, "Burjuva Uygarlığı"nın bir eleştirisine varamadığı için, yarım bir eleştiri olarak kalmıştır. Radikal bir Kemalizm eleştirisi Türk Sosyalist Hareketinin kendi hedeflerinin ve tasavvurlarının bir özeleştirisi olmadan mümkün de değildir.
Türk Sosyalist Hareketinin kısa vadede böyle bir özeleştiriyi geliştirme şansı da yok. Yeni kuşaklardan, yeni sorularla sosyalizme bir akım, bir gençlik aşısı yok. Erezyona dayanıp ayakta kalabilenler ise 60'lı ve 70'li yılların Türkiye ortamının şekillendirdiği insanlar. Artık gençliklerini soluyamayan kuşaklar. Olaylar onlarda yeni sorulara yol açmaktan ziyade, onlara eski cevaplarının yeni kanıtlarını sunar gibi görünürler.
Max Planck bir yerde, fizikçiler arasında eski bir teorinin yerini yeni bir teorinin almasının, eski fizikçilerin yeni teoriye ikna olmalarıyla değil, onların ölüp gitmeleri ve yeni kuşağın onların yerini almasıyla gerçekleştiğini söyler. Fizikte böyleyse Toplumsal alanda daha da böyledir.
Sosyalistlerin Kemalizm eleştirisi, hedefler eleştirisinden, yani radikalizmden yoksun olduğu için Doğu Avrupa'nın çöküşüyle birlikte tüm ampirik ikna gücünü de yitirmiştir. Sosyalizmin önüne koyulacak bir "Demokratik" sıfatıyla bunun kazanılabileceğini sanmak, gerçek sorunlardan kaçmaktır.
Bu nedenlerle, eğer bir mucize olmazsa, Sosyalizm bugün Kemalizme bir alternatif değildir.
Kemalizme ikinci eleştiri Politikleşmiş Radikal İslam'dan geldi. Son yıllarda büyük bir entellektüel canlılık gösteren bu akım, kemalizmin hedefini, "Çağdaş Uygarlık" projesini özellikle Batı'daki eleştirel Marksist çeverelerin eleştirilerinden hareketle, ama çözümü Kuran'da bularak eleştirdi. Bu eleştiri aynı zamanda Türk Sosyalist Hareketinin de eleştirisi oldu ve onun karşısında çözüm yollarıyla ve cevaplarıyla değil ama ortaya attığı yeni sorunlarla entelektüel üstünlük sağladı.
Kemalizme üçüncü eleştiri bizzat kendi elleriyle yetiştirdiği burjuvaziden geldi. Turgut Özal'da en bilinçli ifadesini bulan bu eleştiri, Kemalizmi direk olarak karşıya almadan onun bütün tabularını kemiriyor: "Yurtta Sulh Cihanda Sulh"un yerini "bir koyup beş alma"lar, "büyük oynama"lar, "Türk Asır"ları; "Milliyetçi"liğin yerini "federasyonu bile tartışmalıyız" lar; "Devletçi"liğin yerini "Liberalizm"ler; "Halkçı"lığın yerini açıktan işçi düşmanlığı; frak, smokin ve gravatın yerini şort ve blucinler; "İlelebet payidar kalacak Cumhuriyet"in yerini "İkinci Cumhuriyet" tartışmaları çoktan almış bulunuyor.
Burjuvazinin bütün sıkıntısı Kemalizmin yerini alacak sistemli, Türkiye koşullarına adapte olmuş bir ideolojiyi hala şekillendirememiş olmasında yatıyor. Baykal ve M. Yılmaz'ın oluşturmaya çalıştıkları yeni imajlar; A. Menderes'in girişimleri hep bu arayışın ve bunalımın ifadeleri. Özal bütün bu opsiyonlar içinde yaptıklarıyla ve tasarılarıyla en atak ve uzak perspektifli olma özelliğini koruyor.
Kemalizme dördüncü eleştiri Kürtlerden geldi. Kürtlerin eleştirisi hemen hemen sadece Kemalizmin Kürt gerçekliğini yok sayması noktasındandır. Bu eleştirinin hiç bir versiyonunda hedefler eleştiri konusu değildir. Hatta kimi versiyonlarında yollara bile eleştiri yoktur. Bu eleştiri ideolojik bakımdan çok yüzeyde kalan bir eleştiridir de. Kürtlerin Kemalizme yönelttiği eleştirinin gücü “eleştiri silahı”ndan değil, “silahların eleştirisi”nden gelmektedir.
***
Kemalizmin yerinin ne alacağını, Türk Ordusu'nun fizik gücü ile Kürt Gerilla Hareketinin fizik gücü arasındaki çatışmanın sonuçları belirleyecektir.
Eğer Kürt Gerilla Hareketi, Türk Ordusu karşısında kesin bir üstünlük sağlarsa. Bu Türkiye'nin ikinci kategoriden de olsa gelişmiş ülkeler arasına katılması, tipik bir Avrupa'lı ülke olması sonucunu verir. Ama bu aynı zamanda Kemalizmin "çağdaş uygarlık" amacına ulaşması da demektir. Kemalizm göremeyeceği zaferinin şerbetini kendi cellatının elinden içmiş olur.
Bu durumda Kemalizmin yerini sosyalizm, Türk Sosyalist Hareketinin kısırlığı nedeniyle alamaz. Ama o demokratik Burjuva Cumhuriyeti 60 ve 70'li yılların sosyalistlerinden, ihtiyacı olan kadroları tabur tabur bulur.
Eğer Türk Ordusu, Kürt Gerilla Hareketi karşısında kesin bir üstünlük sağlarsa, Türkiye'nin "Batılılaşma" yolu tümüyle kapanmış olur. Kemalizm askeri zaferiyle kendi mezarını kazar.
Bu durumda Politikleşmiş islam, “Ulus” yerine “Ümmet”; "Batı" yerine "Doğu" ideolojisiyle Türk ve Kürt burjuvazisine, hem bu ulusları bir arada tutabilecek hem de dünya ölçüsünde ona hareket alanı sağlayabilecek tek alternatif olarak ortaya çıkar.
En büyük olasılık ise Türk Ordusu ve Gerilla hareketinin birbirine kesin bir üstünlük sağlayamadığı; Türk ordusunun yıprandığı, çürüdüğü bir durumdur. Bu durumda da Kemalizmin yaşama şansı olmayacaktır. Bu durumda Kemalizmin yerini Özalizm alacaktır. Dünya burjuvazisinin de, Türk burjuvazisinin de, bugün radikalleşen Kürt hareketi karşında sesini kesmiş bulunan Kürt burjuvazisinin de tercihi bu yöndedir. Bu durumda Türkiye "Bask tipi çözüm”le İspanya, Portekiz, Yunanistan benzeri bir yarı Avrupa'lı Akdeniz ülkesi olur.
Türk ordusunun Kürt Gerilla Hareketi karşısındaki zaferi de, yenilgisi de, patı da Kemalizmin sonu olacaktır. Yerini ne alacağı henüz belli değil. Ama belli olan bir şey var. Kemalizmin mezarı Osmanlı'nın "Kürdistan" dediği topraklarda bulunacaktır.
Demir Küçükaydın
01.12.1992
Hamburg
(Bu yazı Özgür Güdem’de yayınlanmıştı.)

(2001) Stalinizm ve Kemalizm

Stalinizm ve Kemalizm arasında en kaba gözlemcinin bile dikkatini çekecek paralellikler vardır. Bu paralellikler onların öze ilişkin kimi ortaklıklarının yansımasıdır.
Her ikisi de, varlıklarını borçlu oldukları sınıfların zayıflığı temelinde, bu sınıfların demokrasisine karşı, bürokrasinin bir karşı devriminin adı ve ideolojisidir. Celladı oldukları devrimlerin vasiyetini, tıpkı Napolyon ya da Bismark gibi yukardan ve diktatörce yöntemlerle uygularlar. Bu nedenle Bonapartist bir karakterleri vardır.
Stalinizm, Ekim devriminden sonra, muazzam bir köylü ülkesinde işçi sınıfının küçüklüğü ve uzun iç savaş ve müdahale yıllarında fiilen yok oluşuyla pekişen zayıflığı temelinde egemen olmuştur. Kemalizm ise, Türk ve Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, korkaklığı ve cılızlığı temelinde.
Türkiye'de elbette adam gibi bir burjuva devrimi görülmedi ama "Kurtuluş Savaşı"na karikatür de olsa burjuva demokratik devrim olarak bakılırsa, paralellikler daha çarpıcı olur.
Ekim Devrimi ve izleyen ilk bir kaç yılın Türkiye burjuva devrimindeki karşılığı, Osmanlı ordusunun fiilen çöktüğü, iktidarın silahlı çeteler ve Ankara'daki Türkiye Büyük Millet Meclisinde bulunduğu, Çerkez Ethem'in tasfiyesine kadar olan dönemdir. Çerkez Ethem ve Kuvayı Milliye çeteleri, bir bakıma, Lenin-Troçki ve iç savaşın Kızıl Ordusunun karşılığıdır.
Çerkez Ethem'in tasfiyesi, Ali Fuat Cebesoy'un Batı Cephesi komutanlığından alınıp Moskova'ya elçi yapılması, Mustafa Suphi'lerin öldürülmesi ve iktidarın giderek Mustafa Kemal'in etrafındaki asker ve sivil bürokratların elinde toplanması ile karekterize olan dönem, Lenin'in hastalığıyla birlikte başlayan Devrimin ve Devrimi yapan önderlerin tasfiye edilmeye başlamasının karşılığıdır. Zinovyev, Kamanev, Buharin'lerin Türkiye'deki karşılıkları Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi tiplerdir. Rusya'da Kirov'un öldürülmesi bahanesiyle 30'lu yıllardaki temizliklerin karşılığı, İzmir suikastı bahane edilerek yapılan idamlar ve daha sonra Takrir-i Sükun'dur.
Paralellikler burada bitmez. Bir zamanlar bütün sosyalist kuşakların temel eğitim kitabı; karşı devrimin resmi devrim tarihi olan ve Stalinin Rus devrimindeki yerini olağanüstü büyütüp gerçek devrim kahramanlarını tarihten silen SBKP Tarihi'nin Türkiye'deki karşılığı, "Kurtuluş Savaşı"nın kahramanlarını tarihten silen ve Mustafa Kemal'in yerini, sonra elde ettiği noktadan yeniden yazan Nutuk'tur, ve tıpkı SBKP tarihinin resmi devrim tarihi olması gibi Türk "Kurtuluş Savaşı"nın resmi Tarihi olmuştur.
Kişilikler bile benzer. Stalin Bolşevik Partisinin, en yeteneksiz üyelerinden biridir, kimse onu ciddiye bile almaz; Mustafa Kemal de Osmanlı ordusunun en yeteneksiz generallerinden biridir kimse onu ciddiye almaz. Askeri ve siyasi bakımdan hiç bir göz alıcı başarısı yoktur. Her ikisi de, başlangıçta çok güçsüzdür, çatışan taraflar arasındaki dengelerle ayakta durmaya çalışırlar. Ama her ikisi de, en sıradan, ortalama tiplerden, kendilerine bağlı bir bürokratik avadanlığı adım adım oluştururlar. Hatta içkicilikleri ve en önemli kararları, akşamları bir yığın kapıkulunun sofra ahalisini oluşturduğu içki sofralarında almaları bile aynıdır.
Devrimci Yükselişin ön çıkardığı önderlerin sonraki kaderi bile benzer. Çerkez Ethem ve Troçki sürgünde "hain" damgasıyla ölürler. Tarihten isimleri ve resimleri silinir.
Elbette bu paralellikler, birisi orijinal bir işçi devriminin, diğeri ise karikatür ve suyunun suyu bir burjuva devriminin kıyaslamasının olanak sunduğu ölçülerdedir. Fransız devrimi de benzer paralellikleri sunar. Jakoben iktidarının karşılığı, Çerkez Ethem ve TBMM Hükümeti dönemidir. Thermidor karşı devrimi, Çerkez Ethem'in, yani silahlı köylü ordusunun tasfiyesidir; Napolyon'un imparatorluğunu ilan etmesi ise, Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'i ilan ederek, fiili padişahlığını başlatmasıdır.
Ne var ki, Kemalizm, Ekim Devrimi ya da Fransız devrimi gibi, dünya tarihindeki en büyük devrimlerin ardından gelen bir karşı devrim değildir. Daha baştan bürokratik bir yozlaşma özelliği taşıyan, hiç bir zaman gerçek bir sosyalist demokrasi ve işçi iktidarının yaşanmadığı, Tito'nun, Mao'nun yaptıklarına benzeyen bir yanı vardır Kemalizm'in. Eğer onlar, daha baştan bürokratik bir çarpılma içindeki işçi sınıfının son derece zayıf olduğu ülkelerdeki sosyalist devrimler olarak tanımlanırsa, Kemalizm de burjuvazinin son derece zayıf olduğu bir ülkede, daha baştan bürokratik bir çarpılma içindeki burjuva devrimidir. Her ikisinde de daha başından beri o sınıfların gerçek demokratik iktidarları hiç olmamıştır. Bu bakımdan onların dayanmayı hedefledikleri veya temsilcisi gibi davrandıkları sınıfların, orijinal iktidar biçimleri ve örnekleri farklılıklar onların ideallerini ve gelişimlerinin de farklı olmasına yol açmıştır.
Var sayalım ki, Rus devrimini bir karşı devrim izlemese ve işçilerin iktidarı ve sosyalist demokrasi var oluşunu sürdürebilse, Mao'lar, Tito'lar, böyle bir sosyalist demokrasiye geçmeyi hedef alırlardı. Ama bir yanılsama sonucu örnek aldıkları, sosyalist bir demokrasi ve işçi iktidarı değil, bürokrasinin diktatörlüğü olduğu için, daha baştan var olan çarpılmışlık azalmamış, aksine pekişmiştir ve örneğin sosyalist bir demokrasi hiç bir zaman söz düzeyinde bile hedef olmamıştır.
Buna karşılık, Kemalizm'in örneği olan kapitalist ülkelerde, genellikle burjuva demokrasisi olduğundan, Kemalizm, bir Mao veya Tito'nun bir sosyalist demokrasi hedefi olmamasının aksine, bir burjuva demokrasisi hedefine sahip olmuştur. Bu Serbest Fırka gibi deneyleri; çok partili hayata geçişi mümkün kılmış ve Kemalizm'e Stalinizm'den daha büyük bir esneklik, dolayısıyla da uzun yaşama olanağı sağlamıştır.
Bu gün Stalin'in heykelleri yıkılmasına rağmen, Atatürk'ün heykelleri hala ayakta durabiliyorsa, bunun nedeni, kazanan sınıfın tarafında olmanın yanı sıra, gösterebildiği bu esnekliktir.
Ne var ki, bu esneklik sınırlarına gelmiş görünmektedir. Genel Kurmay artık kendisini bu kadar uzun ömürlü kılan, Atatürk veya İnönü veya 27 Mayıs'ın gösterdiği esnekliği gösterememektedir. Çünkü Türkiye'de modern sınıfların gelişmişlik düzeyi ve Kürt Demokratik hareketinin yükselişi, bunun toplumsal ve sınıfsal temellerini yok etmiştir. En küçük bir esnekliğin, fiili iktidarın elden gitmesine yol açacağını görmektedir. Bunun sonucu olarak, Batılılaşma ve Demokrasi tarihsel bir hedef olmaktan çıkmakta, bir stratejik ve jeopolitik zorunluluğa indirgenmiş olmaktadır Genel Kurmay'ın Avrupa Topluluğu bağlamında belirttiği gibi. Bir ideal olarak batılılaşma ve demokrasi vurgusunun yerini; demokrasiden hiç söz etmeyen bağımsızlık vurgusu almakta, ve bir zamanlar nasıl sosyalizmi savunmak, her türlü demokratikleşme çabasına karşı, bürokrasinin iktidarını korumanın bir aracı idiyse, Türk Genel Kurmayı için de şimdi Bağımsızlık aynı fonksiyonu görüyor.
İşin ilginci, bu onu giderek, hiç bir zaman bir demokrasi hedefi olmayan Stalinizm'e yaklaştırıyor. Batılılaşma hedefinin terk edilmesi, bağımsızlık vurgusunun ardında gizleniyor. Kemalistler, şimdi de "Komünist" ve "bağımsızlıkçı" olurlarsa kimse şaşırmasın. Aslında, Aydınlık ve İşçi Partisi'nin böyle öne çıkarılması bunun bir ifadesi. Kemalizm, kendini ölümden kurtaracak son silahı Stalinizm'de buluyor. Stalinistler ise, demokratikleşmeye karşı Kemalist bürokrasinin direnişini, ve bu direnişin ihtiyacı olan ideoloji ve politikanın kendilerinde bulunması ve bu nedenle öne çıkarılmalarını, Ordu'nun anti emperyalist ve Ulusal kurtuluşçu güçlerinin etkisinin artması ve bu geleneğe dönüş gibi görüp göstererek, bu kastın egemenliğini sürdürmesi için gerekli ideolojik ve politik desteği sağlıyorlar. Kemalizm ölümünü engelleyecek son ideolojik ve politik silahları ölmüş Stalinizm'de arıyor. Stalinizm ise Kemalizm'de ölümden sonraki bir diriliş.
19 Mayıs 2001 Cumartesi
(Bu yazı Özgür Politika’da Yayınlınmıştı)

(2001) Atatürk

Atatürk, her şeyden önce bir Bizans-Osmanlı Generalidir. Bizans-Osmanlı ise, Sümerlerden beri gelen uygarlıklar, imparatorluklar ve devletler zincirinin, o doğulu; devleti her şeyden üstün tutan, bu gün moda deyimiyle “sivil toplum” denen, devlete karşı her türlü halk örgütlülüğü ve inisiyatifinde kendi varlığına bir tehdit gören ve onu yok eden kahredici devletçiliğinin son halkasıdır.
Dolayısıyla Atatürk de binlerce yıllık bu geleneğin, olağan bir cisimleşmesinden başka bir şey değildir. Bu kapıkulları için, varoluşlarının temel koşulu olan devletin varlığı ve devamlılığı kendi başına bir amaçtır. İçe işlemiş temel kavrayışta,  Devlet, insanlar, halk ya da ulus için değil, İnsanlar, ulus ya da halk devlet için vardır.
Atatürk’ün sık sık bir Jakoben olduğu söylenir. Atatürk bir Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Bir Robespiyer ya da Marat değil., bir Napoleon’dur.
Jakobenizm, burjuva karakterdeki tarihsel görevlerin “avamca”, yani geniş yoksul kitlelerin meşrebiyle, gerçekleştirilmesidir. Yoksul kitlelerin bu devrimci yükselişleri ise daima, sonradan Bonapart’ların darbelerinin kurbanı olmuşlardır. Bu sadece modern değil, bütün tarihte görülebilecek bir eğilimdir ve iki farklı tarihsel tipe karşılık düşerler. Devrimci dalgaların yükselişler, Hazreti Ali, Robespiyer, Marat, Lenin, Troçki’leri öne çıkarır; Bunu izleyen reaksiyon dönemleri ise Muaviye, Napolyon, Stalin’leri yükseltir. Birinde yoksul kitlelerin tarihsel inisiyatifi ve örgütlenmelerinin damgası, diğerinde ise bunların dağıtılması, devletleşme, devletin ve devletçiliğin damgası döneme ve tarihsel kişiliklere damgasını vurur.
Eğer buparalelliği ille de Türkiye tarihine aktarmak gerekirse, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’nın yıkılışı, Anadolu’da çeteler ve öz savunma biçiminde halk örgütlenme ve direnişlerinin gelişimine yol açmıştı. “Kurtuluş Savaşı”ndaki gerilla savaşı dönemi, bir bakıma, İslamiyet’in ilk yükseliş dönemine; veya Fransa’daki Paris san kilotlarının (baldırı çıplakların) Jakoben iktidarı dönemine; veya Ekim devriminin ilk yıllarına benzetilebilir. Eğer tarihsel kişiliklerle paralellikler kurmak gerekirse, Robespiyer’lerin, Marat’ların, Lenin ve Troçki’lerin, Ali’lerin Türkiye’deki karşılığı, Çerkez Ethem ve silahlı halktan başka bir şey olmayan çetelerdi.
Atatürk’ün yükselişi, bu Jakobenizmin ezilmesinin tarihidir. Bu da iki önemli aşamada gerçekleşir. İlk aşamada, Batılı Emperyalistler’den Londra’da garanti alındıktan sonra, kısa zaman içinde, Ali Fuat Cebesoy, Batı Cephesi komutanlığından alınır, Çerkez Ethem kuvvetlerinin tasfiyesine girişilir ve Karadeniz’de Suphi ve arkadaşları öldürülür.
Bu gelişmeler, bir bakıma, Türkiye’de Jakoben egemenliğine son veren Thermidor adlı karşı devrime benzer.
Ne var ki henüz, Fransa’da olduğu gibi Cumhuriyet henüz yerinde durmaktadır. (Yani Meclis henüz vardır ve belli bir gücü de temsil eder.
Napolyon’un bütün temsili kurumları fesh edip, kendisini imparator ilan etmesinin Türkiye’deki karşılığı ise, Cumhuriyet’in ilanıdır.
Bir bakıma, Atatürk, Jakobenliğin ve Cumhuriyet’in tasfiyesini şahsında birleştirmek ve bunu bir kaç yıl içinde gerçekleştirmek bakımından Napolyon’dan ileridir. Tasfiyenin bu hızla gerçekleşmesi de onun yeteneklerinden ziyade, demokrasi ve kitle örgütlenmelerinin cılızlığı ile devlet ve devletçiliğin güçlülüğünden gelir.
Ne var ki, İmparatorluğun ilanı, Üçüncü Meşrutiyet’in ve Padişahlığın tasfiyesi ve Cumhuriyet ilanı biçiminde gerçekleştiğinden, bu biçimsel özellikler onun özünün kavranmasını engellemektedirler. Üçüncü Meşrutiyet’te millet vekilleri iyi kötü siyasi iktidara sahiptiler, Cumhuriyet’te ise onlar, Atatürk tarafından atanan birer basit birer memurdular ve hiç bir gerçek güçleri yoktu. Cumhuriyet aslında, padişahsız bir padişahlıktan başka bir şey değildi.
Atatürk bir Bonapart’tır. Ama Bonapart’ların bir özelliği, öldürdüklerinin tarihsel vasiyetini gerçekleştirmektir. Napolyon, Fransız devriminin, Bismark 1848 devriminin tarihsel vasiyetini, yukarıdan gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. Atatürk de, öldürdüğü burjuva devriminin tarihsel vasiyetinin bir gerçekleştiricisidir elbette bir Bonapart olarak. Yalnız onlardan temel bir farkı vardır. Onların, bulundukları ülkelerde iyi kötü gelişmiş bir burjuvazi vardı, Türkiye’de ise, Ermeni ve Rum katliamlarıyla ve mübadelelerle tasfiye edilmişti bu burjuvazi. Bu nedenle, Türk Bonapartizmi, burjuvaziden ziyade, Ermeni ve Rum burjuvazisinin mallarına konan Müslüman taşra bezirganlığının ve ağalığının, politik iktidardan uzaklaştırılmasıdır.
Elde kalan tek burjuvazi, zaten Rum ve Ermeni burjuvazileri karşısında Türk ulusunu yaratarak kendine bir temel arayan Musevii burjuvazidir. Bu burjuvazi ile yaratılmak istenen ulus arasındaki kültürel kopuklukların ortadan kaldırılmasıdır o kıyafet inkılapları. Herkes şapka giyerse kimin Müslüman, kimin “gavur” olduğu anlaşılamazdı.
Ne var ki, Türkiye’deki Bonapartizm, klasik Bonapartizm’den farklı olarak, daha doğarken, tekelci ve devletçi olarak doğar. Böylece, batıda o burjuvazinin rekabetçi döneminin, kimi özellikleri bile yaşanılamaz. Atatürk’ün Devletçiliği de özünde budur.
Güçlü bir proletaryanın ve burjuvazinin olmadığı ülkelerdeki devrimler,  Çin’den Yugoslavya ve Vietnam’a kadar, daha baştan bir bürokratik deformasyonla gerçekleşirler. Bunlar hiç bir zaman Rusya’da olduğu gibi, daha sonra karşı devrimle ezilen bir işçi veya burjuva demokrasisi dönemi yaşamazlar. Sınıfın zayıflığı, daha baştan onun yerine ikame olan bir Parti-Devletin egemenliğine yol açar.
Türkiye’de siyasi yapı, daha baştan bürokratik bir deformasyona uğramış bir burjuva iktidarı olarak da görülebilir, Çin, Yugoslavya vs. gibi ülkelerle analoji içinde. Ne var ki, bu paralellikte onları yıkıma götüren tam da Kemalizm’in ömrünü uzatandır.
Onların, sosyalist örneği ve esin kaynağı, Sovyetler Birliği idi. Sovyetler Birliği ise, kendisi bizzat, bürokratik bir karşı devrimle sınıfın iktidardan uzaklaştırıldığı bir bürokratik diktatörlüktü. Dolayısıyla, İşçi sınıfının sınıf olarak iktidarı alması, yani bir sosyalist demokrasi, hiç bir zaman bir örnek olarak ortaya çıkamıyordu.
Kemalizm ise, cılız burjuvazinin yerine ikame olmuş bir bürokratik diktatörlük olduğundan, kapitalist ülkeleri örnek alıyordu ve bunlar aynı zamanda burjuva demokrasileriydi. Dolayısıyla, geri ülkelerdeki sosyalist devrimleri yapanların, demokrasi diye bir hedef ve denemeleri olmaz iken; Kemalizm’in Serbest Fıkra denemeleri ve daha sonra çok partili sisteme geçiş, ona belli bir esneklik kazandırmış bu da onun ömrünü uzatmıştır.
Eğer Sovyetler Birliği karşı devrime uğramamış bir İşçi Demokrasisi olarak var olabilseydi, İşçi Sınıfının cılız olduğu ülkelerdeki sosyalist yönelimli daha baştan bürokratik çarpılma içindeki iktidarlar için, bir model ve ideal olarak, Batı demokrasilerinin Kemalizm’e örnek olması gibi, onlara benzer bir esneklik sağlayabilirdi.
Ama Kemalizm’in ömrünü asıl uzatan, ne Atatürk’ün dehası, (ki aslında en sıradan Osmanlı generallerinden biridir, pragmatik bir politikacıdır) ne de uzak görüşlülüğüdür.
Bu gün Stalin’in heykelleri yıkılmış, Mao bir kenara itilmiş, Tito’nun adını kimse ağzına bile almaz iken, Atatürk’ün heykelleri hala duruyor ve Atatürkçülük Türkiye’nin resmi devlet dini olmaya devam ediyorsa, bu Kapitalizmin, Bürokratik diktatörlükler karşısında kazandığı tarihsel zafer nedeniyledir.
Atatürk’ün veya Kemalizmin modeli ve ideali zafer kazanmıştır; o modelin temsili niteliği ona esneklik kazandırmıştır. Kemalizm şimdilik bu tarihsel zaferin rantını yemektedir. Yoksa tarihsel ömrünü çoktan doldurmuş bulunmaktadır. Henüz öldüğünün farkında değildir. Genelkurmay destekli “Doğuluyuz”, “Asyalıyız” şiarları bu ölümün bizzat Kemalistlerce ilanından başka nedir ki?
10 Kasım 2001 Cumartesi
(Bu yazı Özgür Politika’da yayınlanmıştı.)

(2003) Kemalizm’in Özü

Stalinizm nasıl işçi sınıfının zayıflığı ve imhası  (iç savaş ve müdahale fiilen Rusya’daki İşçi sınıfını olmamışa çevirmiş, kalan çok küçük bir kaymak tabaka da devlet aygıtına kaymıştı) koşullarında iktidarı ele geçirmiş bir bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve ideolojik biçimi ise, Kemalizm de burjuvazinin zayıflığı ve imhası (Ermeni, Süryani katliamları, Rumların sürülüşü ve mübadelesi aynı zamanda burjuvazinin tasfiyesi anlamına gelir) koşullarında iktidarı ele geçirmiş bürokrasinin egemenliğinin siyasi ve ideolojik formudur.
Stalinizm’in de Kemalizm’in de özü onun bu tarihsel ve sınıfsal temellerindedir. Bu temeller anlaşılmadan onun aldığı somut ideolojik biçimler anlaşılamaz ve onun göründüğü somut tarihsel biçimlerin onun özü olduğu yanılgısına düşülür.
Stalinizm’i böyle kavradığınızda, Kruçef, Brejnev, Gorbaçov’un  aynı bürokratik kastın çıkarlarını ve iktidarını farklı tarihsel dönemler ve güç ilişkileri içinde savunmaya ve pekiştirmeye yönelik Stalinistler olduğu anlaşılır. İşin gerçeği ve doğrusu da budur. Ama Stalinizm’i, onun özünü oluşturan tarihsel ve toplumsal bağlardan koparıp, tipik idealist bir yaklaşımla, yani varlığın düşünceyi değil, düşüncenin varlığı belirlediği anlayışıyla, tanımladığınızda, o sadece bir ideoloji, bir politika, gaddarlık, cinayetler olarak görünür. Bu takdirde tanımlamanız, Stalinizm’in özüne değil, onun ilk dönemindeki görünümüne, aldığı somut tarihsel bir biçime ilişkin olur.
Tarihsel ve toplumsal temellere inmeyen tanımlamalar onun metodolojik köklerine de inemez. O tıpkı bir yer altı gövdesi gibi varlığını sürdürür ve her budamadan sonra daha güçlü olarak yeniden yeşerir. Bu nedenle, Stalinizm’i sadece bir ideoloji ve baskı ve cinayet rejimi olarak tanımlama, ne ideolojik ne de politik olarak Stalinizm’in köklerine yönelmediğinden, onun yeniden ve daha gür olarak ortaya çıkışı için bir budama işlevi görür. Türkiye’nin sosyalistlerinin Stalinizm karşısındaki tavrı esas olarak da böyledir.
Türkiye’nin sosyalistleri, Stalinizm’i ele alışlarındaki temel metodolojik yanılgıyı aynen Kemalizm konusunda da yapmaktadırlar. Kemalizm sadece somut tarihsel bir biçimiyle, bir ideoloji olarak tanımlanmaktadır. Tarihsel ve toplumsal temellerine yönelik bir tanımlama olmadığından, ne politik olarak onun toplumsal temellerine ne de yöntemsel olarak ideolojik köklerine yönelmek mümkün olmamaktadır.
Kemalizm, Osmanlı yadigarı bir bürokratik kastın egemenliğini ve çıkarlarını koruma ve pekiştirmenin çok özel bir biçimidir. Bu bakımdan Stalinizm’den çok daha güçlü bir geleneği vardır. Stalinizm bir işçi devriminin ardından bir karşı devrimle bir bürokrat tabakanın iktidara gelişiydi, Kemalizm ise, zaten iktidarda olan bir bürokrat tabakanın, bu iktidarı yeni tarihsel koşullara uyarlamasıydı. (Gerçi 1920’lerin başında, Çeteler (yani silahlı halk) döneminde, Üçüncü Meşrutiyette, iktidarın da bir ölçüde Meclis’in elinde olduğu dönemde bir ara yitirir gibi olduysa da bu dönem fazla sürmedi ve hemen Çerkez Ethem’in, çetelerin tasfiyesi ile başlayan süreçte tekrar ipleri eline aldı.)
O halde Kemalizm, çok özel bir tarihsel dönemdeki ideolojik ve siyasi formu olarak ortaya çıkar bu bürokrasinin ya da “Devlet Sınıfları”nın. Onun iki özü vardır. Birincisi, “Devlet sınıfları”, yani bürokrasi, iktidarını ancak, iktidarın gerçekten halkın seçilmiş temsilcilerinin olmadığı koşullarda sürdürebilir. Yani anti-demokratiktir. İkincisi, bu iktidarı sürdürebilmek için, zamana uymak zorundadır, yani modernleşmecidir.  Bu iki özellik aynen, Stalinizm’in de özelliğidir. Bu toplumsal ve yöntemsel akrabalıklar ya da “gönül yakınlıkları” nedeniyle, kolaylıkla birbirine geçişler olabilmektedir.
Türkiye’deki bürokrasi, Bizans, hatta Sümerlerden beri gelen çok güçlü bir tarihsel tecrübeye sahiptir. Stalinist bürokrasiden daha esneklik ve daha fazla yaşama gücü göstermiştir. Fransız Devrimi’nden beri bu tabaka, bir takım ideolojik ve siyasi reformlarla iktidarı elinde tutmayı başarabilmiştir.
Ancak bütün bu değişikliklere baktığımızda, bunların içerdeki direnişlerden ziyade, uluslar arası dengelerin değişmesiyle gerçekleştiği görülmektedir. Fransız devrimi, Üçüncü Selim’in reformlarını tetiklemişti. Yunanistan’ın bağımsızlığı, Kırım Harbi vs. daha sonraki reformların zorlayıcılarıdır. Birinci Dünya Savaşı ve Ekim Devrimi ile Cumhuriyet’in kuruluşu ve son olarak İkinci Dünya savaşı sonrasında çok partili hayata geçiş. Her biri uluslar arası dengelerdeki çok köklü bir değişikliği izler.
ABD’nin Irak’ı işgali, uluslar arası dengelerde yine çok köklü bir değişiklik. Bürokrasiye egemenliğini korumak için bir reform zorunluluğunu dayatıyor. Nasıl, Stalin’in cinayetlerini mahkum eden bir Kuruçof veya Gorbaçov Stalinizmi mümkün idiyse, Kürtlerin inkarını mahkum eden bir Kemalizm de mümkündür.
Bu bürokrasi, çok sıkıştığında, “Gereğinde Şeytan da oluruz Bolşevik de” veya “Memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz” diyebilen bir zümredir. Bu güne kadar iktidarını Kürtlerin inkarıyla sürdüren bu zümre yarın bir numaralı Kürtçü de olur. Yeter ki ipler elinde olsun.
Ama bu değişimlerin hepsinde görülen bir özellik daha var. Her bir modernleşme çabası ve reformun öncesinde aşağıdan gelen demokratik bir hareketin imhası vardır. Yeniçerilik biçimindeki silahlı İstanbul Halkı katledilerek, modern orduya geçilir ve İkinci Mahmut reformları yapılır. Çerkez Ethem kuvvetleri imha edilir, Mustafa Suphi’ler öldürülür, komünistler katledilir ve cumhuriyet kurulur. Çok partili hayata geçilirken, Şefik Hüsnü’nün, Esat Adil’in partileri ve sendikalar kapatılır herkes tutuklanır. Öyle görülüyor ki, Kürtçü bir Kemalizm’e de KADEK’in imhası ve tasfiyesiyle bir geçiş hazırlanıyor,
Kemalizm’in özüne yönelen bir politik program, Demokratik bir cumhuriyet programı olabilir. Yoksa Kürtçe’nin ve Kürtlerin tanınması, kendi başına demokratikleşme anlamına gelmeyebilir. Çünkü Kemalizm’in özü burada değildir. Kürtçü bir Kemalizm de mümkündür. Tıpkı Türk burjuvazisiyle olduğu gibi, Kürt burjuvazisiyle de bir uzlaşma yapabilir. Aynı tabakanın bir zamanlar Türkçülükten önce Osmanlıcı olduğunu unutmayalım. Pek ala çok dil ve kültürlü bir Kemalizm de mümkündür. Ama demokratik bir cumhuriyetle Kemalizm bir arada var olamaz. Demokratik bir Cumhuriyette gerçek iktidar halkın seçilmiş temsilcilerinin elinde olur, bürokrasinin değil.
12 Mayıs 2003 Pazartesi
(Bu yazı Özgür Politika’da yayınlanmıştı)



Hiç yorum yok: