27 Kasım 2013 Çarşamba

35 Yıl Önce Bugün PKK’nın Kuruluşu Vesilesiyle İki Yazı

PKK'nın 35 yıl önce kurulduğu Fis köyündeki ev.
27 Kasım 1978’de, 35 yıl önce Fis köyünde yapılan kongre ile PKK kuruldu.
Son yıllarda “Çözüm Süreci”nin başlamasıyla ve hareketin gücününde etkisiyle PKK’ya karşı ön yargılar yavaş da olsa yıkılıyor ya da eskiden onunla aynı karede görünmekten çekinenler, artık aynı karede yer almaya çaba gösteriyorlar veya almaktan çekinmiyorlar.
Ancak bütün bu gelişmelere rağlmen, PKK’nın ne olduğu konusunda hala pek doğru dürüst bir analiz, bir değerlendirme bulunduğu söylenemez.
Aşağıda biri 1992’de, Vedat Aydın’ların öldürüldüğü, Özel Savaş’ın başladığı zamanlarda, yani yirmi yıl önce yazılmış: diğeri 2006 yılında yazılmış, PKK ve Öcalan’ı inceleyen iki yazıyı paylaşarak bu önemli olayı anmış ve değerlendirmiş olalım.
Yazıları okuyanlar, analizlerin doğrulandığını ve güncelliğini koruduğunu görürler.
27 Kasım 2013 Çarşamba – Demir Küçükaydın


Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve P.K.K.

Bir Türk tarihçisi, bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğinden kurtulan son ulusun Türkler olduğunu söylemişti. Bu önermeyi bugün şöyle bir paradoksal önermeyle tamamlamak gerekiyor: Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliğinden hala kurtulamamış son ulus da Kürtlerdir. Kürtlerdir, çünkü Türk modernleşmesi ya da "burjuva devrimleri"  -yine paradoksal bir ifadeyle- burjuvaziye karşı yapılmış burjuva devrimleridirler. Bu "devrimler" Osmanlı Egemenliği altındaki hristiyan ulusların burjuvazisine karşı Osmanlı "Devlet Sınıfları" tarafından örgütlenen ve yönetilen hareketler olmuşlardır. Bu nedenledir ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı İmparatorluğunun yaşayan Ruhu olmuştur. 
Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altındaki hrıstiyan uluslar bu egemenliğe ilk başkaldıranlar oldular. Ancak bu baş kaldırış, Balkanlar'da ve Anadolu'da zıt sonuçlara yol açtı. Balkanlar'da Hristiyan Kapitalizmi, Müslüman Prekapitalizmini yenip sürerek başarıya ulaşır ve Balkan uluslarının yolunu açarken, Anadolu'da Kürt-Türk Müslüman Prekapitalizmi Rum-Ermeni Hristiyan Kapitalizmini sürerek ve yok ederek tasfiye etti. Bu süreç kıta Avrupası ve Britanya Adaları arasındaki gelişim zıtlıklarına benzetilebilir. Kıta Avrupa'sında Sen Barthelmi katliamlarıyla burjuva gelişimi bir kaç yüz yıl geçiktirilirken, İngiltere modern gelişimin yoluna giriyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Eski Ermeni ve Rum burjuva konakları, Kürt ve Türk feodallerinin evlerine ya da Osmanlı'dan miras Cumhuriyet adını almış devletin hükümet konaklarına dönmüştü. Bu tersine gidiş Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin de gerilemesine yol açtı. Bundan sonraki dönemde Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin ağırlık merkezi İkinci Dünya Savaşının özel koşulları nedeniyle önce İran'a (Kısa Ömürlü Mehabat Kürt Cumhuriyeti), İranda'ki yenilgiden sonra da Irak'a kaydı. Bu dönem boyunca Türkiye Kürdistanı'nda (Kuzey Kürdistan) hemen hemen hiç bir ciddi ve kitlesel bir direniş görülmez. Kürt emekçi yığınları zor ve dini tarikatler aracılığıyla Türk gericiliğinin oy deposu olarak kalırlar.

PKK'nın Bazı Özellikleri

1960'lı yıllarda Türkiye'de kapitalist gelişimin hızlanması ve işçi hareketinin doğuşuyla birlikte yeniden doğan Türk Sosyalist Hareketi (İlk doğuş Ekim Devrimi Yıllarında olmuştur) Kürt ulusunun memnunuiyetsizliğinde doğal bir müttefik buldu. Türkiye'deki Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, Türk Sosyalist Hareketi'nin rahminde onunla aynı Marksist vokabüleri kullanarak gelişmeye başladı. 60'lı yıllar boyunca ayrı bir kişiliği olmadı, 70'li yıllar Türk Sosyalist Hareketinden kopma ve Kendi Kişiliğini Bulma mücadelesiyle geçti, 80'li yıllar Türkiye Kürdistanı'nda Bağımsız bir Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketinin doğuşuna tanıklık etti. 90'lı yıllarda ise müthiş kitleselleşmesi görülüyor. Bu kitleselleşen ve radikalleşen hareket ise örgütsel ve politik ifadesini P.K.K.'da buluyor.
Kürt Ulusal Hareketi gelişir ve güçlenirken, Türk sosyalist hareketi 1979'dan itibaren, önce kendi hataları, sonra 12 Eylül darbesi ve en son olarak da Sovyetlerin dağılışıyla birlikte, hızlı bir dağılış ve çözülme sürecine girdi ve aslında küçük ve etkisiz çevreler sayılmaz ise. bir toplumsal güç olarak yok olmuş durumda. Bu çöküş öylesine güçlü ki, yükselen Kürt mücadelesi bile onu canlandıracak bir soluk veremiyor.
Türkiye Kürdistanı'ndaki Kürt hareket ve partileri iki kaynaktan doğmuşlardır. Birincisi Irak Kürdistanında mücadele eden hareketlerin uzantıları ve paralelleri. Bu daha ziyade aşiretlerden güç alan partiler 50'li ve 60'lı yıllarda kürtler arasında daha etkili ve organize idiler. Türk Sosyalist hareketlerinin uzantısı ya da paraleli olan partiler ise 70'li yıllardan sonra daha etkili olmuşlardır.
Türkiye kürdistanı'ndaki Kürt hareket ve partilerinin bu bölümü, içinden çıktıkları Türk hareketlerinin problematiklerini ve sınıfsal eğilimlerini aynen yansıtmışlardır. 1960'ların Reformist ve Burjuva sosyalist Türkiye İşçi Partisi ve 1970'larin yine aynı karakterde ve Sovyet çizgisindeki TKP'den kopan ya da onun paraleli olan parti ve hareketler Altın çağlarını 1970'li yıllarda yaşadılar ve zamanlarına göre, feodal ve aşiret geleneğine dayalı hareketlere göre büyük bir ilerlemeyi temsil ediyorlardı. Bunların en bilineni Kemal Burkay'ın lideri olduğu parti ve harekettir.
Bu temel eğilimdeki partilerin ve hareketlerin ortak özelliği reformist olmalarıdır. Bunun yanı sıra Sovyet çizgisinin sadık taraftarı olmakla da malüldüler. Bir yandan PKK'nın temsil ettiği radikalleşme, diğer yandan da sovyetlerin çöküşüyle birlikte hızlı bir gerileme ve çürüme sürecine girmiş bulunmaktadırlar. Bu hareketler bugün PKK'nın temsil ettiği radikal ve yığınsal Kürt hareketinin başarılarından son derece rahatsızdırlar ve içten içe onun yenilgisini beklemektedirler. Eğer Türk Burjuvazisi, Türk ordusunun politikadaki geleneksel ağırlığını sınırlayıp, İspanya'da Bask sorununun çözümünde olduğu gibi bir politikayı uygulayabilirse, bu politikanın Türkiye Kürdistanı'ndaki dayanağı muhtemelen bu partiler olacaktır. Bunlar şimdilik sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.
İsveç kamuoyu Kürdistan'daki gelişmeler hakkındaki bilgileri daha ziyade bu çizgidekilerin süzgecinden ve yorumlarından geçmiş biçimiyle almaktadır. Bu çevrelerin İsveçteki gücü yanıltıcı olmamalıdır. Onların İsveç'teki gücü Türkiye Kürdistanı'ndaki güçlerinden değil, İsveç'in politikasından ve geçmişinden gelmektedir.
Türk Sosyalist Hareketinden kopan ikinci eğilim Küçük burjuva sosyalizminin ve radikalizminin damgasını taşımıştır. Maocu, Arnavutlukçu ya da Latin Amerika'daki Kastrist, Sandinist benzeri Türk hareketlerinin Kürt paralelleridirler. Bunların içinde en bilineni ve doktriner olanı Rızgari idi. Bu hareketler Altın çağlarını 1980'e kadar olan dönemde kısa bir süre ve Türkiye'deki radikalleşmenin bir yansısı olarak yaşadılar. PKK da bu kategoriden sayılabilir. Ancak onun doğuşu diğerlerinden bazı bakımlardan ayrılır ve bu ayrılış noktaları PKK'nın diğerlerine göre niçin başarılı olduğunu anlamak bakımından bazı ip uçları verebilir.
1970'li yıllarda, özellikle 1974'ten sonra Türkiye'de kitlelerin muazzam bir radikalleşmesi ve kitle kareketinin yükselişi yaşanmıştır. Ancak bu radikalleşme tüm toplum kesimlerinde senkronize olarak gerçekleşmedi. Önce şehirlerin işsiz kesimleriyle, küçük burjuvazi radikalleşti. İşçi Sınıfı nisbeten sendikalar aracılığıyla konumunu koruyabiliyor hatta gerçek ücret artışları sağlayabiliyordu. Bu, sözkonusu radikalleşme döneminde aynı zamanda ve bu nedenle İşçi Sınıfının sanayi çekirdeği arasında reformist sosyalizmin ve Sosyal Demokrasi'nin (TKP ve CHP) güçlenmesini de açıklar. Kürdistan ise daha geri toplumsal ilişkiler nedeniyle radikalleşmede geri kalmıştı. 1978'lere gelindiğinde artık radikalleşmiş küçük burjuva ve işsiz kitleler yorulmaya başlamışken İşçilerin ve Kürt yoksullarının radikalleşmesi başlamıştır. İşte PKK bu dönemde doğmuştur, ve özellikle kasaba ve şehirlerin yoksul gençliği arasında taban bulmuş ve onun eğilimlerinin ifadesi olmuştur. PKK en son doğan Kürt hareketidir Türkiye Kürdistanı'nda.
Diğer yandan PKK'nın en az bilinen bir özelliği de Kürt ve Türk devrimcilerinin kurucuları arasında birlikte yer aldığı ilk ve tek Kürt hareketi olmasıdır. Bütün diğer Kürt hareketleri sadece Kürtler tarafından kurulmuştur.
PKK kökeni itibariyle Kastrist sayılabilecek Türk hareketlerinin geleneğinden kaynaklanmakla ve onların Kürdistan'daki paraleli olmakla birlikte, güçlü bir Stalinist vokabülerle konuşur. Ama bu onun Stalinist olduğu anlamına gelmez. Stalinist Kürt hareketleri daha ziyade reformist sosyalist Kürt hareketleridir. O daha ziyade Vietnam ve Çin'deki köylü ve Ulusal Kurtuluş hareketleriyle Küba ve Nikaragua'daki Kastrist ve Sandinist hareketlerin arasında bir yerdedir. PKK'nın anti-demokratik eğilimleri onun Stalinizminden değil, ulusal kurtuluş hareketlerinin kendi karakterinden gelmektedir. Bu özellikler hangi ideolojiye bağlı olursa olsun bütün hareketlerde görülmektedir. Dünya'da PKK'nın yaptığı türden işler yapmamış ve yapmayan bir tek Ulusal Kurtuluş Hareketi gösterilemez. Namibya, Filistin, Bask, İrlanda vs. gibi bütün ulusal kurtuluş hareketlerinde benzer pratikler görülmüştür ve görülür. Garip olan nokta onlarda hoş görülen bu pratiklerin PKK'ya ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ne gelince çifte standarda tabi kılınmasıdır.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin İhanet ya da Mücadele arasında üçüncü bir yola olanak tanımayan sert ve keskin çelişkileri her türlü demokrasi ve tartışma denemesini olanaksız kılmaktadır. Savaşan bir ordu, kendi safları arasında farklı strateji ya da tereddütlere tolerans gösteremez. Orada siyasetin değil, savaşın fizik yasaları belirleyicidir. Burjuva ordularının mutlak itaat ile sağladığı tek bir iradeye göre davranabilme özelliği, Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nde de ancak tereddütlülerin ya da farklı strateji önerenlerin tasfiyesiyle sağlanabilmektedir. Tarihteki en geniş demokrasi kültürünü almış, en entellektüel devrimciler bile, örneğin Bolşevikler ve Jakobenler savaşın fizik yasalarına uymak zorunda kalmışlardır. Teoride bu davranışlarını politik ilkeler haline getirmeseler bile.
Bu özellik, diğer yandan PKK hareketinin plebiyen-jakoben karakterinin bir yansımasıdır. Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi ve PKK içinde modern işçi sınıfının ve bu sınıfla kader birliği etmiş, radikal ve devrimci bir entelijansiya çok az bir ağırlığa sahiptir. Çünkü Kürdistan'ın geri kalmış sosyal gerçekliği herşeyden önce böyle bir oluşumun önünü kesmiştir.
Ulus, imajiner bir gerçeklik olarak varolabilmek için "Biz"i tanımlamak zorundadır. "Biz" ise ancak "Başkası" ile tanımlanabilir. Ulusal uyanışlar ve bilinçlenmeler bu "Başkası"nı hemen daima diğer uluslarda bulmuştur. Hemen hemen bütün ulusal kurtuluş hareketleri ve uluslaşma süreçleri bir veya bir kaç düşman ulusa göre kendilerini tanımlamışlardır. Örneğin Hristiyan balkan halkları, Yunanlılar, Ermeniler için bu "başkası" Türkler, Türkler için de Ermeniler ve Rumlar olmuşlardır.
PKK'nın bugün önderlik ettiği hareketin bir diğer özelliği de sözde ve eylemde gerçek düşmanını ve "başkası"nı dışta değil içte aramasıdır. PKK Türk ulusunu Düşman olarak göstermez, ısrarla T.C.'den söz eder, yani Türk Burjuvazisinin devletinden ve Osmanlı Devletinin yaşayan ruhundan. Eyleminde de Türk sivili öldürmekten çekinir, Türk askeri ve polisi öldürür. Ama Kürtler söz konusu olduğunda sivili öldürmekten çekinmez. Bunun nedeni ise PKK'nın köleleşmiş ve küleleştirilmiş Kürt ulusunun köle ruhunu atmadıkça hiç bir şey yapamayacağı tesbitindedir. PKK köle ruhlu, işbirlikçi kürde karşı yürütmüştür gerçek savaşını ve aslında hala da buna karşı yürütmekte, Kürt ulusuna bir kişilik kazandırmaya, onu köle ruhundan kurtarmaya, baş kaldırmayı öğretmeye çalışmaktadır. Kürt Ulusu'nu başka bir ulusa karşı tanımlayarak değil, kendi köleliğine karşı tanımlamaya çalışmaktadır. PKK'nın önderlik ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nde "Biz"i tanımlamaya yarayan "Başkası", Türk emekçilerini de ezen T.C. ve "Köle Ruhlu", "teslimiyetçi" Kürt'tür. 
Bunun tarihe yaklaşım bakımından da ilginç sonuçları ortaya çıkmaktadır. Burjuva sosyalist ve reformist Kürt hareketler, hemen hemen bütün ulusların yaptığı gibi her zaman var olmuş bir binlerce yıllık Kür Tarihi yaratmaya çalışırlarken ve Med'lerden beri Doğu Anadalo'da kurulmuş bütün devletleri Kürt olarak vaftiz ederlerken, PKK bu eğilime taviz vermez hatta onla alay eder. Bu, uluslaşma sürecinde ve ulus bilincinin oluşumunda pek rastlanılmayan oldukça yeni bir olgudur. Bu yaklaşım ve özgünlük kavranamazsa PKK'nın niye daha çok Kürt işbirlikçilere saldırdığı ve belki de Türkten fazla Kürt öldürdüğü anlaşılamaz. Onun yüzeysel gözlemlerle en çok eleştirilmiş bu yanı aslında en ilginç ve takdir edilmesi gereken yanıdır.
PKK Kürdistan'ın var olan en modern kitle hareketidir. PKK'dan önce az çok ciddiye alınacak güce erişmiş bütün hareketler ya bir aşirete ya da mezheplere dayanıyordu. Bu da onların temel zaafını oluşturuyor, eski paradigmaları aşıp (din ya da soy kardeşliği gibi) onların yerine bir Ulus paradigmasını egemen kılmakta yetersiz kalıyorlar nisbeten bölgesel olmaktan kurtulamıyorlardı (Barzani, Talabani vb.). PKK hiç bir aşiret ya da mezhebe dayanmayan, bütünüyle Ulus paradigmasına göre ortaya çıkmış ilk kitlesel gücü büyük harekettir. Bu modern özelliği nedeniyledir ki PKK sadece belli bir aşiret, mezhep ya da belli bir ülke toprakları içinde değil, bütün Kürdistan'da (Türkiye, Irak, Suriye, İran Kürdistanlarında) bütün mezhep, din ve aşiretler arasında taraftar bulabilen ve örgütlü ilk harekettir.
PKK özellikle 1984 atılımından sonra Türkiye Kürdistanı'nda artan bir hızla kitleselleşmeye başlamıştır. Gücünün artmasıyla birlikte daha fazla kendine güven ve esneklik de kazanmaktadır. Bu gün türkiye Kürdistanı'nda örgütlü ve savaşan tek güç vardır ve o da PKK'dır.
PKK'nın esas kaynağı işçi, işsiz ve yoksul köylü Kürt gençliğidir. PKK'nın önderlik ettiği gerilla hareketi aynı zamanda Türkiye Kürdistanı'nda Kapitalizm Öncesinin tüm toplumsal ilişkilerini de havaya uçurmaktadır. Bundan daha bir kaç yıl önce en atılgan hayal gücünün bile kavrayamayacağı değişiklikler gerçekleşiyor. Aşiret bağları parçalanıyor. Oğullar ve kızlar köle ruhlu ve bazan da işbirlikçi babalarına karşı kan ve soy bağlarını hiçe sayıp ulus bağını ön plana çıkararak isyan ediyor. kaçıyor ve PKK saflarına katılıyor. Özellikle kadınlar PKK'ya büyük destek veriyor. PKK saflarına katılarak ev köleliğinden kurtuluyorlar, gerilla oluyorlar. Erkek gerillalarla aynı işi yapıyorlar. İktisadi gelişmenin onlarca yılda gerçekleştirebileceği değişiklikleri PKK hareketi, hem de en zor alanda, kültür alanında birkaç yılda başarmış durumda. Bugün PKK gerillalarının üçte birine yakınını kadın ve kızlar oluşturuyor. PKK hareketinin bu bakımdan sonuçları 1968'in Batı dünyasında yaptıklarına benzetilebilir. 1968 bir toplumsal hareket olarak yenilmiştir ama politika ve kültür hayatında artık geri dönülmesi bile düşünülmeyecek yeni değerler, yeni kültürel ögeler getirmiştir. Kadın Hareketi için de benzer şeyler söylenebilir. PKK da yenilebilir, ama onun aracılığıyla gerçekleşen bu değişiklikler, bu kültürel alt üst oluş bir daha yok edilemez.

Kürt Ulusal Hareketi'nin ve PKK'nın Zorlukları ve Sınırları

  Geç gelmenin yukarıda bazılarına değinilen olumluluklarını taşıyan PKK, geç kalmanın olumsuzluklarını da yaşıyor. PKK hareketinin önderlik ettiği Kürt Ulusal Hareketinin en büyük talihsizliği, dünya tarihinin, belki de birkaç bin yılda bir görülen en büyük alt üst oluşlarının yaşandığı; evrensel bir paradigma değişikliğinin sancılarının çekildiği; Doğu Avrupa'da olduğu gibi Ulusal Hareketlerin bile ulusal imtiyazların korunması (zenginlik) veya zenginler arasına alınma (Baltık Cumhuriyetleri, Hırvatistan, Slovenya, Doğu Almanya) gibi egoist, zenginlik tarafından baştan çıkarılmış, ifal edilmiş özelliklere dayandığı; Gezegen çapında bir apartheit sisteminin şekillendiği; dünyanın koca bir Güney Afrika'ya dönüştüğü; Kaepitalizmin Tarihsel bir zafer kazandığı; toplumu değiştirmeye çalışan politik savaşçılığın yerini kendini değiştirmeye çalışan sufiliğin aldığı; Epiküryen bir ahlakın egemen olduğu; hemen hiç bir devrimci kabarışın görülmediği bir bir dünyada geç kalmış bir yükselişi yaşamakta oluşudur. PKK ve Kürt Ulusal Hareketinin son yıllardaki yükselişi 1968'lerin devrimci kabarışının son kuğu çığlığıdır. Ama bu çığlığı işitecek kimse yoktur artık.
Bu durum Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni ve PKK'yı geniş manevra alanlarından ve geniş müttefiklerden yoksun kılmaktadır. Bu durum PKK'nın sınırları ve zayıflıklarında belirleyici olmaktadır.
PKK'nın başarı için sadece kendi gücü yetmez. Egemenlerin çelişkilerinden yararlanabildiği kadar Türkiye ve Dünya'daki ezilenlerin desteğini ve sempatisini de kazanmak zorundadır.
Dünya'daki ezilenlerin desteği nasıl kazanılabilir? Burjuva uygarlığın aynadaki aksi olan bir planlı, eşetlekçi ve demokratik toplum ideali Batı'nın ezilenlerinde hiç bir titreşime yol açamaz artık. Sosyalistler Burjuva uygarlığından başka bir uygarlığı programlaştırmak zorundadırlar. Yeni Sosyal Hareketler, Proletarya nasıl baskıcı ve bürokratik burjuva devlet cihazını sınıfsız bir topluma gidiş için bir araç olarak kullanamaz ise, bu uygarlığın maddi araçlarını da kullanamayacağını göstermiştir. Bu evler, bu yollar, bu otomobiller vs. ile her türlü baskı ve sömürü ortadan kaldırılamaz.
Bırakalım böyle bir programın taslaklaştırılmasını, henüz bu sorun bile dünyada henüz çok sınırlı bir kesimde bir problem olarak tartışılmaya başlanırken, ne kültürel birikimi, ne sınıfsal dayanağı, ne de paradigmesı bu sorunları ortaya koymaya olanak vermeyen Kürt Ulusal Hareketi ve PKK'dan böyle bir başka uygarlığı programlaştırabilmesi beklenemez. Ve bu da, marjinal gruplar bir yana, PKK'nın dünyanın ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanma şansı olmadığı anlamına gelir. Vietnam savaşının sağladığı destek gibi bir destek PKK için olanaksız görünüyor.
Elbet Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinde bu dolaylı yedek güç belirleyici değildir. Bu olmadan da başarı kazanılabilir.
PKK'nın başarı için esas savaşı yürüttüğü Türkiye'nin ezilenlerinin desteğini ya da sempatisini kazanması gerekir. Ancak böylece Türk burjuvazisini ve T.C. devletini tecrit edebilir. PKK bu gerekliliğin bilincindedir de, bu desteği kazanabilmek için elinden geleni yaptığı da inkar edilemez. Ancak burada da benzer sınırlarla karşılaşıyor.
PKK Türkiye Kürdistanı'nda ve Türkiye'nin batısına göçmüş büyük metropollarin neredeyse yarısını oluşturan işçiler ve yoksullar arasında büyük bir sempati ve desteğe sahip olmakla birlikte bunu örgütleme ve mücadeleye sokma yeteneği gösterememektedir. PKK'nın esas egemenlik alanı Türkiye Kürdistanı'nın en geri bölgeleriyle sınırlı olmaya devam etmektedir. Bu durum her şeyden önce onun Ulusal kurtuluşçu programatik sınırlarından kaynaklanmaktadır. PKK kürdistan şehirlerini ve Türkiye'nin de işçi ve ezilenlerini kazanabilmek için, mücadelesinin nesnel sonuçlarından öte onlar için de bir program geliştirmek zorundadır. Ama bunu yapabilmesi için onun bir Ulusal kurtuluş Partisi olmaktan çıkıp bir Sosyal Devrim partisi olması gerekir. Bu ise Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'nin kendi içinde bir devrim yaşamasını gerektirir. Ne yazık ki PKK içinde böyle bir dönüşümün unsurları çok zayıftır ve Ulusal Mücadelenin başarılarının çoşkusu altında giderek de zayıflamaktadır.
PKK başarı için Türkiye'nin ezilenlerini kazanmak gerektiğini sezmektedir, şehirlere yerleşmesi gerektiğini sezmektedir, bu yöndeki sıkıntılarını da gizlememektedir ama sorunun programatik ve stratejik boyutunu görememekte, çözümü taktik ve örgütsel girişim ve tedbirlerde aramaktadır. Örneğin artık fiilen bir toplumsal güç olmayan. dağılmış Türk Soluna her türlü desteği sunarak bu zaafını gidermeye çalışıyor. Ama o cesedin artık kımıldaması olanaksız gibi görünüyor. Ya da eylem ve propagandasında Türk ezilenleriyle bir hesabı olmadığını sürekli vurgulamaya özen gösteriyor. Ama bu sefer şehirlerde oluşmuş ve bir türlü örgütleyemediği taraftarlarının kontrolsüz davranışları (örneğin bir mağzaya yangın bombası atılması ve panik içinde sivillerin ölmesi) bütün propaganda ve eylemin mesajını bir anda yok edebiliyor ve kendisi çoğu kez kendisini destek amacıyla yapılmış bu eylemcileri gücendirmemek için bu girişimlere sahip çıkmak zorunda kalıyor.
Bu durumda mücadelenin kendi dinamikleri yeni açılımları ortaya çıkarmadığı sürece PKK'nın Türk ezilenlerinin sempati ve desteğini kazanması da  şehirlerdeki Kürt azınlıkları örgütleyebilmesi de pek beklenemez.
B,u sınırları aşamayan PKK bazı özel konjonktürden ve egemenler arasındaki çelişkilerden yararlanarak kendine bir manevra alanı yaratmaya çalışıyor. Ama bu da onun manevra alanını aslında uzun vadede sınırlıyor ve gücen sarsıcı tutarsızlıklara yol açıyor. Bunlar arasında Türk devletiyle çelişkileri olan İdan Yunanistan gibi devletlerin çok sınırlı sempati ve hoşgörüleri sayılabilir. Körfez savaşından sonra Irak Kürdistanında Batılı ülkelerin koruması altındaki bölgedeki manevra olanakları da PKK'nın lehine çalışmıştır. Özellikle Barzani ve Talabani gibi geleneksel liderliklerin uzlaşmacılığından yılmış ve onlara güvenini yitirmiş birçok Kürt ve Peşmerge PKK'ya katılmaktadır. PKK bugün Irak Kürdistanı'nda da hesaba katılması gereken ve gençliğini soluyan, giderek güçlenen bir güç olmuştur. Bu gelişme Barzani ve talabani'nin ayaklarının altından kayan toprağı tutabilmek için T.C. ile daha yakın işbirliği içine girmelerine yol açmaktadır. PKK'nın Irak Kürdistanında paraleli olan örgüt de bir sosyal devrim partisine dönüşme yeteneğinden yoksundur ve hatta daha da elcerişsiz bir konumdadır. Irak'taki bu geçici durum uzun vadede PKK'nın başarısını garanti etmez. Batılı Ülkeler ve Türkiye'nin garantörlüğü altında Irak'ta kurulacak bir Özerk Kürt bölgesi (Türk Hükümeti buna teşne olduğunu bir resmi politika olarak açıkladı) geleneksel önderliklerin gücü ve Irak Kürtlerinin yorgunluğu da göz önüne alınırsa PKK'yı bu desteğinden ve gelişmesinden yoksun kılar.
Geriye Suriye kalıyor. Suriye şimdiye kadar Türkiye'nin GAP projesine karşı bir pazarlık kozu olarak PKK'ya tolerans gösterdi ve hatta destek verdi. Bunu iyi değerlendiren PKK hem bekaa vadisinde emin bir üs buldu hem de Suriye Kürdistanı'ndaki Kürtler arasında çok büyük bir destek elde etti. Suriye Kürdistanı'ndaki kürtler Suriye vatandaşı bile sayılmamalarına rağmen PKK Suriye ile uzlaşmasını bozmamak için, bizzat o Kürtlerin de onayı ile Suriye rejimine karşı hiç bir örgütlenme ve hareket geliştirmiyor, hatta Suriye rejimine bu Kürtlerin desteğini sunuyor. Aslında bir azınlığa dayanan Suriye rejiminin de bu desteğe ihtiyacı var. PKK'nın bulunduğu zor şartlar içinde, bizzat Suriye Kürtlerinin de onayını alan bu uzlaşma elbette anlaşılır bir durumdur.
Ancak Körfez savaşı ve Sovyetler Birliği'nin çöküşünden beri köprülerin altından çok sular aktı. Suriye artık ABD'nin bir müttefikidir. Filistin'de bir uzlaşma ile de desteklenebilecek bir Türkiye ve ABD baskısı Suriye'nin PKK'ya verdiği desteği ve toleransı bir anda kaldırmasının yolunu açabilir. Bu durumda PKK'nın tek esas dayanağı yine Türkiye Kürdistanı olarak kalır. Burada PKK yıllarca ne büyüyüp ne küçülen bir gerilla hareketi olarak bir savaş sürdürebilir. Ama bu bir başarı getirmez ve uzun vadede onun gücünün azalmasına yol açar.
Türk egemen sınıfları şimdi bu avantajlarının bilincinde olarak PKK'yı Irak ve Suriye'deki destek üslerinden yoksun bırakarak, Türkiye'de Kürtlere sözde bir dil serbestliği sağlayarak ve MİT aracılığıyla Türkleri ırkçı bir temelde örgütleyip Kürt'lere jenosit ve sürgün tehdidini kullanarak ve PKK ve onu destekleyen kitleleri askeri bakımdan ezerek PKK'yı kitle desteğinden yomsun hale getirme planını uyguluyorlar.
Bu çıkmaz içindeki PKK ise, zamana karşı bir yarış içinde bu günkü elverişli konumunda hiç olmazsa Kürt Ulusuna bir şeyler koparabilmek için, bir yandan askeri başarılar elde ederek ve savaşı batıya yayma tehdidini kullanarak sertleşiyor, diğer yandan Türk Hükümetini müzakere masasına çağırıyor ve amacının ayrılmak olmadığını, Kürt gerçekliğinin tanınmasını istediğini söylüyor.
Ama Türk burjuvazisinin bu çağrıya iki nedenle kulakları sağırdır. Birincisi PKK bir ezilen yığın hareketidir artık. Onunla uzlaşmak isyen etmiş yığınlarla baş edebilmenin zorluğu kadar diğer ezilenlere vereceği cesaret bakımından da tehlikelidir. Diğer yandan Türk Ordusu Kürdistan'da kasinlikle bir uzlaşmadan ve Kürt gerçeğini tanımaktan yana değildir ve ordunun ağırlığı eskisi gibi sürmektedir. Dolayısıyla Türk bunjuvazisi bu günkü güç dengeleriyle henüz politik bir çözümü kabul etme noktasından çok uzaktır. Bu da Kürt halkı daha çok acılar çekecek demektir.
Bugünkü verili durumda PKK'nın Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi'ni başarıya ulaştırması için bir mucize lazım. Bu mucize Türkiye'deki Kürt yığınların bir ayaklanması ya da ani bir Kriz durumunda Burjuvazi ve ordunun tecrit olması ve bölünmesi gibi bir durum olabilir. Ancak şimdilik böyle bir belirti yok. Kısa vadede Politik bir Çözüm de yok. En büyük olasılık gerilla hareketinin kronikleşmesidir. Bu da onun güçsüzleşmesini getirir.
Bu arada unutulmaması gereken başka bir gelişme var. Türk ordusu ve burjuvazisi 200 yıldır Batı Burjuva uygarlığına oluşmaya o aile içine katılmaya çalıştı. Batı burjuvazisi ise onu hep dışladı, daha doğrusu ne içine aldı ne de tam karşıya itti. 200 yıllık macerası olan bu modernleşme çabalarının ideolojisi Kemalizm ise Bir yandan batı uygarlığının da sınırlarının ortaya çıkmasıyla ve Türkiye'nin dışlanmasıyla, diğer yandan Kürt ulusal Hareketinin varlığıyla fiilen tüm birleştirici gücünü yitirmiş iflas etmiş bir ideolojidir. Türk burjuvazisinin ise onun yerine ikame edebileceği bir ideolojisi ve gücü de yok. Bu Kemalist ideolojiyi önce sosyalistler özellikle 1970'li yılların yükselişinde amaçları bakımından değil, o amaçlara ulaşamaması ve yol açtığı baskı ve eşitsizlikler nedeniyle epey eleştidip yıprattılar, sonra yükselen Kürt hareketi Türk şovenizmi ve Kürt  gerçekliğini yok sayması bakımından eleştirdi. Şimdi ise islami hareket bizzat hedefinin kendisi bakımından eleştiriyor. Batı uygarlığının insanlara mutluluk getirmediğini söylüyor. Ne olduğu belli olmayan bir İslam Uygarlığı öneriyor.
Türkiye'de son yıllarda yoksulluk iyice arttı. İşçiler ve İşsizler ihtiyaçları olan ideolojiyi artık sosyalizmde bulamıyorlar bu da İslamcı Akımların giderek yükselmesine yol açıyor. Bugün İstanbul'un İşçi Mahallelerinde İslamcı Refah Partisi şimdiden en büyük partidir. İslamcı bir yükselişin önündeki en büyük engel PKK'nın yürüttüğü Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketidir. Bu hareketin yenilgisi ve demoralizasyon Kürdistan'ın ezilenlerini yakın zamana kadar olduğu gibi tekrar İslamcı partilere yöneltebilir. Bu takdirde Büyük şehirlerin işçileri ve Kürt yoksullarının desteğini alan İslamcı Hareket iktidara gelir. İslamcılık burjuvazi için de bir tehdit oluşturmaz. Çünkü o Üretim Araçlarının mülkiyetini sorgulamaz. Ayrıca Burjuvaziye ihtiyacı olan ideolojiyi de sağlar. Kürt-Türk önemli değil, hepimiz müslümanız diyebilir. Batı Dışlıyorsa kapitalist-hristiyan uygarlığa karşı İslam Dünyası diyebilir ve bu ona Ortaasya pazarlarında avantajlar da sağlayabilir.
Bu durumda büyük bir olasılıkla PKK'nın yenilgisi İslamcıların zaferi anlamına gelebilir. Ancak PKK'nın zaferi Türkiye'yi Yunanistan veya İspanya benzeri İminci sınıf ta olsa bir Avrupalı yapar ve Türk burjuvazisini Osmanlı artığı Kemalist Türk Ordusu'nun vesayetinden kurtarabilir.
Tarihin garip alayı. PKK'nın temsil ettiği Kürt Ulusal Kurtuluş hareketi, 200 yıldır modern-kapitalist Batı'yı örnek almış Türk burjuvazisinin ona benzemek için son şansıdır. Türk burjuvazisi ve Ordusu ise (ki bu ordu Türk modernleşmesinin itici gücü ve aracı olmuştur) PKK'yı ezerek bu son şansını kendi elleriyle ve kanla boğmaya çalışıyor ve yıllardır reddettiği islamcılığa zaferi kendi elleriyle sunuyor.
Biz ezilenler açısından ise PKK'nın mücadelesi, zafere ulaşamasa bile, gezegen çapında bir Güney Afrika'ya dönen dünyada, siyahların beyazlara karşı mücadelesi içinde bize önce kendi köle ruhumuzla savaşmamız gerektiğini gösteren örneği, gücü ve güçsüzlükleriyle geçmiş ve gelecek arasında bir köprü olaraktır.
C. Aydın
2.4.1992
Stockholm
(Yazıya ilişkin not. Bu yazı Döndüncü Enternasyonal’in İsveç seksiyonunun organı için yazılmış ve İsveççeye çevrilmişti. Ama beyaz adamın tipik ince ırkçılığı, ile yayınlanmadı. Çünkü genelleme ve sentez batılıların yeteneğidir. Üçüncü Danya’dan gelmiş bizlere düşen sadece verileri sunmak enformasyon vermek olmalıdır. Sonra 90’ların başında Özgür Gündem’e ve Yeni Ülke’ye yolladık. Ama onlar da basmadı.)

Tarihsel Perspektifte Öcalan’ın Konumu ve Yapmaya Çalıştığı

(Geç Gelmek ve Geç Kalmak Üzerine)


Geç gelmenin faziletlerinden yararlanamayanlar geç kalmanın reziletleri içinde bunalırlar diye bir söz vardır.
Ne var ki bu söz yükselen bir işçi hareketinin veya ezilenler hareketinin sürekli bir yükseliş eğilimi içinde bulunduğu bir dönem göz önüne alınarak ifade edilmiş ve kullanılmıştır. Bu nedenle bu söz belli tarihsel koşullar çerçevesinde doğrudur. Çünkü belli bir sınırdan sonra geç gelmek, sadece reziletler bahşeder geç gelene.
Modern tarih, aşağı yukarı on dokuzuncu yüzyılın başından yirminci yüzyılın sonuna kadar, zaman zaman kısa süreli gerilemeler görülse de, ezilenlerin ve işçi sınıfı hareketinin sürekli bir yükselişi olarak görülebilir.
On sekizinci yüzyılın sonunda Fransız devrimi olur. Gerçi üç beş yıl sonra, Thermidor ile bu devrimin gerileyişi başlar ve Napolyon’un imparatorluğu ile devrimin tüm değer ve kazanımları tasfiye olur ama onu 1830, onu 1848, onu 1871 devrimleri izler. 1871’den sonra belki büyük devrimler görülmez ama işçi hareketinin düzenli bir yükselişi, buna eşlik eden bir teorik ve entelektüel canlanma ve egemenlik vardır. İkinci Enternasyonal ve Alman Sosyal Demokrasisi bu dönemi karakterize eder. Avrupa’nın neredeyse bütün ileri ülkelerinde işçi hareketi, modern partileri örgütler.
Böyle bir ortamda Rus İşçi ve Sosyalist hareketi doğar. Ve sadece Avrupa ölçeğinde değil, Rusya ölçeğinde de aynı gidiş eğilimi görülür. İşçi hareketi hızla yükselir, buna eşlik eden müthiş bir entelektüel canlanma ve egemenlik vardır. En iyi beyinler sosyalizme akar.
İşte bu koşullarda, Rus sosyalist hareketi, geç gelmiş olmanın faziletlerinden yararlanır. Hem de çifte faziletlerden, öznel ve nesnel faziletlerden yararlanır.
Nedir bu faziletler?
Rus işçileri, İngiliz ve Fransız işçileri gibi, birkaç yüz yılı, yarı esnaf el işçiliğine dayanan izbe imalathanelerinde geçirmez, en modern fabrikalarda, en yüksek konsantrasyon (yoğunlaşma) içinde doğar. Bu nesnel fazilettir.
Öte yandan sadece maddi araçlar bakımından değil, “manevi araçlar” bakımından da benzer bir geç gelme avantajını yakalar. Lenin’in dediği gibi, Rus aydınları, sürgünler nedeniyle, Avrupa’nın en gelişmiş düşünce akımları, en gelişmiş örgüt tecrübeleriyle ilişkiye geçerler ve onları Rusya’ya taşırlar. Bu da öznel fazilettir.
Öznel ve nesnel koşulların bu muazzam denk gelişi ve bunun işçi hareketinin sürekli yükselişiyle bir arada bulunuşu ve bütün bunların Avrupa’nın en Asyalı, en antik devletinde gerçekleşmesi, dünya tarihinde bir eşi daha gelmemiş o muazzam Rus Devrimini ve Devrimci Kuşaklarını yaratır.
Ne var ki, Rusya’dan daha geç gelenler, geç gelmenin bu faziletlerini kaçırmış bulunurlar.
Yirminci yüzyılın başında hem artık kapitalizm emperyalizm aşamasına girdiği için, hem de 1920’lerden sonra Sovyetlerde bir bürokratik karşı devrim olduğu için bu gidiş, bu uygun korelasyon bir daha görülmez. Artık, modern kapitalist ilişkilere geç giren ülkeler açısından, geç gelmenin faziletleri işlemez olur, geç kalmanın reziletleri işçi hareketine ve sosyalist harekete damgasını vurur.
Bu ne demek? Nasıl bir mekanizmayla böyle olmuştur? Bunu biraz açıklayalım.
Marks, Kapital’de yaptığı kapitalist üretim ilişkilerinin analizinde, hep İngiltere’yi örnek olarak kullanmasına atıf yaparak, o zamanlar Avrupa’nın geri ülkesi olan Almanya’ya, “aldırmıyorsun ama bu anlattığım senin hikayendir” der. Yani yarın öbür gün sen de aynen burada analiz edilen kapitalizme has işleyiş yasalarının egemenliği altına gireceksin der.
Bu şu demektir, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini gösterir. Gerçekten de yirminci yüzyıl başına kadar, aşağı yukarı bu ilke geçerliliğini korur. Bu nedenle, kapitalist ilişkilere daha geç girmek, aynı zamanda geç gelmenin avantalarına sahip olmak anlamına geliyordu.
Ne var ki, yirminci yüzyılın başında, kapitalizmin emperyalizm aşamasına girmesiyle birlikte, artık ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermez. Yani az gelişmiş ülkeler ilerde gelişmiş ülkeler olamazlar, Almanya’nın, Rusya’nın geçtiği yollar artık tıkanmıştır. Yani az gelişmenin gelişmesi söz konusudur. Bu durumda, artık, geri ülkelerin işçi sınıfları için, bir Alman ya da Rus işçi sınıfı gibi, sonradan gelmenin avantajları işlemez.
Örneğin Rus İşçileri, Putilov fabrikalarında Fordizm öncesi ağır sanayi fabrikalarında doğdu, ama örneğin Türkiye İşçileri, yirmilerden sonra Fordist fabrikalarda doğmadı; hatta ağır sanayi bile olmadı, birkaç devlet tekeli haricinde bir tahta perdeciklerle ayrılmış küçük atölyelerin yarı esnaf işçisi olarak kaldı. Bütün Üçüncü dünya için bu geçerlidir.
Yani geç gelmenin de sınırları vardır, belli bir noktadan sonra geç gelmek, artık sadece geç kalmak olabilir.
Böylece, belli bir sınırdan sonra, ki bu sınıra kabaca yirminci yüzyılın başı diyebiliriz, geri ülkeler için, bir Almanya, bir Rusya işçi hareketinin yaşadığı, geç gelmenin faziletlerini yaşama şansı yoktur; onlar artık sadece geç kalmanın reziletlerni yaşayabilirlerdi. Çünkü, ileri bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermemektedir artık. Geri ülkeler bir gün gelişmiş ülkeler olmayacaklardır artık, onlar sadece daha az gelişmiş ülkeler olabilirler. Artık az gelişmenin gelişmesi söz konusudur.
Böylece geri ülkeler işçileri, maddi bakımdan en gelişmiş üretim içinde doğma ve gelişme olanağını yitirmişlerdir. Yani geç gelmenin faziletlerini yaratan nesnel koşul yoktur artık. Nesnel koşul sadece geç kalmanın reziletlerini yaratmaktadır.
Geç kalmışlık sırf nesnel koşullarla sınırlı olsaydı gene iyiydi, benzeri bir tıkanıklık ve geriliğe mahkum olma, örgütsel ve teorik düzeyde de gerçekleşir. Alman ve Rus sosyalist hareketi ve aydınlarının en ileri düşünce akımları ve politik mücadele deneyleriyle ilişkiye geçmelerinin aksine en geri düşünce akımları egemen olur. Yani öznel koşul da yok olur. Bu nasıl olur ve ne demektir?
Rus devriminin bir köylü ülkede tecrit olması ve iç savaşın yarattığı yıkımlar temelinde bürokrasi bir karşı devrimle iktidarı ele alır ve Fransız devriminden beri gelen yükselişin ürünü olan Rus aydın ve devrimcileri kuşağını 1930’lara gelindiğinde öldürüp tasfiye eder. Benzeri, Komünist Enternasyonal ve onun prestiji ve otoritesi aracılığıyla, dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanır.
Böylece geri ülkelerde, eşitsizliklere tepki ve/veya Ekim devrimi etkisiyle sosyalizme yönelen, toplumsal mücadeleye giren aydınların veya sürgünlerde yaşayanların, daha önceki Alman ve Rus devrimcilerinin aksine, çağın en ileri fikir akımlarıyla ve örgüt biçimleriyle bir ilişkiye geçip onları özümleme şansı kalmaz.
Marks-Engels’ler Adam Smith, Ricardo; Hegel ve Feuerbach; Sen Simon, Owen, Fourier’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı; Lenin’ler ve Troçki’ler Marks-Engels’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı. Ama 1920’lerden sonra radikalleşen aydınlar, SBKP tarihleri, Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao’ların skolastik kitaplarıyla başlamak zorundaydılar artık.
Artık öğrenilen, burjuva aydınlanmasından bile geri, Marksizm görünümünde ama özünde yöntemsel olarak bir skolastik ve eklektik Stalinizm’dir.
Yani emperyalizme geçiş nedeniyle işçi sınıfının üretim ilişki ve tekniklerinde geriliğe mahkum olması gibi, Sosyalist düşünce ve davranış da, çağın en geri düşünce ve teorilerine mahkum olur. Sonradan gelenin artık, daha da gelişmiş fikir akımları ve örgütsel deneyleri tanıması ve özümlemesinin yolu tıkanmıştır. Böylece öznel olarak geç gelmenin faziletlerini yaşama sansı da ortadan kalkmış, sadece geç gelmenin reziletlerine mahkum olunmuştur.
Gerek entelijansiyanın ve gerek işçi sınıfının bu geriliğe ve az gelişmişliğe; bu az gelişmenin gelişmesine mahkumluğu, birbirini karşılıklı olarak da beslemiştir. Böylece bir tersine seleksiyon dönemi başlamıştır. İşçi hareketinin yokluğu ve geriliği sosyalist teori, örgüt ve pratikleri kakırdatmış, bu kakırdamış örgüt, hareket ve düşünceler var olan sınırlı işçi hareketini demoralize etmiştir. Bunlar karşılıklı olarak birbirini beslemiştir.
Bu geriye gidiş, o dönemin sosyalist kuşakları arasındaki farklarda bile görülebilir.
Örneğin, henüz 1920’ler öncesinde, yani bürokrasinin zaferi öncesinde sosyalizmle tanışmış az gelişmiş ülke aydın ve devrimcileri, sonraki bütün Stalinist engellemelere rağmen, yine de az çok orijinal, yaratıcı eserler verebilmişlerdir. Ama 1920’lerin ortalarından sonra sosyalist olanlarda hiçbir teorik yaratıcılık görülmez.
Tipik örnek olarak, Meritegiu ve Kıvılcımlı zikredilebilir. Her ikisi de Stalinizmin zaferi öncesinin kuşaklarındandırlar. Bu ayarda devrimci ve teorisyenler sonraki kuşaklarda görülmez. Latin Amerika Stalinizmin etkilerine nispeten daha uzak olmasına rağmen, benzeri ayarda yeni teoriysen kuşakların ortaya çıkabilmesi için, ta 1960’ların yükselişlerini, Che’leri beklemek gerekmiştir. Che bile, teorik orijinalite ve genelleme yeteneği bakımından Maritegiu’ya hala uzaktır.
Türkiye’deki sosyalist hareket açısından da bu görülebilir. Son duruşmada bir Osmanlı aydnı olan ve Ekim devrimi rüzgarıyla radikalleşmiş Kıvılcımlı’yı göz önüne getirelim. Bir de, 1930’ların Roosevelt’i ortaya çıkaran, Amerikan işçi hareketinden etkilenmiş Mihri Belli’yi göz önüne getirelim. Mihri Belli, Amerika gibi bir yerde radikalleşmiş, dünyayı görmüş olmanın bütün öznel avantajlarına rağmen, aslında Ekim devrimiyle radikalleşmiş bir Osmanlı Aydını olan Kıvılcımlı’dan, sadece teorik çap ve derinlik bakımından değil, politik bakımdan da son derece geridir. Biri Üçüncü Enternasyonal’in lağvında bir felaket görürken örneğin, diğeri, kendisine teslim olunacak “millet gerçeği”ni, kendisine öykünecek bir durumu görür.
Benzeri, sanat alanında da görülebilir. Nazım Hikmet ile daha sonraki kırklar ve elliler kuşağının şairleri göz önüne getirilsin. Ekim devrimiyle sosyalist olmuş Nazım, hepsi için ulaşılmaz olmaya devam eder. Ama politik ve ideolojik olarak da Nazım’a göre çok geridirler, Nazım’ın şiirine bir İşçi sınıfı ve enternasyonalizmin kokusu sinmiştir her şeye rağmen. O sonraki kuşaklar ise çok daha milliyetçidirler, daha köylücüdürler, daha taşralıdırlar.
Hasılı geç gelmek her zaman bir avantaj değil, belli bir noktadan sonra, treni kaçırmak, geç kalmanın reziletleri içinde bunalmak demektir.
Yirminci Yüzyılın tarihi bir bakıma, geri ülkelerin sosyalist ve işçi hareketi göz önüne alındığında, öznel ve nesnel olarak geç gelmenin reziletleri içinde bunalışın bir tarihidir.
*
Şimdi bu geç gelme ve geç kalma ilişkisini, ulusal hareketler ve Kürt Ulusal Hareketi bakımından ele alalım. Çünkü Ulusal Kurtuluş Hareketleri aslında bu işçi hareketi ve sosyalist hareket rezileti madalyonun öbür yüzüdür aynı zamanda
Yirminci yüzyılla birlikte, ileri bir ülkenin artık geriye kendi geleceğini gösterememesi yani az gelişmen gelişmesi ve yirmilerin ortalarından sonra, bürokratik karşı devrim, yani Stalinizm felaketi maddi ve manevi olarak; nesnel ve öznel olarak, en gelişmiş üretim,  teori ve örgüt pratiklerine dayanan modern bir sosyalist ve işçi hareketinin ortaya çıkış ve yükseliş şansını ve koşullarını geri ülkelerde yok etti.
Ama tam da bu tıkanış, onun yerine, esas olarak köylülüğe dayanan ulusal kurtuluş hareketlerini ortaya çıkardı. Bu hareketler kendilerini sosyalist olarak tanımladıkları için, onların yükselişi, işçi ve sosyalist hareketin yükselişi gibi göründü. Aslında, işçi ve sosyalist hareketin yükselişi gibi görünen, ulusal hareketlerin, köylülüğün yükselişiydi ve bu yükseliş de zaten işçi ve sosyalist hareketin geri ülkelerde olanaksızlaşması ve yok oluşu koşullarında mümkün oluyordu. Bunu sembollerle şöyle ifade etmek mümkündür. Çin’in bir Lenin’i, Troçki’si olamadığı için, (bunun öznel ve nesnel koşulları yoktu artık)  bir Mao’su olabiliyordu. Yani, işçi ve sosyalist hareketin rezileti, ulusal kurtuluş ve köylü hareketlerinin fazileti olarak ortaya çıkıyordu. Geri ülkelerde işçi ve sosyalist hareket, geç kalmanın reziletleri içinde bulanırken, ulusal hareketler, bu ulusal hareketlerin kendi gelişimi bakımından geç gelmenin faziletlerini  yaşamaya başladılar.
Daha çeyrek yüzyıl önce, Engels zamanında, ulusal hareketlere, Sudan’daki  Mehdi’ler öncülük ederken, birden bire İşçi hareketinin Stalinist yozlaşmaya uğramış biçimiyle bile olsa (ki üçüncü enternasyonalin ilk yıllarında böyle bir durum da yoktu) teori, mücadele ve örgüt gelenekleri, geri ülkelerdeki ulusal hareketlerin manevi araçları haline dönüşüyordu.
Aslında köylülüğün maddi yaşamında da benzer bir dönüşüm ortaya çıkıyordu. Artık modern ordularda mekanik silahları kullanmayı öğenmiş, radyo, gazete bilen, kara saban yerine pulluk kullanabilen başka bir köylülüktü bu.
Bu Çin ve Vietnam devrimlerinde çok açık görülür. Her ikisinin öncü parti ve kadroları, Ekim Devrimi öncesinin veya Ekim Devrimi yükselişinin ortaya çıkardığı kadro ve önderlerdir. Ulusal hareket, bu kadro ve önderleri devşirir, bir zamanlar işçi hareketinin burjuvazinin en iyi beyinlerini devşirmesi gibi, şimdi de ulusal hareket ve köylü hareketi, İşçi ve sosyalist hareketin beyinlerini, örgüt deneylerini devşirir. Ho Şhi Ming’ler, Mao Çe Tung’lar, hep Üçüncü Enternasyonal kadrolarıdırlar. Onlar Kıvılcımlı gibi, Ekim Devrimi rüzgarının sosyalist yaptığı insanlardır. Bu sosyalistler, kendi öznel niyetleri ve kendileri hakkındaki tanımları ne olursa olsun, nesnel olarak ulusal hareketleri ve köylü hareketlerini örgütlerler.
Ancak Stalinizmin olumsuz etkisi bizzat bu hareketler üzerinde bile kalite düşüşünde etkisini gösterir. Sosyalist harekettekine benzer, Mihri ve Kıvılcımlı örneklerinde değindiğimiz türden bir kalite düşüşü, ulusal hareketlerde de görülür. Bu partilere bakılırsa, Ekim devrimi ve öncesi kuşakların kalitesini sonraki kuşakların tutturamadığı görülür. Bayan Mao’lar veya Lin Piao’lar, Mao, Lui, Çu, kuşaklarının kenarına bile varamaz.
Bu geriye gidiş dünya ölçeğinde de görülür. Cezayir, Kongo Kurtuluş hareketlerinin teori ve önderlikleri, Mao ve Ho’lardan çok daha geridir. 1920’ler kuşağının düzeyine ta 1960’ların yükselişinden sonra tekrar bir yaklaşma eğilimi görülür, Amilcar Cabral ve Fidel Kastro gibilerde.
Yani Ulusal kurtuluş veya köylü hareketinin fazileti bile yirminci yüzyıl içinde bu fazileti yitirme eğilimindedir.
*
Ama sadece 20. Yüzyılın ulusal kurtuluş ve köylü hareketleri içinde böyle bir faziletten rezilete, Mao ve Ho’dan Bin Bella ve Lumumba’ya kayış söz konusu değildir. Çok daha geniş bir tarihsel perspektif içinde, burjuva devrimlerinin tarihsel evrimi içinde de bir rezilete kayış söz konusudur. Yani burjuva devrimlerinde de, belli bir sınırdan sonra fazilet olanağı ortadan kalkmıştır. Bu kavranılmadan, PKK’nın ne yaptığı ve ne yapmaya çalıştığı kavranamaz.
Ulusal Kurtuluş Hareketleri özünde birer burjuva devrimidirler. Burjuva devriminin kendi idealleri açısından ele aldığımızda, bu hareketlerin ve devrimlerin şu karakteristiği görülür.
Bu devrimler az gelişmişliğin gelişmesi nedeniyle ne modern burjuvaziye ne de işçi sınıfına dayanmazlar. Elbette işçiler ve en yoksullar her devrimde olduğu gibi bu devrimlerde de yer alır ve esas omurgayı oluştururlar ama bağımsız bir sınıf olarak var oluş değildir bu. Dolayısıyla bu devrimlere köylülük ve plebiyen bir karakter damgasını vurur.
Burjuvazi henüz devrimci olduğu çağda, ulusu, bir din, dil, soy ile değil, insan haklarıyla tanımlıyordu ve “ucuz devlet” diyerek bürokratik ve baskıcı devlet cihazına karşı çıkıyor, tüm örgütlenme ve fikir özgürlüklerini savunuyordu.
Burjuvazi Jakoben iktidarının yenilgisinden, Thermidor’dan sonra bütün bu temel taleplerinin hepsini terk etti. Ulusu insan haklarıyla değil, bir dil, etni, soy, tarih veya kültürle tanımlamaya başladı, böylece o ulus tanımının dışında kalanlar yurttaş olmadıkları gerekçesiyle insan haklarından otomatikman dışlanmış oluyorlardı. Bir köyün bile ayrılabildiği, bürokatik ve askercil olmayan demokratik cumhuriyetin, Birinci Paris Komünü’nün yerini, imparatorluğun imparatorsuz biçimi olan bürokratik, baskıcı militler devlet cihazları aldı.
Burjuvazi bu programı terk etti ama, işçi sınıfı bütün 19. yüzyıl boyunca, Demokratik Cumhuriyet bayrağıyla bu programı savundu. İkinci Paris Komünü özünde buydu. Ve bu 1917’ya kadar böyle geldi.
Ve bu dönem boyunca, burjuva devrimlerine işçi sınıfı ve sosyalist hareket öncülük ettiği sürece, burjuva uygarlığının devrimci döneminin talepleri ve idealleri aynı zamanda işçilerin talepleri olarak varlığını sürdürdü. Bu en açık biçimde Ekim Devrimi’nde görülür Ekim devrimi, burjuva uygarlığının ve devriminin bütün taleplerini gerçekleştirir. (Stalinizm bunları ortadan kaldırmıştır daha sonra. Stalinizm sadece sosyalist devrim açısından bir geri gidiş değildir, Burjuva devrimleri ve uygarlığının idealleri açısından da bir geri gidiştir, burjuva uygarlığının gerici biçimine bir dönüştür.)
Ne var ki, burjuvazinin terk ettiği, burjuvazinin devrimci döneminin ideallerini; Stalinist karşı devrim ile birlikte, fiilen İşçi Hareketi ve sosyalist hareket de terk etmiş olur. Sosyalist Hareket devrimci demokratik ulusçuluğu da, bürokratik ve askercil olmayan devlet talebini de terk eder tıpkı burjuvazi gibi.
Böylece gerici burjuvazi ve Stalinist bürokrasinın temsil ettiği sosyalist hareket arasında programatik olarak hiçbir fark kalmadı. Var olan sosyalist hareket de aynen burjuvazi gibi artık ulusu dil, kültür, soy vs. ile tanımlıyor; bürokratik, militer, baskıcı olmayan; her türlü düşüne ve örgütlenme özgürlüğünün bulunduğu bir demokratik cumhuriyet programı fiilen terk edilmiş bulunuyordu.
İşte, yirminci yüzyılın ulusal kurtuluş hareketleri, belki köylü hareketinin kendi gelişimi bakımından geç gelmenin avantajlarını yaşarken, burjuva devriminin idealleri açısından bakıldığında, Ulusal Kurtuluş Hareketleri bu bakımdan da bir gerilemeyi, dolayısıyla geç kalmanın reziletini ifade ediyordu.
Örnek olarak kürt Ulusal hareketini ele alalım. Şeyh Sait veya 60’ların Kürdistan dağlarında dolaşan “Şaki”lerine göre, (ki bu “Şaki”ler “Sosyal İsyancılar”dı ve PKK aslında tam da bu geleneğin üzerine oturmuştur.) dayandığı teori ve örgüt biçimleri ile geç gelmenin faziletini yaşar. Ama bu fazilet aslında dünya çapında, burjuva devrimlerinin otantik ideallerinden uzaklaşması rezileti içinde bir fazilettir.
Bunu anlayabilmek için Tarih’e çok geniş bir açıdan bakmak gerekiyor. Astronomiden şöyle bir örnek verebiliriz. Dünyamız güneşin etrafında dönüyor. Ama bu güneş denen yıldız da, Vega yıldızına doğru hareket ediyor. Vega yıldızı, güneş vs. hepsi, Samanyolu galaksisinin kollarından birinde dönüyorlar. Samanyolu galaksisi ise başka galaksilere doğru bir hareket içinde. İçinde bulunduğu galaksi yığını da daha büyük bir galaksi yığını içinde hareket ediyor o süper galaksi yığını da genişleyen bir evrende bulunuyor.
Dünyanın hareketini ancak bu bütün içinde daha derin ve genel olarak kavrayabiliriz. Evrene böyle baktığımızda, dünyanın güneş etrafındaki hareketi tüm önemini yitirir. Tarih’e de böyle bakmak gerekir ki günümüzdeki gelişmeleri anlayabilelim.
Örneğin Kürt Ulusal hareketini yirminci yüzyılın ulusal hareketleri içinde bir yere yerleştirebiliriz. Bu bağlamda Kürt Ulusal Hareketi, 68 yükselişine dayandığından, bu yükselişle ortaya çıkmış hareketlerle benzer özellikler taşır (Örneğin Tamil Kaplanları vs.). Bu bakımdan Ellilerin Cezayir ve Kongo’sundan ideolojik olarak daha soldadır. Bir Bin Bella veya Lumumba’dan daha sosyalisttir örneğin söylemi.
Ama yirminci Yüzyıl boyunca ulusal hareketleri göz önüne aldığımızda, Mao’ların, Ho’ların kuşağından daha geride oluşun damgasını taşır. Ekim Devrimi öncesi ve sırasının geleneklerine uzaktır. Öcalan hiçbir zaman bir Komünist Enternasyonal, yani bir Dünya Partisi militanı olmamıştır.
Ama onu aynı zamanda bir burjuva devrimi olarak ele aldığımızda, bütün bunların aslında burjuva devriminin ideallerinin burjuvazi ve işçi örgütlerince terk edildiği, dile dine dayanan bir ulusçuluğa ve bürokratik askerci, pahalı devlet ortadan kaldırma gibi bir hedefi olmayan,  burjuva devriminin ideallerinin terki anlamına gelen bir anlayışa dayandığı görülür. Yani yuvarlak hesap 1848 devrimi ve sonrasındaki bütün burjuva devrimlerinin dayandığı anlayışa dayandığı.
Ama Kürt Ulusal Hareketi bir yanıyla Komün’den Uygarlığa Geçiş olarak da görülebilir. Bu bakımdan, Ortadoğu’daki komün’den uygarlığa geçişlerin, yani bu geçişlerin önderleri olan peygamberlerin geleneği içinde de görülebilir.
Tıpkı dünyanın gerçek hareketinin tüm o yıldız sistemlerinin, galaksilerin, evrenin hareketinin bir toplamı olması gibi, Kürt Ulusal hareketi de, her hareket gibi, tüm bunların toplamıdır. Dar bir bakış açısından bir yükseliş gibi görülen aslında çok daha büyük ölçekte bir gerileme içinde küçük bir yükseliştir. Ama o çok daha büyük gerileme de çok daha geniş bir tarihsel hareket içinde, örneğin insanlığın uygarlığa geçiş serüveninde, bambaşka bir anlama sahiptir.
*
Burjuva devrimleri açısından 1848’den sonra gelmiş olmak ve hele 1920’lerden sonra gelmiş olmak, geç kalmış olmaktır, geç gelmenin fazileti değil, geç kalmanın rezileti söz konusudur. Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk ve devlet anlayışı değil; gerici ve bürokratik bir ulusçuluk ve devlet anlayışına dayanmak demektir.
Geri ülkelerdeki burjuva devrimleri olan bu ulusal kurtuluş hareketleri, otantik burjuva devrimlerin aksine ulusu dile, dine, etniye, soya, tarihe göre tanımlarlar; burjuva uygarlığın gerici biçimiyle damgalıdırlar. İlericilikleri bu gericilik içindedir. Keza Paris komünü tipi devlet ve demokrasi diye bir sorunları yoktur. Yani baştan bürokratik bir yozlaşmanın, bir Bonapartizmin damgasını taşırlar.
Buna Antik tarihten bir analoji ile örnek verilebilir. Örneğin Türkler ya da Berberiler İslamiyet içinde Rönesas yaptıklarında, bu kurulan devletler, çürüyen Emevi veya Abbasi devletlerin göre ilerici, demokratik bir karaktere sahiptirler; otantik İslam’a, nispeten daha yakınlaşma eğilimni temsil ederler. Ama bu Emevi ve Abbasilerin kendisi bizzat bir karşı Devrimi temsil ettiklerinden; İslam uygarlığının gericileşmesi olduklarından Berber ve Türklerinki bu gericilik içinde bir ilericiliktir ve otantik İslam devrimine göre bir gericilik olmaya devam eder. Otantik İslamda  örneğin tüm Müslümanlar silahlıdır ve halife seçilir. Ne Osmanlı’da ne de Selçuklu’da, ne de Endülüs’te bu görülmez artık. Fatih doğrudan doğruya Sultan olur. İlk dört halife devrimdeki gibi bir demokratik seçim ve herkesin silahlılığı dönemi hiç yaşanmaz. Bu tasavvurların bile ötesinde kalmıştır.
İşte aşağı yukarı burjuva uygarlığında olan da budur. Türklerin veya Berberilerin gericileşmiş İslam uygarlığı içinde nispeten demokratik ve ilerici reformlar yapmaları gibidir 1848 sonrası burjuva devrimleri. Bunu ister işçiler, ister köylüler yapsın, bu temel karakter ortadan kalkmaz.
*
Bu gidişin elbet hem öznel hem de nesnel nedenleri bulunuyordu. Nesnel neden, yine az gelişmişliğin gelişmişliği noktasındaydı. Az gelişmişliğin gelişmişliği güçlü bir işçi sınıfına olanak tanımıyor, bu da burjuva devrimlerinin otantik ve gelişmiş taleplerini bayrağına yazacak bir toplumsal temel yoksunluğunu yaratıyordu.
Öte yandan, Stalinizm aracılığıyla alınan teori ve örgüt öznel olarak da bu devrimci ve demokratik ideallere karşı bulunuyordu.
Böylece köylülüğe ve pleplere dayanan bu ulusal hareketler veya burjuva devrimleri, Jan Jak Rousseau’lara, Marks ve Engels’lerin bu geleneği sürdürüşleri anlamına gelen programlara değil; bunları tasfiye eden Stalinizmin programına dayanıyorlardı.
Bu nedenle, bu ulusal kurtuluş savaşları ve burjuva devrimleri, daha baştan bir bürokratik yozlaşmaya uğramış devrimler olarak ortaya çıktılar. Bir yandan, bir burjuva devriminin plebiyen ve köylü karakterini taşırlar, jakobendirler; bir yandan bu jakobenliği tasfiye eden bürokratik, baskıcı, militer, hasılı Bonapartist özellikler taşırlar. Tarih içinde birbirini izleyen bu iki farklı nitelik, bu devrimlerde bir arada bulunur.
Böylece geri ülkelerdeki burjuva devrimleri, aslında otantik burjuva devrimlerinden bile daha geri, gerici milliyetçiliğe dayanan; bürokratik, militer bir devlet cihazına karşı olmak diye bir sorunları olmayan  burjuva devrimleri olarak gerçekleşirler ve üstüne üstlük bir de bunu sosyalizm bayrağıyla yaparlar.
Bu devrimlerin hepsinde aynı özellikler görülür. Bir dile, dine, tarihe dayanan ulus tanımına dayanırlar Mao, Çin ulus devletini kurar, Ho, Vietnam’ı kurar. Sovyetler Birliği ya da Amerika Birleşik Devletleri  gibi, biri burjuvazinin devrimci döneminde, diğeri bu devrimci dönemin ideallerini taşıyan işçilerce kurulmuş her hangi bir kültür, din, dil, etni, tarih, soy göndermesi olmayan devletler kuran devrimler değildir bunlar. Bir dille, bir dinle, bir tarihle tanımlanmış uluslar kurarlar. Gerici bir milliyetçilikle damgalıdırlar.
Ve hepsi de istisnasız, bürokratik bir diktatörlüktür, demokrasi yoktur. Hiçbir zaman bir Paris Komünleri ve Sovyet iktidarı’nın ilk dönemleri gibi bir aşama yaşamazlar. Doğrudan, hiçbir demokratik özgürlüğün olmadığı bürokratik bir devlet olarak ortaya çıkarlar. Partiler değil, hepsinde istisnasız bir tek parti vardır ve o parti devlete egemendir.
Hasılı, yirminci yüzyılın geri ülkelerdeki burjuva devrimleri olan ulusal kurtuluş savaşları, sadece Ekim devriminden değil, burjuva devrimlerinden bile daha geri bir program ve ideolojiye sahiptirler. Bu çok büyük çaplı tarihsel gerileyiş ve gericileşme içinde bir ileri atılıştırlar.
Tekrar geç gelme ve geç kalma bağlamında sorun ifade edersek, sadece işçi sınıfı ve sosyalist hareket açısından değil; burjuva devrimleri açısından da, belli bir noktadan sonra, geç gelmenin fazileti değil, geç kalmanın rezileti geçerlidir. Burjuva devrimleri Fransız ve Amerikan devrimlerinden daha ileri gitmez. Daha geri gider. İşçilerin yaptığı burjuva devriminde, Ekim devriminde bir tek bu ileriye gidiş görülür. Ama 1920’lerden sonra bu da kalmaz. Ekim devriminden sonraki devrimler, ki hapsi özünde ulusal kurtuluş hareketleridir, bırakalım sosyalist devrimi bir yana; burjuva devrimi olarak bile, Amerikan ve Fransız devrimlerinden daha geri bir burjuva devrimciliğini temsil ederler.
Burjuva devrimini geç yapmak, örneğin Rusya’da olduğunun aksine, daha demokratik daha köklü, daha gelişmiş bir burjuva devrimi değil; daha yozlaşmış, gericileşmiş, bürokratik çarpılmaya uğramış bir burjuva devrimi anlamına gelmektedir.
Böylece geri ülkeler tarihin çifte lanetini üzerlerinde taşırlar.
İşçi ve sosyalist hareket açısından o kadar geç gelmişlerdir ki artık bir Alman ve Rus işçi ve sosyalist hareketi gibi, geç gelmenin faziletlerini yaşama şansı yoktur.
Burjuva devrimi açısından o kadar geç gelmişlerdir ki, artık burjuva devriminin tüm devrimci ve demokratik özelliklerini yitirmiş, sadece modernleşme aracı işleviyle sınırlanmışlardır.
İşte Kürt Ulusal Hareketi ve PKK tamı tamına böyle bir ortamda doğdu.
Mao, Ho, Tito, Kastro’nun Kürdistan’daki paralelidir Öcalan. Çin Komünist Partisi, Vietnam İşçi Partisi ne ise PKK da odur.
Daha baştan bürokratik bir çarpıklık içinde ama aynı zamanda yoksullara, köylülere dayanan plebiyen bir harekettir.
Lumumba, Bin Bella’lara göre bir ilerlemedir. Mao, Ho’lara göre bir gerileme.
Şeyh Sait, Hoybun, KDP’lere göre muazzam bir ilerlemedir; Ama Burjuva devrimlerine göre bir gerileme.
*
Ne var ki, Kürdistan Burjuva devriminin veya Kürt Komününün uygarlığa geçişinin veya Kürt Ulusal hareketinin üçüncü bir talihsizliği daha vardır: Bu devrim yirminci yüzyıl devriminin özelliklerine sahiptir ama, yirminci yüzyılın son günlerinde doğmuş bir yirmi birinci yüzyıl burjuva devrimidir ya da ulusal kurtuluş savaşıdır. Ortaya çıkışından, (1984 Şemdinli ve Eruh baskını’dır. 1989’da Bütün doğu Avrupa çöker ve yirminci yüzyıl biter. Yirmi birinci yüzyıl sosyolojik olarak 1990 yılında başlar. Yani yirminci yüzyılda topu topu altı yıl yaşamıştır.
Öylesine geç gelmiştir ki bu geç geliş, başarı için güçler ve dengeler bakımından sadece ve sadece bir geç kalışın rezileti olarak ortaya çıkmaktadır.
Tüm dünya dengelerinin politik ve askeri bakımından başarısını neredeyse olanaksızlaştırdığı bir dünyada yükselir. Zaten bu üçüncü geç gelmişliği aşma onu bir burjuva devrimi ve ulusal kurtuluş hareketi olarak geç gelmenin sorunlarıyla bir yüzleşmeye ve onu aşma çabasına zorlar.
Eğer Kürt Ulusal Hareketi, Altmışlı ya da yetmişli yıllarda ortaya çıksaydı, o günün dünyasında çok geniş bir hareket alanı olur ve muhtemelen seksenli yıllarda başarıya ulaşabilirdi. Yani başarı için gerekli dünya dengeleri açısından da bir geç kalma söz konusudur.
Seksenlerin sonunda tam yükseliş içindedir, Türk burjuvazisi uzlaşmaya eğilim gösterirken Sovyetler çöker. Bu yarattığı moral bozuklukları, dağılmalar, milliyetçiliği güçlendirmeler ile PKK’yı bütün müttefik ve dayanacağı çelişkilerden yoksun kılar, Türk devletine ve gericiliğine bir piyango çıkar adeta.
Buna rağmen PKK ayakta kalmayı, etkisini genişletmeyi başarır. Bunun üzerine Türk devleti susurluk düzenlemeleriyle bir uzlaşmanın yollarını oluşturma denemelerine girişir. PKK buna ateşkesle cevap vererek bu eğilimi güçlendirmeye çalışır. Ama Rakipsiz kalan ABD, Orta Doğu’ya egemen olma planını yürürlüğe koymuştur. Barzaniye sağlayacağı destek karşılığında Türk gericiliğine Öcalan’ı sunar. İnkar ve baskıya dayanan güçlere bir tür büyük ikramiye çıkar.
Buna rağmen Öcalan stratejik bir dönüş yapar ve politik inisiyatifi gene kazanır. Bu sırada 11 Eylül olur, dünya dengeleri değişir yine tecrit olur. Buna rağmen yine de Türkiye’de belli bir politik etki sağlar ama bu sefer ABD Irak’a girer. PKK onun sonuçları nötralize eder.
Her adımda şu görülmektedir. ABD’nin bölgedeki planları için Türk devletinin desteğini garantilemesi karşılığında PKK’yı ezme politikasına büyük bir destek. Bu durum PKK’nın bir politik ve askeri başarı sağlamasını olağanüstü güçleştirmektedir.
Bu politik ve askeri geç kalmışlığın sonuçlarından kurtulabilmek için PKK teorik, programatik ve sosyolojik geç gelmişlikten kurtulmaya çalışmaktadır. Öcalan’ın yapmaya çalıştığı özünde budur.
*
PKK’nın evrimi, ki Öcalan’ın evrimi demektir, Öcalan’ın ne yapamaya çalıştığı, yukarıda anlatılan geniş tarihsel bağlamlar içinde anlaşılabilir.
PKK ve Öcalan’ın yapmaya çalıştığı, yukarıda sözünü ettiğimiz, ona politik bir başarıyı engelleyen üçüncü geç gelmişliğinin yarattığı açmazdan kurtulmak için, bir ulusal kurtuluş hareketi ve bir burjuva devrimi olarak geç gelmişliğin reziletlerinden kurtulmaya çalışma çabasıdır.
Bu çaba iki yöndedir.
Birincisi, burjuva devrimlerinin otantik ideallerine, yani her hangi bir dile, etniye, tarihe dayanmayan bir ulusçuluğa geçiş çabası.
İkincisi, Bürokratik, baskıcı bir devlet yaklaşımından, bürokratik, baskıcı, militer olmayan, kitlelerin örgütlülüğüne dayanan bir devlet yaklaşımına geçiş çabası.
Kesin bir sınır çizmek mümkün değilse de, kabaca, “Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa” başlığıyla yayınlanan savunması, ulusun dile, tarihe göre tanımlamış bir ulusal hareketten ulusun dile ve etniye göre tanımlanmadığı bir ulusçuluğa geçiş çabası ve bunun teorik alt yapısının oluşturulması gibidir.
Bu Kürt ulusçuluğuna, komünün, peygamberlerin, burjuva devrimlerinin demokratik ve eşitlikçi ideallerinin damgasını vurması çabasıdır. Örneğin Türk ulusçuluğunda böyle bir nitelik hiç yoktur. Onun tek övündüğü, devletler kurması ve bunların mirasçısı olmasıdır. Halbuki Öcalan’ın kitabı, Buda’dan Zedüşt’e, Burjuva aydınlanmasından Komün’e tüm eşitlikçi ve insancıl bir mirasla kendini tanımlar.
Böylece Kürtlük kendini tüm insanlığın ortak mirasıyla tanımlayınca, politik olanın, bir dil, soy, etniyi ifade eden bir Kürtlükle tanımlanması ortadan kalkar; insanlıkla ve onun ortak mirasıyla tanımlanması yolu açılır.
Unutmayalım, Öcalan, ulusu dille, etniyle, tarihle tanımlamış bir ulusal hareketi dönüştürmeye çalışmaktadır. Onu Kürtlükle tanımlanmış bir ulusal hareket olmaktan çıkarıp, demokrasiyle, insan haklarıyla, eşitlik idealleriyle, insanların kardeşliğiyle tanımlanmış bir ulusal harekete dönüştürmeye çalışmaktadır. Bunu ise öncelikle Kürtlüğün içeriğini değiştirerek yapmaya çalışmaktadır.
Orta Doğu Demokratik Federasyonu, aslında politik olanın bir dille dinle etniyle değil, bir yer ile belirlenmesidir. Bu anlamda burjuva devriminin otantik ideallerine ger dönüş çabasıdır.
Gerek “Bir Halkı Savunmak” adlı savunma kitabında ve gerek diğer konuşmalarında  Öcalan’ın özellikle devlete karşı, halkın ve kitlelerin örgütlülüğüne vurgu yaptığı görülmektedr. Özellikle “Demokratik Konfederalizm” ve “Daha az devlet daha çok toplum” vurguları da burjuva devrimlerinin, proleter devrimleri tarafından da sahiplenilmiş militer, baskıcı bürokratik olmayan; doğrudan kitlelerin kendi inisiyatif ve örgütlenmelerine dayanan devlet biçimine, yani burjuva devrimlerinin otantik ideallerine dönüş çabasıdır.
Elbette Öcalan Klasik Marksist geleneğe çok uzaktır, onun Marksizm diye bildiği Stalinizm’dir. Bu nedenle Öcalan’da Marksizm’den uzaklaşma gibi görünen söylem, aslında Stalinizmden uzaklaşma; burjuva devrimlerinin devrimci döneminin ideallerine bir dönüştür. Ve bu anlamda, Marksizm aydınlanmanın mirasının geliştiricisi olduğundan; Öcalan Marksizm’den uzaklaştıkça (Ki bu Stalinizm’den, gerici bir milliyetçilik ve bürokratik bir devletçilikten uzaklaşmadır) Marksizm’e  daha yaklaşır.
Örneğin Öcalan, Marksist Kavramlarin iç tutarlılığı olan sistematiğini bilmediği için, bürokratik devlet’i devlet olarak anlamakta; ama hiçbir bürokratik yanı olmayan devletin; demokrasinin bizzat kendisinin devlet olduğunu anlamamaktadır. Dolayısıyla bürokrasinin olmamasınız ve tasfiyesini, devletin tasfiyesi ve aşılması olarak görmektedir.
Bu sosyolojik yanlış son derece normaldir. Öcalan, Marksizm diye Stalinizmi öğrenmiş geç kalmanın rezileti içinde doğmuş bir önderdir. Öte yandan, bu gün dünyada yükselen bir işçi hareketi ve Otantik Marksizmin bir canlanışı da yoktur ona bu devrimci demokrasiye doğru evriminde kavramsal araçlar ve itilim sağlayacak. Ortalığı bayağı post modern yüzeysel demokrasi ve çoğulculuk söylemlerinin kapladığı bir ideolojik iklimde, bu ideolojik ve teorik ortamın sunduğu araçlara dayanarak Stalinizm’den kurtulmaya, burjuva devrimlerinin otantik hedeflerine dönmeye çalışmaktadır. Ve bütün bunları, hapishanede, son derece elverişsiz koşullarda, adeta el yordamıyla yapmaktadır.
Kimi keskin solcular, bu görünüşe bakarak, Öcalan’ın sosyalizmi ve Marksizmi terk ettiğinden söz ederek, bunda bir sağa kayma ve teslimiyet görmektedirler.
Halbuki biz şeyleri görünümüyle değil özüyle anlarsak, Marksizm’den Uzaklaşma gibi görünenin Marksizmin köklerindeki burjuva aydınlanmasına, dolayısıyla Marksizme bir yakınlaşma olduğu görülür.
Aslında Öcalan’ın liberter teorisyenlerle büyük bir rezonansa girmesi bir rastlantı değildir. Bu tam da Stalinist bürokratik devletçilikten uzaklaşmanın yansımasıdır. Bu anlamda, Öcalan, Liberterlere yaklaştıkça bir anlamda sosyalizme yaklaşmaktadır. Daha doğrusu, burjuva uygarlığının devrimci döneminin ideallerine ve programına yaklaşmaktadır. Bu ise, bu günkü dünyada İşçilerin de asgari programıdır.
İşçilerin önlerindeki ilk görev bulundukları devletlerin ulusu bir dil, din etni, soy ile tanımlamalarını ve bürokratik, militer ve baskıcı mekanizmalarını ortadan kaldırmaktır. Yani Engels’in dediği gibi, Demokratik Cumhuriyet’tir.
Somutlarsak, örneğin bu günün Türkiye’sinde, Türk devletinin Türklüğünü ortadan kaldırmak, onun her hangi bir dili, dini, etnisi olmaması, tüm yurttaşlarının istediği dili ana dil seçme ve o dilde eğitim görme hakkı; bürokratik, militer cihazın parçalanması ve bütün iktidarın halkın örgütlü girişim ve örgütlerinde toplanmasıdır.
Bu programa sahip bir işçi hareketi, Öcalan’ın formüle ettiği programla hiçbir zorluk duymadan otomatik olarak ittifak kurabilir ve kurmalıdır.
Elbette, işçi hareketi ve Kürt ulusal hareketinin ilerdeki hedefleri farklıdır. İşçi hareketinin hedefi demokrasiyi yok etmektir. Değer yasasının egemenliğini yok etmektir. Bu günkü dünyada fiilen bir apartheit rejimine varan ulusal sınırları yok etmektir. Ama bu sonraki bir sorundur.
Elbette Öcalan bu programı aynı zamanda bir Ezop diliyle, politik bir mücadele verdiği için, karşı tarafı tereddütte bırakacak, parçalayacak bir dille ifade etmektedir.
Bu programın özüne karşı olanlar onun bu biçimsel özelliklerinden hareketle onun egemen devletle ve Kemalizmle bir uzlaşma olduğunu söyleyerek, aslında kendi gerici milliyetçiliklerini gizlemeye ve kitleleri yanıltmaya çalışmaktadırlar. Nesneleri özüyle görme yeteneğinde olmayan, sadece görünümlerle hüküm veren sol da aynı koroya katılmaktadır.
Bu baylara göre suda yüzdükleri için ve balığa benzedikleri için balinalar balık; yılan balıkları yılan; yarasalar da kuşturlar. Her hangi bir sosyal hareketin, teorinin veya programın, görünüşünü değil, iç yapısını, anatomisini anlama çabaları yoktur.
Aslında böyle davranmak işlerine gelmekte, bizzat kendilerinin de ürünü oldukları gerici milliyetçiliği dışa vurmaktadırlar.
10 Nisan 2006 Pazartesi





Hiç yorum yok: