Bu Sempozyumun[1] konusu, resmen ifade edildiği biçimiyle, Gezi değil, Marksizm’dir. Yani, yine Marksizm’in kurucularının tanımlamasıyla, konusu
Toplum ve onun Tarihi olan Bilimdir.
O bilimin konusu olan Olaylar (burada
Gezi) değildir.
Konu bilim
olunca, kavramların tartışılması önem
kazanır. En azından olgulara ilişkin olarak aynı şeylerin bilindiği varsayılır.
Bu bilinenlerin nasıl kategorize edileceği, sınıflanacağı, iç bağlantıları ve
nedenleridir konu.
Toplantının başlığının formülasyonuna göre, bilimin (Marksizm’in)
kavramlarının Gezi örneğinden hareketle bir kontrolünün, bir sağlamasının yapılması
beklenmektedir.
Ancak gerek konuşmacıların listesinden, gerek deneylerden
tahmin edebiliyoruz ki, burada Marksizm
değil, yani onun kavramları; bu kavramların Gezi olayını anlamaya uygun
olup olmadığı; değiştirilmeye ve geliştirilmeye ihtiyaç duyup duymadığı değil; Gezi olayları tartışılacaktır. Gelenler
de muhtemelen bu beklentiyle geleceklerdir.[2]
Bunu bizzat konuşmacıların listesinden bile çıkarmak mümkün.
Konuşmacılar arasındaki özellikle akademik kökenli olan arkadaşların veya o
kimliğiyle tanınanların neredeyse tamamı kendini Marksist olarak tanımlamayan
arkadaşlar. Marksist olmayan bir insanın Marksizm’in kavramlarını
dakikleştirmek ve sağlamak gibi bir derdi de olmaması gerekir.
Elbet bu arkadaşların, Gezi’den hareketle Marksizm
üzerine dışarıdan söyleyecekleri
şeyler olabilir. Ve Marksist olmadıklarına göre, muhtemelen Marksizm’in ve
kavramlarının Gezi’yi anlamak için yetersiz ve yanlış olduğu hakkında bir
şeyler söylemeleri gerekir. İç tutarlılık diye bir şey varsa böyle olması
beklenir. Tabii eğer konu Marksizm ise ve ilan edilen konuya sadık kalınacaksa.
Ama muhtemelen böyle sözler de işitmeyeceğiz.[3] Bu
arkadaşlar da akademik sosyolojinin geliştirdiği ve muhtemelen kendilerinin de dayandıkları
kavram sistemleri içinde Gezi’yi tartışacaklardır, Marksizm’i değil.
Marksist olan konuşmacılara gelince, onların da
genellikle yine Marksizm’i ve
kavramlarını değil, Gezi’yi
tartışacaklarını sanıyoruz.[4] Sempozyum’a
hazırlık için internette diğer konuşmacıların yazılarını tarayıp okurken çıkan
sonuç bu.
Kendini Marksist olarak tanımlayan konuşmacıların neredeyse
tümünün bütün yazıları, Gezi’nin nasıl
bir şey olduğu üzerinedir ve özellikle görünümlerine ilişkin, analitikten
ziyade betimsel (tasviri) düzeyde yazılardır. Gezi’nin kimi özelliklerine
dikkati çekmeye yöneliktirler. Bu dikkati çekmeye veya görmeye çalıştıkları
özelliklerden hareketle, yine Marksist olduğunu düşündükleri bazı varsayımlara
dayanarak bazı politik çıkarsamalar yapmaya yöneliktirler. Yazılardaki genel
eğilim budur.
Özetle burada, Marksist olsun veya olmasın, bütün
arkadaşların Gezi’yi tartışacaklarını, onu da aslında pratik politika bağlamında
tartışacaklarını ve dinleyicilerin de esas olarak onlardan bunu bekleyeceğini
sanıyoruz. Yani konu olarak ilan edilenle yapılan arasında bir uyumsuzluk, bir
çakışmama durumu olacağını ve bunun kimseyi de rahatsız etmeyeceğini düşünüyoruz[5].
* * *
Bilimler olgulardan, olaylardan hareketle genellemeler
yaparlar, kavramlar geliştirirler, var olan kavramları dakikleştirirler.
Daha sonra, önceden yapılmış bu genellemelerden
hareketle öngörüler ve buna uygun pratik yönelişlerde bulunurlar.
Sonra öngörüde bulundukları olaylara ve pratiklere bakıp
eski genellemelerin bir sağlamasını yaparlar. Nerede ne aksadı bulmaya ve
açıklamaya çalışırlar. Olaylar hakkında bilinenlerin mi, yoksa onları anlamayı
sağlayan kavramsal araçların mı yanlış olduğuna bakarlar.
Elbette, çoğu kez olayların hızlı akışı içinde onların
ayrıntılı incelemesi, analizi ve sonuçlar çıkarılması, genellemeler yapılması
mümkün değildir. Olaylar sizi beklemez. Önceden hazırlık olarak ne yaptıysanız,
ne gibi araçlar geliştirdiyseniz onunla iş görmek zorundasınızdır. Yani bir
bakıma, Marksizm’in (veya başka bir
kavram sistemine dayanıyorsanız onun) aynasında
Gezi’ye bakmanız gerekir olayların hızla aktığı zamanlarda.
Bunu Gezi’ye ve bu toplantıya aktarırsak bu toplantıyı
şöyle anlamak gerekir ya da biz öyle anlıyoruz: Önceki dönemde geliştirilmiş
Marksist kavramsal araçlarla Gezi esnasında olayların akışı içinde bunlar
denenmiş, somut öneriler getirilmiş, yapılacak olan yapılmıştır; yani “Marksizm’in Aynasında Gezi’ye
bakılmıştır. Şimdi fırtınanın dindiği bu noktada, bir kontrol, bir “sağlama”, bir “hasar tespiti” yapmak gerekmektedir, bu nedenle bu Sempozyum
yapılmakta ve “Gezi Aynasında Marksizm”
diye bir başlık koyulmaktadır.
İlan edilmiş bu başlıktan anladığımız bu ve bunun
gerçekten yapılması gereken bir iş olduğuna inandığımız için, yukarıda öngörülen
fiili durumun aksine “akıntıya karşı”
durarak bu yapılmaya çalışılacaktır.
Tamı tamına ilan edilen konu ele alınacaktır, yani
Marksizm.
* * *
Biz Marksizm Aynasında
Gezi’yi, Gezi olayı esnasında “tartışmış”tık.
Gezi süreci boyunca, bu dönemi 31 Mayıs ise, 31 Temmuz
arası iki aylık bir dönem olarak kabul edersek, otuzu aşkın yazı yazdık.[6] Yani en
azından iki güne bir yazı düşmekte. Bu yazılarda hem o zamana kadar bilip
öğrendiğimiz ve kısmen gelişimine katkıda bulunduğumuz Marksist kavramsal araçlarla
Gezi’yi açıklamaya ve anlamaya; hem de bunlar ışığında yol bulmaya; somut önerilerde
bulunmaya çalıştık.
Gezi’yi yapan geniş kitleye bu öneriler ulaşamıyordu
ve onlar bunları bilmiyorlardı. Bu görüşleri fiili olarak uygulamayı deneyecek
bir örgütlü güç de yoktu.
Bilinmediği için de maalesef pratikte gerçekleşme
olanakları yoktu. İçerikleri nedeniyle değil, bilinmedikleri için. Ama
bilinebilseydi, doğru bir yöneliş sağlayacağı umulan, en azından sonra
okunduğunda, “keşke bunları bilseydik” deme duygusu uyandıracağı hala düşünülen
yazılardı bunlar.[7]
Aslında Gezi olayları esnasında, bu satırların yazarı
gibi, her adımda, programatik, stratejik, örgütsel, taktik önerilerde bulunmuş
ikinci bir örnek de yoktur bildiğimiz kadarıyla. Zaman zaman böyle davrananlar
vardır, ama neredeyse her adımda ve aşamada yoktur.
Hem Gezi sürecinde pratik öneriler getiren neredeyse
tek örnek olması; hem de şimdi bizim dışımızda kimsenin Marksizm’i tartışmaya
kalkmaması, kanımızca bir bütündür ve bu çakışma, Gez’de pratiğe, burada
teoriye yoğunlaşma, rastlantısal değildir.
Açık ki, bizim hem teori ve pratik ilişkisini
kavrayışımız, hem de teori ve pratiğimizin kendisi, diğer Marksistlerin tam
karşısında bulunmaktadır. Bu karşı ve zıt bulunuşun, bu praksisin (teorik
pratiğin) kendisi, bütün diğer Marksistlere esas eleştirimiz olarak da
görülebilir.
Olayların sıcak ateşi içinde yazdıklarımızın
dinleyiciler ve diğer konuşmacılarca bilinmiyor olabileceğini göz önüne alarak,
hem dinleyicilerin beklentilerine bir cevap vermek; hem de bu somut pratiğin ne
olduğunu göstermek için, bir iki gün önce, Gezi boyunca yazdığımız yazıları bir
kitap olarak derledik ve internette herkesin emrine amade kıldık.[8]
İsteyen kitabı indirip okuyabilir.
Teori ve Pratik İlişkisinin Yüzeysel
Kavranışı
Marksizm’i tartışmak üzere yapılan bir toplantıda, Marksizm’i
değil Gezi’yi tartışıyor olmanın kimseyi rahatsız etmemesi, sadece Türkiye’nin
şarklılığının; hala “akli” değil “nakli” bir kültürü olduğunun bir yansıması; bir eklektisizm ve
tutarsızlık sorunu değil; aynı zamanda teori ve pratiğin ilişkisinde bir
şeylerin yanlış kavrandığının ya da Marksist’çe kavranmadığının da bir
belirtisidir.
Bu nedenle “Gezi
aynasında Marksizm”i tartışmaya, teori ve pratik ilişkisinden başlamak
açıcı olabilir.
Böyle yaparak aslında tam da son derece pratik, acil
sorunları ve aynı zamanda Gezi’nin tartışılmış olacağı düşünmekteyiz. Çünkü
sanılanın ve muhtemelen yapılacak olan fiili Sempozyumun aksine Gezi, Gezi
tartışılarak anlaşılamaz. Her şey deneylerden çıkar; ama hiçbir şey de
deneylerden çıkmaz.
Bunu açıklayabilmek için, artık pek bilinmeyen bir tarihten,
Ekim Devrimi tarihinden bir örnek verilebilir.
Lenin Petrograt’da (Petersburg’da) Finlandiya İstasyonu’na
inip Nisan Tezleri’ni okuduğunda,
bizzat kendi partisi bile şaşırmış ve “Bizim
ihtiyar şaşırdı mı?” yollu tepkilere yol açmıştır. Lenin orada, bilinen
eski formüllere bağlı kalan kendi yoldaşlarına karşı, “Hayatın ağacı yeşildir, teori gridir” diyordu.[9]
Ama bu söz genellikle tamamen yanlış ve yüzeysel
anlaşılır. Anlaşılmayan tam da gri olan teoride yoğunlaşma sayesinde Lenin’in
hayatın yeşilini görebildiği ve yeşilin (pratiğin) içindeki yoldaşlarının yeşil
olanı göremediğidir. Sadece karanlık değil, sadece ışık da insanı kör eder.
Çünkü Lenin o yıllarda, kütüphanelerde, Hegel’in Mantık’ının en soyut gibi görünen bölümleri
üzerine çalışıyordu. “Hegel’in Mantık’ını
anlamadan Marks’ın Kapital’i anlaşılamaz”; “Marks bize büyük harflerle bir Mantık veya Diyalektik bırakmadı, ama
Kapital’in mantığını bıraktı”; “ergo”
“o halde kimse Marks’ı anlamamıştır”
gibi çıkarsamalar ve aforizmalara yol açan bir çalışmadan geliyordu. Yani Hegel’in
Mantık’ı (En soyut ve saf görünen, en
gri teori) ile Lenin’in Rusya’ya dönüşünde indiği Finlandiya İstasyonu; yani
devrim veya ayaklanmış kitleler; yani en somut pratik, yani yeşil, aslında iç içedir.
Grinin de grisine gittiğinizde yeşille karşılaşırsınız. Yeşilin yeşilinde
grinin grisi çıkar karşınıza.
O zaman bunu şöyle de formüle edebiliriz: Aslında
ancak Marksizm’i tartıştığımızda Gezi’yi tartışabiliriz. Şimdi gerçekten Marksizm’i
tartışmanın zamanıdır.
Yani yukarıdaki metafora sadık kalırsak, burada
konumuz grinin de grisinin yeşille ne kadar buluştuğuna bakmak olmalıdır.
Dolayısıyla en soyut, pratikle en ilgisiz gibi görünen kavramlar âlemine girmek
gerekmektedir.
Hangi Marksizm?
Ama burada bir açıklama da gerekiyor.
Gezi boyunca yazıp yaptıklarımızın dayandığı Marksizm
hangi Marksizm’di?
Bu Marksizm’in, yaygın, bilinen, resmi veya akademik Marksizm’le
hiçbir ilgisi yoktur. Bu bilinen bir Marksizm değildir. Bu, resmi Marksizm’in
lanetlediği, kovuşturduğu, heterodoks, zındık, heretik bir Marksizm’dir. Bu
Marksizm hep yeraltında yaşamıştır.
Bu Marksizm, Marks’ın sevdiği benzetmeyle, devrim gibi,
yeraltında bir köstebek gibi yaşayan, kafasını ancak büyük toplumsal
kabarışlarda çıkarabilen, eleştirel ve devrimci bir Marksizm’dir. Devrim
kafasını çıkardığında bu Marksizm de kafasını çıkarır.
Olağan zamanlarda yaygın olarak görünen ve bilinen
Marksizm ise Marksist terminolojili ya da vokabülerli bir tür pozitivizmdir.
Eleştirel ve devrimci Marksizm ise kafasını, Ekim Devrimi gibi, 68 kabarışı
gibi büyük kitle ayaklanmalarına çıkarır. O en temel, genel ve derindeki
olduğundan, kitleler en temel sorunlara döndüklerinde onunla rezonansa
gelirler.
Bu eleştirel, devrimci, heterodoks ve zındık Marksizm
yer altında olduğundan görülmüyordu, ama yeryüzünü kaplamış, taşlaşmış yaşayan
fosillerin aksine, evrimini sürdürüyordu.
Bu Marksizm varlığını ve yer altındaki evrimini, üç
damarda sürdürdü. Birisi Troçki adına bağlı gelenekti. (Troçki’den sonra da Roman
Rosdolsky, Ernest Mandel, Michael Löwy, Enzo Traverso hatta Perry Anderson gibi
önemli teorisyenler çıkarmıştı.) Diğeri, “Frankfurt
Okulu” ya da “Eleştirel Teori”
denen, daha geniş olarak da “Batı Marksizm’i”
denebilecek gelenekti. (Adorno, Benjamin, Marcuse, hatta Lefevbre, Lukacs gibi
isimler ilk solukta sayılabilir.[10]) Bir
üçüncüsü de Hikmet Kıvılcımlı’nın tek kişilik, bataklıkta yetişmiş bir orkide
gibi yapayalnız muazzam teorik-pratik çabası ve eseridir.
İlginçtir, bu üç köstebek de kafalarını çıkarma
olanağını en son 1968’in yükselişinde buldular. Klasik devrimci Marksist
geleneğin, yani Lenin, Luxemburg, Troçki’nin yanı sıra; batı Marksizm’ini
sembolize eden, pratikle bağını koparmadan devrimci duruşunu sürdüren Marcuse’un
resimleri, 68’li isyancıların pankartlarında görülüyor ve kitapları okunuyordu.
Benzeri Türkiye’de de olmuş ve 68 yükselişi, ama
özellikle 15-16 Haziran olaylarından sonra Hikmet Kıvılcımlı benzer bir duruma
gelmiş ve Dev-Genç’lilerin elinden düşürmediği, okuduğu ve tartıştığı en önemli
teorik kaynak olmuştu.
Bu üç gelenekten ilk ikisi, hem dünyada ve Türkiye’de biliniyor
hem de birbirlerini biliyorlar. İyi kötü Troçkist gelenek ile “Frankfurt Okulu” ya da “Eleştirel Teori” birbiriyle buluşmuş, “gönül yakınlıkları”nı fark etmiş (Perry
Anderson’un Batı’da Sol Düşünce’si
bunun en önemli kanıtıdır); bunu özellikle Michael Löwy ve Enzo Traverso gibi
teorisyenler eliyle işlemeye başlamışlardır.[11]
Ama Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik katkıları ne dünyada,
ne Türkiye’de, ne de diğer damarlarca bilinmiyor. Kıvılcımlı da onları
bilmiyordu.
Biz bu üç geleneği iyi kötü tanıyan çok az sayıdaki
kişiden biri olarak, bunların ortaklıklarının derin metodolojik kökleri ve
sosyolojik nedenleri üzerine epeyce kafa yorduk ve sanırız bunu bir teorik
açıklamaya da kavuşturduk. Seksenli yıllar boyunca teorik çabalarımızın
ekseninde bir bakıma bu sorun bulundu.[12]
Ancak burada kalmadık. Seksenlerde aynı zamanda “Yeni Sosyal Hareketler” denen, iktisadi
ilişkiler içindeki konumdan kaynaklanmayan; tüm sınıflardan insanları kapsayan;
kapitalist olarak gelişmiş ülkelerde görülen hareketlerle karşılaştık.
Bu öznelerin klasik Marksist teorinin kavramlarıyla
bağlantılı olarak nasıl açıklanabileceği ve bunların önceki klasik ve otantik Marksist
kavramlarla tutarlı olarak, nasıl ortak bir kavram sistemi içinde
toparlanabileceği ve açıklamaya kavuşturulabileceği gibi bir sorunla yüzleştik.
Büyük ölçüde Hikmet Kıvılcımlı’nin farklı üretim
biçimlerinin kaynaşması, simbiyoz bir yaşama girmesi (“eklemlenme”) ve Mandel’in
“sermayenin gerçek tarihsel hareketi”
gibi kavramsal belirlemelerine dayanarak Yeni
Sosyal Hareketleri açıklama ve yine bu hareketlerin politik mücadele
stratejisi ve örgüt biçimleri bakımından ne gibi yenilikler gerektirdiği gibi
sorunları çözme denemelerinde bulunduk.[13]
Ancak burada da kalmadık ve doksanlarda özellikle
uluslar ve ulusçuluk teorilerinde yapılmış katkılara dayanarak bunları Marksist
kavramlar ve teoriyle bütünleştirmeye çalıştık.
Buradan hareketle iki binli yıllarda da bir ulus, din
ve üstyapılar teorisini şekillendirdik. Marksizm’i inmelendirmiş, Yapı ve Özne Çelişkisini çözecek adımlar attık ve Kıvılcımlı’nın bu çelişkiyi
çözme yolundaki muazzam çabasının nasıl başarısızlıkla sonuçlandığını gösterdik.[14]
Böylece politik mücadele ve analizde kullanılan birçok
kavramın (İnsan, Demokrat, Din, Milliyet, İdeoloji, vs., gibi) sosyolojik
olmayan niteliğini açığa çıkardığımız gibi; bu kavramların sosyolojik
karşılıklarının neler olduğunu açıklama yolunda önemli adımlar attık.
Ne var ki, hem klasik ve otantik Marksist öğretiye
bağlı, hem onlara dayanan; hem onları eleştirerek geliştiren bu kavramsal araçlar
Türkiye’de tam bir suskunlukla karşılanmış olup, görmezden gelinmiş, üzerinde
tartışılmamıştır.
Bu nedenle esas olarak sol ve sosyalistler bu gelişmiş
Marksist kavramsal araçları tartışmayarak ve kullanmayarak, kendilerini bu
araçlardan yoksun bırakmışlardır. Bunun sonucunda da Gezi’yi anlama ve ona
uygun pratik geliştirecek kavramsal araçları da yoktur.
Bu nedenle, bizim Marksizm derken ona yüklediğimiz
anlam ve içerik ile diğer kendini Marksist olarak tanımlayanların Marksizm’e yükledikleri
anlam ve içerik arasında çok büyük bir uçurum bulunmaktadır.
Onların büyük çoğunluğunun Marksizm derken
kastettikleri, dogmatik ve resmi Marksizm’dir. Böyle olmayıp daha otantik Marksizm’e
yönelme eğilimi gösterenleri bile, burada kısaca değindiğimiz gelişimi ve
araçları bilmezler ve kullanmazlar.
Bu nedenle “Gezi
Aynasında Marksizm”, aslında istense de istenmese de, fiilen hangi Marksizm sorusunun tartışıldığı
bir alan da olmak zorundadır. Eğer herkes devrimci ve geliştirilmiş bu Marksizm’e
ve onun araçlarına dayansaydı böyle bir tartışma elbette gereksiz olurdu.
Ama açmaz tam da buradadır. Kimsenin Marksizm’i
tartışmak gibi bir sorunu yok. Onun kavramlarının gelişmiş biçimlerini bir yana
bırakalım, otantik ve klasik diyebileceğimiz biçimlerinin doğru dürüst bir
kullanımı bile kimseyi ilgilendirmemektedir.
Soyut gibi görünen kavramlar ile mücadele; teori ile
pratik arasındaki o kopmaz bağ koparılmış veya unutulmuştur. En küçük bir
kavramsal tutarlılık ve hassasiyet yoktur. Herhangi bir kavram alınıp
kullanılmakta, ama o teorinin diğer kavramlarıyla uyumluluğu; iç tutarlılığı
gibi en küçük bir kaygı bile gösterilmemektedir.
Kavramsal ve Olgusal Sallapatiliğe Bir
Örnek
Bunu öyle sıradan bir örnekle gösterelim.
Arkadaşım Ertuğrul Kürkçü’nün Gezi’ye ilişkin şu
söylediklerine bakalım:
Özgür Gündem’in haberine göre, “İsyan Söyleşileri” programında “1968’den
Gezi Direnişine” başlıklı söyleşide şöyle demiş:
“Gezi direnişinde devletin ve polisin bile tahmin
edemeyeceği ‘apansız ortaya çıkan büyük
bir patlamanın’ yaşandığını ve toplumsal direnişin Türkiye çapındaki
başlangıcı haline geldiğini söyledi. Böylesi bir direniş başlangıcına daha önce
de tanık olduğunu söyleyen Kürkçü, ‘Rusya’da
6 Kasım’da kimse devrim olacağına inanmıyordu. Birden 6 Kasım’ı 7 Kasım’a
bağlayan gece Kışlık Saray’a başlayan baskınla birlikte Rusya’nın kaderi
değişti’.”
Kürkçü doğru olarak Gezi’nin kendiliğinden niteliğine dikkati çekiyor, ama verdiği örnek dikkati
çektiği bu özellikle çelişiyor. Gezi’nin kendiliğinden patlama özelliği, örnek
söz konusu olduğunda, Şubat Devrimi için geçerlidir, Ekim Devrimi’nin, hele
kendi sözleriyle “Kışlık Saray’a baskın”ın
kendiliğindenlikle hiçbir ilişkisi yoktur.
Anlaşılan Kürkçü, yeni kuşakların Marksizm’i ve sosyalist
hareketin tarihini bilmedikleri ve ilgilenmediklerini düşündüğü için olsa
gerek, (çünkü başka bir açıklama görülmüyor. Kürkçü, Kışlık Saray’a baskında
kendiliğindenliğin söz konusu olmadığını bilecek bir insandır) öylesine
konuşmuştur. Tarihte neredeyse bütün devrimci kabarışlar ve isyanlar
kendiliğinden patlamalar olmasına rağmen ve bunlardan her hangi birini örnek
olarak verebilecekken, Ekim Devrimi gibi aslında tam tersi, bilinçli ve örgütlü
bir devrimi; belki de tarihteki bu tek örneği kendiliğindenliğe örnek
göstermesinin başka açıklanabilir bir yanı yoktur.
Bir başka örnek.
Bir yandan Gezi hareketinin “Şehir Hakkı”, “yaşam
alanlarının ticarileşmesi” gibi nedenlerle başladığında herkes aşağı yukarı
hemfikir, ama buradan çıkarılan sonuç hareketin anti-kapitalist olduğu yönünde. Bu şekilde çıkarsamalar yapan birçok
örnek verilebilir. Yine arkadaşımız Kürkçü’den bir örnek verelim.
“Gezi’yi gözümüzün önüne getirelim, bir gün içerisinde
bir park savunusundan, halkın hakları
savunusuna dönebileceği kadar muazzam bir sıçrama imkanı içeren bir
dinamizm ile halk yanıt verdi bu AKP’nin saldırılarına. Kent haklarından başlayan tartışma sonunda toplumun tamamının sermaye karşısındaki hakları noktasına
kadar evrildi ve bu açıdan baktığımızda Gezi’nin bir anti-kapitalist isyan ruhunu neresinden bakarsak bakalım her
noktasında beslediğini görebileceğimizi söyleyebiliriz.”
Şimdi, Marksizm’le birazcık ilişkisi olmuş bir kimse, toprakta
(ki buna şehir toprakları da haydi haydi dâhildir) özel mülkiyet olmamasının
veya toprakların kamulaştırılmasının; bunların nasıl kullanılacağına demokratik
bir biçimde karar verilmesinin, özünde sosyalist değil, demokratik (yani
burjuva) karakterde bir talep ya da dönüşüm olduğunu bilir. (Hele 68’lerin
Demokratik Devrim mi Sosyalist Devrim mi şeklindeki strateji tartışmalarını yaşayanlar
ki Kürkçü de bunlardan biridir.) Bu nedenle birçok radikal veya iç tutarlılığı
olan demokrat veya burjuva da toprakların kamulaştırılmasını savunabilir;
ticarileşmesine karşı çıkabilir.
Gezi’nin vesilesi olan Gezi Parkı Direnişi, özünde
tamamen demokratik (burjuva) karakterde diyebileceğimiz bir harekettir. (Yani
gerçekleşmesi kapitalizmi ortadan kaldırmaz, aksine onun için daha iyi ve
elverişli koşullar sağlar.) Kaldı ki, hareketin şehir topraklarının veya genel
olarak toprakların kamulaştırılması gibi bir hedefi de yoktur. Henüz buralara
gelmiş olmaktan da çok uzaktır. Daha ziyade bunların ne yapılacağına keyfi
biçimde karar verilmesine ve yağmalanmasına bir direniş olarak başlamıştır.[15]
İktidar ya da devlet tarafından, tamamen keyfi şekilde
bir alanın kamu kullanımından alınmasına, bir ticaret ve din mabedine
dönüştürülmesine karşıdır. Bu anlamda tamamen demokratik bir karakterdedir.
Aslında ortalama bir Kuzey Avrupa ülkesinde işler genellikle
tam da Gezi direnişçilerinin istediği gibi yürümektedir. Yani Gezi Parkı
Direnişi, gerek kendini yaratan sorunlar; gerek ifade ettiği hedefler
bakımından, özünde henüz mantık sonuçlarına ulaşmış bir radikal demokrasi bile
değildir. Devletin veya hükümetin (hatta bu olayda Tayyip Erdoğan’ın kaprisleri
ve ellilerin anti-komünizmiyle şekillenmiş dünyası bile denebilir, biraz akıllı
bir politikacı çok farklı davranabilirdi ve keyfiliğe rağmen bir patlamaya
vesile olmayı engelleyebilirdi.) keyfiliğine karşı bir direniştir. Amaçlarına
ulaşması halinde Türkiye’deki kapitalizm daha az Asyalı, daha az vurguncu,
Türkiye’deki sistem daha az keyfi ve daha az anti-demokratik olur. Bütün bunlar
ise kapitalizmin gelişimi için daha uygun koşullardan başka bir şey değildir.
Bütün bunlara rağmen, arkadaşım Kürkçü de, bu harekette,
ulusalcı yazarlar veya Korkut Boratav gibi “anti-kapitalist
isyan ruhu”; “toplumun tamamının
sermaye karşısındaki hakları” noktasına kadar bir evrilme görüyor.
Eskiden sosyalistler, bir hareket kendini sosyalist
olarak tanımladığında (ki o zamanlar ulusal hareketler bile kendilerine
sosyalist derlerdi), o hareketlerin kendilerini böyle tanımlamakla birlikte
sosyalist olmadıkları; onların kendileri hakkındaki nitelemelerinin, onların nesnel
karakterini veremeyeceğini söyler ve böyle uyarılar yaparlardı. Örneğin TİP’lileri,
“Sosyalist Devrim diyorsunuz, ama somut
talepleriniz aslında demokratik bir devrim bile değil” diye eleştirirlerdi.
Anlaşılan şimdi, hareketin ne yapısal özellikleri, ne
kendisi hakkındaki tanımlamaları, ne talepleri anti-kapitalist olmamakla
birlikte onlara anti-kapitalist özelliklerin atfedilmesi gibi bir alışkanlık hâsıl
olmuş bulunuyor.
Tabii böyle de yapılabilir. Yukarıdaki gibi yapıldığı
zaman da biraz olsun bilimlerin kavramlarının bir iç tutarlılığı olduğu ve
olması gerektiğine dair bir kavrayış varsa, “Marks, toprakların kamulaştırılması veya keyfi idarelere karşı direnişleri
demokratik olarak tanımlarken yanılmaktadır, Marksist kavram sistemi içinde şu
nedenlerle bunlar sosyalist karakterdedir” gibi bir çıkarsama yapmak ve bu
çıkarsamayı temellendirmek için de bütün Marksist teorik yapıyı yıkıp yeniden
kurmak gerekir. Teorik ve kavramsal iç tutarlılık diye bir şey varsa ve eğer “Gezi Aynasında Marksizm” konuşulacaksa,
böyle bir davranışı zorunlu kılarlar. İnsanın Âdem ve Havva’dan geldiğine
inananlar, Darvin’in teorilerini reddederken, yanlış da olsalar, daha büyük bir
iç tutarlılığa sahiptirler.
Ancak bu en demokratik hareketleri bile anti-kapitalizm
olarak tanımlamaların Türkiye politikasındaki gerçek ve somut anlamı,
demokratik görevlerden kaçmaktan, yani demokratik bile olamamaktan, demokrasi
mücadelesine karşı durmaktan başka bir şey değildir.
Gezi, özünde, nesnel olarak demokratik taleplere ve
yapıya sahipti, ama onunla karşılaşan ve onu değerlendiren sosyalistler, henüz
yeterince demokrat bile olmayan, gerici milliyetçiliklerine sosyalizm veya
Marksizm veya anti-emperyalizm, anti-kapitalizm şalı örtmüş gerici
milliyetçilerdi.[16]
* * *
Bütün bunlar bir rastlantı değildir.
Neredeyse bütün sol, bilinen, resmi ve dogmatik
Marksizm anlayışına uygun bir biçimde, politika ve strateji alanında da, yıllardır
sözde anti-kapitalist veya sosyalist bir söylem tutturmuş bulunuyor.
Bu anti-kapitalist söylem veya sosyalizm vurgusu, yıllarca,
ileri kaçmanın (sadece geriye kaçılmaz, ileriye de kaçılır), Kürtlerin
mücadelesine uzak durma ve demokratik hedefler için mücadeleden yan çizmenin
bir aracıydı.
Bu uzun yıllar boyunca biz politika, program ve
strateji alanında, Türkiye’deki sorunların temelinde kapitalizm değil,
demokratik olamama bulunduğunu söylüyorduk. Ve Gezi aslında savunduklarımızın tam
anlamıyla doğrulanması oldu.[17]
Devrimin ve görevlerin anti-kapitalist olduğunda ısrar
edildiği takdirde (Hele Kürt hareketinin büyüyüp etkisinin artmasından ve onun
kanatları altında yer aldıktan da sonra, fiilen utangaç bir özeleştiriyle
demokratik görevlere vurgu yaparken) Gezi gibi hiçbir anti-kapitalist özellik
taşımayan ve tamamen demokratik özellikler gösteren hareket karşısında ikna
edici olmak zordur. Ama bu gerçek teslim edilse, tutarlılık içinde, önceki dönemde
söylenenlerin yanlışlığını belirtmek ve özeleştiri yapmak gerekecektir.
Bu açmazdan kurtulmanın bir tek yolu vardır. Teoriyle
ve teorik tutarlılıkla selamı sabahı kesmek; eklektisizme sığınmak. Böyle
davranılarak ayrıca zamanın ruhuna uygun bir pozisyona da geçilmiş olur. Zamanın
ruhu “pratikçi”dir, teoriyle kafa yormak istememektedir. Tabii teoriyle kafa
yormamanın da aslında yanlış bir teoriye dayanmaktan başka bir şey olmadığını
bilemeyecek kadar da teoriye ve pratiğe uzaktır.
Aslında burada ilanın aksine fiilen Marksizm’in değil,
Gezi’nin tartışılmasının böyle bir anlamı da vardır. Bu çelişkilerden kaçma ve
zamanın ruhuna uygun, toplantıya gelenlerin beklentilerine uygun davranma; onların
geri yanlarını okşama; onların geri yanlarıyla mücadele görevinden kaçma.
Bu nedenle bütün sol, aslında Gezi karşısında ne
teorik bir tutarlılık gösterebilmiştir ne de pratik ve yol gösterici öneriler
yapabilmiştir.
Gezi’nin Yapısı ve Nedenleri Üzerine “Sınıfsal”
ve “Ekonomik” Açıklamalar
Gezi’nin yapısına ve nedenlerine ilişkin değerlendirmelerde
ille de aracısız ve doğrudan sınıfsal ya da ekonomik bir neden bulma kaygısı vardır.
Bu kaba ve yüzeysel Marksizm neredeyse kendini Marksist olarak tanımlayan bütün
yazarlarda görülmektedir.
“Ekonomik” açıklama olarak, “neoliberalizm” ve/veya “iflası”
gibi kavramlarla Gezi açıklanmaya çalışılmaktadır.[18] Tabii
bunun ardında da Gezi’yi ekonomi dışı nedenlerle açıklamaya kalkmanın yeterince
Marksist veya materyalist olmadığı gibi gizli bir varsayımın Medusa Kafası
görülmektedir.
Bu kaba ve yüzeysel Marksizm’in bir diğer versiyonu, Gezi’yi
yapanların işçi sınıfı, işçi sınıfının yeni oluşan bir zümresi,[19] “Prekarya”[20]
olduğu, vs., şeklinde dillendirilmektedir.
Ampirik olarak doğru olsalar bile (ki biz de Gezi’ye
katılanların büyük bölümünün ücretliler olduğunu düşünüyoruz ve bunu daha Gezi esnasında
yazmıştık.) bu çıkarsamaların dayandığı varsayımların kendileri yanlıştır.
Çünkü isyanların ardında daima yaşam ve gelir düzeyinde bir kötüleşme veya
sınıfsal yapıda bir değişme sonucu ortaya çıkan yeni bir özne olması gerektiği
varsayılmakta, bu varsayıma dayanarak bu türden açıklama yolları aranmaktadır.
İsyanların ardında her zaman yoksulluk ya da yaşam
şartlarında bir kötüleşme olmaz. Aksine çoğu kez, iyi bir ekonomik durum da,
yükselen gelirler de bir isyanın ardındaki koşullar arasında bulunabilir. Çünkü
özellikle modern kapitalizmde, iyi bir ekonomik durum genellikle ekonomik bir
büyümeye, bu da işgücüne duyulan talebin artmasına ve bu da işçilerin pazarlık
gücünün ve direniş olanaklarının artmasına, işçiler arasında ve bütün toplumda genel
bir psikolojik dönüşüme yol açabilir.
Keza hızlı büyüme dönemleri genellikle, üretici
güçlerdeki, dolayısıyla üretim ve yaşam koşullarındaki büyük değişimlere;
bunlar da eski siyasi, kültürel, hukuki, vs., biçimlerle olan çelişkinin
artmasına, gerilimlere ve isyanlara yol açabilirler. Örneğin 68 hareketi, kapitalizmin
tarihindeki en uzun ve güçlü büyümesinin ürünüydü bir bakıma. Aslında Gezi’nin
böyle bir yanı da vardır.[21] Yani
Gezi bu yanıyla biraz 68’e de benzer. (Bu konuya ilerde değineceğiz.)
Neo-Liberalizm Açıklaması
Neo Liberalizm ve bunun iflası ile Gezi’yi açıklamaya
kalkanlar, Neo Liberalizmin en önemli özelliği sosyal harcamaların kısılması,
savaş sonrasının Keynezyen ekonomi döneminde elde edilmiş kazanımların
tırpanlanması iken, Türkiye’de bunların oran olarak artması olgusunu görmezden
gelmek zorunda kalmaktadırlar.[22] Bir
şeyin en önemli, onu o yapan, ayırıcı özelliği olmadığında o şey nasıl kendisi
olarak kalabilmektedir?[23] Bu
cevaplanması gereken bir soru olarak ortada durmaktadır.
Öte yandan neoliberalizm denenin ne olduğu belli
değildir onu kullananların dilinde.
Neoliberalizm diyenlerin, onun özellikleri olarak
saydıkları, genellikle kapitalizme has özellikleri tekrarlamaktan başka bir şey
değildir. Kapitalizme has olguları neoliberalizme has özellikler olarak
tanımlamak, onları olayların nedeni yapmaya yetmez ve aslında hiçbir şeyi
açıklamış olmaz.
Ya da tersinden Türkiye’nin ya da Şark’ın binlerce
yıllık devlet ve devletçiliğine ilişkin olarak da söylenebilecek özellikler,
neoliberal devlete ithaf edilmektedir.
Örneğin Foti Benlisoy yazıyor (Parantez içi notlar
bizim):
“Neoliberalizmin demokrasiyle rabıtası üzerine çokça
yazıldı. Kısa ve kabaca da olsa tekrar etmekte yarar var aslında: Neoliberalizm
geniş yığınlar için hayati önemdeki ekonomik ve sosyal meseleleri demokratik
karar alma mekanizmalarının dışına taşır, siyasi değil teknik meseleler haline
getirir. Yani neoliberalizm siyaseti teknikleştirir. Teknokrat hükümetlerinin
Avrupa’da geçer akçe olmaya başlaması bu eğilimin bir tezahürü elbette. Toplumsal
dışlama ve iktisadi-sosyal eşitsizliklerin artışı, güvenliğin temel bir siyasal
tema haline gelişine neden olur, yani siyaset güvenlikleştirilir. (Kapitalizm ne zaman böyle değildi ki? Bundan
kırk yıl öncesinin Türkiye’sinde bile ‘teknokrat kabineleri’ kurulurdu. Avrupa
Birliği kurulduğundan beri neredeyse böyledir) Bu anlamda iç güvenlik
aygıtı ordulaşır, şiddet aygıtları özelleşir, özel güvenlikler, kameralar, alt
sınıfları kriminalize ve kontrol etmenin bin bir metodu gündelik hayatın
alışıldık parçaları oluverir. (Bütün bu
eğilimleri Lenin bile belirtir. O zamanlar kameralar olmadığı için kameralardan
bahsetmemiş olması özünü değiştirmez) Neoliberalizm yürütme organını güçlendirerek
(KHK’ler, torba yasalar, vs.) parlamenter rejimin klasik işleyişinden bir
sapmaya yol açar. (Kapitalizm ve burjuvazi
ne zaman böyle değildi? Birinci Paris Komünü’nden sonra bile tamı tamına bu
eğilimi açığa çıkmıştı) Ancak bu ve benzer başka melanetlerine karşın onun
demokrasiye yönelttiği esas tehdit, yukarıda da defalarca tekrarlandığı üzere,
aşağıdakilerin kendi kaderlerine sahip çıkmaya dönük enerjilerini soğurması,
zayıflatmasıdır. (Ne zaman böyle değildi?)”
(F. Benlisoy, “Neoliberalizm ve Aşağıdakilerin
Demokrasisi”)
Şu soru bile sorulmuş değildir: Neoliberalizm nasıl
bir kavramdır? Yani Emperyalizm (Lenin)
veya Geç Kapitalizm (Mandel) gibi
kapitalizmin yapısal özelliklerindeki değişimin yine bizzat kapitalizmin
özelliklerinden çıkan yeni bir aşaması mıdır?
Eğer böyle ise, bunlar nelerdir ve nasıl
açıklanabilir? Yok, eğer böyle değil, bütünüyle sosyolojik bir anlamdan yoksun
bir politik kavram ise, zaten bir analiz aracı olarak kullanmak yanlış olduğu
gibi, bu politik kavramın var oluşunun sosyolojik bir açıklamasını yapmak
gerekir. Bu güne kadar bu yönde en küçük bir çaba görülmemektedir. Kapitalizme
veya Türkiye’nin Sümerler çağından kalma devletçiliğine has nitelikler alt alta
sıralanarak bunlara neoliberalizmin özellikleri denilmektedir. Böylece Marksist
ve anti-kapitalist, hatta yaratıcı Marksist bir tını bile verilebilir söz ve
yazılara.
Ama medyatik olarak Marksist veya anti-kapitalist
havalı olmakla, Marksist olmak çok farklı şeylerdir.
Neoliberalizm, Gezi’yi açıklamak için, en az elverişli
kavramdır. Neoliberalizmin özü, sosyal devlet harcamalarının kısılması, savaş
sonrasında işçilerin elde ettiği hakların ortadan kaldırılmasıdır.[24] Bu
dünyada kapitalizmin genel eğilimidir. Ama genel eğilim başka bir şeydir bu
genel içinde farklı ülkelerde bunun sonuçları ve görünümleri başka bir şeydir.
Örneğin Türkiye ve Brezilya, sosyal harcamaların milli
gelire oranının arttığı nadir ülkelerdir? Ve işin ilginci bu iki ülkede de Gezi
ve Brezilya’daki benzeri görülmüştür.
Burada şunu sormak gerekir: Neden ve nasıl olmaktadır
da bu ülkelerde genel eğilime ters özellikler görülmektedir? Öte yenden bu ters
özellikler ile bu hareketlerin varlığının ilişkisi nasıl açıklanabilir?
Aslında Gezi’nin yapısal özelliklerini ve nedenlerini
anlamakta kapitalizmin genel eğilimleri bile yeterlidir. Kapitalizmin genel
tarihsel eğilimleri, yani örneğin işgücünü satarak yaşayanların giderek nüfusun
büyük bölümünü oluşturması, nüfusun büyük bölümünün şehirlerde toplanması,
genel okur-yazarlığın yaygınlaşması ve eğitim seviyesinin yükselmek zorunda
olması, pre-kapitalist ilişkilerin parçalanması, bir dünya pazarının oluşması, nispi
olarak yoksulluğun artması gibi eğilimleri, Gezi’nin yapısını anlayacak gerekli
araçları zaten sunarlar.
Bunların yetmemesi durumunda veya daha dakik bir açıklama
gerektiğinde, bu ülkelerdeki kapitalizmin gelişiminin kendine ilişkin
özellikleri de ek olarak analize dâhil edilebilir. Böylece çelişkili gibi
görünen özellikler bile açıklanabilir.
Örneğin kapitalizmin bu genel özelliklerine, Fordist
veya post- Fordist gibi bu gelişmenin belli dönemlerinin özelliklerini de
ekleyelim.
Türkiye ekonomisi 2000’li yıllarda birçok özellikleri
bakımından savaş sonrası Avrupa ekonomisine benzemektedir.
Birincisi, Türkiye için, 90’lı yıllar boyunca
Kürdistan’da sürdürülen özel savaş, bir bakıma İkinci Dünya Savaşı gibidir.
Yıllardır yapılmamış yatırımlar, yıllardır doğru dürüst yatırım yapılmamış, bomboş
ve çürümüş bir altyapı, bütün bu özellikleriyle Türkiye ekonomisi, AKP iktidara
geldiğinde, hızlı bir kalkınma için adeta nadasa bırakılmış bir toprak gibidir.
İkincisi, iki binli yıllar boyunca dünyada düşük
faizle bol para ve kredi bulma olanağı vardır.
Üçüncüsü, Kürdistan’da savaşın durması, savunmaya
ayrılan epey bir kaynağı sosyal harcamalara aktarma imkânı yaratmıştır.
Dördüncüsü, Anadolu’da palazlanan burjuvazinin, politik
iktidarı ele alabilmek için işçileri kazanması ve yedeğinde tutması
gerekmektedir. Onlara aynı zamanda yaşamlarında iyileştirmeler de sağlamak
zorundadır.
Ve nihayet, Derviş’in yaptığı reformlar bir hızlı büyüme
için diğer koşulları da daha elverişli kılmıştır.
Öte yandan dünyada, otomobil sanayi, en ileri
kapitalist ülkelerde ekonominin esas dinamosu olmaktan çıkmış; elektronik ve
enformasyon; biyokimya, nano teknoloji gibi uç teknolojiler en ileri kapitalist
ülkelerde toplanırken, otomobil sanayisinin giderek orta derecedeki ülkelere
kayması (Brezilya, Kore, Türkiye, İspanya, vs.) görülmektedir. Yani ileri
ülkeler neoliberalizm ile birlikte post-Fordist bir döneme girerken; Türkiye,
Brezilya gibi ülkeler, bilişim teknolojisi ve Post- Fordist dönemde ve
Neoliberal rüzgarların estiği bir dünyada Fordist bir topluma dönüşmektedirler.
Bütün bu nedenler bir arada, Gezi’nin tamamen farklı
bir yapıda ve çok farklı nedenlerle ortaya çıktığını; onun temel özelliklerini
daha iyi açıklarlar.
Bütün bu yukarıda sayılan özellikler, (Onlarca yıl
nadasta kalmış boş topraklar gibi ekstansif bir büyümeye olarak tanıyan
altyapı, ucuz döviz, savaşa ayrılan kaynakların azalması, vs.) Türkiye’de hızlı
ekonomik büyüme, sosyal harcamaların payının artması gibi savaş sonrası Avrupa’dakine
benzer koşulları yaratmıştır ve bu bakımdan Gezi bir yanıyla 68’e benzer.
Ama bu Fordist ve Keynezyen büyüme, bilişim çağında
olduğundan, Gezi’ciler cep telefonlu, büyük bölümü aynı zamanda enformel
sektörlerde de çalışan, twitterle örgütlenebilen 68’lilerdir de denebilir.
Türkiye’nin 2000’li yıllardaki, özetle AKP
iktidarındaki ekonomisi ve dönüşümleri ile savaş sonrası Avrupa’nın Fordist ve Keynezyen
büyümesi hiç de rastlantısal olmayan bir şekilde çok benzeşmektedir. Türkiye’nin
ekonomisinin iki binli yılları, kapitalizmin Post-Fordist (yani ekonominin
zirvesinin ve motorunun otomobil üretimi değil de, elektronik olduğu dönemin
bir kapitalizmi) bir çağında, Fordist bir döneme geçiş (ekonominin motorunun ve
zirvesinin otomobil ve yollar olduğu bir dönem) olarak tanımlanabilir. Avrupa’daki
otobanların karşılığı duble yollar; sosyal devlet harcamaları ve sosyal evlerin
karşılığı TOKİ’ler, sağlık reformları, yardımlardır. Düzenli ve hızlı bir ekonomik
büyüme ortaktır. Ama bütün bunlar, aynı zamanda Keynezyenizmin bittiği bir
neoliberal dönemde bir tür Keynezyen ekonomi gibidir.
Böyle bir bakış, bizlere Gezi’yi anlamak için, çok
daha sağlam kavramsal bir temel sağlar ve olgularla uyuşum halindedir.
Metodolojik olarak mekanik açıklamaları da saf dışı ederler.
Örneğin Türkiye ve Brezilya’da neoliberalizme has
olgular görülmemesini, sosyal harcamaların kısılması bir bakıma neoliberalizmin
en belirleyici özelliği iken, bunların arttığı ülkeler olmasını bu tür bir
yaklaşım daha kolay açıklayabilir.
Hatta bu yaklaşım, çok farklı sınıfsal ve ideolojik
arka planlarına rağmen Brezilya’daki Lula ve Türkiye’deki Erdoğan’ın bu
ülkelerdeki kapitalizmin gelişiminde aynı genel tarihsel eğilime ve döneme
karşılık düştükleri için birçok paralellikler göstermelerini de açıklayabilir.
Bu paralellik, tıpkı Roosevelt Amerika’sı ve Hitler Almanya’sı paralelliklerine
benzer. Her ikisi de birbirine zıt toplumsal sınıf ilişkilerine ve güçlerine
dayanmalarına rağmen; Roosevelt işçi hareketine dayanan bir “demokrat”; Hitler işçi
hareketini yok eden bir faşist olmasına rağmen; ikisi de, savaş sonrasında
yaygınlaşıp genelleşecek, aynı Fordist bir dönemde Keynezyen diye
tanımlanabilecek ekonomiyi uyguluyorlardı. Lula, işçi hareketine dayanan bir
işçi önderiydi, Erdoğan ise taşrada palazlanmış Müslüman burjuvazinin işçi
mahallelerinden gelmiş önderidir. Tamamen farklı sınıfsal destek ve
ideolojilere sahiptirler, ama ekonomi ve politikadaki paralellikler çarpıcıdır.
İkisi de ileri ülkelerde post-Fordist bir dönemde neoliberal uygulamaların
geçerli olduğu bir dönemde, Fordist bir döneme ve Keynezyen uygulamalara geçen
ülkelerin politikacılarıdırlar.
Sınıf ve Sınıf Hareketi
Elbette Gezi, bütün modern ve şehirli hareketler gibi
her şeyden modern ücretlilerin esas gövdesini oluşturduğu bir harekettir. Yani
hareketin büyük gövdesi işçilerdir. İşçinin bir tek tanımı vardır. Yaşamak için
işgücünü satan herkes işçidir.
Üretici olup olmamak işçi olmanın bir koşulu değildir. Ama üreticilerin büyük
bir bölümü de işçidir. Artık üretimin çok küçük bir bölümü küçük üreticiler
tarafından yapılmamaktadır.
Ama onun gövdesinin büyük bölümünü işçilerin
oluşturması onu işçi hareketi yapmaz.
Gezi hareketi, işçi olarak sermaye karşısında bir hak
ve geliri yükseltme mücadelesi değildir.[25]
Zaten örgütsel araçları da buna uygun değildir. İşçilerin bu tür
mücadelelerinin araçları işçi sendikaları, genel grevler, işyeri işgalleri,
sosyal demokrat veya komünist partiler ve daha başka mücadele örgütleridir.
İşçi hareketi değildir, ama ana kitle olarak
ücretlilere dayanması, yani ana kitlesinin imtiyazlı ve egemen sınıflara dayanmaması
veya onların varlığının ve etkisinin sınırlılığı, onun aşağıda ayrıca ele
alacağımız diğer hareketler olarak varlığına demokratik bir muhteva vermiştir.
Gezi, küçük burjuvaziye veya bürokratlara veya
işverenlere dayanan bir hareket olsaydı, hızla böyle demokratik bir muhtevaya
sahip olamazdı. Örneğin Mustafa Kemal’in askeri olmaya devam ederdi. Erdoğan’ın
ve CHP’nin çekmeye çalıştığı bölünme çizgisinde kalırdı.
Özetle, Gezi, ücretlilerin ekonomik durumları için bir
mücadele söz konusu olmadığından, işçilerden oluşmasına rağmen bir işçi
hareketi değildir.
Alevilerin yoğun olduğu semtlerdeki bileşiminde
işçilerin alt kesimlerinin hareketin ana gövdesini oluşturduğunu
söyleyebiliriz. Bun karşılık, şehir merkezlerinde üst kesimlerinin eğilimleri
ve kültürel kodları damga vurmuştur harekete.
Ama Alevilerin olduğu yerlerdekiler de daha ziyade
işçilerin alt kesimlerine dayanmasına rağmen, bir işçi hareketi özelliği
yoktur. Alevilerin uğradığı özgül baskı ve bunun daha artması karşısında bir
savunma söz konusudur.
Ama eğer işçi sınıfının alt kesimlerinin bir
hareketinden söz etmek gerekirse, bir işçi hareketinden söz etmek gerekirse, bu
anlamda bir işçi hareketi de vardı Gezi esnasında. Ama bu Gezi’ye karşıydı ve Erdoğan’ın
arkasındaydı.
İşçiler, özellikle işçi sınıfının (Aleviler dışındaki)
alt kesimleri, Gezi’ye uzak durmuş, hatta Gezi’yi AKP’nin son on yılda
kendilerine iyi kötü sağladığı birtakım kazanımlara karşı, tuzu kuru olanların
bir saldırısı gibi görüp AKP ve Erdoğan’ın arkasında yer almışlardır.
Onlar Erdoğan’ın arkasında yer alarak, bir bakıma işçiler
olarak bu son on yılda, hayatlarına iyi kötü gerçekleşmiş bir takım iyileştirmeleri
savunuyorlardı. Yani TOKİ evlerine taşınmak, işe daha iyi veya seri bir
otobüsle gitmek, hafta sonları aile ve çocuklarıyla nispeten ucuza eğlenebilmek,
yaşlı bir yakına yapılan yardımlar, hastanelerde günlerce beklemekten kurtulmak
ve iyi kötü bir bakım görmek gibi, işçi sınıfının büyük çoğunluğu için, gerçek
yaşamında hiç de küçümsenmeyecek kazanımların savunusuydu Erdoğan’ın arkasında
durmak.
Bu nedenle işçiler, Gezi’nin bütün davetlerine rağmen
onun çağrısına gelmedi.
Ama tam da Gezi’nin demokratik mesajları nedeniyle,
Erdoğan’ın kendilerini Gezi’ye karşı sürme niyetine de prim vermedi. Gezi’nin
mesajına da kulaklarını tıkamadı.
Özetle, Gezi’de işçi hareketi aranıyorsa, bu Erdoğan’ın
arkasındaki destektir. İşçilerin ekonomik ve sosyal haklarının savunusu veya
geliştirilmesi anlamında işçi hareketi Gezi’de değil Gezi’ye uzak durup,
Erdoğan’ın arkasına geçmiş olarak vardır.
Erdoğan bu bakımdan, işçilerin alt kesimlerinin
gerçekten işçi hareketi karakteri taşıyan duruşunu; işçilerin nispeten üst kesimlerinin
(gelir düzeyi anlamında “orta sınıflar” da denebilir. “Orta sınıflar”
açıklaması bu anlamda bir “hakikat çekirdeği” içermektedir.) demokratik
hareketine karşı çıkarmıştır diyebiliriz.
Gezi’de işçi hareketi arayanların, onun işçi hareketi
olmadığı ama Gezi’nin karşısındaki Erdoğan’ın arkasındaki desteğin İşçi
Hareketi olduğu gerçeği karşısında susmaları anlamlıdır.
Gezi Hareketi Nedir?
Peki, Gezi hareketi, neoliberalizmin iflasının
yarattığı ekonomik çöküntüye karşı bir direniş değil, işçi hareketi değil, ama
ne?
Gezi Hareketinin yapısını, özelliklerini ve
nedenlerini Marksist kavramlarla nasıl açıklayabiliriz veya açıklayabilir
miyiz?
Sınıfsal (işçi hareketi) veya ekonomik (Neoliberal’e
tepki) açıklamaları bir kenara attığımıza göre bu hareketi Marksist olarak
açıklayabilecek kavramlar var mı? Marksist kavram dağarcığı tükenmedi mi?
Hayır tükenmedi.
Gezi hareketi demokratik bir harekettir. Yani onu
yaratan nedenler kapitalizme içkin değildir ve gerçekleşmeleri kapitalizmi
ortadan kaldırmaz.
Ama bu demokratik niteliği, birbirinden ayrı olarak
analiz edilebilecek, birbirine bağlı, ama farklı üç hareketin bileşiminden
oluşan bir tür amalgamdır.
Gezi hareketi, bir harekette üç harekettir ve üç
hareketin de demokratik bir karakteri vardır.
·
Gezi hareketi, kapitalizm
öncesi toplumun kalıntısı, geçmişin kamburu, demokrasi düşmanı, keyfi, baskıcı,
bürokratik devlete; askeri bürokratik oligarşiye karşı bir demokratik devrimci hareketidir.
·
Gezi hareketi bir
“Yeni Sosyal Hareket”tir.
·
Gezi hareketi bir
Ulusal Hareket’tir.
Onun bu üç özelliği, aynı zamanda eleştirel, devrimci,
heretik, heterodoks Marksizm’in teorik ve kavramsal katkılarıyla görülebilir ve
açıklanabilirler.
Şimdi farklı ama birbirinin içine geçmiş, birbiriyle
karşılıklı ilişki içindeki, ama bir tek hareket, Gezi olarak görünen, hareketleri
ele alalım.
Kapitalizm
Öncesinden Yadigâr Şark Devletine karşı Demokratik bir Hareket Olarak Gezi
Hareketi
Türkiye’de devlet hep, klasik biçimiyle bir burjuva
devleti olarak tanımlanmış ve bütün dikkatler burjuvaziye veya kapitalizme
yöneltilmiş, devletin kendisine karşı mücadelenin anlamı ve önemi üzerine hiç
düşünülmemiştir.
Akıl yürütme şöyledir: Türkiye kapitalist bir ülkedir.
Egemen sınıf burjuvazidir. Devlet de sınıf mücadelesinde egemen sınıfın baskı
aracıdır. O halde devlet de burjuvazinin baskı aracı bir burjuva devletidir.
Aracın kendisiyle uğraşmanın anlamı yoktur, o aracı elde tutan sınıf ile
uğraşmak gerekir. O halde hedefimiz burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadele
olmalıdır. Programlar, stratejiler hep bu kısaca özetlenmiş yaklaşım açısından
yapılmaktadır.
Türkiye’de ve bütün diğer eski uygarlık beşiklerinde
devlet, olağan burjuva devlet değildir. Sorunu burjuva devleti gibi koymak bu
gibi ülkelerin en temel özelliğinin üzerinden atlar ve bu ülkeleri anlaşılmaz
kıldığı gibi doğru bir program ve strateji geliştirilmesinin önüne en büyük
engeli diker.
Bu nedenle Gezi hareketinin bu devlete karşı demokratik
özelliğini görecek ve anlayacak kavramsal araçlardan yoksundur Türkiye’deki ve
aynı zamanda büyük ölçüde dünyadaki Marksistler.
Ama bunun nedeni sadece teorik değildir, daha doğrusu
bu yaklaşımın bürokrasinin yapısından doğan bir özelliği de vardır.
Önce Marksist teoride ve politikada, bürokratik devlet
cihazına karşı mücadelenin ve bunun demokrasi, refah ve ezilenlerin iktidarı
ile bağının koparılmasının sınıfsal temeline değinelim.
Yirminci yüzyılda bütün işçi hareketi, sendikalara ve “sosyalist”
ülkelerdeki devletlere dayanan işçi hareketi veya resmi Marksizm ve Sosyal Demokrasi,
esas olarak sendika ve devlet bürokrasisine dayandığı için, bu bürokrasiyi var
eden, onu mümkün kılan ve o egemenliğin aracı olan cihazların mücadelenin bir
hedefi olarak ele alınmasını kendi çıkarı gereği engellemiştir. Yani yaygın ve
bilinen Resmi Marksizm’de bir devlet ve bürokrasi düşmanlığı yoktur. Bilinçli
olarak, bürokrasinin sınıf çıkarları gereği unutulmuş ve unutturulmuştur.
Hâlbuki klasik ve otantik Marksizm ise işçilerin küçük
bir azınlığın egemenliğinin aracı olarak şekillenmiş devlet cihazlarını kendi
egemenliklerinin aracı olarak kullanamayacaklarını; bunu parçalamak zorunda
olduklarını; demokratik taleplerin bile ancak, imparatorluğun imparatorsuz
biçimi burjuva devletlerini parçalayarak, bürokrasiye yer vermeyen ya da
minimuma indiren, özgür komünlerin birliğinden oluşan bir Demokratik Cumhuriyet
olduğunda savunulabileceğini; Paris Komünü’nün tam da böyle bir araç olduğunu savunmuş
ve kavramsallaştırmıştır,[26]
Hatta Marks, kendi öğretisinin ayırıcı özelliğinin
sınıflar ve sınıf mücadelesi değil, tam da bu olduğunu bile belirtmiştir.
Ne var ki, tam da sendika ve devlet bürokrasileri,
buna kabaca, sendikalar ve devletler de diyebiliriz, tam da bu devrimci özü yok
etmişler; suskunlukla geçiştirmişlerdir.
Ama buna karşılık eleştirel ve devrimci bir Marksizm
de var olmuştur. Bir yanda bürokrasiye karşı mücadele eden ve klasik otantik
pozisyonları savunan Troçki’nin adına bağlı gelenek, diğer yanda Türkiye’de
Hikmet Kıvılcımlı, otantik Marksizm’in bu duruşunu, savunmuşlar, geliştirmişler
ve politik ve programatik duruşlarının merkezine koymuşlardır.
Ancak bu alanda esas büyük teorik katkıları Hikmet
Kıvılcımlı yapmıştır. Çünkü “Şark despotluğu”, yani büyük antik uygarlıkların
devletleri, kapitalizm öncesi tarihin hareket yasalarını bulmaya çalışan Hikmet
Kıvılcımlı’nın karşılaştığı en temel sorunlardan biriydi. Bütün peygamberler,
İbrahim’ler, Musa’lar, Mezopotamya’nın Nemrut’larına ve Nil’in Firavun’larına
karşı savaşmamışlar mıydı?
Bu alanda Kıvılcımlı ve Troçkist geleneğin yaptığı
katkılar ve geliştirdikleri kavramlar –biri yirminci yüzyılının Stalinist karşı
devrime uğramış devletlerini, diğeri antik tarihin uygarlıklarını, bu
devletlerin kuruluş ve yıkılışlarını ve az gelişmişliği açıklamaya yönelik
olmakla birlikte– birbirinden bağımsızca aynı sonuçlara ulaşıyorlar ve
birbirlerine tencere ve kapağı gibi uyuyorlardı.
Troçkist hareket, bürokrasiye karşı bir devrim
programatik sonucunu savunurken; Hikmet Kıvılcımlı da Firavun ve Nemrutlar
çağında kalma devletin ve devletçiliğin tasfiyesini, demokratik ve en acil
görev olarak koyuyor; bu devletin ve devletçiliğin, modern burjuva devletiyle
karıştırılmaması gerçeğinin altını çiziyordu.
Türkiye’de altmışlı yıllarda bir strateji tartışması
yaşanmış ve bu tartışmada, Türkiye’nin kapitalist mi yoksa yarı feodal mi veya
feodal mi olduğu tartışılmıştı. Bu tartışmada maalesef metodoloji, köyde
traktör sayarak kapitalizmin gelişmişlik derecesini çıkarmaktan öteye gidememiş,
toplumların aynı aşamalardan geçecekleri var sayımına takılı kalmıştı.
Ama o tartışmada bilinmeyen damar Hikmet Kıvılcımlı
idi ve Türkiye’deki devletin ve devletçiliğin gerici ve kapitalizm öncesi anti-demokratik
özelliğine ve bunun modern kapitalizm ile girdiği simbiyoz ilişkiye dikkati
çekerek, bu bürokratik, baskıcı, militer devletin tasfiyesinin en baş
demokratik görev olarak önemine dikkati çekiyordu. Kurduğu Vatan Partisi’nin
esas programatik özü, demokrasiyi ve kalkınma için kaynak sağlamayı, pahalı,
baskıcı, bürokratik, militer devlet cihazının tasfiyesine bağlayarak, Ucuz
Devlet’e (devlet baskıcı, militer, keyfi, bürokratik, kırtasiyeci olmadığında
otomatik olarak ucuz da olur) en baş yeri veriyordu.
Tabiri caiz ise, Türkiye’de “feodalizm”, her şeyden
önce Sümerler çağından kalma, Nemrut ve Firavunlar döneminden yadigâr, bu
baskıcı, bürokratik, keyfi devlettir. Bütün melanetlerin başı budur.
Türkiye’de devlet, neoliberal bir devlet değildir.
Batı’daki burjuva devletlerden tamamen farklı kapitalizm öncesini,
prekapitalist sömürü (ekonomi dışı cebir ile artı ürüne el koymak, kapitalizm
öncesi sömürünün özüdür. Devlet tam da bunu yapar.) ve egemenlik ilişkisini (devletin
kendisi neredeyse bir egemen sınıf gibidir. Politikaya egemen sınıftır.) temsil
eder ve kendisine karşı mücadele en temel görevlerden biridir.
İşte, Türkiye’de bu kapitalizm öncesi Leviahtan’ı
parçalamayı ve demokratik bir cumhuriyet kurmayı baş hedef olarak koymayan her
politik parti ya da hareket, ister anti-kapitalist, ister komünist olsun,
nesnel olarak bu devletin ve devletçiliğin basit bir yedeği olmaktan
kurtulamaz.
İşte neredeyse bütün Gezi üzerine yazan Marksistlerin
ve Gezi’de var olan solun en temel ve Gezi’ye en aykırı özelliği, bu devlete
karşı demokratik bir programı savunmaktansa neoliberalizme veya yağmacı
kapitalizme, vs., karşı olmaktan söz etmeleri, esas hedefi gizlemeleri
noktasında toplanıyordu.
Bu yaygın ve egemen solun tavrı, Marks zamanında, burjuvaziye
karşı olmak adına Bismark’ın temsil ettiği Şark devletçiliğinin Almanya versiyonu
Prusya devleti ile uzlaşan Lassale’ın tavrından hiç farklı değildi ve Marks
tarafından da zamanında mahkum edilmişti.
İşte Gezi her şeyden önce bu devletin gücüne,
keyfiliğine, anti-demokratik niteliğine; merkeziliğine karşı tebaa yerine
modern yurttaş olmak isteyen;[27]
hoşgörü ve koruma değil, haklar isteyen modern insanların bir hareketiydi.
Gezi esnasında bütün bu demokratik öz, aynı zamanda
onun örgütlenmeye karşı aşırı alerjili ve kuşkulu yanlarında bile yankısını
buluyordu ve yanlışlığına ve Gezi hareketini zayıflatmasına rağmen, örgütlenmeye
bile duyulan alerjinin böyle sağlıklı bir yanı da vardı.
Bugünkü devleti burjuva veya Neoliberal devlet olarak
tanımlamanın ardında, üretim biçimlerinin birbirini izlediği ve üst ve sonradan
gelen üretim biçimlerinin önceden gelenleri de yok ve tasfiye ettiği varsayımı
vardır.
Hâlbuki bu varsayım ve evrim kavrayışının kendisi
eleştirel ve devrimci Marksizm’e yabancıdır ve çoktan aşılmıştır. Evrim düz bir
çizgi izlemediği gibi sonra gelenler her zaman öncekileri tasfiye etmez. Aksine
onlarla simbiyoz bir ilişki içine girip birbirlerini güçlendirebilirler. Keza
eski üretimin biçimleri ve kurumları, kendi niteliklerini değiştirmeden de bir
evrim sürdürebilirler. Amerikan yerlileri ok ve yayın yerine tüfek kullandıklarında
kapitalist topluma geçmiş olmuyorlardı. Firavunlar çağından gelen devlet, at
yerine tank kullandığında, modern burjuva devlete dönüşmüş olmaz.
Yani ülkenin ekonomik temelinin kapitalist olması
demokratik devrimin ve görevlerin aşıldığı anlamına gelmez. Aksine,
finans-kapital çağında, bu kapitalizm öncesi yapıların güçlenip yeniden hayat
bulması anlamına da gelebilir.
İşte böyle bir tarih ve evrim anlayışı olmadan,
Türkiye’deki devrimin demokratik görevleri kavranamaz. Sol ya da Marksistler,
askeri bürokratik oligarşinin bir tür yedek lastiği rolü görmekten öteye
gidemez. Bu durumdan kopmak isteyenler de liberallerin destekçiliğinden öteye
gidemezler. Ve her ikisi de bu devrimci ve demokratik özelliğini göremez Gezi’nin.
Bunu görecek kavramsal araçları yoktur çünkü.
Gezi hareketi üzerine yazan Marksistlerin neredeyse
hiç birinin Gezi hareketinin bu özelliği üzerinde yoğunlaştıkları görülmez.
Çünkü kavramsal araçları yoktur bunu görecek. Evrim
kavrayışları mekanik, düz bir sırayla ilerleyen, sonra gelenin öncekileri
tasfiye ettiği düz bir tarih kavrayışından ötesine izin vermemektedir.
Toparlarsak, Gezi’nin en temel özelliklerinden biri bu
keyfi, baskıcı, bürokratik, pahalı devlet cihazına karşı bir hareket olmasıydı.
Onun en anti-feodal ve demokratik denebilecek, en devrimci yanlarından biri
buydu. Zaten onun ateşleyicisi bu keyfi, hak-hukuk tanımayan Şark devletinin ve
bunu bir araç olarak kullanan hükümetin şiddetiydi. Artık hakları olan modern bir
yurttaş olmak isteyen, eski tebaa ilişkilerine sığmayan kitleyi eski yerine
sokmaya kalkmasıydı.
Bunu her vesileyle ifade etti. Örgüte ve örgütlenmeye
duyduğu neredeyse alerjik denebilecek karşı çıkışın kökeninde bile bu devlete
ve bu devleti hedef tahtasına koymayan sola bir tepki, hem de sağlıklı bir
tepki vardı. Parklar ve forumlara hemen böyle sahip çıkması ve benimsemesi.
Hatta mahallelere yayılmak için acele etmesi. Bütün bunlar, tamamen aşağıdan
gelme, özgür komünlerin birleşmesinden oluşan bir devlet cihazına özlemin
bilince çıkmamış ve tepkisel ifadeleriydiler.
Bir
“Yeni Sosyal Hareket” olarak Gezi
Gezi hareketinde bir “Yeni Sosyal Hareket” özelliği
görülmektedir. Zaten bu özelliğinden yola çıkarak ona 21. yüzyıla has hareket
denmektedir.
“Yeni Sosyal Hareketler” nelerdir?
Kadın hareketi, ekoloji hareketi (ki “şehir hakkı” ya
da “yaşam alanı” da bunun bir alt başlığıdır), siyahlar hareketi, barış
hareketi, LGBT hareketi, vs., gibi hareketlere “Yeni Sosyal Hareketler” denmektedir.
Bütün bu hareketlerin ortak özelliği, iktisadi
ilişkiler içindeki konumlardan (sınıfsal durum) kaynaklanmamaları; tüm
sınıflardan insanlardan oluşması ve modern kapitalist toplumlarda
görülmeleridir.
Ancak bu özellikleri bir takım teorik sorunlar
yaratır.
Klasik Marksist literatürde ne bu özneler ön
görülmüştür; ne de bu özneleri yaratan problemler teorik olarak ele alınmıştır.
Bir kere iktisadi ilişkiler içindeki konuma göre
belirmeyen bir öznenin veya bir hareketin ortaya çıkmasının kendisi bizzat bir
teorik sorun oluşturur. Bu nasıl izah edilecektir? Eski teorik sistemle bunu
açıklamanın bir olanağı var mıdır?
Klasik öğreti, mücadele öznelerini, iktisadi ilişkiler
içindeki konumlara göre belirleyip, program ve stratejiyi buna göre belirlemeye
çalışır. Örneğin küçük burjuvazinin veya köylülüğün toplumsal konumundan
hareketle onların karakteri ve çıkarları; buradan onlarla ittifak kurabilmek
için ne gibi bir program gerektiği belirlenmeye çalışılır.
Bir başka teorik sorun, bunların niye öngörülmediği ve
bunları yaratan problemlerin niye hiç söz konusu edilmediğidir.
Bir başka sorun, bu hareketler esas olarak gelişmiş
kapitalist ülkelerde görüldüğüne göre, bunların anti-kapitalist bir özellik
gösterip göstermediği, gösteriyorsa bunun hangi mekanizmayla
açıklanabileceğidir.
Bu gibi sorular uzatılabilir.
Şimdi bir an için bunların dünyada tartışılmadığını
var sayalım. Bu tartışmalardan habersiz olunduğunu var sayalım. O takdirde,
böyle bir hareket karşısında bu soruların sorulması gerekirdi. Bu sorular ise
kavramlar üzerine bir tartışmayı zorunlu kılardı.
Yani şu soru ortadadır: Eğer Gezi hareketine, diyelim
ki, yeni “yaşam alanının ticarileşmesine ve metalaşmasına karşı” veya “şehir
hakkı” için hareket deniyorsa, bu tasviri kavramların Marksist kavramsal
araçlarla tanımlanması gerekir.
Yani Gezi, aynı zamanda bir Yeni Sosyal Hareket
değilse, bu tasviri tanımlar bu anlam gelmiyorsa ne anlama gelir? Eğer Gezi bir
yeni sosyal hareket ise, “Yeni sosyal hareketlere
ilişkin yukarıdaki sorulara derli toplu bir cevap veren bir Marksist teori var
mıdır, varsa nedir ve o teori çerçevesinde Gezi nasıl açıklanabilir?” diye
sormak gerekir, Gezi aynasında Marksizm tartışılacaksa.
Bizce Gezi’de en azından üç farklı yeni sosyal
hareketin bulunduğu söylenebilir: Ekoloji ya da Çevre Hareketi, Kadın Hareketi,
LGBT hareketi.
Her şeyden önce bir ekoloji hareketi olarak
başlamıştır. Neredeyse yarı yarıya kadın katılımı görülmektedir ve bir kadın
hareketidir[28]
ve bir LGBT hareketidir.
Dogmatik, bilinen, yaygın Marksizm bu alanda ya hiçbir
şey söylemez ya yeni sosyal hareketleri klasik Marksist sınıf kavramlarıyla
açıklamaya çalışır ya da varlığını kabul ettiğinde eklektik bir kavram
sistemine başvurup, buradan da tümüyle Marksizm’in reddine gider.
Eleştirel, devrimci, heretik Marksizm ise hem bir
yanıyla bu hareketlerin adeta habercisidir (Perry Anderson Batı’da Sol Düşünce’de buna dikkati çeker); hem bu hareketleri
açıklayacak kavramsal araçlar geliştirmiştir (Kıvılcımlı’nın örneğin Kadın Sosyal Sınıfımız adlı yazısındaki
metodoloji); hem de ortaya çıkışlarından itibaren onların içinde yer almış,
öncülerinden biri olmuştur (Troçkist gelenek)
Biz bütün bu yeraltında geliştirilmiş teorik ve pratik
kazanımlara dayanarak, yeni sosyal hareketler ve ortaya çıkardığı teorik
sorunlarla seksenli ve doksanlı yıllarda yüzleştik ve Marksist kavram sistemi
içinde tutarlı bir cevaplar silsilesi ve teorik bir açıklama getirdik.
Bu hareketleri yaratan sorunların Marksizm’ce önceden
konu edilmemiş olmasının nedeni, bunları yaratan özelliklerin kapitalizmin
kendisinden doğmamalarıdır. Evet, bunlar esas olarak kapitalist ülkelerde
görülmektedirler, ama kapitalist üretimin kendisinden, onun olmazsa olmaz bir
bileşeni olan nedenlerle ortaya çıkmazlar. Bu nedenle de, kapitalist
ilişkilerin geliştiği ülkelerde çıkmalarına rağmen özünde anti-kapitalist bir
özellik taşımazlar. Kendilerini var eden nedenlerin ortadan kalkması halinde
kapitalizm ortadan kalkmaz, daha ideal ve mükemmel bir kapitalizm olur.
Tabii bunun açıklaması, bu hareketlerin aslında
kapitalizmin, kapitalist olmayan bir dünyada doğup yayılması ile ilgilidir. Bu
dünyayla simbiyoz bir ilişkinin sonucu olarak bu hareketler çıkarlar.
Bu hareketler bir tek kavram sistemi içinde
toparlanabilip ortak özellikleri açıklanabilir. Bu kavram “kullanım değeri”dir. Kullanım değerinin işgücü denen meta ve diğer
metalardaki farklı özellikleri ile bu kolaylıkla yapılabilir. Aynı zamanda, kullanım
değeri ekonomi politiğin konusu olmadığından Marksizm’in kurucularının, modern
kapitalist üretimin özünü vermekte yoğunlaştıkları için, bunları konu etmemesi
de hem açıklanabilir hem de bunun Marksizm’in bir zaafı değil, metodolojik üstünlüğü
olduğu gösterilebilir. Hem de bu kavram aracılığıyla onların neden anti-kapitalist
bir özellik taşımadıkları, ama kapitalist ülkelerde görüldükleri açıklanabilir.
Örneğin Ekoloji hareketi bütünüyle malların kullanım
değerleri ve fiziksel özellikleri ile ilgili sorunlardan çıkar. Yani kullanım
değerleri diyebiliriz. Yani üretilen ürünler çevreyi fiziksel özellikleri
nedeniyle kirletmese örneğin, bir ekoloji hareketi olmaz, o hareketi yaratan
sorun olmaz çünkü. Kullanım değeri (Malların yararlılıkları ve özellikleri) ise
örneğin Das Kapital’in yani ekonomi
politiğin konusu değildir. Kullanım değerleri tüketicilerin veya tüccarların
konusudur. Ekonomi Politik, tıpkı biyolojinin konusunun, kendinin benzerini yapan
bir molekül ortaya çıktığında, çıkması gibi, iki ürün birbiriyle değiştirilip
bir meta olduğu, değişim değeri ve değer yasası ortaya çıktığı noktada başlar.
Değişim değeridir ekonomi politiğin konusu. Kullanım değerlerini Marks’ın konu
edip araştırmaması, bir zaafı değil, gücüdür.
Keza tersinden siyah, kadın, LGBT hareketi gibi
hareketlere baktığımızda da iş gücünün fiziksel, biyolojik veya başka moral özelliklerinden
doğan sorunlar olduğunu görürüz.
Ama işgücü denen meta söz konusu olduğunda tüm diğer
metaların aksine olarak, onun fiziksel ve moral özelliklerinin onun kullanım
değeri (artı değer yaratma özelliği) üzerinde bir etkisi olmadığı çok açıktır. İşçinin
bir kadın, eşcinsel, siyah, Müslüman, ateist, vs.,olması onun yarattığı artı
değer üzerinde, yani kullanım değeri üzerinde hiçbir etkide bulunmaz. Yani kapitalizm,
özünde, ırkçı ya da cinsiyetçi, homofobik, vs., değildir. Ama gerçekte var olan
kapitalizm böyledir. Tam da bu nedenle bu hareketler hedeflerine
ulaştıklarında, kapitalist toplumlarda görülmelerine rağmen anti-kapitalist bir
dönüşüme yol açmazlar ve kapitalizm için ideal şartlar yaratırlar. Gerçekte var
olan kapitalizmin böyle olmasının nedeni ise modern üretim biçiminin, eski
biçimlerle girdiği simbiyoz ilişkidir. Yani onları sadece tasfiye etmez, onları
aynı zamanda güçlendirir ve karşılıklı bir bağımlılık da yaratır.
Burada bu teorik açıklamayı uzun uzun anlatmanın
olanağı yok.
Ancak özetle şunu diyebiliriz: Yeni Sosyal Hareketlerin
hedefleri anti-kapitalist olmadığından, demokratik karakterdedirler. Yani
gerçekleşmelerinde daha mükemmel ve ideal bir kapitalizmin koşullarının
oluşmasına hizmet ederler.[29]
O halde, yeni sosyal hareket olarak Gezi, bu
niteliğiyle ve yapısıyla, anti-kapitalist değil, demokratik bir karakter taşır.[30]
Bu sonuçları ayrıntılı olarak uzatmak mümkündür. Ama
görüldüğü gibi aslında bizim kullandığımız ve bir dereceye kadar da
geliştirdiğimiz şekliye Marksizm, bu hareketler karşısında hiçbir teorik zorluk
içinde değildir.
Bizim görebildiğimiz kadarıyla, tasviri kavramların
ötesinde, Gezi’nin yeni sosyal hareket karakteri ve bunun Marksist teori
bakımından nasıl açıklanacağı veya açıklandığı konusunda ciddi çaba bir yana
sorunun böyle koyuluşu bile pek görülmemektedir.
Bir
Ulusal Hareket Olarak Gezi
“Ulusal hareket” denince herkesin aklına sadece Kürt
hareketi veya benzeri hareketler gelmektedir. Ulusal bir hareketin ancak bir
dile, bir tarihe, bir dine, bir “halk”a dayanan bir hareket olabileceği gibi
bir algı vardır. Bu algının nedeni ise herkesin ulusçu olması ve ulusların ve
ulusçuluğun ancak böyle olabileceğine ilişkin ulusçuların ulus tanımının
egemenliğidir.
İşin kötüsü bu algının en büyük suçlularından biri de ulusları
dil, tarih, ortak yaşantı birliği, vs.,
olarak tanımlayan resmi sosyalizmlerdir.
Resmi sosyalizmin ulus tanımı üzerinden Gezi
hareketinin ulusal hareket olma karakteri anlaşılamaz bu nedenle.
Anlaşılamadığı için de “yaşam tarzı”
gibi tasviri kavramlarla olguya yaklaşılıp onun demokratik ve devrimci yanı
görülemez.
Ulusçuluk, “ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini” savunmaktır.
Ama bu ilke, toplumun örgütlenmesinde, politik olan ve
politik olmayan (kişiseli, özele ilişkin) diye bir ayrımın olduğu bir dünyada
ancak yapılabilir.
Aydınlanma tüm dinlerden ve soylardan insanları
eşitlemek için bu ayrımı yapmış, dini, soyu politika dışına atarak bu ayrım
aracılığıyla insanları hak ve hukukça eşitlemeye girişmişti.
Ancak Aydınlanma içinde bir karşı devrim olan
ulusçuluk, politik olanı ulus ile; ulusu da din, dil, soy, vs., ile
tanımlayarak insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini geçirerek en büyük
eşitsizliklerin, en büyük katliamların ve savaşların yolunu açtı.
Ulus konusu ve sorunu üzerine bütün terminoloji ve
kavramlar ulusçuların ve ulusçuluğun kavramlarıdır ve bu karşı devrimin
lanetiyle damgalıdırlar.
Dolayısıyla hiçbir bilimsel ya da Marksist bir
anlamları yoktur. Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisi ve kavram sistemi
olmadan ulusçuluğun dışına çıkıp ulusçuluğu anlamak ve onunla mücadele etmek
olanaksızdır.
Bu nedenle Gezi’nin bir ulusal hareket olduğunu
ortalıktaki Marksistlerin anlaması olanaksızdır.
Ulusçuluk, “ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesi”ni savunmak olarak anlaşıldığı an, ulusal olanın nasıl tanımlandığının
ulusun ve ulusçuluğun karakterini belirlediği ortaya çıkar.
Yani örneğin ulus, bir dile (örneğin Kürtler), bir
dine (Pakistan, Bosna, İran), bir ırka (İsrail) vs. göre tanımlanabilir. Ama
böyle tanımlamaya karşı da tanımlanabilir (Amerika). Bu onun ulus olmasını
ortadan kaldırmaz. Onu sadece daha demokratik bir ulusçuluk yapar.
Türkiye’de ise Türk ulusu, hem bir dile, hem bir ırka,
hem de bir dine göre tanımlanmıştır. Yani Türk ulusu ve ulusçuluğu, dil, din,
ırk ve tarihin bir kombinasyonudur.
Dolaysıyla Türkiye’de tek ezilenler ve ulusal baskıya
uğrayanlar Kürtler değildir. Hristiyanlar, Ezidiler, Aleviler, Ateistler, vs.,
de ulusal baskının nesnesidirler. Ancak bunlar içinde bir sosyal hareket
yaratabilecek güçte olan tek grup bugün Alevilerdir.
Devlet ya da politik olan, Sünni İslam’ın çok özel (laikçi)
bir yorumuyla tanımlandığı için Aleviler de fiilen ulusal baskı altındadır, ama
onlar. devlet en azından resmen İslam’ı hukuki bir referans almayı reddettiği
sürece, bu fiili baskıyla mücadeleyi, laikliği ve demokrasiyi genişleterek (sosyalistleri
destekleme ve sosyalist harekette yer alma) ve Sünni çoğunluğun baskısını,
laikçi devletin varlığı ve gücüyle dengeleme (CHP’yi destekleme) stratejilerini
izlemişlerdir.
Şehirli ve “seküler
yaşam tarzındaki” kesimler ise devletin resmi İslam’ı onların konum ve
anlayışlarına uygun olduğundan, herhangi bir ulusal baskı altında değildiler ve
hatta tam da bu nedenle, Kürt hareketinde kendi konumlarına karşı bir tehlike
görüyorlar, en gerici tedbirlerin arkasında duruyorlardı.
AKP, iki seçim dönemi boyunca, bu kesimleri ve
Alevileri ürkütmemeye, tarafsızlaştırıp yanına çekmeye özel dikkat etmişti.
Ancak Ergenekon tevkifatlarından, yeterince güçlü
olduğuna inandıktan sonra Liberallerle köprüleri attığı gibi, şehirli seküler
yaşam tarzındakilere ve Alevilere karşı da ulusal olanı, Emevilerden beri
gelmiş, şeriata bulanmış bir İslam’la tanımlama yolunda adımlar atmaya
başlayınca, o zamana kadar, AKP’ye güvensizliğini belirtmenin ötesine gitmeyen
bu kesimler hızla radikalleşmeye ve savunmaya geçtiler.
AKP’nin bu girişimi, politik olanı, yani ulusu, yeniden
tanımlama, ama bu sefer Emevi İslamıyla tanımlama girişiminden başka bir şey
değildi ve bu yeni biçimde, bu sefer Aleviler ve “Seküler yaşam tarzındakiler” açıkça
ezilen ulus durumuna geçmeye adaydılar.
AKP bir yandan bu adımları atarken, diğer yandan da
Kürt hareketi ile “Barış Süreci” denen ateşkes ve görüşmelere başlayınca, bu
kesimler, eğer Kürt hareketiyle bir de barış yaparsa bunlarla hiç baş edemeyiz
deyip Kürt hareketi ve barış sürecine de kuşkuyla yaklaşıp hızla radikalleşmeye
başladılar.
Gezi hareketinin en militan kesimini de bunlar
oluşturdu. Bu anlamda, İslam’la tanımlanmış bir ulusçuluk tehlike ve
girişimlerine karşı, bir ulusal direniş hareketiydi Gezi.
İçinde böyle bir damar olmasına ve Gezi’nin yönelişini
ele geçirmek için büyük bir gayret sarf etmesine rağmen, Gezi hareketi hiç de laikçi
ve Kürt düşmanı Türk ulusçusu bir hareket olmadı. Gerek Kürtleri, gerek AKP’nin
ardındaki Müslümanları kazanmak için büyük çaba gösterdi. Türk ya da laikçi
ulusçuluğa karşı, demokratik bir ulusçuluğu savundu, yani politik olanın
herhangi bir dil, din, etni, soy, sop, kültür, tarih, vs., ile tanımlanmasına
karşı bir duruş sergiledi. Bu onun devrimci ve demokratik özelliğinin en açık
olarak dışa vurumuydu.
Bu bakımdan Gezi, aslında birkaç hafta içinde otuz
yılda Kürt hareketinin kat ettiğinden çok daha ilerilere gitti. Kürt hareketi
hala ulusu Kürtlükle tanımlarken; Kürtlükle tanımladığı ulusa demokratik özellikleri
yükleyerek ilerlemeye çalışırken; ulusu Türklük ve Kürtlükle tanımlamaya karşı
somut bir mesaj ve programı bile henüz geliştirememişken; Gezi hareketi, hiçbir
teorik ve örgütsel hazırlığı olmamasına rağmen, demokratik bir ulusçuluğa hızlı
bir geçiş yaptı. Yeryüzü Sofraları ve
Lice Mitingleriyle bu demokratik
ulusçuluğu sembolik de olsa ifade etti.
Bu geçiş daha da hızlı olabilir ve daha da
radikalleşebilirdi. Eğer Kürt hareketi içindeki plebiyen kanat, yani Öcalan ve
PKK, yeterince hızlı ve kitlesel olarak Gezi hareketi içinde yer alabilseydi.
Bu Gezi’deki demokratik ulusçuluğun daha güçlü ve rahat olarak kendini ifade
etmesi için bir denge oluştururdu. Çünkü bu takdirde, Atatürk ve Türk
bayrağının yanında Apo ve Kürt bayrağı olduğunda, bunlar arasında çatışma
çıkması kaçınılmazdı ve bu durumda, her ikisinin de içinde politik bir anlamı
olmadan var olabilecekleri ne Türklükle, ne de Kürtlükle tanımlanmış bir ulusçuluğu
toplumsal muhalefeti birleştirebilecek biricik ulusçuluk olarak açıkça
savunabilirdi. (Bizim beyaz bayrak önerilerimizin özü buydu ve Kürtlerin
gelmesi halinde biricik çözümdüler.)
Ne yazık ki bu olmadı ve bu olmadığı gibi hareket
şimdi gerilediğinden bu demokratik ulusçuluğun rengi giderek solmaktadır;
Atatürk ve Türk Bayrağı tekrar egemen olmaktadır. Ancak yine de her şey bitmiş
değildir. Hareketin yeni bir yükselişi Kürt hareketinin de katılımıyla
gerçekleşirse, böyle bir gelişim hâlâ olabilir.
Ulusal hareketlerde bütün sınıflar yer alırlar. Gezi’de
de bir ulusal hareket olarak bu anlamda bütün sınıflar yer aldı ve bunlar da kendi
meşrep ve eğilimlerince yer aldılar. Ama Gezi’nin ücretlilere dayanan esas
gövdesi nedeniyle, Gezi’ye damgasını vuran burjuvazi veya bürokrasi değil,
ücretlilere has demokratik bir söylem ve program oldu.
Aynı dönemde Kürt hareketinde ise, burjuvazinin
ağırlığı ortaya çıktı. Ama öte yandan Gezi varlığıyla, Kürt hareketinin
plebiyen kanadına, daha sonrası için burjuvaziye karşı birtakım örgütsel
düzenlemeler yapma (HDP’nin kuruluşu, örgütlerde Eş Başkanlık sistemi, kadın
belediye başkanları, vs.) gücü ve cesareti verdi.
Toparlarsak, Gezi’nin bu karakterini görmeyi ve
değerlendirmeyi ancak bize Marksist kavramlar ve ulus teorisi sağlayabilir.
Marksist bir ulus ve ulusçuluk teorisi olmadan ve kavramlar buna dayanmadan Gezi
bir takım tasviri kavramlarla “endişeli
modernler”, “yaşam tarzı savunusu”
gibi, sosyolojik olarak kategorileştirilemeyen ifadelerle, anlaşılmaz olarak
kalmaya devam eder. O zaman da, bu hareketi açıklamak için ekonomik materyalist
bir kaba Marksizm’de kurtarıcı aranır.
* * *
Marksizm’in geliştirdiği ulus ve ulusçuluk
kavramlarına dayanmadan, Gezi’nin ulusal bir hareket olarak görünümlerini
görmezden gelmeden, Gezi’yi açıklamanın nasıl gerici sonuçlar verebileceğini
Metin Çulhaoğlu’nun örneğinde görelim.
Metin Çulhaoğlu, Gezi’nin ulusal hareket olmasından
dolayı ortaya çıkan görünümlerine gözlerini kapamıyor.[31] Bu
görünümleri, “yurttaşlık”ın kazanımlarının
kaldırılmasına ve yerine “tebaa”nın
koyulmasına karşı bir direniş olarak tanımlıyor. Şimdi bunu biraz ele alalım.
Örneğin, Çulhaoğlu’nun “yurttaşlık” diye tanımlamasını ele alalım. Diğer birçok ekonomik
materyalist açıklama denemelerinden farklı olarak teorisyen kalitesine uygun
biçimde Çulhaoğlu, Gezi’nin nedenini şöyle tanımlar:
“11 yıllık AKP iktidarı bu anlamda önemli bir
kırılmayı temsil etmektedir. Çünkü daha önceki tüm iktidarların elbette gene
egemen sınıf eksenli olmak üzere tüm tasarruflarında veri aldıkları yurttaşlık
olgusunu kazıyıp yerine tebaayı koymaya kalkışmıştır.
Haziran’da geniş kitleler, işte bu statülerinin de
ellerinden alınmakta olduğunun ayırtına varmış, tepkisini ortaya koymuştur.
Eğer yakın dönemlere kadar ortalıkta ‘yaprak kımıldamıyor’ idiyse, insanlar
yetinmeci, ‘boş vermiş’ hallerini sürdürüyorlardıysa, en azından yurttaşlık
konumlarını güvencede saydıkları içindir.”
Bu satırlar, Gezi’yi özellikle Akademik âlemde moda “neoliberal” veya “prekarya” veya “yeni orta
sınıf”, “yeni işçi zümresi”, vs.,
gibi ekonomik materyalist ve mekanik açıklamalardan çok daha farklı bir
noktadan değerlendirmektedir ve kanımızca Gezi’nin en temel özelliklerinden
birini doğru olarak yakalamıştır.[32] Biz
de Gezi’yi, daha ilk günlerinde bile bir “Ulusal Hareket” olarak tanımlamıştık
ve yani onun bu özelliğine dikkati çekiyorduk. Tabii bambaşka bir mantık ve
kavram sistemiyle.
Ancak “yurttaşlık,” tasviri ve aynı zamanda hukuki
ve normatif bir kavramdır, sosyolojik bir kavram değildir. Bu
kavram kullanılmışsa, bir Marksist’in, sosyolojik karşılığını, özünü ve o özün
niye böyle yurttaşlık biçiminde göründüğünü açıklaması, bunu problem etmesi
gerekir. Bu açıklama ise ulusun ne olduğuna; ulus modern toplamun dininin
(Aydınlanma’nın) karşı devrime uğramış biçimi olduğuna göre, bu durumda da dinin
ne olduğuna ilişkin bir teorik sistem gerektirir.
Bunlar olmadan ulusu ve yurttaşlığı tanımlamak, ulusu ve
yurttaşlığı ulusçular gibi tanımlamak sonucunu verir ki, Çulhaoğlu’nun yaptığı
tam da budur.
Çulhaoğlu, sosyolojik analize girmeyip, yurttaşlığı
ulusçuların kavramıyla tanımladığından, tahlilinde son duruşmada basit bir CHP
ve AKP karşıtlığı noktasına, hatta zehirli meyveleri cumhuriyet mitinglerinde görülecek
cumhuriyet savunuculuğuna kadar varmaktadır.
Bugünkü ulusların yurttaşı, Aydınlanma veya Fransız
Devrimi’nin insan anlamındaki yurttaşı değildir.[33]
Hele en gericisinden bir ulusçuluğa tekabül eden
Türkiye Cumhuriyeti’nde, Çulhaoğlu’nun yurttaşlık dediği, somutta büyük ölçüde
ırkla tanımlanmış Türklüktür ve bu Türklük, devletin laikçi bir yorumla
tanımladığı Müslümanlıkla boyanmıştır. Bu, bir zamanların krallar karşısındaki
devrimci ve cumhuriyetçi yurttaşlığı değildir.
Türk ve laikçi Müslümanlar, önceden böyle tanımlanmış
ulusta ezilmedikleri için ses çıkarmıyorlardı ve şimdi AKP’nin ulusu, yani
politik olanı kendi Sünni İslam’ıyla tanımlaması tam da Çulhaoğlu’nun “yurttaşlık”, diğerlerinin “yaşam tarzı” nedeniyle dediği ulusun ya
da politik İslam’ın gerici ve özel bir yorumuna dayanan ulusal baskı tehdidine
karşı hareketi yaratıyordu.
Kaldı ki, Çulhaoğlu aynı anda ikinci bir yanlış
yapmaktadır. Yurttaşlığın karşısına “tebaa”yı koymaktadır. Bu da iki bakımdan
yanlıştır.
Birincisi, bu politik İslam’, klasik pozitivist veya
Kemalist görüşe göre, feodalizmin savunucusu olarak tanımlama anlamına
gelmektedir ve “yurttaşlık hareketini” baştan aşağı yanlış ve bir CHP’li veya
Kemalist gibi tanımlama sonucunu vermektedir.
Hayır, AKP de Atatürk veya laikçilerden daha farklı
bir “yurttaşlığı” savunmamaktadır. Sadece onun savunduğu “yurttaşlık,” yurttaşlığı
Türklükten ziyade İslam’la, ırkçı bir Türklükten daha çok Şeriat’a dayanan bir
İslamla tanımlamak istemektedir. Ulusu İslam’la tanımlamaya kalkmak, hatta Şeriat’la
tanımlamak, tebaaya dönüş değil, farklı bir gerici milliyetçiliği savunmaktır.
Öte yandan, Türkiye’de “yurttaşlar” fiiliyatta hiçbir
zaman yurttaş olmamışlardır, hep “tebaa”
kalmışlardır, Cumhuriyetçi yurttaşlar da bundan azade değildirler. Bir zamanlar
padişahın tebaalarıydılar, şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin, Firavunlar çağından
kalma devletin, tebaalarıdırlar.
Gezi ise hem yurttaş olmak istiyordu, hem de ulusun
bir dille veya dinle vs. tanımlanmasına karşı çıkıyordu.
Yani Gezi’deki Kemalist ve ulusalcılarla AKP arasındaki
mücadele “yurttaşlık” ile “tebaa” olmak arasında değil; ulusun nasıl
tanımlanacağı noktasındadır. İkisi de birbirinden gerici iki ulusçuluk
arasındaki mücadeledir bu. Bunda taraflardan birini yurttaşlar, diğerini tebaalar
olarak tanımlamak, sadece bu mücadelenin basit bir ideolojik aracı olmaktan ve
buna da Marksizm’i alet etmekten başka bir anlama gelmez. Her ikisinde de
yurttaştan ziyade tebaalar söz konusudur. Türkiye’de bu pahalı ve baskıcı
devlet cihazını parçalamadan, haklara dayanan bir sistem kurmadan, tebaalıktan
çıkılıp yurttaşlara dönüşülemez. Askeri bürokratik oligarşi ve politik İslam
arasındaki mücadele, bu tebaayı, Türklüğü bol bir laikçi İslam’la mı; İslam’ı ve
şeriatı bol bir Türklükle mi tanımlanacağı noktasındadır.
Gezi hareketi ise aslında tebaa olmaktan çıkma ve yurttaş
olma, yani demokratik olarak tanımlanmış bir cumhuriyette, hakları olan yurttaş
olma mücadelesidir. Yani Marksist kavramlarla ifade edersek, hem ulusu bir
dille, dinle, vs., tanımlamaya karşı tanımlama mücadelesidir; hem de bürokratik
ve merkezi bir devletin keyfi iktidarı yerine hakları olan ve bunları
kullanabilen yurttaş olabilme mücadelesidir.
Gezi, Emevi usulü Sünni İslam’la tanımlanmış bir ulus
tanımının baskısına karşı bir savunma olmakla ve bu anlamda ulusal bir hareket
olmakla birlikte, tekrar eskiye dönüş, Türklükle ve laikçilikle tanımlanmış
eski ulusçuluğa dönüş değil; ulusu bu türden her türlü tanımlamaya karşı tanımlama;
demokratik bir ulusçuluk için mücadele özelliği taşıyordu. Bütün çabası ve
vermeye çalıştığı mesaj buydu. Yeryüzü İftarları’na, Lice’yi protesto
gösterilerine böyle büyük bir heyecanla katılmasının anlamı, tamı tamına bu
demokratik ulus özlemini, bu sembolik hareketlerle olsun tüm topluma
verebilmekti.
Gezi’nin hızla kendini eğitmesi tamı tamına budur. O
zamana kadar ulusal bir baskıya uğramamışlar, hareket içinde hızla
radikalleşerek, Mustafa Kemalin Askerleri’nden,
Mustafa Keser’in Askerleri’ne veya Kimsenin Askeri Olmama’ya
dönüşmüşlerdir.
Devrimlerin yirmi günde yirmi yılları aşması tamı
tamına budur.
* * *
Toparlarsak, bilinen, yaygın ve vulgar (bayağı) Marksizm’in
aynasında Gezi anlaşılamaz. Bu Marksizm’in Gezi’yi anlayacak kavramsal araçları
ve metodolojisi yoktur.
Ama eleştirel, heretik ve heterodoks Marksizm hem Gezi’yi
anlayacak kavramsal araçlara sahiptir; hem de Gezi bu kavramsal araçların bir
doğrulanmasıdır.
17 Kasım 2013, Pazar
[1]
Bu metin 2 Kasım 2013 tarihinde Taksim’deki Hill Hotel’de yapılan, “Gezi
Aynasında Marksizm Sempozyumu” için hazırlanan bildiridir. Bu sempozyuma
internet aracılığıyla katıldık. Elbette bildiri sunacak zamanın sınırlılığı
nedeniyle bu metnin içeriğini tümüyle sözlü olarak sunmak da mümkün değildi.
Sözlü bildiri sadece bir giriş ya da çıtlatma olarak kalmak zorundaydı. Sempozyum
öncesinde tamamına yakın bölümünü hazırladığımız bu metni, internetten
izleyebildiğimiz kadarıyla, (internetten izlemek çok yorucuydu ve hele sorular
ve öğleden sonraki bölümleri anlamak neredeyse olanaksızdı) sempozyumu göz
önüne alarak ,kısmen notlar ekleyip genişleterek tamamladık.
Sempozyumu organize eden Teori ve Politika dergisi, sözlü olarak sunulan bildirileri ileride
bir kitap olarak yayınlamayı planlıyor. Sözlü olarak sunulan bildiriler ve
tartışmalar, akustik olarak çok kötü bir kalitede olmakla birlikte, Youtebe’da
da bulunmaktadır.
[2] Bu
öngörümüz tamamen doğru çıkmış bulunuyor. Türkiye’deki teorik düşünceye ve
kavramsal hassasiyete değer verilmemesinin; eklektisizmin hiç kimse için bir
sorun oluşturmamasının yeni bir örneğiydi toplantı. Konuşmacılar arasında
sadece Ergin Yıldızoğlu, en başta, başlığın, Gezi aynasında “Marksizm’i” değil,
“Solu” tartışacağını söyledi ve en azından kendi konuşması bakımından bir
hassasiyet gösterdi. Kaldı ki bu bile, herkesin kavramsal hassasiyete değer
verip başlığa uygun konuşması halinde aslında fiili bir dayatma olarak
görülebilirdi. Başka konuda konuşacak olanın bunu önceden bildirmesi gerekir.
Tabii kimsenin en küçük bir hassasiyet göstermediği noktada bunu açıkça söyleme
bile bir ileri adım oluyor.
Ancak Yıldızoğlu şunu da söylüyordu: “Teorilerin, kafalardaki yasaların
güncellenmesi gerekiyor.” Tabii böyle ise, bu tespiti yapıyorsa, Marksizm’i
tartışması, kavramları tartışması gerekirdi. Yani tam da toplantının resmi
konusu bu olduğuna göre bu “güncelleme” işine en azından başlaması ve Gezi
Aynasında Marksizm’i tartışması gerekirdi. Şu kavramlar Gezi’yi kavramaya
yetmiyor gibi bir şeyler söylemesi gerekirdi. Böyle deyip de, “Marksizm’i
tartışmayacağım, solu tartışacağım” demek de bir başka iç tutarsızlık olarak
görülebilir. Yıldızoğlu’nun Sol’u, kendi anladığı sol olduğundan, solu
tartışırken de kanımızca yeterli hassasiyetten yoksun. Örneğin, “Sol kendiliğinden
patlamalara inanmadığı bir noktada Gezi’yle karşılaştı” diyordu. Ama genel
olarak sol ve bu sol içinde bizim de bulunduğumuz gelenek aksine bir
kendiliğinden patlama beklentisi ve umudu içinde olmuştur daima. Biz sola dâhil
değil miyiz? Yok, dâhilsiniz, ama gücünüz yok; bu nedenle ihmal edilebilirsiniz
denecekse, o zaman fikirlerin içeriklerine göre değil, güçlerine göre değeri
ölçülüyor demektir.
[3] Bu
öngörümüz de aynen gerçekleşmiş bulunuyor. Hiç birisi dayandıkları metodoloji
ve kavramların Marksist kavramlara üstünlüğü konusunda bir iddiada bulunmadı ve
konuşmadı. Türkiye’de böyle bir durum da var. İnsanlar birbirinin yanında
konuşuyor, ama birbirine değmeyen konuşmalar yapıyorlar. Diplomasi veya
“nezaket” içeriğin önüne geçmiş bulunuyor. Bunlar, içeriğin yerine geçmeyip,
onun bir aracı olduklarında bir anlamı olur.
[4] Bu
öngörümüz de aynen gerçekleşti.
[5] Bu
öngörü de gerçekleşti. Dinleyicilerin de hiçbiri Marksist kavramsal araçlar
üzerine en küçük bir soru bile sormadı. Niye ilan edilmiş başlık altında
konuşulmadığı sorulmadı. Özetle, teori kimseyi ilgilendirmiyordu. Hatta Devrimci Proletarya isimli bir sitede
<devrimciproletarya.info/gezi-panelleri/> yayınlanan
“Gezi Panellerinden Notlar” başlıklı
yazının yazarı, bizim konuya uygun konuşma çabamızı, kendisi de Gezi üzerine
bir konuşma beklediğinden “Demir
Küçükaydın oldukça dolaylı bir konuşma yaptı” diye yazıyor. Tabii beklenti
Gezi üzerine konuşma olunca Marksizm üzerine konuşma dolaylı gibi görünür.
Aslında konuyla (Marksizm’le) doğrudan ilgili tek konuşmaydı belki de.
[6]
Aslında tekrar yayınladığımız yazılarla birlikte kırkı aşkın yazı. Blog’taki
sayılara göre, Haziran’da 30, Temmuz’da 13 yazı yazmışız. Olayların en yoğun
olduğu dönemde ortalama günde bir yazı. O dönemde en çok yazanlardan biri de
Gün Zileli idi, “Gezi Notları” (10)
ve “Direniş Notları” (7) başlıklı
seriler halinde Haziran ayında 17 yazı yazmış. Foti Benlisoy da çok yazanlardan
ve Haziran’da 14 yazı yazmış.
[7]
Birçok sosyalist arkadaş bu yazılarla hemfikir olduğunu, aynı düşündüğünü
belirttiği gibi bulunduğu yerlerde hemfikir olduğu bu yaklaşımları etkili
kılmaya, savunmaya çalışmıştır. Bu bakımdan yazıların belli belirsiz ve dolaylı
bir etkisi olduğundan da söz edilebilir belki.
[8]
Kitaba şu adresten ulaşılabilir: <demirden-kapilar.blogspot.de/2013/11/gezi-yazlar-derlemesi-1-haziran-29.html>
[9] Bu
konuda Michael Löwy’nin yazdığı nefis bir yazı vardır. Almancası Hegel’in Mantığından Finlandiya İstasyonu’na.
Bu yazının Hegel, Lenin ve Dünya Devrimi
başlığıyla yapılmış Türkçe çevirisi şu adreste bulunabilir: <istanbul.indymedia.org/tr/comment/reply/119646>
[10] Perry
Anderson’un ”Batı
Marksizm’i Üzerine Düşünceler” kitabı bu damarı ele alıp anlatmaktadır esas
olarak.
[11]
Bunun bir yankısını belki bizzat buradaki konuşmacılar arasında bulunan Foti
Benlisoy’da da görülebilir.
[12] Bu üç geleneğin kavramsal katkıları
vs. konusunda kabaca da olsa bir özet, Marksizm’in
Marksist Eleştirisi adlı kitabımıza yazdığımız, “Tarihsel Maddeciliğin
Tarihine Katkı” alt başlıklı önsözde bulunmaktadır.
[13]
Bu çalışmaların bir özeti Tersinden
Kemalizm’de ve Marksizm’in Marksist
Eleştirisi’nin Önsöz’ünde
bulunabilir.
[14]
2008’de yapılan Hikmet Kıvılcımlı Sempozyumu’na sunduğumuz bildiri bu
konudaydı. Bu bildiri de Hem Marksizm’in
Marksist Eleştirisi’nde bulunmaktadır; hem de daha sonra Sempozyumun Teori ve Politika dergisi tarafından
yapılmış bildiriler derlemesinde diğer kısa bir versiyonu vardır. İnternetten
de indirilebilir.
[15]
Örneğin Korkut Boratav, çok yanlış bir bağlamda ifade etmekle birlikte bu
özelliği ifade ediyor: Gezi Direnişçileri, “kapkaççı
burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devâsa kentsel rantlara el
koyma girişimine karşı çıkmaktadır.” Ama Boratav da, aslında keyfiliğe ve
anti-demokratikliğe karşı bu direnişe, anti-kapitalizm madalyası takıyor: “Bu, yağmacı kapitalizme karşı olgunlaşmış
bir sınıfsal başkaldırıdır. Sınıfsaldır; zira burjuvaziye ve onun devletine
karşıdır(…)”
[16]
Örneğin neredeyse bütün Türkiye solu gibi Kürkçü’nün savunduğu ulusal program,
en radikal formülasyonuyla “ulusların kaderini tayin hakkı,” bırakalım
sosyalisti, demokratik bile değildir. Demokratik program, ulusu, bir dil, din,
etni, soy, tarih ile tanımlama hakkının reddidir ve onun önde gelenleri içinde
bulunduğu BDP veya HDK, hatta HDP bile bunu savunmamaktadır henüz. Ulusların
Kaderini Tayin Hakkı, özünde ulusu bir dil veya dinle tanımlama hakkı demektir.
Ulusu böyle tanımlamanın kendisi ise anti-demokratiktir.
[17]
Ancak yıllardır, demokratik cumhuriyet değil, “sosyal cumhuriyet” (Kürkçü) veya “sosyalist cumhuriyet” (Başkaya, Savran, vs.); “Demokratik devrim demek veya demokratik görevlerden söz etmek,
Stalinist aşamalı devrim teorisine dönüştür ve bunu savunmaktır”
(Troçkistler) gibi tezleri savunanların, Gezi’nin fiili çürütmesi karşısında,
teorik bir eklektisizme sığınmaktan başka bir çareleri kalmamaktadır.
[18]
Örneğin, Cihan Tuğa, “Gezi Direnişi’nin
küresel arka planı: Tükenen liberalizm”. Bu yazıda ilk bakışta Gezi’nin
doğrudan yoksulluktan çıkmadığı tespiti yapılmaktadır. Ancak ne yapıp edip
ekonomik nedenler bulunmalıdır ya, burada “Liberalizmin
Küresel İflası”na bağlanmaktadır:
“Türkiye ise (zincire daha sonradan
eklenecek Brezilya gibi) mutlak yoksulluğun azaldığı bir ülkeydi. Eşitsizliğin,
işsizliğin, görece yoksulluğun rakamsal olarak şiddetli şekilde yaşanmasına
rağmen, bu konular dar anti-kapitalist çevrelerin dışında politize
edilemiyordu. Gezi Direnişi, tam da böyle bir ülkede, liberalizmin başarılı
olduğunda bile nasıl yıkıcı nitelikler taşıdığını açığa vurdu.”
Nasrettin Hoca’nın hikâyesine benziyor.
“Uysa da kodum, uymasa da kodum” demiş. Neoliberalizmin başarısı da
başarısızlığı da isyana yol açıyor. Neoliberalizme bağlayalım ki oradan bir
anti-kapitalizm çıksın ve sosyalistliğimiz tescil olsun. Türkiye’deki keyfi ve
baskıcı idareye ve anti-demokratik talana karşı demokratik bir tepki dememek
için her şey yapılıyor.
Aynı dolaylı ekonomik materyalizm Foti
Benlisoy’da da var. Örneğin şöyle yazıyor:
“Gezi direnişi doğrudan
sosyal-iktisadi talepleri gündeme getirmedi diye onun (‘hükümet istifa’ sloganında yoğunlaşan) dar anlamda siyasal bir
muhtevasının olduğu, hatta çoğu zaman hayat tarzına dair kültürel bir reaksiyon
olduğunu yazıp çizenler çok. Oysa Gezi direnişi tam da kentsel dönüşüme, el
koyma yoluyla birikime, müştereklerimizin metalaştırılmasına, ortak
alanlarımızın özelleşmesine, yani neoliberal kapitalizmin temel dinamiklerine
itiraz ve direnişin kitlesel bir kalkışmayı tetikleyişinin hikâyesi.” (Foti
Benlisoy, “Gezi’deki Üç Beş Ağaç”)
Yani dediğinin özü şu, Gezi’nin nedeni
ekonomik değilmiş gibi görünüyor, ama ardında sizin görmediğiniz ekonomi var.
Sanki olmasa Marksizm çökecek, sosyalistliğimize halel gelecek. Benlisoy,
Gezi’nin ulusal hareket özelliğini de anlamıyor. “Hayat Tarzı”ndan isyan mı
çıkarmış Marksizm’e göre? Derin anti-kapitalist ve ekonomik nedenleri bulmalı.
Neo-liberalizm her kapıyı açan anahtar, her derde deva ebegümeci.
[19]
Örneğin Ergin Yıldızoğlu, “Ağıza
Alınmayan Şey”de şunları yazıyor:
“Bu, sanayi işçilerinin yanı sıra
şekillenmekte olan yeni bir sınıf fraksiyonudur. İşçi sınıfının, en gelişkin
kesimini, henüz bir azınlık olmasına karşın, 19. yüzyılda en ileri teknolojiyle
çalışan sanayi işçisi oluşturuyordu. Bugün, henüz bir azınlık olmasına karşın
bu kesim oluşturuyor. Bu, şu anda siyasi arenada hareket halinde olmasına
bakarak ‘proletarya’ kavramıyla tanımlayabileceğimiz bir sınıftır. ‘Adı ağza
alınamayan, bastırılan şey’ de işte budur.”
Toplantıda Ferda Koç da benzeri bir
görüşü savundu. Ferda Koç da, “Gezi, son 25-30 yıldaki yeni proleterleşme
sürecinin bir ürünüdür. Sınıfın yeni bir segmenti ortaya çıkmıştır. Bunun
nedeni sadece genel eğitim seviyesindeki artış değildir. Kamusal alanın
sermayeye dayalı yeniden yapılandırılmasıdır.” derken aynı mekanik ilişki
ve gizli varsayımdan hareket ediyordu.
[20]
Örneğin Cihan Tuğal:
“Bu anlamda ‘prekarya’ orta
sınıftan çok daha yardımcı bir kavram olabilir (ancak bu kavram, ‘toplumun en
alt kesimi’ şeklinde değil de, her sınıfın içinde belirsizlikle en çok boğuşan
bir alt kategori olarak tanımlanırsa; zira proletaryanın bir prekaryası olduğu
kadar, küçük burjuvazinin de bir prekaryası vardır.)” (Gezi Hareketinin Ortak Paydaları ve Yeni Örgütlülük Biçimleri, T24)
[21]
Erdoğan ve ayaklanmanın ardında ille de ekonomik gerilemeyle ilgili nedenler
arayan Marksistler aslında aynı yanlış ve mekanik anlayışı paylaşırlar. Erdoğan
da bir türlü niye ayaklanıldığını anlamıyormuş bir yerde okuduğumuza göre. “Bunlara Cumhuriyet tarihinde hiçbir
hükümetin olmadığı kadar yatırımlar yaptım, iyi koşullar sağladım. Niye
ayaklanıyorlar?” anlamında konuşuyormuş. Tabii ayaklanma ile yoksulluk
arasında mekanik bir ilişki anlayışı olunca açıklanamaz ve tek açıklama yolu
kalır: Komplo.
[22]
Çağlar Keyder dikkati çekiyor:
“AKP’nin özelleştirmelerde,
piyasa mekanizmasını yerleştirmekte sergilediği neo-liberal tutum sosyal
politika alanında farklı bir görünüm alıyor. Bir kere şunu hatırlatmakta fayda var.
Türkiye, Brezilya, G. Kore ve daha birkaç ülkeyle beraber, sosyal harcamaların
milli gelire oranla yükseldiği nadir ülkelerden. Son on yılda bu oran üçte-bir
kadar artmış, şimdi %15’e yakın.”
[23]
İnsan omurgalı bir hayvansa, omurgası olmadığında nasıl insan olmaya
devam edebilmektedir? Bu omurgasızlığı, ancak Gezi’yi Neoliberalizm ile
açıklayan teorisyenler başarabilmektedir anlaşılan.
[24]
Ancak “Neoliberalizm” kavramı bile Avrupa Merkezli bir kavramdır. Avrupa
(Gelişmiş ülkeler) işçilerinin bu Keynezyen ekonomi sosyal devlet hakları
vardı. Ama dünya işçilerinin büyük bölümü için bunlar bile yoktu. Kapitalist
ilişkilerin yaygınlaşması, dünya nüfusunun çok büyük bir bölümünün oran olarak
ilk kez şehirlerde yaşıyor olması, bu milyonlarca işçi için Neoliberalizmden
çok daha önemlidir. Hatta onların hayatı bakımından yaşam kalitesinde ve
koşullarında bir yükseliş anlamına bile gelebilir.
[25]
Örneğin Cihan Tuğal da olgu olarak bu özelliğini teslim ediyor. Ama buradan bir
anti-kapitalizm çıkarmak için, metalaşma üzerinden gidiyor.
“Türkiye’de ise, maaşları ve
tatil keyifleri gayet yerinde olan unsurların yığınlarla sokakta olduğunu
görüyoruz (ayaklanmadaki sayısal ağırlıklarını bilebilmek için daha çok
araştırmaya ihtiyaç var). Küresel muadillerinden ayrıştırmak için, Türkiye’de
kitlesel halde sokağa inen bu kesimleri “küçük burjuvazinin aristokrasisi”
olarak nitelendirebiliriz. Tepki proleterleşmeye değil, ortak yaşam kalitesinin
düşüklüğüne; adı bu şekilde konulmasa bile, sermayenin zengin fakat yaşanılmaz
bir kent yaratmış olmasına. Adını koyalım: Gezi hareketi, dinamikleri bölüşüm
değil, metalaşma karşıtlığı üzerinden kurulan bir hareket. Sermaye Türkiye’de
verdiği zenginlik sözünü tuttu (en azından bazı kesimler için), ama sıkıcı ve
tatsız bir hayat dayatma pahasına.” (“Gezi
Hareketinin Ortak Paydaları ve Yeni Örgütlülük Biçimleri”, T24)
Burada yine aynı sorun var. Zengin, ama yaşanılmaz bir
kentin kapitalizmin zorunlu bir sonucu olmadığını anlamıyor. Marksist olmadığı
için hoş görülebilir. Bütün topraklar kamulaştırılsa, bu kamusal alanlara neler
yapılacağı veya yapılmayacağı en demokratik biçimlerde karara bağlansa bile bu
kapitalizmle çelişmez. Öte yandan Şark usulü vurguna ve yağmaya açılma
metalaşma ile karıştırılmamalıdır. Elbette modern kapitalizmde her şeyin
metalaşması diye bir fenomen vardır ve Marks da tam bu nedenle metaın
analiziyle başlar. Çünkü kapitalist toplum, bur metalar yığını olarak görülür.
Ama bu çok ayrı bir sorundur. Bu yönde en küçük bir talep yoktur Gezi
hareketinde. Bütünüyle anti-demokratik ve yağmacı karaktere bir tepki özelliği
vardır. Keyfiliğe ve polis şiddetine karşıdır.
[26]
Bu konuda özellikle, Marks’ın Gotha
Programı’nın Eleştirisi, Engels’in Erfurt
Programı’nın Eleştirisi, Marks ve Engels’in Paris Komünü üzerine
değerlendirmeleri, yani “Fransa’da İç
Savaş”, Lenin’in “Devlet ve Devrim”i,
Troçki’nin “İhanete Uğrayan Devrim”i,
Mandel’in “İşçi Hareketi ve Bürokrasi”
broşürü ilk elde sayılabilecek olanlardır.
[27]
Ertuğrul kürkçü örneğin Gezi’nin hedefi ve nedenleri bağlamında, “Gezi İsyanı (…) ortak paydası onur ve
özgürlük olan bir başkaldırı.” diyor. Bizim tespitimizi başka bir ifadeyle
doğruluyor. “Onur ve özgürlük” keyfi
şark devletinin olduğu yerde olmaz. Bu nedenle “Onur ve özgürlük” demokratik
karakterde bir hedefi ve hareketi ifade eder, tabii klasik Marksist
terminolojiye göre.
Ama sevgili Kürkçü’nün onur ve özgürlük şapkasından
çıkardığı ise anti-kapitalizm tavşanı:
“İçinde büyük bir toplumsal,
politik, kültürel, demografik çeşitlilik barındırmakla birlikte isyana özgün
karakterini veren onu öncekilerden ayıran, kadınların, gençlerin, yeni işçi
sınıfının ve öğrencilerin kendiliğinden hareketiydi. Edindiği ‘komün ruhu’yla,
canlandırdığı dayanışmacılıkla, kent toprağının ve kentsel mirasın
piyasalaştırılmasına kategorik karşı duruşuyla isyan, özgün bir anti-kapitalist sosyal muhalefet tarzı
ve doğrudan demokrasi örneği yarattı.”
[28]
Burada kısa bir not da koymak gerekiyor. Türkiye’de aslında üç kadın hareketi
bulunmaktadır: Türban takarak, erkeklerin ve geleneklerin baskısını aşarak
sokağa çıkma; okul ve iş hayatına katılma biçiminde bir kadın hareketi. PKK’da
görülen – ki PKK da büyük ölçüde bir kadın hareketidir– gerillaya girmek veya
politik mücadelelerde aktif olarak yer alarak, evden çıkmak ve toplamsal hayatta
yer almak biçimindeki kadın hareketi. Bu harekette, türbanın işlevini,
evlenmeme ve cinsel ilişki yasağı görmektedir. Gezi’deki kadın hareket ile bu
iki kadın hareketinin çok temelden bir farkı vardır: Bu hareketler, feodal ve
ataerkil baskıdan kurtuluşa yönelik, kapitalist ve şehirli toplumsal ilişkiler
içinde kadınların yer almasına yönelik hareketlerdir. Gezi’deki kadın hareketi
ise bunlardan tamamen farklıdır. Zaten modern kapitalist ve şehir ilişkileri
içinde yaşayan, ama bu ilişkiler içinde bile kadının ezilmesine tepkinin
ifadesi olan, ileri ülkelerde görülen türden Feminist bir kadın hareketidir. Bu
niteliği en açık şekilde Gezi’nin en azından yarısının kadın olmasında
ifadesini bulmaktadır. Diğer iki kadın hareketi Gezi’de yoktu. Karşı
değildiler, ama içinde de yoktular. Türbanlılar Gezi karşısında Erdoğan’ın
arkasında duran işçi sınıfının içindeydiler; Kürt hareketindeki kadınlar ise
zaten dağlardaydılar, doğrudan yer alamazdılar ve olmayanlar da Kürt
hareketinin genel yönelişsizliği içinde kaldılar.
[29]
Ama örneğin Korkut Boratav, Gezi’nin kapkaççı burjuvaziye karşı olma
özelliğinden hareketle, onda bir anti-kapitalizm buluyor. Ayrıca burada bir
sınıf hareketi bulması da tipik mekanik ve ekonomik maddeci bir bayağı
Marksizm’in ifadesi:
“Gezi direnmesinde sınıfsal
bir karşı koyuş var mıdır? Eylemleri tetikleyen olaya, Taksim projesinin
uygulanmaya başlamasına baktığımızda, kanımca, olgunlaşmış bir sınıfsal tepki
vardır: Yüksek nitelikli, eğitimli işçiler, yarınki sınıf yoldaşları
(öğrenciler) ile birlikte, profesyonellerin de katılımıyla, kapkaççı
burjuvazinin ve onunla bütünleşmiş siyasi iktidarın devasa kentsel rantlara el
koyma girişimine karşı çıkmaktadır.” (Korkut
Boratav, Gezi Direnişi’ni değerlendirdi: “Olgunlaşmış bir sınıfsal başkaldırı…”,
Sendika.org)
[30]
Tabii bir hareketin, hareket olarak kendi dinamiği içinde radikalleşip anti-kapitalist
hedeflere yönelmesi elbette mümkündür. Çünkü bu hareketlerin içinde işçiler de
vardır ve işçi sınıfının kendisi kapitalizmle temelden bir çelişki içindedir.
Ama bu ayrı bir sorundur.
[31]
Çulhaoğlu her şeye rağmen teorik hassasiyete sahip birisidir ve bizim burada
söylediklerimizi o da kendi meşrebince söylemektedir. Örneğin şöyle diyor:
“‘Haziran direnişi’, sayısız
pratiğin ve özel durumun ötesinde, sosyalistleri ‘teori alanında’ da
düşündürtecek ve zorlayacak (olumlu anlamda) bir zenginlik taşımaktadır. Daha
ötesini söyleyelim: Eğer konu bir kitlesel hareketlenmeden kalkarak ülkedeki
toplumsal formasyonun siyasal ve kültürel kırılma noktalarıyla birlikte çözümlenmesiyse,
bu direniş son otuz küsur yılın tartışmasız en çarpıcı deneyimidir. Üstelik
sosyalistlerin pek çok ‘pratik sorunu’ açısından önemli ipuçları da veren bir
deneyim…”
Ama bu görevi yapmıyor. Örneğin, Gezi’yi tanımlarken
kullandığı (ki bizce anti-kapitalizm veya neoliberalizme direniş arayan birçok
kişininkinden daha isabetli bir yaklaşımı vardır.) “Yurttaşlık” gibi, modern
toplumun dayandığı normatif bir kavramın sosyolojik (Marksist) karşılığını
aramıyor ve tartışmıyor. Buraya girse ulus ve din teorileriyle karşılaşmak
zorunda kalırdı. Biz, “Gezi aynı zamanda ulusal harekettir” derken, Çulhaoğlu
ile aynı özelliğine dikkati çekmiş oluyorduk. Tabii o buradan Türkiye
Cumhuriyeti’ni savunmak gerektiği, biz ise onu yıkmak gerektiği, demokratik bir
cumhuriyet kurmak gerektiği sonucuna veya programına ulaşıyoruz. TC’yi savunma
gerici programı Çulhaoğlu’nu bir teorisyen olarak başta söylediklerini mantık
sonuçlarına götürmekten alıkoyuyor ya da ancak böyle yaparak bu sonuca
ulaşabiliyor diyebiliriz.
[32]
Yukarıda değinilen kaba ekonomik açıklamaların bir başka biçimi hareketin yaşam
tarzı üzerinden oluşması veya yaşam tarzı tartışması, kimilerince gündemin saptırılması
olarak anlaşılmasında da görülür. Bunlar, gündem ancak ekonomik sorunlar ve
yoksulluk olursa gündemin sapmayacağı ve buradan ancak kitlelerin harekete
geçirilebileceği veya harekete geçmişlerse doğru işler yapabilecekleri gibi bir
varsayıma dayanmaktadırlar.
[33]
Yurttaşlık ve insan hakları aynı anlama geliyordu. Bu haklar ulusla hele
Türklük gibi bir dile ve dine, hatta ırka dayanan bir ulusla dolaylanmış
değildi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder