Rojova’da ortaya çıkan Kürt yönetimine karşı El Kaide
kökenli hareketlerin bir imha saldırısına hazırlandıkları; buna karşılık da PKK’nın
adeta bir topyekun seferberlik ilan ettiği; sonucu bütün Suriye ve Ortadoğu’yu etkileyecek
savaşın arifesindeyiz.
İkinci Dünya savaşının kaderi Stalingrad önlerinde
belirlenmiş, sonraki yarım yüzyıl yeryüzünün kaderini o savaşın sonucu
belirlemişti.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş büyük bir olasılıkla, Ortadoğu çapında bir küçük Stalingrad
anlamını taşıyacaktır.
Bu savaşan sonunda muhtemelen Öcalan ve PKK birden Ortadoğu’nun
en önemli aktörlerinden biri, birçokları için de biricik umut olarak ortaya
çıkacaktır.
Elbette fikirler ordulardan, tanklardan veya dağları ve
bayırları yayan aşan gerillalardan veya piyadelerden daha yavaş yayılırlar. Bu
nedenle aşağıda söyleyeceklerimizin hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur pratik
olarak; hele böyle bir ölüm kalım savaşında.
Ne var ki, savaşların nihai sonucunu silah ve tank sayıları,
yığılan asker sayıları değil; politikalar, politik mesajlar belirler. Savaş
askerlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Savaş politikanın başka
araçlarla devamıdır. Suyun başını politika keser.
Bunu bizzat son Suriye örneğinde de görebiliriz. Suriye’de
başlayan demokratik devrim, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’ın radikal İslamcıları
desteklemesi olmasaydı; demokratik talepler alanında radikalleşebilme olanağı
bulsaydı (ki kendi başına kalsa bu şansı da vardı; mücadele içinde öğrenir ve
radikalleşirdi) şimdi çoktan Suriye’de demokratik bir devrim gerçekleşmiş
olurdu. Suriye’ye gönderilen silahlar ve İslamcı militanlar, devrimin cellâtları
oldular.
Ama Suriye’ye giden savaşçılar, bir zamanlar Cumhuriyet’çi İspanya’ya
gitmiş Enternasyonal Tugaylar gibi, demokratik bir devrimi savunmak için oraya
gitmiş olsaydılar. Devrim çok daha kısa ve sancısız yoldan bu destekle başarıya
da ulaşabilirdi.
Bu nedenle Suriye’de çekilen onca acının ve ölenlerin esas
büyük suçlusu Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerdir. Onların
politikaları ve destekledikleri güçler devrimi doğamadan, ayakları üzerinde
durma fırsatı bile bulamadan öldürmüştür.
Suriye hızla Lübnanlaşmaya doğru gitmektedir. Bu Lübnanlaşma
hızla tüm Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi kaplama eğilimi göstermektedir.
Lübnanlaşma: her dilin, her dinin, her aşiretin politik bir
birim olduğu; gerici ulusçuluğun mantık sonuçlarına ve dolayısıyla saçmalığa
varmış halidir.
Bir demokraside ise, diller, dinler, soylar, aşiretler
kişilerin özel sorunları olarak kalırlar, politik bir anlamları ve ağırlıkları
olmaz. Bir politik birim olarak tanımlanmazlar. Demokrasi bunların politik
olamayacağı varsayımı üzerinde şekillenir.
Ortadoğu’da bu gidişe dur diyebilecek iki küçük tohum var. Biri
Gezi Direnişi, diğeri Rojava devrimi.
Onlar kendilerine bu misyonu yüklemeseler, ufuklarında henüz
Demokratik Ortadoğu gibi bir vizyon olmasa da, olayların mantığı aktörlerin
ufkuna bağlı değildir.
Rojava Devrimi de Gezi Direnişi de yayılmak, genişlemek ve
genişlemek için de radikalleşmek zorundadır.
Gezi Direnişi Türk bayraklarından ve Atatürk resimlerinden
kurtulmak; ama bunları kişilerin özel tercihleri ve fikirleri olarak, diğer
fikirlerle eşit düzeyde, tıpkı bir takımın sembolü gibi fikir özgürlüğü bağlamında
bir hak olarak savunmak zorundadır.
Yani Gezi Direnişi, böyle başlamasına rağmen, bir Türk, Alevi
veya “seküler yaşamı savunma” hareketi olmaktan çıkıp; Alevi veya Sünni; Seküler
ya da Müslüman; Türk veya Kürtlerin değil, tüm demokratların hareketi olmak
zorundadır. Ancak bunu başardığında gerçekten bir devrim başarabilir.
Bu nedenle biz, bunun sembolik ifadesi olarak, Türk bayrağı
yerine Beyaz bir bayrağı Gezi Hareketine bir bayrak olarak önerdik. Yani
Türkiye Cumhuriyetini, Türklükle ve Müslümanlıkla tanımlanmış bu cumhuriyeti
nasıl Türk bayrağı sembolize ediyorsa; Gezi Hareketi’nde tohumu bulunan
Demokratik Cumhuriyeti de, hiçbir dile, dine göndermesi olmayan beyaz bayrak
sembolize edebilirdi.
Aynı şekilde Rojava’da başlayan devrim de ya daha radikal ve
demokratik bir yönde evrilmek, bir Ortadoğu devrimi için bir üsse dönüşmek
zorundadır, ya da kendini Kürtlükle tanımlamakta ısrar edip, Ortadoğu’da Lübnanlaşmanın
işaret fişeği olmak zorundadır.
Elbet Rojava’da bir devrimci başlangıç yapıldı. Elbet Rojova’da
diğer dinler ve uluslardan olanların temsili de gözetiliyor vs.. Kürt Cephesi’nde bütün dil ve dinlerden savaşçılar
var. Ama bizzat isim ve bayraklar Kürt olduğu sürece, bu diğerlerinin
birlikteliği bir öz savunma ittifakı olmaktan öte bir anlam taşımaz.
Ancak kendini Kürtlükle veya Araplıkla veya Türklükle veya Sünnilikle
veya Alevilikle veya Müslümanlıkla tanımlamamış, böyle tanımlamaya karşı
tanımlamış bir ülkede, orduda ve bayrak altında herkes tüm gücüyle savaşa
katılabilir ve eşit haklı yurttaşlar olabilir.
Yani Rojava şimdi tıpkı Gezi Direnişi’nin bulunduğu
yerdedir. Gezi Direnişinde de Kürtler vardı. Ama orada Türk bayrakları, oldukça
onlar; Atatürk resimleri oldukça Sünni Müslümanlar kendilerini hiçbir zaman tam
anlamıyla orada hissetmediler ve hissetmeyeceklerdir.
Aynı durum Rojava devrimi için de geçerlidir. Kürt bayrağı
ve Kürtlük belirleyici oldukça, Hıristiyanlar, Süryaniler, Araplar, Türkler, Nusayriler
kendilerini onda bulamayacaklar, paternalist bir korumacılık altında,
kendilerini eşit yurttaşlar değil, her an haklarından mahrum edilebilecek
cemaatler olarak göreceklerdir.
Ama bütün bunlar Devrime akacak enerjileri, insanları,
yetenekleri azaltacaktır.
O halde, tıpkı Gezi gibi, Rojava Devrimi de, bir Kürt
hareketi olmaktan çıkıp bir Demokratik harekete; bir Kürt Ulusal Hareketi olmaktan
çıkıp bir Ortadoğu Demokrasi Hareketine dönüşmek zorundadır. Ancak bu takdirde
yeni güçler kazanabilir; genişleyebilir.
Gezi de Rojava da genişlemek zorundadır; başlangıçta
kendisini harekete geçiren güçleri aşmak; onların sınırlarından taşmak
zorundadır. Bunun için de radikalleşmek; radikal bir demokrasi savunusuna
dönüşmek zorundadır. Bu devrimler tıpkı bisiklete binmiş bir insan gibidirler,
ayakta durmaları ileri gitmelerine bağlıdır; durduklarında düşerler.
Bunu yapabilecekler mi?
Bu henüz çok zayıf bir ihtimal olarak görünüyor. Ama tarih
onları buna doğru itiyor. Hem de çok dolaylı ve karşı görünen yollardan.
Çelişik güçlerin bileşkesi; dolaylı sonuçlar vs. hep buna zorluyor.
*
Rojava devrimini savunmaya demokratlar değil, Kürtler
çağrılıyor.
Ona geleceklerin hepsi Kürt bile olsa, demokratlar
çağırılmalıdır.
Gezi’dekilerin hepsi Türk bile olsa, Türk bayrağı değil,
beyaz bayrak taşınmalıdır.
Rojava’da savaşanların hepsi Kürt bile olsa, Kürt bayrağı ve
renkleri değil, Kürtlüğe veya başka bir dile, dine gönderme içermeyen,
demokrasi vurgusu taşıyan bayrak seçilmeli ve yükseltilmelidir.
Ancak böyle bir bayrak o devrimin yayılmasını ve
güçlenmesini getirebilir.
Kürtlerin üzerlerindeki baskıdan kurtulmasının, iki yolu
vardır.
Birincisi gerici ve tarihin çıkmaz olduğunu gösterdiği yoldur.
Kürtlerin de bir devleti olması. Bunu Öcalan hariç neredeyse bütün diğer Kürtler
ve Türk sosyalistleri savunuyor. Namı diğer “ulusların kendi kaderini tayin
hakkı”. Yani aslında ulusu bir dille, dinle tanımlama hakkı.
Diğeri bizim ve Öcalan’ın savunduğu, Fransız ve Amerikan
devrimlerinde o zamanın ufku içinde kısmen uygulanmış, Demokratik Cumhuriyet. Demokratik
Cumhuriyet ise, ulusu bir dille, dinle tanımlama hakkına karşı var olabilir. Dil
ve din insanların kişisel sorunları olur. Dolayısıyla bunlar politik alanın
dışında olduğundan, dil ve dinde ezen ve ezilen ilişkisi olmaz. Bu yolla,
Kürtler demokratlara dönüşerek, hem kendilerini hem de kendi ezenlerini
kurtarmış olurlar.
Bu proje henüz çok güçsüz. Onu desteklediğini söyleyenler
bile onu kavramıyor ve savunmuyor. Savunduğunu söyleyenler henüz demokrasinin
dilini bile bilmiyorlar. Demokrasi ulusçuluğun diliyle savunulamaz.
İşte bir örnek: Delil Karakoçan, Apo'nun görüşlerini
savunuyor diye bilinir. Gezi vesilesiyle var olan BDP politikasını eleştiren
cesur bir yazı bile yazmıştı. 4 Ağustos tarihli yazısını şöyle bitiriyor:
“30 Yıllık Kürt
direngenliği, Kürt ruhu, Kürt devrimciliği Kuzeyden-Küçük Güney’e, Rojava’ya
kaymıştır. Bu ruhun giderek Kürdistani genişlik/nitelik kazanacağı açıktır.
Rojava, devrimi çoktan
ilan etmiştir.
Geri dönüşü, yıkılışı
imkansız bir devrimdir bu...
Küçük Güney’in yoksul
sokaklarına düşen her can, her bebe, kadın ve çocuk, her çığlık, her ses; her
defasında saflara geri dönen her meçhul, her isimsiz kahraman bu devremi hem
ilan etmiş hem de görmüş, yaşamıştır.
Geriye kalan sadece
dayanışmak ve özgür günler için yaraları sarmaktır...
Kürtler özgür
olacaktır.
Suriye de özgürlüğü
görecektir.
Ama bu satırlarda da bir demokrat kendini bulamayacaktır.
Kimler mi bu satırlarda kendilerini bulamasalar bile bu satırları
doğru bulabilirler?
Türk sosyalistleri.
Çünkü onlar kendilerini sosyalist olarak gören
milliyetçilerdir. Tam da milliyetçi oldukları için hiçbir zaman Türk olarak
yazmazlar ve sosyalist olarak yazarlar.
*
Rojava Devrimi, henüz bir Suriye ve Ortadoğu Devrimi için
bir tohum olmayı değil; birleşik bir Kürdistan için bir parça olmayı
hedeflemektedir. Bu nedenle dili henüz demokratik bir değil, milliyetçi bir
dildir. Hedef böyle olunca çağrı yapılan güçler de değişmektedir elbette.
Ortadoğu devrimi olmak istiyorsanız, Arapların da, Türklerin
de kendini bulabileceği bir dile ihtiyacınız vardır. O zaman başka bir dille
konuşmanız gerekir. Araplığın, Kürtlüğün veya Türklüğün anlamının olmadığı bir
dil olur bu, demokrasinin dili olur.
Evet, Kürtlük yolundan da kısa vadede zafer kazanılabilir.
Bunun tarihteki en tipik örneği, ikinci Dünya Savaşı’dır.
Stalin, Hitler’in faşist ordularına karşı, Enternasyonal’i Sovyetlerin marşı
olmaktan çıkarmış, büyük Ruslara övgü düzen sözlerle başlayan bir marşı
kabullenmiş; Rus milliyetçiliğini desteklemişti.
Şimdi de PKK’nın bütün Kürtleri Rojava’yı savunmaya çağıran
savunması biraz böyledir.
Ama bu başarılar kısa soluklu olduğu gibi, başarıya ulaştığı
zamanlarda da kimseye bir mutluluk da getirmez.
Ayrıca Tarihte bunun tersi örnekler de vardır.
Ekim devrimi, müdahaleler ve karşı devrimci isyanlar sonucu,
bir süre sonra, bir zamanlar Moskova prensliğinin sınırları kadar dar bir alana
sıkışmıştı; ama tam da radikal demokratik talepleri ve mesajları sayesinde
Beyaz orduların safindeki köylüleri kazanmış; Rus çarlığının sınırlarını da
aşıp, tüm dünyanın ezilenlerinin sempatisini kazanmış ve bu sayede ayakta
kalabilmişti.
Elbette Kürtlerin askeri gücü iyi, bunları bir noktaya
yığarak, hele ki PKK çağrısını yaptıktan sonra, Orta doğu ve Dünya’nın en
tecrübeli ve başarılı gerilla hareketi Rojava Devrimi’nin yardımına koşunca, Türkiye,
Suudi Arabistan, Katar ve benzerlerinin desteklediği El Kaide muhtemelen en
ciddi yenilgilerinden birini yaşayacaktır.
Önümüzdeki günlerde Kürtlerle bu faşist İslamcılar
arasındaki savaş bir küçük Stalingrad anlamını taşıyacaktır.
Büyük bir olasılıkla bu savaşı PKK ve YPG kazanacaktır. Bu muhtemelen
Kürt hareketinin Stalingrad’ı olacaktır.
Gerek Öcalan, gerek PKK ve gerekse de YPG Ortadoğu’da
herkesin dikkate almak zorunda olduğu bir güç, hatta umut olarak ortaya
çıkacaktır.
Böyle bir zafer, şimdiye kadar Türk Milliyetçisi ve Kürt
Düşmanı kalmış kesimlerin, birden bire Öcalan’ı ve Kürtleri AKP karşısında bir kurtarıcı
olarak görmelerinin yolunu açabilir.
Bu da gezi hareketinin Türkçü vurgudan kurtulmasını
etkileyebilir ve politik olarak da demokratik hedeflere ve bayraklara sahip
çıkmasını hızlandırabilir.
Demokratik hedefleri olan bir Gezi Hareketi ise sadece
Türkiye’yi değil, tüm Ortadoğu’yu değiştirecek bir potansiyele ve toplumsal
altyapıya sahiptir.
Çünkü gezinin esasını oluşturup ona ruhunu verenler, Türkiye’de,
demokratik eğilimleri ve kültürel birikimleriyle kremanın kremasıdırlar.
Kremanın kreması devrimci olursa her şey korkunç kolaylaşır.
Bu Amerika’da devrim olması gibi bir şeydir.
05 Ağustos 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder