Halk deyişi
Bahaeddin Demir Aydın isimli bir Osmanlı memurunun anıları yayınlandı geçenlerde[1]. Anıları yazan dedemdi. Yazılışından heredeyse bir asır sonra yayınlanabilmişlerdi.
Anılar yayına hazırlanırken, torunu olarak, bir önsöz veya sonsöz olarak kullanılabilecek bir yazı yazmam istenmişti. O zamanlar ön veya son söz olarak kullanılabilmek üzere yazdığım yazıyı “Dedemin Adının ve Anılarının Peşindeki Arayışlar” başlığıyla bloğumda yayınlamıştım. Ama çok sınırlı bir okuyucu kitlesine ulaşabilmişti.
Şimdi kitap çıktı ama yer sınırı nedeniyle bu ön/son sözün küçük bir bölümü kitapta yer alabildi. Kitabın yayınlanışı vesilesiyle kitapta sadece küçük bir bölümü yer alabilen bu yazyı tekrar yayınlıyorum.
Demir Küçükaydın
Dedemin Adının ve Anılarının Peşindeki Arayışlar
Babamın, daha ben çocukken, babasının anılarını yazmış olduğundan ve bu anıların ağabeyi olan Reşat amcamda bulunduğundan biraz da gururla söz ettiğini hatırlıyorum.
Bunun üzerine demek dedem önemli ve okumuş bir adammış ki böyle anılarını falan yazmış diye düşünmüştüm o çocuk aklıyla.
Yıllar sonra Üniversite’ye giderken, Amcamları bir ziyaretimde, dedemin anılarını sordum. Diğer odaya gitti ve elinde bir defterle geldi.
Ben kara kaplı kalın bir defter beklerken, kırk elli sayfalık, muhasebe defteri gibi, ince, kapsız bir defter görünce, doğrusu büyük hayal kırıklığı yaşamıştım.
Sonra amcama defterde neler olduğunu sordum. İçinde çok önemli ve söz edilmesi doğru olmayacak ailevi sırlar varmış gibi bir yüz ifadesi ve ses tonuyla, aileden söz ediyor dedi.
Bu da benim için ikinci bir hayal kırıklığı idi. Ben çok önemli olay ve kişilerden söz ediyor diye bekliyordum doğrusu.
Peki dedim tarihi olaylar yok mu, o zamanki örgütler, kişiler hakkında?
İttihat Terakki’den, Resneli Niyazi’den söz ediyor demişti ve bu cevap hayal kırıklığımı bir parça olsun gidermişti.
Sonra biraz okumasını isteyince de, “Mukaddime” bölümünü okuyarak benim anlayabileceğim yeni Türkçeye tercüme etmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla, ilk satırlarında, insanların çelişkilerini peş peşe sıralamasını ilginç bulmuş ve o satırları Nazım Hikmet’in şiirinin ilk satırlarına benzetmiştim[2].
*
İnsan, genellikle çocukluğu ve ilk gençliğinde ailesinin tarihine ve köklerine, hatta genel olarak geçmişe karşı daha ilgisiz oluyor. Bunda anlaşılır bir yan da var, karşıda yaşanmayı bekleyen, uzun ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir gelecek varken, kim geçmişin karanlık ve silik dünyasıyla ilgilenir ki?
Hele genç insanın gerçekten bağımsızlığını kazanabilmesi için de sağlıklı bir tepki olan, bir an önce aileden ve bağlardan kurtulma gereği ve arzusu da buna eklenince, sonuç: geçmiş hakkında bir şeylerin öğrenilebileceği zamanlar, ona en az ilgi duyulan zamanlar oluyor.
İnsan yaşlandıkça, ailenin, çocukluğun ve köklerin kendisi üzerinde nasıl belirleyici etkileri olduğunu daha çok fark ediyor ve bu da ister istemez, çocukluk, aile ve kökler üzerine bir ilgi artışı ve yoğunlaşmayı getiriyor.
Ama artık çok geçtir, önceleri o geçmiş hakkında bir şeyler öğrenilebilecek olanlar varken ilgi yoktur; ilgi ortaya çıktığında ise artık o yaşlı kuşaklar yoktur.[3]
O zamanlar, babaannem, babam ve amcam yaşıyorlardı. Onlara çok şey sormak hatta Osmanlıca yazılmış defteri okutmak mümkündü. Ama o zamanlar bende ilgi yoktu. İlgim ortaya çıktığında ise onlar çoktan toprak olmuşlardı.
Dedeme ilişkin, ailedeki konuşmalardan aklımda kalanlar, fakir bir aileden geldiği, önemlice bir devlet memuru olduğu, veremden öldüğü, İttihat Terakki ve Resneli Niyazi ile bir şekilde ilişkili olduğu, Van’a vali olarak atandığı ama orada isyan olduğu için gitmediği şeklindeydi. Bunların ne ölçüde gerçek ve ne ölçüde efsane olduğunu bilmiyordum. Babam daha çok küçükken babasını kaybetmişti, bu nedenle anlatabileceği bir şeyler yoktu.
*
Sonraki yıllarda, Şark’ta anı yazma adeti olmadığını, olanların da yüzeysel ve resmi olduğunu gördükçe, bir aile tarihinin anı olarak yazılmasının bile önemli olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Sonraki yıllarda toplumsal mücadelelerde yer alınca, bugünkü toplumu anlayabilmek için geçmişi bilmenin önemini fark ettikçe ve bu geçmiş hakkında bildiklerim çoğaldıkça, yaşayanların kaderinin izlediği yolu bu genel gidiş içinde değerlendirdikçe, bu kader ile ulusçuluğun bağı ortaya çıktıkça, bir tarihçi ve sosyolog olarak da dedemin anılarına ve ailenin köklerine olan ilgim daha da artmıştı.
Amerikalıların, “yanlış yerde yanlış zamanda bulunmak veya doğru yerde doğru zamanda bulunmak” gibi, her olayı açıklamaya yarayan bir formülü vardır.
Dedem Bahaeddin Demir Aydın , büyük olayların ta ortasında bulunmak bakımından, “doğru zamanda doğru yerdeydi.”
Zaman olarak, Osmanlı’nın en kritik son yarım yüzyılında yaşamıştır. Dört yaşındayken “93 Harbi”nden başlar ve Meşrutiyet, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşını yaşar o yarım asırdan kısa hayatında. Ve bir bakıma Osmanlı’nın fiili bitişiyle birlikte ölür. Kısa hayatı, o “İmparatorluğun en uzun” yarım “yüzyılı” kadar sürer. Adeta memuru olduğu imparatorlukla birlikte bitmiştir hayatı.
Mekân olarak, doğup büyüdüğü ve yaşadığı yerler de öyledir: Rumeli, Makedonya. “93 Harbi” orada olur. Ulusal isyanlar, birbiri ardınca oluşan bağımsız devletler, Meşrutiyet, Balkan Savaşları hep “Rumeli’dedir. Oralarda atılan bir kurşun birinci dünya savaşının başlama vuruşu olmuştur. Bütün bu büyük depremlerin merkez üssüdür Rumeli ve Balkanlar.
Ve Rumeli’de de olayların da en merkezi bölgesi, bir bakıma Yanya (İonina), Manastır (Bitola), Selanik üçgenidir. Anılarda geçen olay ve yerlerin neredeyse hepsi, bu fırtınaların merkezi konumundaki üçgenin içindedir.
Dolayısıyla, dedemin anıları ve ailenin tarihi “Balkanlaşma” kavramının ortaya çıktığı bir yerdeki insanın anıları olduğu için, özellikle ilgimi daha çok çekmeye başlamıştı.
Ama anıları okumak mümkün değildi. İkisi de “eski Türkçe” okuyabilen amcam ve babam ölmüştü. Hayat beni uzun hapislik ve Avrupa sürgünlerine savurduğundan ve Türkiye’ye gelemediğimden, Anılara ulaşmam mümkün değildi.
*
Daha sonra, amcamın büyük kızı Yegâne, kendilerine kalmış ve hiç birimizin okuyamadığı bu anıları bana verdi ve bunları ancak benim okutup yeni Türkçeye çevirtebileceğimi, yoksa kaybolup gideceğini söyledi.
Ben de uzun yıllardır hapislerde ve Avrupa’da sürgünde yaşadığım için unutulmuş bir insan olarak, ancak çok sınırlı olan eski ilişkilerim aracılığıyla, yıllarca eski Türkçe bilen birilerini aradım. Arap harfleriyle yazılmış Osmanlıcayı okuyabilmek çok az sayıdaki uzmanın işiydi artık. Babam ve Amcam gibi, okuyabilen kuşaklar da giderek yok olmanın eşiğindeydi. Bulduğum birkaç kişi ise el yazısı olduğu için okuyamadılar.
Daha sonra bir tarih dergisi çıkaran Üniversite yıllarından, 68’den arkadaşım Fahri Aral ilgi gösterdi. Hatta çevirisinin neredeyse tamamlanacağını, derginin ilerdeki sayılarından birinde yayınlamaya düşündüğünü bile söyledi. Ama sonra o işten ayrılınca o girişimin de izi tozu yok oldu.
Artık neredeyse umudumu yitirmiştim. Öyle görülüyordu ki, eğer bu anılar eski Türkçeden çevrilemezse, belki ben öldüğümde, bin bir dikkatle özel olarak saklamama rağmen, Arap alfabesiyle yazılmış sayfalarda ne olduğunu anlayacak hiç kimse olmayacağından, ölenin eşyalarıyla birlikte çöp tenekesini veya bir eskiciyi boylayabilir ve hiç olmamışa dönebilirlerdi. Kuzey Avrupa şehirlerinden birinde ölmüş artık kimsenin bilmediği ve hatırlamadığı bir ilticacının “evrakı metruke”si arasında çıkacak kapsız ve eski Türkçe bir deftercik kimi ilgilendirirdi ki?
Dedemin aklından bile geçmemiştir her halde, Türkiye’de “harf devrimi” diye bir “devrim” yapılıp, tam bir hafıza kaybı yaşanacağı ve torunlarının yazdıklarını okuyamayacağı.
Anıların bu unutulma ve yok olma tehlikesine karşı, anıları fotokopiyle olabildiğince çok çoğaltıp, ilgi gösteren herkese dağıtıyordum. Belki bu kopyalardan biri ilerde ilgi duyabilecek ve okuyabilecek birilerinin eline geçerdi. Denize, şişeyle mesajlar atmak gibiydi; geleceğe yönelik “adressiz mektuplar” yollamak gibiydi bu çabalarım.
*
Bereket, dedemin ve ailesinin hayatını allak bullak eden; hatta o anıların okunamamasına bile yol açan ulusçuluğun insanlığı boğan bir yağlı kement olduğu artık dayanılmaz biçimde açığa çıktığı, bu da ideolojik iklimde veya Almanların “Zeitgeist” dediği zamanın ruhunda köklü dönüşümlere yol açtığı için, anılar son anda bu edilen akıbetten kurtuldu.
Artık “çok kültürlülük”, “farklılıklarda zenginlikler görmek”, “ötekileştirmemek”, “ulus devletin sonu” gibi kavramlar doldurmuştu ortalığı. Hâlbuki daha kısa zaman öncesine kadar lehçe farklarını bile yok edip standart bir eğitimi en büyük zenginlik olarak gören; farklılıklarda zenginlik değil, yoksulluk gören; ya da kültür ve dil farklılıklarını yoksulluğun ve geriliğin nedeni olarak gören bir dünya vardı. Yüzyılın başında, Balkanlar’ın “Balkanlaşma”sının ardında zaten tam da bu tamamen farklı “ideolojik iklim”, “çağ ruhu” vardı.
Ama ulusal devletler kendi içlerinde iyi kötü farklılıkları yok edip standartlaşmayı sağladıklarını düşündükleri an, globalizim denen dünya ticaretinin üretimden de hızlı büyümesi ve bunun ulusal sınırlara sığmaması, elektronikteki ilerlemelerin daha esnek üretim yöntemlerine olanak sağlaması; sermaye ve malların serbest dolaşımına karşılık, sırf ulusal devletlerin varlığı nedeniyle işgücü denen malın ulusal sınırlara bağlı kılınması ve o malı satan işçilerin fiilen ayaklarıyla, ulusal sınırları yıkma ve tanımama yönünde verdikleri oylar bütün algıları değiştiriyordu.
Ayrıca Türkiye’de bu ideolojik iklim değişimini, geçici olarak geriletmiş gibi görünse de daha da şiddetlendiren, yıllardır süren ve sistemi derinden sarsan, tam da “farklılıkları yok etmeye” yönelik politikaya karşı direniş anlamında bir Kürt hareketi vardı.
Ve nihayet, dünün “Balkan muhacirleri” veya “mübadiller”in çocukları, artık üçüncü nesle ulaşmışlar, göçmenlerde görülen genel eğilime uygun olarak köklerini aramaya başlamışlardı.
Bütün bunların toplu sonucu olan değişimler, Yeni Türkü’nün Külhani Şarkılar’ından (Rembetikolar), Kardeş Türküler’e veya TRT 6’da Kürtçe yayınlara, Ahmet Ümit’in Romanlarından “Roman Açılımları”na kadar her yerde izlenebiliyordu.
Bu değişimin özel bir görünümü olarak Mübadiller de, Mübadil Dernekleri kurdular, geziler düzenlediler, İnternette sayfalar açtılar, tartışma grupları kurdular, bilgi alışverişlerinde bulundular. Aynı sürecin benzerleri elbet, diğer ülkelerde de yaşanıyordu. Senkronize, kendini besleyen bir gidiş başlamıştı.
Anıları çevirtmenin mümkün olup olmadığını, kişisel ilişkili birkaç Osmanlıca bilen kişinin sınırlılıkları dışında arayabilmem ve ilk kez Mübadillerin mail grubunda sormam, hatta bu soruyu soracak cesareti veya olanağını bulmam; çocukluk ve ilk gençliğimden arkadaşım Mübadiller derneğinden Sefer Güvenç’in beni desteklemesi ve cesaretlendirmesi, şimdi biri anıların Latin harflerine çevirisini yapan Figen Taşkın olan iki kişinin cevap vermesi, Özlem Çekmece ’nin ilgi gösterip çeviriyi teşvik etmesi ve yayınlanması vs. hep bu bağlamda anlaşılabilirler.
İşte böyle bir dünya ve “ideolojik iklim”, “Zeitgeist” mümkün kıldı Demir Aydın ’ın anılarının olmamışa dönmekten kurtulmasını
Anıların bu kaderi son anda nesli tükenmekten kurtulan atlara benzetilebilir. Sanılanın aksine, anavatanları Asya değil, Amerika olan atlar, tıpkı mamutlar gibi, hızla yok olurlarken, küçük bir popülasyonun, Amerika’ya insanların geçtiği yoldan, (yani jeolojik ölçülerde son saliselerde) Asya’ya geçmesiyle, yok olmaktan kurtulmuşlardır Atlar. Ve Amerika’da at türü yok olurken, o Asya’daki küçük popülasyon üremeye devam etmiştir. Ve orada sonradan ehlileştirilmeleriyle insanlık tarihinin gidişini bile değiştirmişlerdir.
Ve atlar Amerika’ya binlerce yıl sonra, tekrar İspanyol fatihlerle birlikte döneceklerdir. Bugün, insanlar var oldukça, farklı işlevlerle de olsa Atların var olacağından, bir bakıma toplumsal tarih ölçüleriyle, son anda ölümden kurtulup ölümsüzleştiklerinden bile söz edilebilir.
Değinilen gelişmeler, dünya tarihsel ölçülerle biraz daha geç gerçekleşseydi veya bizim biyolojik ömrümüz biraz daha kısa, örneğin dedelerimizinki kadar olsaydı, bu anılar büyük bir olasılıkla Amerika’da türü tükenen atlar gibi yok olacaklardı. Ama şimdi son anda bu yok oluştan kurtuluyor.
*
Bu anılara ulaşamadığım aradaki yıllarda, hiç olmazsa ailenin köklerinin bulunduğu yerleri tanımaya çalıştım, ama bunun da önüne yine uluslar ve ulusçuluk engeli çıkmıştı.
Sürgünlükte, Türkiye’ye gelemediğim için, birçok mülteci gibi ben de doğup büyüdüğüm Ege kasabalarından hiç farkı olmayan Yunanistan’da veya en azından Fenikelilerin ticaret yollarını açmalarından beri iktisadi ve kültürel bir bütün olan Akdeniz ülkelerinden birinde geçiriyordum yıllık izinlerimi. Oralarda her şey daha bir tanıdıktı. İnsanların dillerini bilmesem bile vücut dillerini anlayabiliyordum.
1989 ve 90 yıllarında Duvar’ın ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, “Balkanlaşma” kavramını yaratan Balkanlar, sanki Hobsbawm’ın dediği gibi, “kısa yüzyıl” [4] boyunca verdiği kısa bir aradan sonra, tarihe kaldığı yerden devam ediyormuşçasına ulusal boğazlaşmaların alanı olmuştu yine.
Bu nedenle Avrupa hudutlarında bir parya olmak anlamına gelen bir ilticacı pasaportuyla oralara gitmek neredeyse olanaksızdı artık.
Ancak Doksanların ortalarında, Fransa’dan alınmış ilticacı pasaportumun pek fazla bir hareket imkânı sağlamadığı koşullarda, Igomenitza’dan başlayarak, çocukluğumda adını duyduğum Yanya (İonina), Kesriye (Kastoria), Kayalar (Ptolemeida) vs. üzerinden Volos ve Selaniğe giden yolla, bir bakıma ailenin göç ettiği rotayla, Angelopulos’un yolunu tersinden kat etme olanağı bulabildim.
Bu seyahatten dönüşümden bir süre sonra, Angelopulos’un Odysse’nin Bakışı’nı görünce, film ile benim seyahatim arasındaki böylesine bir paralellik beni şaşkınlığa uğratmıştı.
Theo Angelopoulos, “Odysse’nin Bakışı” adlı filminde, Osmanlı’nın ve Balkanlar’ın ilk filmci ve fotoğrafçılarından olan Makedonyalı Manaki Kardeşler’in, kaybolmuş hayali iki film rulosunun peşine düşen, tıpkı Odysse gibi uzun yıllar sonra, ayrıldığı yere dönmüş bir rejisörün, yolculuğu imgesiyle ele alıyordu Balkanların kaderini. Yolculuk Selanik’ten başlıyor ve bütün Balkanlar’ı aşıp Saraybosna’da son buluyordu.
Manaki Kardeşler’in kayıp film ruloları imgesinin işlevini, benim seyahatimde, Aileden duyulmuş ama çocuklukta önem verilmediği için dikkat edilmemiş ve unutulmuş bölük pörçük anılar; dedemin içinde ne olduğunu bilmediğim anı defteri ve biraz da dedemin adının dolayısıyla kendi adımın nereden geldiği sorusu görüyordu.
*
Şimdi Anıları okuyunca görülüyor ki, paralellikler sadece bizlerin arayışlarında ve aynı topraklardaki yolculuklarında değil, anlatılan olayların kendilerinde de varmış.
Dedem 1872’de Kesriye’de doğmuş. Manaki Kardeşler 1878 ve 1880 tarihlerinde Kesriye’ye kuş uçuşu mesafesi 50 kilometreyi geçmeyen Avdela’da doğmuşlar[5]. Manaki Kardeşler’in ilk filminde, Büyükanneleri Despina yün eğirmektedir. Yine Manaki Kardeşler’in dokumacı ve iplik eğirici kadınları gösteren meşhur bir fotoğrafı vardır.
Dedem ile Manaki Kardeşler’in yolları da birçok kez karşılaşmış belli ki. Kimbilir belki tanışırlardı bile gıyaben. Eskiden insanlar, aşağı yukarı yüz kilometrelik bir daire içinde kimin, kim ve kimlerden olduğunu bilirlerdi.
Örneğin ana tarafım Kayalarlı, baba tarafım Kesriyeli ama bir şekilde birbirlerini bildiklerini biliyorum. Hatta daha sonra anne ve babamın evlenmesine yol açan ilişkiler ta bu Rumeli’deki gıyabi tanımalarla bağlantılı.
Ama elde iki somut delil var, Dedemle Manaki kardeşlerin aynı yerde aynı zamanda olduklarına dair.
Sadece günlük hayatı değil önemli olayları da kaydeden Manaki Kardeşler, Sultan Reşat’ın Makedonya gezisinde uğradığı Selanik ve Manastır’daki karşılanışlarını da filme çekmişlerdi.
“Heyetlerden tasdik edilen zevat yanında huzur-i padişahiye çıkmak üzere telli bir karat verdiler. Anın üzerine huzura çukub padişahımızı yakından görmek şerefine nail oldum. Manastır’a teşriflerinde dahi gayri hal vuku bulmuş ve ikinci defa olarak Kayalar İttihat Terakki Cemiyeti namına ki telli bir karat ile huzura çıkılmıştır.”
*
Manaki Kardeşler de Demir Aydın Efendi de aynı bölgenin, aynı kültünün ve aynı çağın insanlarıydılar.
Bu yer, bu yaşam ve bu çağ neydi?
Bunların ne olduğundadır, Angelopulos’un hayali kayıp rulo imgelerinde veya benim Arap alfabesiyle ve ilmiye Osmanlıcasıyla yazıldığından, okuyup anlayamadığım anılarda belki bulurum diye düşündüğüm cevabı.
“Ne?” sorusundan ne anlaşıldığına ve neyin kastedildiğindedir cevap. Daha doğrusu anlaşılan ve kastedilenin ardındaki gizli varsayımlardadır cevap. Bu anlamda cevap sorunun kendisidir. Simurg, kendisini arayan kuşların ta kendisidir.
Ne demek istediğimizi şöyle formüle edelim: Bugün İnternet’te Manaki Kardeşler veya bunların diğer dillerdeki versiyonlarını sorduğunuzda gördüklerinizdedir cevap.
Manaki Kandeşler’in Yunan sitelerinde Yunan, Makedonya Sitelerinde Makedonya ulusal sinemasının, muhtemelen henüz Makedonya değil Yugoslavya varken de Yugoslav Sinemasının, eh Makedonlar da özünde Slav olduğuna göre Bulgar sinemasının ilk kurucuları ve öncüleri olduğu yazılır.
Aynı olgu ters yüz edilerek Türklerde de görülür. Osmanlı’nın bütün savaşlarına veya fetihlerine veya mirasına sahip çıkan Türkler nedense Manaki Kardeşler’i Osmanlı veya Türk sinemasının ilk öncüleri olarak anmazlar[6].
Hepsinin ortak uzlaşma noktası belki de “Balkan Sineması”nın ilk kurucuları ve öncüleri olarak tanımlamalarında bulunabilir.
İşte sır biraz da bu “Balkan Sineması” kavramında gizlidir.
Manaki Kardeşler Osmanlı Yurttaşlarıydı. Ömürlerinin önemli bir bölümünü Osmanlı Yurttaşları olarak geçirmişlerdi. İlk öncü film denemelerini Osmanlı devletinin yurttaşları olarak yapmışlardı.
Ve şimdi bugün, hiç bir konuda anlaşamayan ulusçular, Osmanlı dememek için, Balkan sözcüğünün ardına sığınarak, aslında bir ulus yaratmak için bir de ulusal tarih yaratmak zorunda olduklarını ele veriyorlar. Siyasal kavramların yerini, birden bire lokal bir kavram alıyor: Balkanlar!..
Balkanlar sözcüğü ya da kavramı, yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih olmadığını gizlemeye ve unutturmaya yöneliktir. Uluslar kendilerine bir Tarih yaratabilmek için, unutmak ve unutturmak zorundadırlar.
Bu unutturma ve unutma, yani yaşanan tarihin akıl dışılığı ancak, hayallerin ya da olası başka tarihlerin aynasında görülebilir. Böyle bir ayna tutulabilir tarihe kendi çirkin yüzünü görebilmesi için.
*
Zayıf da olsa, Osmanlı’da da, demokratik bir ulusçuluğu savunan bir damar vardı. Demokratik bir ulusçuluk, yani Büyük Fransız ve Amerikan devrimlerinin ulusçuluğu, ulusu bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlamayan, hatta aksine böyle tanımlamaya karşı tanımlayan ulusçuluk. Bu damar birkaç örnekle gösterilebilir.
Örneğin, Velensinli Rigas, şimdi sanılanın ya da Helen ulusçularının görmek ve göstermek istediklerinin aksine, bir Yunan ya da Helen ulusçusu değildi,. Osmanlı topraklarında tüm halkların bir arada yaşayacağı, Fransız devriminin ideallerine uygun, demokratik ve meşruti bir cumhuriyeti savunuyordu.
O zamanlar Selanik nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan[7] Yahudiler ve bu Yahudilerin ezici çoğunluğunu oluşturduğu, binlerce üyeli sendikalar kuran, gösteriler yapan Selanikli İşçiler, Türk ya da Yahudi milliyetçisi değillerdi.
Dikran Zevan bir Ermeni milliyetçisi değildi. “Biz ‘Ermeni Milleti’ adına konuşmak istemiyoruz, çünkü bizim için halkları ayıran ırklar ya da diller değildir, sınıflar, toplumsal, ekonomik ve siyasal kategorilerdir. Ermeniler ve Türkler yoktur; sadece ezenler ve ezilenler, sömürenler ve sömürülenler vardır. (. . . ) Gerçek bir bağlaşma ancak Türk halkıyla yapılabilir.” diye yazıyordu örneğin.
Tevfik Fikret bir Türk milliyetçisi değildi. “Vatanım ruy-i Zemin, Milletim Nev-i Beşer” diyor ve Abdülhamit’e suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin başarısız kalmasına lanet eden, “Bir Lahza i Tahattur” (Bir Anlık Gecikme) başlıklı şiirler yazıyordu.
Oldukça milliyetçi olan Taşnak partisinin, örneğin 1908’den sonra yazdığı bildirilerinde bile şöyle yansıyordu bu eğilimin ve damarın etkileri:
“‘Biz’ derken Daşnak ya da diğer Ermeni devrimci partilerini değil, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan ve müstebit hükümetin yıkıcılığına, yağmacılığına ve baskıcılığına uğrayan herkesi, bütün Osmanlıları, yani bütün Türkleri, Ermenileri, Arnavutları, Arapları, Rumları, Süryanileri kastettiğimiz anlaşılmalı. (...) Yoksulları soyanların hepsi, özgürlük ve eşitliğe karşı koyanlar, ister Ermeni olsunlar, ister Türk, Arap, Süryani, Arnavut ya da Rum, bizim hasmımız ve düşmanlarımızdır, öyle de kalacaklardır. (...) Biz özgürlüğüz, bilgiyiz, eşitliğiz, yasayız. (...). Biz işçileriz, biz ülkemizin lanetlileriyiz, alevleri yükseltenleriz, ülkemizdeki yenilikçileriz biz. ” (Osmanlı İmparatorluğunda Sosyalizm ve Milliyetçilik, Derleyenler Mete Tunçay-Erik Jan Zürcher, İletişim Yayınları, 1995, s. 190)
Yani yaşanan tarih yaşanması zorunlu bir tarih değildi. Pekâlâ, bu demokratik ulusçuluğa dayanan, demokratik ve hümanist damar da üstün gelebilirdi. O zaman, bu gün her biri ayrı bir ulus olmuş olan farklı diller konuşan halklar, İsviçre’de olduğu gibi, aynı demokratik cumhuriyet veya ulusun yurttaşları olarak yaşayabilirlerdi.
O zaman tarih bu günkü tarihten başka, Türklerin, Yunanlıların, Bulgarların, Makedonların, Arnavutların, Ermenilerin tarihi olarak değil, tarihi böyle anlatmaya karşı verilen mücadele ve zaferlerin tarihi olarak yazılacak ve Manaki Kardeşler belki bu tarih içinde, demokratik bir sinemanın günlük hayata dikkati çeken öncüleri olarak anılacaklardı.
Öyle bir tarih içinde Osmanlı devlet memuru Bahaeddin Demir Aydın efendinin[8] yeri ne olurdu? Bilmiyoruz. Ama anılarında bir kez bile Türk kelimesi geçmeyen; henüz iktidara gelmeden önce İttihat Terakki gibi bir örgütte yer almış, memur arkadaşlarıyla kooperatifler kurmuş, İstanbul’da “Kesriyeli Rum ve Bulgar hemşehri”leriyle buluşup eylenen bu memurun pek ala böyle bir gelişime karşı çıkmak bir yana içinde yer alabileceği düşünülebilir. Ama zaten öyle bir tarihte bu anılar da başka türlü yazılırdı ve sonra gelenler tarafından da başka türlü okunurdu.
Her anı, her hatırlama aynı zamanda bir şeyleri unutma ve unutturmadır. Tarihler de öyledir, yazılan her tarih aynı zamanda yazılmayan bir tarihtir.
*
Yazılan tarihlerden bu yazılmamış tarihler üzerine ipuçları çıkarılabilir mi? Kanımca çıkarılabilir.
Bunu, adımı kendisinden aldığım dedemin adının nereden geldiği sorusu ve bu yöndeki arayışlarım somut olarak gösterebilir. Burada bu arayışı ve sonuçlarını kısaca anlatarak yazılmayan tarihe nasıl ulaşılabileceğini göstermek denenebilir.
Linguistiğin alt bölümlerinden biri olan Onomastik (İsimbilim) her ne kadar bu günkü Türkiye’de politik ve ideolojik mücadeleler alanında araçsallaştırılmışlığı nedeniyle oldukça olumsuz çağrışımlar yapıyorsa da, politik ve ideolojik kaygılardan azade olarak ele alındığında, sadece linguistik bakımdan değil, sosyolojik bakımdan da çok değerli ipuçları verebilir.
Daha küçük bir çocukken bana, adımın ve soyadımızın dedemin adından geldiği söylenmişti. Hatta belki de biraz adım dolayısıyla babaannemin biraz ayrıcalıklı bir torunu olmuştum.
Evet, adım dedemin adıydı hatta göbek adım olan Bahaeddin de dedemden geliyordu. Ve nihayet soyadımız da yine dedemden geliyordu. Soyadın Aydın olmayıp da Küçükaydın olmasının nedeni ise, yanlış bilmiyorsam, Soyadı Kanunu çıktığında, aynı mahallede aynı soy addan iki tane olamayacağı kuralı imiş. Aydın ve diğer türevleri kapıldığından ve kala kala bir tek küçük kaldığından Aydın yerine Küçükaydın alınmış.
Torunlara dedelerinin adı verilir genellikle. Dedemin adı da Demir olduğundan bana Demir adı verilmişti. Hatta diğer adı da Göbek adı olarak verilmişti. Ortada son derece sıradan ve normal bir durum vardı.
Ama burada sıradan ve normal olmayanın dedemin adının Demir olması olduğunu çok sonra toplumsal olaylara ilgi duyup, yoğunlaşıp da insanların sınıfsal konumları üzerine kafa yorduğumda ve sonradan tarih ile bu sınıfsal konumlar arasındaki ilgiler üzerine yoğunlaştığımda fark ettim.
Demir adı üzerine ilk düşünmeye başlamam 25 yaşımdadır ve çok garip bir hikâyesi vardır.
Bir gazete çıkardığım için Toptaşı cezaevindeydim. Af çıkacaktı ve bütün mahkûmlar yataklarını denk etmişler günlerdir gergin ve sabırsız bekliyorlardı. O sıralar Demirel ve Erbakan’ın partileri, Aslında affın gündeme gelmesinin temel nedeni “Anarşistler” olmakla birlikte, “Anarşistleri” af kapsamı dışında tutmak için manevralar yapıyorlar ve bu da affın çıkmasını geciktiriyordu.
Bu gecikme, gergin bir bekleyiş içindeki mahkûmların bir bölümünün bu işin suçlusu olarak politik mahkûmları görmesine ve göstermesine yol açıyor ve bu da bizim gibi politik nedenlerle içerde olup da genel hükümlü ve tutuklularla birlikte yatanların durumunu çok kritik bir hale getiriyordu. En küçük bir tahrik ve kıvılcımla yüzlerce mahkûm bizi linç edebilirdi.
(Sanırım o sıra Türkiye’de sadece biz dört beş kişi bu durumdaydık. Diğer politik tutuklu ve hükümlüler askeri cezaevlerindeydi. Onlar için böyle bir risk bulunmuyordu.)
Bu kritik günlerde, düşmanca ve suçlayıcı bakışlar arasında bize sempatiyle bakan küçük de olsa bir mahkûm grubu da bulunuyordu. Bunlardan biri de mahkûmların “Barzani” dediği, yanık sesli, Barzani’de Peşmergelik yapmış, okuma yazma bilmeyen, yanlış hatırlamıyorsam Hakkâri taraflarından bir Kürt idi.
Hapishanede mahkûmun yatağı bir bakıma evi gibidir. Başka birinin yatağına sahibinden izinsiz oturmak bir yana dokunmak bile “haneye tecavüz” sayılır. Misafirlikte “evsahibi”nin yatağında oturulur. Yatak aynı zamanda “Misafir Odası”dır.
Bir gün akşam sayımdan sonra kapılar kapandığında, üç dört arkadaş yan yana koyduğumuz yataklarımızda oturur ve pek yalnız dolaşmamaya dikkat ederken, çaycı bize çay getirdi ve yollayanın “Barzani” olduğunu söyledi.
Bu “Barzani”nin bizimle tanışmak istediği anlamına geliyordu. Biz de derhal kendisini misafirliğe çağırdık.
O kritik durumda bize çay ısmarlaması ve yatağımıza gelmesi elbette aynı zamanda diğer mahkûmlara verilmiş bir mesaj anlamına geliyordu: “bu insanlar benim dostumdur onlara yapılan bir yanlış bana yapılmış demektir.”
Hapishanelerde mahkûmların arasında belli bir hiyerarşi vardır. Bu sadece kişiliklerle ilgili değildir, suçun türüyle de ilgilidir. Aslında suç ve suçlu türleriyle kişilikler arasında da belli bir ilişki olduğu söylenebilir.
Katiller, sıralamada en üsttedirler. En altta ırza tecavüz edenler bulunur, elbet onun da kendi içinde ayrıca dereceleri vardır. Arada hırsızlar, dolandırıcılar vs. bulunur. Sanılanın aksine katiller, insan olarak da, sözlerine güvenilebilir, sözlerinin bir ağırlığı olan insanlardır.
“Barzani” cinayetten yattığından ve Kürtlerin çoğunun “aşiret çocuğu” olduğu bilindiğinden, onun bizimle tanış olmak istemesi ve yatağımıza misafir olarak gelmesi bizlere o zor durumda verilmiş büyük bir destek anlamına da geliyordu.
“Barzani” yataklarımıza gelip, tanışıp sohbete başladığımızda birden bire bu okuma yazma bile bilmeyen adamın, çok derin bir bilgisi olduğunu fark ettim. Bu fark ediş yine adımla dolayısıyla dedemin adıyla ilgili bir konuşma ile oldu.
Tanıştığımızda, adımı öğrenince fiziğime şöyle bir dikkatlice bakıp beni süzdükten sonra, “Rumeli muhaciri misiniz?” dedi. “Evet” deyince de “Adın dedenden mi geliyor? Dedenin de adı Demir miydi?” diye sordu.
Bunu sorması ilginçti. Adımla dedemin adı arasında ilişkiyi nereden çıkarmıştı ki? Hele dedemin adının Demir olmasını?
Ama o akşam fırsat olmadı ya da konuşmanın akışı uymadı ve bunları kendisine soramadım[9]. Tabii ümmi “Barzani”nin bütün bunları bilmesinin ardında nasıl bir birikim olduğu sorusu kafamda takılı kaldı.[10]
Bu bağlantıyı kurması ve bilmesi şu nedenle ilginçti. Demir adı normal olarak çok az bulunmasına rağmen “memur çocuğu” adıdır. Yani memurlar, öğretmenler, subaylar, aydınların çocuklarına vereceği türden bir addır.
Modernleşmeye gerici bir ulusçuluk üzerinden geçişlerde, ulusu yaratmak için ulusal bir tarih yaratmak zorundadır ulusçular. Ve ulusun son derece yeni ve modern bir olgu olması ölçüsünde ulusu tarihin derinliklerinde kurmaya çalışırlar. Ulusun kökleri pagan döneme kadar uzatılır. Bu köklere dönüş gibi yazılır, kaybedilmiş saf ulusal bilincin bulunması gibi yazılır tarih.
Bütün bunlarda da, çocuklara Pagan dönemin isimlerinin verilmesi eşlik eder. Timur, Oğuz, Kürşat, Selçuk, Orhan, İlhan vs. gibi isimler çocuklara verilmeye başlanır. Büyük babaların ve büyük anaların isimleri, onların anısına verilse de, genellikle bir “göbek adı” olarak “tenzili rütbeye” uğrar, bizzat benim adımda da kısmen olduğu gibi. Demir de (Temur, Timur) pagan bir isimdir.
Ulusçuluğun taşıyıcıları genellikle aydınlar ve memurlar olduğundan Demir de bu nedenle bir “Memur çocuğu adı”dır. Hatta görünüşte göbek adımın Bahaeddin olması da bu kuralı doğruluyor gibiydi.
Aslında normal olarak ben de bu tabakalardan geliyor sayılabilirdim. Gerçi aile göçler nedeniyle yoksullaştığı için, babam okuyamamış ve işçi olmuştu ama işçi olan babam dahil aile bütün kültürüyle bu memur ve aydınlar tabakasına dahildi. Bu nedenle adımın Timur’un daha başka bir versiyonu olan Demir olması böyle açıklanabilirdi.
Ama benim adımda bu genel eğilime tam denk düşmeyen tam tersine bir durum ve çelişki vardı.
Dedemin adı Demir olduğu için bana Demir adı verilmişti. Ve dedeme Demir adı verildiği zamanlar, henüz daha ulusçuluk Müslüman ahaliye bulaşmadığından ve modernleşme ile uluslaşma arasında bir ilişki henüz kurulamamış olduğundan, dedeme Demir adı verilmesinin bu süreçle belli ki ilgisi yoktu. Dedemin ne doğduğu dönem ne de ailesinin sınıfsal konumu, daha sonra özellikle cumhuriyetten sonra görülen nedenlerle, Demir adını çocuklarına vermeye uygun değildi.
Soru şuydu: dedeme niçin Demir adı verilmişti? Nereden çıkıyordu bu Demir adı? Sonradan da alınmış değildi. Yani öz adı Bahaeddin olabilir de, sonra ulusçuluğun yükselişine paralel olarak Demir adını da kendisine almış olabilirdi. Ama böyle de değildi, bugün anılarından da öğreniyoruz ki, Bahaeddin adı sonradan alınmıştır. Doğum adı Demir Aydın ’dır.
Anıların Önsözünü (“Mukkaddime”) şöyle imzalıyor: “İlmiye Muhasebe Kalemi Birinci Sınıf Ketebesinden Kesriyeli Bahaeddin Aydın”. Yine o anılarında doğum tarihi ve adını şöyle ifade ediyor: “1289 tarihinde Demir Aydın ki icrayı memuriyet-i tescilde Bahaeddin Aydın”. Demek ki, dedemin esas adı: Demir Aydın. Bahaeddin ise tabiri caiz ise Resmi adı, memuriyet adı. Yani gerçek adı, pagan adı memuriyette tenzili rütbeye uğramış.
Bir bakıma Cumhuriyetten sonra memurlar ve aydınlar arasında görülecek olan eğilimin, İbrani geleneğinden gelen dini isimlerin yerine İslam öncesi isimler alma eğiliminin tam tersi görülüyor dedemde. Modernleşmeye ve memur olmaya İslam öncesi ismin bırakılması eşlik ediyordu.
Bu çelişki nasıl açıklanabilirdi?
*
Bu çelişkinin çözümünü, yıllar sonra “Tarihin kayıp halkası”yla karşılaştığımda Din üzerine çalışmalarda bulacaktım. Bu kısaca söyle açıklanabilir.
Neredeyse şu yirminci yüzyılın ortalarına kadar yeryüzündeki insanların yüzde sekseni köylerde yaşıyordu. Köyler ise, bir kaç bin yıl boyunca klasik uygarlıklarla veya ikiyüz yıldır modern kapitalist sanayi uygarlığı ile ekonomik, hukuki, ahlaki, sanatsal vs. ilişkiler içinde olsalar bile büyük çoğunluğuyla, hala esas olarak kapalı ekonomiye dayanan, neolitik devrimin teknik düzeyinde ve buna uygun ortaklaşmacı komünal ilişkiler içindeki topluluklardı. Rus Mir’i, Alman Mark’ı vesilesiyle zaten Marks ve Engels tarafından bu olguya çoktan dikkat de çekilmiş bulunuyordu.
1970’lerin başındaki Dersim köylerini anlatan aşağıdaki satırlar, yakın zamana kadar, yeryüzündeki insanların yüzde sekseni için de geçerliydi.
“Düzgün Baba’nın kırk gün çileye girdiği dağın eteğindeki, Çele adlı mağarayı ziyaretgah olduğu için tercih etmedik. Zirveler ve zirvelerdeki ulu ağaçlar bizim ilgi alanlarımız içindeydi, buralara derin illetler ve ihtiyaçlar içinde olan insanlar geliyor, kurbanlar kesiyor, dallara rengarenk dilek çaputları bağlıyorlardı. Dağın eteğindeki Bostan köyü, bizim en çok dayandığımız köydü. Ve bu köy, Düzgün’ün babası Kureyş’in köyü olduğu için kurbanların kesildiği, paraların dağıtıldığı bir ziyaretgahtı. Kureyşin evini dolduran kalabalıklara ilk kez girdiğimde, kendimi güvenlikte hissettim ve değişik yörelerden gelen insanlarla tanıştım. Bu gibi yerlerde, herkes kendi yöresinin velilerinden, onların gösterdikleri kerametlerden sözediyordu. Ziyaretgahlar bana farklı bir diyarda olduğumu telkin ediyordu. Boz ayıya binip, yılanı kamçı olarak kullanan, ördüğü duvara binince duvarı yürüten ya da atıldığı alevli fırından sağ salim çıkan velilerin, gazaba gelince top gibi taş gülleler savuran kutsal dağların diyarındaydım.” (M. Oruçoğlu, “Dersim ve Biz”)
Bir kaç bin yıl boyunca klasik uygarlıklar ve sınıflar ve bir lüks mallara dayanan dünya ticareti vardı ama bütün bunlar insanlığın büyük bölümü için, hala günlük yaşamın bir parçası değildi. Bütün bu uygarlıklar, aslında sahillerde, vadilerde ve yol kavşaklarındaki şehirlerden ibaretti.
O şehirlerden bir kaç kilometre uzaklaşınca ya da vadilerden bir kaç yüz metre yükselince, uygarlıktan birden bire neolitik devrimden beri neredeyse değişmeden kalmış, hatta uygarlığın devletlerinin aldığı vergiler ve baskı nedeniyle daha da kötü koşullarda yaşayan, bu nedenle de dinine aynı zamanda bir köylü partisi karakteri kazandırmış, otaklaşmacı köy toplulukları dünyasına giriliyordu. Mekansal değişim aynı zamanda bir çağ değişimi olarak ortaya çıkıyordu.
Çocukluğumun geçtiği Ege bile böyleydi. Soma gibi neredeyse yüz yıldır en modern teknikle kömür çıkarılan kasabanın, hala Homeros gibi kör destancıların megafonla destan okudukları Çarşamba pazarlarında ürünlerini satıp şeker, gaz gibi bir kaç acil ihtiyacını karşılamaya gelen köylü kadınlarda bile o dünya görülebilirdi. Bakırçayı vadisinden biraz uzaklaşıp, dağlarda yükseldikçe, Yörükler, Çepniler,Tahtacılar denenlerin dünyasına girilirdi. O dünya yukarıda aktarılan yetmişlerin Dersim’indeki dünyadan farklı değildi. Ortaokuldayken, aynı sınıfta okuduğum köyden gelen arkadaşların, gök gürültüsünün hazreti Davud’un narası olduğunu inanarak savunduklarını yaşamıştım. (Çok sonraları bu Davut’un aslında Pagan dönemde yunan Mitolojisindeki tanrıların İslami formu olduğunu da görecektim.) B. Traven’in roman ve hikayelerinde aynı dünyanın Güney Amerika’da da olduğu görülebilir. Afrika’da ise bugün bile büyük ölçüde yaşıyor.
Ama insanlığın büyük bölümünün yirminci yüzyılın ortalarına kadar bile yaşadığı bu topluluklar ve insanlar hakkında hemen hemen hiç bir şey yoktu tarih ve sosyoloji kitaplarında. Sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibiydi. Ve binlerce yıl boyunca klasik uygarlıklardan da bunlar hakkında bir şey kalmamıştı.
Bunun sırrı yine ortaklaşmacı neolitik köy komünündeydi. Köyler, neolitik topluluklar ya da komünler henüz yazıyı, yani bu uygarlık ürününü bilmez. Bu nedenle de kendini yazıya dökemez. Sözlü bir gelenekle, uygarlığın baskısı karşısında özel anlamların ardına gizlenmiş bir dille bilgisini ve kurumlarını kuşaktan kuşağa aktarır. Kendisi eğer kendisini yazmaya kalksa, yazmaya kalktığı an, yani yazıyı öğrendiği an uygarlaşmış olacağından, kendisi yok olur ve yok olacağından kendini anlatamaz.
Bir bakıma kuantum fiziğinin kuralı gibi bir durum vardır. Nasıl bir parçacığın hem konumunu hem hızını aynı anda bilmek mümkün değilse öyle. Komün varsa, yazı ve uygarlık yoktur, dolayısıyla onu anlatacak insan ve araçlar. Ama yazı ve uygarlık varsa komün yoktur. İkisi bir arada olamaz. Bu çelişkidir bu tarihin kayıp halkasını ortaya çıkaran bir bakıma.
Elbette uygar “komün”ü bilir, ama “Cahiliye” onun için lanetlenesi ve yok edilmesi gereken bir şeydir. “Cadı” diye yakılmalıdır. Dolayısıyla ondan sadece lanetlemek için söz eder, etmek zorunda kaldığında. Bütün vakayinameler bunun kanıtlarıyla doludur.
Gerçek durum bu olunca, şu beş bin yıllık tarih, aslında bir takım komünlerin uygarlıklara geçişlerinin tarihi olarak de görülebilir. Son bir kaç yüz yıl boyunca bu geçiş, artık klasik uygarlıklara değil, modern kapitalist sanayi uygarlığına geçiştir ve baş döndürücü bir hızla gerçekleşip artık sonuna gelmiştir. Artık dünya nüfusunun çoğu köylerde yaşamıyor ve köyler de o kapalı ekonomiye dayanan köyler değil.
*
Ne klasik Yunan, ne Roma, ne ikinci Yunan karakterli Roma olan Bizans ne de aslında ikinci Roma’nın bir rönesansı ve üçüncü bir Roma’dan başka bir şey olmayan ve Padişahların kendilerini “Sultan-ı Rum” (Roma İmparatoru) olarak tanımladıkları Osmanlı, en çok dayandığı çekirdek bölgeleri, yani Balkanlar’ı ve Anadolu’yu bile tam olarak uygarlaştıramadı. Balkan ve Ön Asya dağları, binlerce yıl boyunca ortaklaşmacı köy komünü veya topluluğu yaşam ve geleneklerinin yaşadığı yerler olmaya devam etti.
Ve bu köy toplulukları, bu üretim düzeyi ve yaşama uygun, uygarlıkların dinleriyle ilgisiz dinlerin de yaşadığı yerler oldular. Bütün dünyada ve Anadolu’da olduğu gibi Balkanlar’da da böyleydi bu.
Aslında insanlığın büyük bir çoğunluğu için neolitik devrim ve onun yayılışı, sağladığı emek üretkenliği ile belli bir nüfus artışı ve yoğunluğu sağlamıştır. Neolitik devrimler ve onun yayılmalarıyla ulaşılan nüfus ve yoğunluklar aşağı yukarı 5000 yıl boyunca değişmemiştir. Nüfus artışı ve yoğunluğu bir de sanayi devriminden sonra hızla artar.
Tarih boyunca büyük nüfus hareketleri aslında hiç de çok fazla değildir ve oldukça sınırlıdır. Uygarlıklar dönemi boyunca, fatihler ya da kavimler göçleri denenler ile gelenler, nüfusun onda birinden daha fazlasını oluşturmazlar ve oluşturmamışlardır. Son yıllardaki genetik soyağacını araştırma teknikleriyle yapılan incelemeler bunu kanıtlamaktadır. İtalya’da Toskana’da yaşayan köylüler aslında Etrüsklerin torunlarıdır. İskoçya’daki Norman fatihlerin oranının yüzde onu geçmediği son araştırmalarla ortaya çıktı. Anadolu’nun bu günkü ahalisi de (Balkan ve Kafkaslardan yüzyılın başında, ulusçuluktan sonra gelenler hariç tutulursa) yüzde beşi onu haricinde ta ilk neolitik devrimin sağladığı nüfus patlamasından beri yaşayanlardır.
Yani Orta Asya’dan gelen Türkler de tıpkı o çocuklara verilen Türkçe isimler gibi ulusçuluğun bir uydurmasıdırlar. O “Türkler” geldiğinde, Anadolu, yeryüzünün ilk neolitik devriminin gerçekleştiği ve çoktan beri uygarlığa da geçmiş topraklar olarak, tüm Orta Asya’dan daha fazla bir nüfusa ve Asya bozkırlarıyla kıyaslanmayacak bir nüfus yoğunluğuna sahipti. Bu binlerce yıldır orada yaşayan köylülerin yok edildiğine dair en küçük bir veri olmadığına göre bu günkü Türkler aslında binlerce yıldır burada yaşayan insanların torunlarıdır. Büyük bir olasılıkla, arkeolojik bir höyük kazısında, mezarlardaki kemikleri çıkaran civar köylülerden gelen işçilerin çıkardıkları, kendi atalarının kemiklerinden başka bir şey değildir.
*
Balkanlar da böyleydi bütün dünya gibi. Aslında gören göz için her şey de apaçık ortadaydı.
Yunanlı tarihçiler Orfeusçuluğun Trakya’da çok yaygın olduğunu yazıyorlardı. Orfeusçuluk ise, klasik Yunan tanrılarına dayanan dinin “sapkınlığı” idi. Orfeus büyük bir olasılıkla, yine kendisi de bir “sapkınlık” olan Dionysos “kültü[11]” içindeki bir reform hareketiydi. Orfeus muhtemelen o zamanların Hacı Bektaşi Veli’si veya Sarı Saltuğu idi.[12]
Roma neredeyse kölelerinin büyük bölümünü bu uygarlığa geçmemiş Balkan ve Slav komünlerinden devşirdiği için, birçok batı dilinde Köle sözcüğünü hala Slav kökünden gelen kelimeler oluşturmaktadır.
Ve Üçüncü Roma’nın (Osmanlı), “Devşirme”leri yani bir tür “Kölemen”leri genellikle Balkanlar’dan toplaması, birinci Roma’nın bu geleneğinin devamı olarak da görülebilir. Köleler her zaman Komün’den devşirilir.
Anadolu ve Balkanlar’da ilk Hıristiyanlığın yayılışı, bir bakıma, neolitik köy komününün klasik uygarlıkların çürümesine, zulmüne, soygununa ve sömürüsüne direnişinin, bir yangın gibi yayılmasından başka bir şey değildi. Sonra her zaman olduğu gibi, bizzat bu dini bayrak eden ve içini boşaltıp ehlileştiren uygarlık, daha somut olarak Bizans, onun otantik ve devrimci biçimini savunanları lanetleyip kovuşturdu.
Bu ilk yayılışların her biri bir devrimdi ve bu devrimler bir yeni dinin yayılışları biçiminde gerçekleşiyordu. Ve her devrim ve dinle birlikte isimler de değişiyordu. İsimler dinden ayrı değildir. Aslında ulusçuluk da bir modern çağ dini olduğundan bu kuralı doğrular.
Devletin resmi Hıristiyanlığı karşısında, dünün o Orfeusçu sonra ilk devrimci döneminde Hıristiyan olan Komünleri, Bogomil veya Katar olarak yaşamaya devam ettiler. Neredeyse bütün Balkanlar’da Köy komününün dini hep bu “sapkın” mezhepler oldu.
İşte İslam’ın veya Osmanlı’nın yayılışı denen şey, aslında Anadolu ve Balkanlar’daki köy komününün, Bizans’ın çürümüş, baskıcı, sömürgen ve soyguncu düzenine karşı isyanının yayılışından başka bir şey değildir. Anadolu’nun Paulikanlar’ı Alevilere, Balkanlar’ın Bogomil ya da Katar’ları Balkan Alevi ve Bektaşilerine dönüştü.
Bu dönüşüm boyunca başlangıçta bu köy komünüyle ittifak yapan ve ondan güç alan fatihler ise, yani Osmanlı, devletleştikçe aynı Bizans’ın konumuna geçti ve tıpkı Bizans’ın yaptığı gibi, bu köy komünlerini “sapkınlık” olarak kovuşturdu.
Şeyh Bedrettin bunları bildiği için Deliormanlar’a karargah kuruyordu. Müritleri bunları bildiği için, İzmir ve Manisa civarında Huruç eyliyorlardı. Çünkü oralar Demir Baba’ların, “Yeraltından şifalı sular çıkaran, tahta kılıcıyla yedi başlı devi öldüren ve öldüğünde, kırk tabutta, aynı anda bedeni görülen, zalimlerin düşmanı Sarı Saltık”ların dünyasıdır.
Bugünkü Bulgaristan’da bulunan Demir Baba’nın türbesi, muhtemelen Hıristiyanlıktan bile çok daha eski bir kutsal mekanın üzerindedir[13]. Bu aslında o sürekli kopuşlar, din değiştirmeler biçiminde kendini dışa vuran nelolitik köy komünü ve ilişkilerinin sürekliliğinin ifadesidir. Nasıl şehirlerde her Cami’nin ardında bir kilise, Her kilisenin ardında bir eski Yunan veya Roma tapınağı, onun ardında da çok daha eskilere giden bir başka kutsal yer varsa aynı şekilde köylerde de Alevi-Bektaşi Babalarının türbeleri veya ziyaret yerlerinin ardında da aynı sapkın mezheplerin kutsal yerlerinin sürekliliği vardır.
Aslında insanlar genetik olarak hep aynı insanlardır, ilişkiler değişmekte ve de ilişkilere bağlı olarak dinleri dolayısıyla isimleri değişmektedir. Balkanların dağlarında yüz yıllarca aynı kalan ve değişmeyen öz, neolitik köy komünüdür. Değişen, varlığı sürdürmeyi sağlayan yeni biçimlerdir. Komün aynı kalabilmek için hep değişmiş, egemen uygarlığın dini içinde kendini hep yeniden tanımlamış ve var etmiştir.
*
Tarih’e böyle bir bakış, Dedemin adına ilişkin sorunu otomatik olarak çözüyordu.
Bu devrimin gerçekleşmesi, yani Balkanlarda Bogomilliğin yerini Alevi-Bektaşiliğin alması, elbette o zamanın devrimcileri olan, ermişler, evliyalar vs. aracılığıyla gerçekleşiyordu. Bunlardan biri de, Anadolu’daki Hacı Bektaş Veli gibi Rumeli’ndeki Demir Baba idi. Bu “ermiş” yani o zamanın devrimcisi nedeniyle ona hürmeten, Rumeli’de Demir adı yaygındı.
Yani Demir adı ulusçulukla değil, uygarlık öncesiyle, ortaklaşmacı neolitik köy topluluğu ve onun kendi dönüşümleriyle ilgiliydi ve ondan geliyordu. Ve sanki ters gibi görünen, Demir’in terk edilip Bahaeddin’in alınması aslında uygarlaşmanın, Sünnileşmenin, devletli ve sınıflı topluma dahil olmanın bir görünümü ve sonucuydu. Dedemin adındaki çelişkiyi ve benim adımdaki görünüşteki uyumu yaradan, Klasik uygarlıklardan ulusçuluğa geçiş çağında (benim adımda olduğu gibi Bahaeddin’den Demir’e) komünden uygarlığa (dedemin adında olduğu gibi Demir’den Bahaeddin’e) geç bir geçişin sembolü olmalarıydı[14].
Dedeme Demir adı verilmesinin açıklaması bu olabilirdi. Belli ki, on dokuzuncu yüzyıl boyunca kapitalist gelişmelerin de hızlanmasına bağlı olarak, Balkanlar’daki köy komününün çözülüşü hızlanmıştı. Köyünde sapkın olanlar, kasabaya veya şehre inince yavaş yavaş Sünni Müslümanlara ya da Hıristiyanlara dönüşüyorlardı. Buna elbette isimlerin değişmesi eşlik ediyordu. Önceleri, Alevi Bektaşi dedelerinin veya ulularının adlarını alanlar bu sefer uygarlık dini yani Müslüman (veya Hıristiyan) isimleri almaya başlıyorlardı. Nasıl Alp Arslan’ın oğlu uygarlaşmaya bağlı olarak Melikşah, Orhan’ın oğlu Murat adını aldıysa öyle.
Ama yine de, eski geleneklerin kalıntıları, bir ismin bir çocuğa verilmesi biçiminde sürüyordu da, nasıl bu gün hala dedelerin, nenelerin isimleri torunlara verilirken sürüyorsa öyle.
Dedemin adı yükselen ulusçuluktan dolayı değil, eski sapkınlığın, Köy komünü geleneklerinin, Alevi - Bektaşi geleneğin bir kalıntısıydı belli ki. Yok olan o geleneğin kuğu çığlığıydı[15].
*
Demir adının o bölgede yaygın olduğunu da şuradan biliyorum.
Ömrümün çeyrek yüzyılını Hamburg’un Altona semtinde sürgün yaşayarak geçirdim. Burada Sotiris diye bir lokantacı vardı. Türkiyeli ilticacıların satranç oynadığı bir kahveye takılır ve onlarla satranç oynardı zaman zaman.
Bir gün bu Sotiris’le konuşurken, babasının Kastoryalı (Kesriyeli) olduğunu, Yunan iç savaşında gerillalar safında bulunduğunu, sonra da yenilince Yunanistan’ı terk ettiğini, kendisinin Romanya ve Macaristan’da büyüdüğünü, sonra da Almanya’ya geldiğini anlatmıştı. Hemşeri çıkmıştık yani.
Ama bu Sotiris’in bir özelliği vardı, Süleyman Demirel’e çok benziyordu, bir akrabalık, bir genetik yakınlık olmadan böylesine bir benzerliğe pek rastlanamaz. Bunu aklımdan geçirmiş ama olanaksız diye düşünmüştüm. Biri Ispartalı “Çoban Sülü” diğeri Balkanlı bir Yunanlı.
Yıllar sonra Kesriye’ye (Kastoria) gittiğimde, orada da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi bütün tarihin silinip yok edildiğini görmüş ve hayal kırıklığı içinde göl kenarında, sakince bir yerde hem bir kilise hem de müzeye çevrilmiş bir “Osmanlı evi” bulunan bir yere gitmiştim. Kilisenin papazı aynı zamanda turistlere rehberlik yapıyor ve onlara Almanca bir şeyler anlatıyordu. Turist rehberliği yapan papaza Almanca, buralarda eski, Osmanlı’lardan kalmış bir şeyler olup olmadığı sordum. Biraz serçe bir ifadeyle yoktur, kalmamıştır deyince. Duvarlardaki ikonalara kısa bir göz attıktan sonra, göl kenarında bir masaya oturdum ve bir çay söyledim.
Beş on dakika sonra o papaz-rehber oturduğum yere geldi ve bana mükemmel bir Türkçeyle, nereli olduğumu sordu. Ailemin buralardan geldiğini, merak ettiğim ve tanımak için buralara yolumun düştüğünü söyledim ve ona nereli olduğunu Türkçeyi nereden bildiğini sordum.
Niksarlıyız, ana dilim Türkçedir, bizler mübadelede buraya geldik dedi ve ekledi. Sizin Cumhur reisiniz de buralıdır, Kesriyelidir. Yok dedim buralı değil Ispartalı. Yok diye ısrar etti, onun babasını burada tanıyan yaşlılar var. Onlar oraya buradan mübadelede gittiler.
Birden bire kafamda bir şimşek çaktı. Sotiris’in niye böyle Demirel’e benzediği de açıklığa kavuşmuş oluyordu. Muhtemelen aynı veya yakın köylerin insanıydılar, üç beş kuşak öncesinde belki de yakın akraba bile çıkabilirlerdi.
Eğer doğruysa buradan şöyle bir sonuç da kolayca çıkardı. Demir’el’in soyadındaki Demirel’de Demir’le, bu Demir de muhtemelen, tıpkı dedemin adı gibi, Orpheusçu, Bogomil, Alevi-Bektaşi geleneğinden Demir Baba ile bağlantılı olabilirdi.
*
Ama hikaye burada bitmiyor ve aşağı yukarı bu varsayımlar kanıtlanıyor.
Yıllar sonra, Türkiye’ye geldiğimde, yazlığı Ayvalık’ta Cunda adasında olan bir Hamburg’tan bir arkadaşımı ziyaret etmiştim. Bütün ailesi, kızları, damatları, torunları da oradaydı. Onları ve yeni ana baba olmuş kızını ve eşini tanıştırırken damadının, Demirel’e benzettiğim ve sonra da Demirel’le de aynı yöreden olduğunu öğrendiğim Sotiris’in oğlu olduğunu söyledi.
Bunun üzerine genç babaya, bizim hemşeri sayılabileceğimizi. İkimizin de köklerinin Kastoriya’ya dayandığını söyleyip, yukarıda anlattığım, hikâyeyi ona da anlattım.
Hikayenin sonunda Demirel’e çok benzettiğim Sotiris’in oğlunun bana söylediği ise tahminlerimi doğrulayan bir sürpriz oldu. Sotiris’in oğlu, “Bizim de soyadımız Demiropulos” dedi.
Bu Sotiris ile Demirel arasındaki fizyolojik benzerliğin muhtemelen aynı zamanda bir akrabalık la da bağlantılı olabileceğini gösteriyordu. Aynı zamanda, Balkanlar’da ve o bölgede Demir Adının yaygınlığını; bu Demir adının büyük bir olasılıkla Orta Asya veya Türklükle değil, köy komünüyle, Balkanlar’daki “Sapkınlık”la ilgili olduğunu da kanıtlıyordu
Ulusçuluğun yükseldiği çağda uygarlığa geçen çözülen köy komününün kalıntısı olan aynı Demir ismi, bir kolda Türk Demirel’e diğer kolda Yunan Demiropulos’a dönüşüyordu.
Dedemin Demir adı beni Balkan neolitik köy komünü ve sapkın tarikatlarla, tarihin kayıp halkası ve ulusçulukla tekrar karşılaştırmıştı.
Dedemin adı Osmanlılıktan Türklüğe, yani klasik uygarlıktan modern ulus devlete, geçtiği için değil; Uygarlık öncesinin bir kalıntısı olarak adı Demir’di ve zaten o uygarlaştıkça, son Roma’nın en son günlerinde onun bir memuru olurken, bu Batıni adı terk etmiş ve Bahaeddin adını almıştı. Klasik uygarlıklar çökerken o klasik uygarlıklara en son geçen bir çevre ve aileden geldiğini gösteriyordu bu isim.
Ve ne klasik uygarlıkların, ne de modern uygarlığın tarihi anlatışlarında bu neolitik köy toplumunun yeri yoktu. Birinde yok edilmesi gereken “cahiliye”, birinde düzgün ve aklın egemenliğine doğru ilerleyen bir tarihin en geri ve hurafelerle, mitlerle dolu, “Tarih Öncesi”nde kaldığı var sayılan “karanlık” bir dönemiydi. O “tarih öncesi” ise, yirminci yüzyılın ortalarına kadar insanlığın büyük çoğunluğu için yaşanan “şimdi”ydi.
*
Dedemin doğup büyüdüğü yer olan, Kesriye (Kastoria), Makedonya’daki birçok şehir gibi (Yanya, Ohri vs.) bir gölün kenarında, gölün içine doğru bir yarımadanın üzerine kurulmuş, bugün nüfusu yirmi binler civarında bir şehir.
Hem suda hem karada yaşayan memeli hayvanların (Samur vs.) derisi çok kıymetli olur. Eskiden bu gölde de bol miktarda Kastor adı verilen Avrupa Kunduzu varmış. Şehrin adının[16] büyük bir olasılıkla bu Hayvandan geldiği düşünülüyor.
Şehrin ekonomisi büyük ölçüde bu hayvanın derisine ve derisinin işlenmesine bağlı ve bu nedenle de hep zengin bir şehir olmuş. Yüzyıllarca Kesriyeli deri tüccarlarının önemli büyük şehirlerde temsilcileri olmuş. Bugün bile Paris, Londra gibi büyük şehirlerde dericilik hala Kesriyeli tüccarların elindeymiş. Şehirde 1400’lerden beri İspanya’dan gelmiş Sefarad Yahudilerin varlığı kayda geçmiş.[17]
On dokuzuncu yüzyılın başlarında bölgeyi gezen Seyyah William Martin Leake, şehrin nüfusunu, onda biri Yahudi, kalanları yarı yarıya Müslüman ve Ortodoks 600 aile olarak belirliyor. Ve 12 Yüzyıldan beri neredeyse şehrin değişmeden kaldığını ifade ediyor.
Kesriye Sanayinin çevre üzerindeki tahrip edici etkilerini çok önceden yaşamış bir şehir olmalı. Bugün artık gölde bu kürkleri işlenen ve Kesriyelileri dünyanın sayılı dericileri yapan kunduzlar (kastorlar) yok. Büyük bir olasılıkla, hem avlanması hem de derilerini işleyen debbağhanelerin (tabakhane) son derece zehirli artıkları göldeki kastorların soyunu tüketmiş olmalı.
Kürk üretimi, deri işlemesi ve ticareti Osmanlı dönemi boyunca Kesriye’yi epeyce zengin bir şehir yapmış. Bu şehrin, Osmanlı’nın keyfi idaresi, tefecilik ağır vergiler altında ezilen ve yok olan civardaki yoksul köylüleri kendine çektiği, onlara iş ve aş kapısı olduğu tahmin edilebilir. Aynı zamanda bu şehirde bir burjuvazinin ve burjuva fikirlerin gelişimine de uygun bir zemin hazırladığı düşünülebilir.
*
Böyle bir şehirde doğmuş dedem. Ama muhtemelen, birkaç kuşak önce civar köylerde yaşayan bir aileden geliyor olsa gerek Demir adının ima ettiği gibi. Babası ve Anasının fakir olmaları, babasının balıkçılık, anasının ev işleri ve dokumacılık yapması da bu varsayımı destekliyor[18]. Malları olmadığı için okuması ve sınıf atlamak için tek yolun memurluk olması da ayrı bir delil sayılabilir.
Yani kökleri Osmanlı devlet aygıtından değil, muhtemelen Slav veya Arnavut kökenli civardaki “sapkın” köylerden. Bizans zamanındaki Hıristiyan “sapkın”lığından Bogomil veya Katar, Bizans baskısına karşı direnişte ve Osmanlı ile ittifakta, Demir Baba’lar gibi “Evliyalar” aracılığıyla Osmanlı zamanındaki Müslüman “sapkın”lığına (Alevi-Bektaşi) geçmiş, şehre göçünce de kolayca Sünnileşmiş bir aileden geldiği tahmin edilebilir[19].
*
Önemli tarihsel olaylar bakımından doğru zamanda doğru yerde olmak, o insanların kaderi bakımından pekâlâ yanlış zamanda yanlış yerde bulunmak anlamına da gelir. Önemli tarihsel olaylar bağlamında doğru zamanda doğru yerde bulunan Dedem ve ailesi için durum tam böyleydi: kendi yaşamları bakımından yanlış zamanda yanlış yerdeydiler. Bunun sonucu da, birbiri peşi sıra gelen alt üstlükler; birbiri peşi sıra ölen çocuklar; göçler, hayal kırıklıkları.
Anılar yorgun, artık koyuvermiş, yorulmuş, tükenmiş, hayal kırıklıkları yaşamış bir insanın ruh halini yansıtıyor. Hatta tam bu ruh halinin anıların yazılmasının nedeni olduğu bile düşünülebilir.
Daha ilk satırlarında 45 yaşında hayatına bakıp bir “hiç”ten başka bir şey görmediğini yazarak başlıyor anılarına.
Belli ki, yorgun, koyuvermiş ve beklentisi yok. Belki de bu anılar tutunabilmek için son bir çaba. Çünkü unutulmak da, hiç bir iz bırakmadan yok olmak da istemiyor. “Bari birkaç sene olsun sözde kalmak ve gözle görünmek için” kaleme sarılıyorum diyor.
İnsan iki kere ölür derler, biri biyolojik olarak öldüğünde, bir de birileri bir gün bir yerlerde ondan son kez söz ettiğinde.
“Söz uçar yazı kalır” derler. Gerçekten de yazılmış anılar en azından uzunca bir süre, ikinci anlamda ölümün gecikmesi, hatta toplumsal tarihin ölçüleriyle sonsuza kadar uzaması, bir anlamda ölümsüzlük demektir.
Ama Demir Aydın anılarını yazmasına rağmen az daha ikinci anlamda da ölecekti ve fiilen ölmüş de sayılırdı. Çünkü hayatını mahveden ulusçuluk ve onun sonuçlarından biri olan “Harf Devrimi”, onların, kendileri için yazılmış sonraki kuşaklarca okunup anlaşılmasını neredeyse olanaksız kılmıştı. Ulusçuluk sadece birinci ölümünün değil, az daha ikinci ölümünün de nedeni olacaktı. Aslında ikinci ölüm anlamında, bir ölümden sonraki diriliş gibi de (”Basü badel mevt”, “reenkarnasyon”) görülebilir.
*
Yazardaki tükenmişlik ve umutsuzluk kanımca anıların içeriğini de belirliyor. Muhtemelen tam da bu nedenle aslında bir aile tarihi ve aile için yazılmış.
Şarkta okuma yazma bilenler aşağı yukarı “Devlet Sınıfları”nı ya da “Kapıkulları”nı oluştururlar. Varlıklarıyla devletin özdeşleştiği bu biricik okuma yazma bilen tabakası arasından anı yazan pek çıkmaz.
Kırk yılda bir çıkan ise, genellikle resmi bir yazışma gibi yazar anılarını.
Ve o resmi yazışma gibi anıların hemen hepsinde esas yazılması gerekenler yazılmaz; “bunlar benimle mezara gidecektir” tarzında notlar düşüldüğü görülür. Hele özel hayat, iç dünyalar ve içtenlik bu anılarda neredeyse hiç yer almaz. Anılar genellikle önemli toplumsal, siyasal olaylar ve bunlardaki kişisel roller üzerine olur.
Şimdi artık nihayet okuyabildiğimde gördüğüm gibi, Demir Aydın ’ın anıları biraz daha farklı bir özellik sunuyor.
Önemli siyasal ve toplumsal olayların geçtiği yerlerde bulunmasına rağmen onlardan kendisinin veya ailesinin hayatına etkileri ölçüsünde söz edilmektedir genellikle. Kanımca bu “ilginç olmayan” yanı onları ilginç kılmaktadır tarihçi ve sosyologlar için.
Denebilir ki, bir kuş bakışı ya da perspektifi yoktur anılarda. Aşağıdan yukarı doğru, sıradan insanların büyük olayları algılayışının perspektifiyle, bir tür “kurbağa perspektifi” ile yazılmışlardır.
Anılar, vakayinamecilerin, kronikçilerin geleneksel stilindedirler. Tarih sırasına göre olayların anlatılması biçiminde giderler. Bu bakımdan son antik imparatorluğun bir memuru olduğu gibi bu antik imparatorlukların tarihçilik geleneğine de bağlanabilir. Vakayinamelerin, kroniklerin son örneklerinden biri gibi de görülebilir.
Ama artık devletin ya da büyük adamların değil, bir ailenin kroniğidir. Zaten bunu önsözde açıkça da belirtir: “ailemin sergüzeşt hayatı hakkında bir şeyler” karalamak olarak niteler yazdıklarını.
Ama bu kronik artık bir anı formu altındadır. Anı ise modern bir formdur. Bu bakımdan bir geçiş biçimi özelliği taşımaktadır. Bu geçiş karakteri içeriğinde de görülmektedir. Esas olarak doğumlar, ölümler, terfiler, maaşlar, tayinler anlatılırken, zaman zaman kimi içten ya da aile sırrı olacak bölümler de görülmektedir.
Belki de bu anıları tam bu özellikleri ilginç kılıyor. Büyük olayları anlatan klasik tarih ve tarihçiler için pek değerli bilgiler olmayabilir ama günlük hayatın ve sıradan insanın dünyasını merkeze alan bir tarih ve tarihçilik için epey malzeme sunduğu varsayılabilir.
*
Dedemin Anıları, ismi ve yaşadığı yerler üzerine yazabileceklerim şimdilik bu kadar.
Satırlarıma son verirken, bu anıların çevrilmesi ve yayınlanmasında emekleri ve angajmanlarıyla en büyük payı taşıyan sayın Figen Taşkın ’a ve sayın Özlem Çekmece ’ye bir kez daha teşekkürü borç bilirim.
07 Ekim 2010 Perşembe
Hoş Bir Tesadüf
Dedemin anılarının hazırlanmasıyla ilgili olarak görüşmek üzere yayınevine bir gidişimde o zamana ilişkin bazı görsel malzemeyle kitabın zenginleştirilmesi üzerine konuşmuştuk. Ben de bu önsözü yazarken İnternette yüzeysel bir araştırma yapmış ve bazı görsel malzemeler de toplamıştım. Bunların arasında, Kesriyeli Yahudi bir aileye ilişkin bir fotoğraf da vardı.
Bu konuşmadan sonra çıkıp bir Fotoğrafçılık dergisi de çıkaran bir arkadaşımı ziyarete gittim. Çıkardıkları dergiden[20] bir sayı verdi bir fikir sahibi olayım diye. Derginin içine bakınca, İnternette araştırma yaparken bulduğum Kesriyeli Yahudi Ailesi’nin fotoğrafına rastladım ve ben bunu biliyorum dedim. Sonra fotoğrafı çekene ve diğer fotoğraflara bakınca, bir hazineyle karşılaştığımı gördüm.
Fotoğrafçı, Leonidas Papazoğlu idi. Dedemle aynı yıl (1872) Kesriye’de doğmuştu ve aynı neredeyse aynı yıl (1918) Kesriye’de İspanyol gribinden ölmüştü. (Dedem Veremden ölmüş ama oğlu Bahriyeli Necmeddin de İspanyol gribinden ölmüş) Tıpkı Manaki’ler gibi iki kardeşler (diğer kardeşin adı Pandelis). Babalarının ölümünden sonra (1890’ların sonu) Kesriye’ye yerleşmişler ve orada yıllarca fotoğrafçılık yapmışlar. Kimbilir belki dedemin resmi bile Papazoğlu’nun çektiği bir resim olabilir. Belki Dedemin anılarında anlattığı İstanbul’a ilk gelişinde orada buluştuğu ve misafirperverliklerini övdüğü Kesriyeli Rum ve Bulgar hemşehrileri arasında Papazoğlu kardeşler de vardı. Çünkü küçük bir kasabada herkes birbirini tanır hele aynı yıl doğmuşlarsa. Ve büyük şehre gidenler birbirlerine yardımcı olurlar.
Leonidas Papazoğlu’nun fotoğrafları o dönemin Kesriye ve Balkanlarının eşsiz belgeleri. Özellikle çeteler ve tiplere ait fotoğraflar o dönemin insanları, giyinişleri ve ilişkileri hakkında daha somut bir görüntü sağlıyor.
16 Ekim 2010 Cumartesi
[1] Bahaeddin Demir Aydın “Muhacir Olmak da Varmış”, Hazırlayanlar: Figen Taşkın, Mustafa Yeni. İş Bankası Kültür Yayınları
[2] Nazım’ın “Onlarki (...) / korkak / cesur / cahil / hakim / ve çocukturlar (...)” şeklinde süren satırlarına benzetmiştim. Şimdi dedemin anılarının girişindeki o satırların şöye olduğunu görüyorum:
“İnsan namıyla be-nâm olan eşraf-ı mahlukat, “âlim, fâzıl, kamil, sehi, şeci*, sabır, kâbet, metin, fedakar! Aynı zamanda hayvan, cahil, bencil, korkak, aciz naciz, vahşi, şaki, dini, cani, gaddar, hûn-hârdır.”
Her ne kadar Nazım Proletarya’dan Demir Aydın genel olarak insanlardan bahsediyorsa da çelişkili özellikleri yan yana dizmek bakımından bir yakınlıkları olduğu ve o ilk izlenimin pek temelsiz olmadığı görülüyor.
[3] Bir bakıma dedemin anıları bu genel eğilimin bir gerçekleşmesi olarak görülebilir. Ölümüne yakın ailesi ve geçmişi üzerine düşünmeye ve yazmaya başlar.
[4] Eric Hobsbawm, takvimi değil, temel karakteristiklerini göz önüne alarak, Yirminci Yüzyılı 1917’de Ekim Devrimi ile başlatıp 1989 veya 90’larda Duvar’ın veya Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle bitiriyor ve bu nedenle ona “Kısa Yüzyıl” ama aynı zamanda bir “Aşırılıklar Çağı” diyor.
[5] Yanaki (1878-1954) ve Milton (1880-1964) Manaki, Avdela’nın Vlach köyünde doğdular. 1898 yılında Yanaki bir meslek lisesinde kaligrafi ve çizim öğrettiği Yanya’da bir fotoğraf stüdyosu açtı. Aynı sene, Milton Manaki’de ona katıldı ve kardeşinin stüdyosunda fotoğraf sanatını öğrenmeye başladı.
1904’te Manaki Kardeşler Manastır’a (Bitola) taşınmaya karar verdiler. Şehir o dönemde Balkanların önemli bir ekonomik, politik ve kültürel merkeziydi. Bir sene sonra Manastır’da meşhur “Sanat Fotoğrafçılığı Atölyesi”ni açtılar. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken, Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı ile çalkalanan Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan kanadında yer alan Manastır’da 30 bin Türk askeri bulunuyordu. Burada askeri akademi, okullar, bankalar ve matbaalar vardı. Avrupa etkisinde zengin ailelerin yanı sıra banliyölerde yoksul sınıfın da olduğu bir ticaret merkezi haline gelmişti. Kısaca, Manastır’da yoğun bir şekilde fotoğraf makinesiyle çalışan Manaki Kardeşleri cezbeden ilginç, çekici bir hayat vardı
Milton Manaki’nin anılarında 1905’te ağabeyi Yanaki’nin Avrupa’daki başkentlere seyahat ettiği yazar. Yanaki Londra’daki Charles Şehir Ticaret Merkezi’nden 300 model numaralı Bioskop film kamerası alır. Camera 300 olarak bilinen bu kamerayla mahalledeki ve ailelerindeki başka kadınlarla gezinen 114 yaşındaki neneleri Despina’yı ölümsüzleştirirler (1905). Bu onların ilk filmidir.
Ölümünden kısa bir süre önce, Milton tüm foıtoğraflarını ve dosyalarını Makedonya Devlet Arşivi’ne verir. Bu kararı sayesinde Manaki Kardeşlerin çok önemli eserleri korunmuştur. Bugün Bitola Arşivinde içlerinden 10,952’si Manaki Kardeşler tarafından basılmış ve gerisi negatiflerden çoğaltılmış 17,854 fotoğraf bulunmaktadır. 1950’de 2000 metreden uzun film malzemesi basılıp çoğaltılmış ve Budapeşte’deki laboratuarda 1955 yılında 35 mm.’ye aktarılmıştır. Bu eserler, bugün Üsküp’teki Makedonya Sinematek’nde korunmaktadırlar. Bugün Makedonya’da Bitola’da (Manastır) onların anısına film festivalleri ve ödülleri bulunmaktadır.
[6] Tabii burada da zamanın ruhuna uygun olarak farklı eğilimler görülmeye başlıyor. Resmi tarih Fuat Uzkınay'ın 1914 yılında çektiği 'Ayastefonas'taki Rus Abidesinin Yıkılışı' filmini ilk Türk filmi kabul ediyor. Ama sinema tarihçisi Burçak Evren, Osmanlı tebasından olan Manaki kardeşlerin 1911'de Sutan V. Mehmet'in (Reşat) Bitola (Manastır) ziyaretini belgeleyen filminin, Türk sinemasının ilk filmi olduğunu söylüyormuş.
[7] İknici Dünya Savaşı’na kadar Selanik nüfusunun çoğunluğunu Yahudiler oluşturuyordu. Naziler bu insanları imha ettiler.
[8] Burada “Bey” değil “Efendi” sözcüğünü kasıtlı kullanıyorum. Babaannem eşinin kendisine “Bey” denmesinden hoşlanmadığını “Efendi” sıfatını tercih ettiğini, Herkesin “Bey” olabileceğini ama “Efendi” olamayacağını söylediğini söylerdi hatırladığım kadarıyla.
[9] O sıralar asıl ilgimi çeken konu, Kürt aşiretlerinin birbiriyle yakınlıkları ve bunların şemasıydı ve bu konuda da gerçekten çok şeyler biliyordu. O gece oturup, bütün Kürt aşiretlerinin bir şemasını çıkarmıştık. Bu şema daha sonra hapishanedeki aramalarda kaybolup gitti. Yanlış hatırlamıyorsam şemada “Mil” ve “Zil” diye iki ana kol olduğu görülüyor ve diğer bütün aşiretler bunlardan bir ağacın dalları gibi dağılıyordu.
[10] “Kürdistan”daki Medreselerin bu binlerce yıldan süzülmüş birikimin taşıyıcısı olduğunu, medreselerin kapanmasının ruhsal ve entelektüel bir çölleşme ile sonuçlandığını yıllar sonra fark edebilecektim. Bir Musa Anter veya Sırrı Süreyya Önder’de görülen o başka derinlikler, bu yok olmuş Medrese birikimiyle ilgiliydi kanımca.
[11] Dionysos, (Baküs, Cemşid) dini neolitik devrimin bütün izlerini taşımaktadır. Burada ilginç bir anekdot aktarılabilir o neolitik köy topluluğunun bugüne kadar başka biçimler altında devam ettiğine ilişkin olarak. Eurupides’in Bakkhalar’ını çeviren Sabahattin Eyüboğlu kitabın Önsöz’ünde şöyle bir Anekdot aktarıyor:
“Bektaşi ayinlerinde Dionysos dininden bazı izler bulunması kuvvetle tahmin edilebilir. Bu münasebetle şahsi bir hatıramı anlatmadan geçemeyeceğim. 1943 yılında İzmir’de Müze Müdürü Selahattin’in yardımıyla meydana çıkarılan bir Yunan agorasını gezmeye gitmiştim. Selahattin Bey’e Bakkhalar tragedyasında adı geçen Tmolos Dağı’nın yerini sormuş ve Manisa’daki Bozdağ olduğunu öğrenmiştim. Selahattin Bey bana, “Yunan agorasında heykeller ve abideler arasında bulduğu, Türklere ait çok eski mezar taşları gösterdi; bunların ilk Bektaşi kadınlara ait olduğunu ve bu kadınların agoraya tesadüfen gömülmüş olmadıklarını söyledi. Biraz tereddüt ettikten sonra bana bir sır da verdi: “Bektaşiliğin Dionysos diniyle yakın akrabalığını ispat edebilecek haldeyim, türlü türlü bilgiler biriktirdim, ama bunlar ancak ölümümden sonra ortaya çıkacak, siz de kimseye söylemeyin” Umarım ki geçen yıl Selahattin Bey’i çok sevdiği agorasından ansızın ayıran ölüm bu sırrı da alıp götürmemiştir.”
Sır, ulusal tarih ile gerçeğin çelişmesidir. Türk devletinin memuru ve resmi tarihi ile o memurun öğrendiği ve görmezden gelemeyeceği gerçekler çelişmektedir. Ölümünden sonraya aktararak bu çelişkiden kurtulmaya çalışmaktadır. O mezarlar “Türk” değildir ya da “Türk” mezarı denenler aslında orada binlerce yıldır yaşayanlardır. Yani Bu günün Bektaşi ve Alevileri vs. Dünün katarları, Paulikanları, Bogomilleri; daha öncesinin Orfeusçuları veya Dyonizosçularıdır. Örneğin Bu günkü Horon, Hora tepme vs. veya Alevi Bektaşi dansları, hepsi bu neolilitik dinlerden, Dyonizos’un “horos”undan geliyor olabilir. Bu süreklilik Balkanlar’da da aynen görülebilir. Örneğin Demir Baba tekkesi muhtemelen daha önce Pagan dönemde de yine benzer işlevleri olan bir kutsal yer olsa gerektir.
[12] Muhtemelen Anadolu ve Balkanlarda ilk Müslümanlık nasıl Bizans’ın resmi Ortodoks Hıristiyanlığına karşı, Bogomil ve Paulikanların , Alevi Bektaşilik biçiminde bir yenilenme yaşamalarıyla yayılarak girdi ise, ilk Hristiyanlık da “Pagan” dönemin resmi dinine karşı, o dönemin “Paulikan veya “Bogomil”leri; “Alevi” ve “Bektaşi”leri olan “Orpheus”çuların ilk Hıristiyanlık biçiminde bir yenilenme yaşamalarıyla girmiş olabilir. Orpheus’u İsa olarak gösteren Roma Katakomblarındaki resimler bunu ima ediyorlar. Ayrıca “Orpheus Kültü”nün, çok tanrılı Antik dönemde tek tanrı fikrine yol açıcılık yaptığı da birçok araştırmacı tarafından ifade edilmektedir. Bunların ciddi biçimde araştırılması gerekmektedir.
[13] Kesriye’de her yıl yapılan Karnaval da Dyonizos kültüyle ilgilidir. Bu karnavalla ilgili Leonidas Papazoğlu’nun da çektiği fotoğraflar vardır.
[14] Çocukluğumda birkaç kez Babaannemin “Biz Türk değiliz, Osmanlıyız” dediğini hatırlıyorum. Bu ifade okulda bütün öğrendiklerimle çelişiyordu ve nereye koyacağımı bilemiyordum. Dedemin anılarında da Türkm sozü hiç geçmiz. Tırnak içinde “Jön Türkler” olarak geçer ama kendi kullanımı değildir.
[15] Muhtemelen Aydın soyadının da, aydınlanma ile iç içe geçmiş Aydın kavramıyla ilgisi yok ve yine aynı gelenekle ilgili olabilir. Bilindiği gibi, Rumeli de Aydın adı da çoktur. Bunun bir nedeni, Alevilere, sapkın mezheplerden olanlara, “ışık taifesi” denmesiyle bağlantılı olabilir. Ayrıca daha sonra Kesriye’de bir de Aydın Baba dergahı olduğunu öğrendim. Aydın adı verilmesi bu Bektaşi babasıyla da ilgili olabilir.
[16] Latince Kastel (Kasr) veya Grek mitolojisindeki Castor ve Pollux’tan geldiğini öne süren teoriler de var.
[17] İkinci Dünya Savaşının son zamanlarında (Mart 1944) Alman işgalciler şehrin Yahudilerini (763 kişi) Auschwitz-Birkenau konsantrasyon kamplarına götürüp imha ediyorlar. Bundan dört buçuk ay sonra Halk Ordusunun gerillaları şehri kurtarıyor. İç savaşın sonunda en son savaşların olduğu yerlerden biri Kesriye aynı zamanda.
[18] “Pederim balık avlamak ve ahiren balık avlamak sanatını terk ederek alıp satmak sanatıyla meşgul idi. Validem de pederime el bezlerini dokumak ve nakış, el işleri eden ve mukabilinde aldığı mebaliğle pederime muavenet eyler idi”
[19] Ancak bu Sünnileşmenin neredeyse bütün Balkanlar’da olduğu gibi derine işlemediği de görülmektedir. Uzunca bir dönem her akşam içki içer. “Validem (…) bazı işret alemlerinde bulunduğumdan dolayı son derece mütessir olur ve bu hallerden vazgeçmekliğimi emir eder idi”. “1303 senesinden 1318 senesi evasıtına kadar işret kullandım. Binaenaleyh giceleri bazen saat bir, ikide bazen de üç derununda eve gelür idim.”
[20] Fotoğrafevi İz Dergisi, No:20, 2009/2
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder