Ama herkes, henüz hala eski parametrelerle düşündüğünden yeni durum kavranamıyor.
İşin doğrusu, biz de birkaç gün öncesine kadar durumun pek farkında değildik.
Elbet birkaç ay öncesine kadar “bebek katili” ya da “terörist başı” olarak anılan Öcalan’ın birden bire resmen “İmralı” diye bir makam haline gelmesi; BDP vekillerinin İmralı’ya gitmesi; Öcalan’ın bir muhatap olarak alınması çok önemli gelişmelerdi. Ama bunlar bile henüz Erdoğan’ın Suriye ve Irak’ta sıkışmışlığıyla, başkanlık ihtiraslarıyla ve seçimlere kadar bir çatışmasızlık ortamı yaratma taktik kaygılarıyla açıklanabilirdi. (Elbet bugün de bunlar geçerliliğini koruyor. Ama başka bir bağlam içinde.)
Ve böyle bile olsa bu elbette Özgürlük Hareketine yeni imkanlar ve hareket alanları demekti. Bizzat şu ana kadar kat edilmiş yol bile birkaç ay önce tasavvur edilemeyecek bir kazanımın ifadesi olarak görülebilirdi. Öcalan ilk kez bir siyasi muhatap, bir politik partner oluyordu. Bu bile başlı başına muazzam bir yol ve kazançtı. Görüşümüz aşağı yukarı bu çerçevedeydi.
Erdoğan’ın niyetleri ne olursa olun; bunlar nasıl bir siyasi ve taktik manevranın aracı olursa olsun en küçük bir olanaktan yararlanmak; zaman zaman uzlaşmalar yapmak her savaşta mümkün ve gereklidir. Önemli olan bunlardan karşı tarafı tecrit etmek; var olan güçleri birleştirmek ve arttırmak için yararlanmak olduğundan, kendine güvenen, abdestinden emin olan bu gibi manevralardan korkmaz ve bunları bir olanak olarak değerlendirir. Stratejik hedeflerle taktik esnekliği birleştirmede Öcalan ve Kürt hareketinin eline kimse su dökemeyeceğinden ihtiyatlı bir iyimserlikle “Süreç” i destekliyorduk ve tam da biraz böyle değerlendirdiğimiz için bir yazı yazmaya öncelik vermemiştik.
Birkaç gün önce, hafta sonunda tesadüfen Kadıköy HDK’nın kahvaltısında karşılaştığımız Sabahat Tuncel de gelişmeleri nasıl görüyorsunuz diye sorunca bu anlamda bir şeyler söylemeye çalıştığımda, Tuncel’in yüzünden, kısa bir an için, olayı anlamadığım, cevabımın çok klasik olduğu anlamına gelebilecek ifade gelip geçti gibi oldu. Bir şey söylemedi.
Sonra kendisi orada bulunanlara kısa bir konuşma yaptı. Mücadelenin yeni bir biçimde süreceğinden, burada HDK’nın çok önemli olacağından söz etti. Bunlar elbet her zaman duyulabilecek sözlerdi. Ama burada özel bir anlamları olduğu seziliyordu.
Bu basit gibi görünen gözlemler beni uyardı ve gelişmelerin üzerine yoğunlaşarak düşünmeye itti. Son günlerde gezeteleri de çok dikkatli okuyamamıştım kimi sağlık nedenleriyle. Bütün gazeteleri taradım. Yoğunlaştıkça gelişmelerin aslında bütün eski parametreleri değiştirdiği ve değiştireceği giderek netleşti.
Türk devleti stratejik bir dönüş yapmıştı. En önemli değişim buydu ve bu bütün paramtreleri değiştirmişti. Bunu gözden kaçırmıştık.
*
Yoğunlaşıp bir tarama yapınca, birçoğunun yanı sıra sadece şu haberler bile neyi gözden kaçırdığımızı gösteriyordu:
İlki, Davudoğlu’nun Diyarbakır’a gitmesiydi. İçişleri değil, Dışişleri bakanı gidiyordu. Bu bile yeterince ilginç ve önemliydi. Orada söyledikleri ise, kendisinin gidişinden daha da ilginçti. Gazetenin haberine göre:
“Dünya Savaşı sonrası Türkiye ve Ortadoğu topraklarını gizlice paylaştıran Fransa ve İngiltere'nin imzaladığı Sykes Picot anlaşmasına dikkat çeken Davutoğlu, "Sykes Picot'nun bize çizdiği o kalıbı kıracağız" dedi. Sınırlarını kaldıran Avrupa'ya yeni Romacı denmediğini belirten Davutoğlu, "Onlar ne derse desin bütün şehirlerimiz, kentlerimiz kendi hinterlandı ile
buluşacaktır" diye” konuşmuştu.
Hele hele Davudoğlu’nun konuşmasında, Yalçın Küçük’ün Türk devleti için formüle ettiği ve Askeri Bürokratik Oligarşiye önerdiği stratejiyi temellendirdiği – aslında ilişkiyi doğru formüle eden – “Kerkük’ü almayan Diyarbakır’ı verir” (bunu kimileri hep bir askeri ele geçirme olarak anladılar. Yalçın Küçük bunu PKK ve Kürtlerle ittifak yap, Kerküğü ele geçirirsin, yapmazsan Diyarbakır’ı kaybedersin alamında söylüyordu.) formülünün İslamcı bir söylemle ve “Yeni Osmanlıcı” bir perspektifle "Türk'üyle, Kürt'üyle, Boşnak'ıyla, Arap'ıyla her bir milletiyle yürüyeceğiz ya da bizi lime lime edip küçük parçalara ayırmaya çalışacaklar” şeklinde formüle etmesi ortada yepyeni bir durum olduğunu kavramamızı pekiştirdi.
Buna ek olarak Aysel Tuğluk’un İrfan Aktan’la yaptığı konuşmadaki şu sözler:
“Bize göre konjonktür, Kürtlerle birlikte olmayı onlara dayattı. Kürtlerle ittifak kurmanın hem Ortadoğu'da hem de içeride onlara kazandıracağını gördüler. Savaş ve imha politikasıyla Kürtlerin siyasal gelişimini engelleyemiyorlar. Her türlü baskıya rağmen giderek büyüyen bir Kürt hareketi var. Bence devlet şöyle bir karar verdi: Kürtler kazanıyor, biz kaybediyoruz, o zaman birlikte kazanmanın yolunu bulalım! Öcalan'ın da bunu düşündüğü kanaatindeyim. Öcalan da savaşın artık bir tekrara dönüştüğünü, kazandırmadığını gördüğü için, müttefik olarak Türkiye'yi seçti. Ortadoğu'da pek çok denge var ve Kürt hareketi başka bir dengede kendini konumlandırabilirdi. Ama Kürtler bunu değil, Türkiye'yle ittifak kurmayı tercih etti. Tarihsel olarak bunun kazandıracağını öngördü Öcalan.”
Yine aynı gün Karayılan’ın “Newrozla yepyeni bir süreç başlıyor” sözleri.
Gültan Kışanak ve Demirtaş’ın Newroz’da Öcalan’ın “Ateşesten çok daha öte bir çağrı, stratejik bir çağrı” yapabileceğine ilişkin açıklamaları, çok daha temel anlamda yeni bir durum karşısında olduğumuza ilişkin yargımızı pekiştirdi. Elbette ateşkes bile önemlidir ama bunun bağlamı, hengi değişiklik bağlamında gerçekleştiği daha da önemlidir. Ateşkesin önemi, gerçek önemli olanın öneminin görülüp, anlaşılmasını, tartışılmasını engelliyordu bir bakıma.
Birkaç saat önce İmralı’dan dönen heyet adına Demirtaş’ın gazetecilere okuduğu Öcalan’ın mesajını da dinleyince, herşey kesinleşti. Evet, Newroz’la birlikte bütün eski parametreler geçersizleşecek. Elbet mücadele elbette ve elbet “Kürt sorunu” veya demokratikleşme sorunu çözülmüş olmayacak ve bitmeyecek ve bir sosyalistin, bir devrimci ve radikal demokratın bu süreci bir çözüm süreci olarak tanımlaması veya adlandırması pek doğru olmaz ama mücadelenin biçimleri, hedefleri mücadeledeki güçler baştan aşağı değişecek.
Böyle kritik bir durumun, bir politik depremin arifesinde, hiçbir gücümüz ve etkimiz olmamasına rağmen, elde hiçbir bilgi olmadan, içinde bir durum değerlendirmesi ve öngörüler bulunan bir yazı yazmanın hem tarihe bir not düşmek; hem de ilerde sağlamak ve varsa yanılgılarımızı görmek için şart olduğunu gördük ve bu yazıya başladık.
*
Sadece ortadaki değişikliğin nasıl tüm parametreleri değiştirdiğini gösterebilmek bakımından içeriksel hiçbir benzerliği olmayan şöyle bir örnek ortadaki değişikliğin nasıl bir şey olduğu konusunda bir fikir verebilir.
Amerika’da sosyalist bir devrim olduğunu var sayın. Bu bütün dünyadaki parametrelerin alt üst olması anlamına gelir. Var olan bütün strateji ve taktikler, teorik tartışmalar vs. bir anda hükümsüz kalır; olaylarca aşılmış olur veya kadük olur. Dünyanın en büyük gücü karşı bir güç olmaktan çıkmış yandaş bir güç olmuştur. Artık dünyanın sosyalist olması sadece bir zaman sorunudur ve akıl almayacak kadar sancısız ve kolay olur. Tekrar edelim, içerik olarak değil ama kediye göre budu, Ortadoğu ölçüsünde sonuçları itibariyle böylesine bir değişim söz konusu. Böylesine bir değişimde eski parametreler üzerinden politika yapanların hepsi hızla yokolur gider. Esas önemli olan ve üzerinde tartışılması gereken budur. Ateşkesler, hudut dışına çıkmalar vs.. Bütün bunlar bu değişimin içinde küçük ayrıntılardan başka bir şey değildir. Elbet eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür ve şaytan ayrıntılarda gizlenir. Ama bütün bunlar artık bambaşka bir çerçevede bir anlama sahiptirler.
Değişikliğin çapının anlaşılması için şöyle bir iki örnek daha ayıktırıcı olabilir.
Örneğin şimdiye kadar Türk devletinin Kürtlerin varlığını bile inkarına alışılmıştı, binlerce insanın kanı bunun için dökülmüştü. Şimdi Kürtlerin bölgedeki en büyük koruyucusu ve destekçisi Türk devleti olarak ortaya çıkarsa, böyle bir söylem üzerinden ideolojik ve politik varlıklarını sürdürenler, hem Kürtler hem de Türkler içinde bir anlamda boşlukta kalırlar. Tıpkı Amerika’da bir devrim olduğunda bütün politik varlığını Amerikan Emperyalizmine karşı mücadele üzerine şekillendirmiş bir hareketin düşeceği duruma düşerler.
Ya da şöyle bir durum var sayın. Türk devletinin PKK gibi gerilla savaşında ustalaşmış bir örgütün silah bırakmasını istemeyip, işi ağırdan alıp el altından onları silahlandırdığını hatta fiilen işbirliği yaptığını düşünün. Türk devletinin yeni stratejisi ve Ortadoğu’daki gelişmeler böyle durumları ortaya çıkarabilir ve muhtemelen de çıkaracaktır.
Bu değişiklik sadece Türkiye’deki politik mücadelenin parametrelerini değiştirmeyecektir; Ortadoğu’daki bütün dengeleri de değiştirecektir.
Barış süreci denen aslında bir anlamda bu stratejik değişimin ve dönüşün gerçekleştirilmesinden başka bir şey değildir. Öcalan ve Türkiye Kürtleri, Türk devletinin bu stratejik dönüşü yapabilmesi için olmazsa olmaz olduğundan bugün Öcalan’ın “İmralı” diye bir makam haline geldiğini görüyoruz.
Ama bütün bu değişim, mücadelenin bittiği, Kürtlerin haklarını kazandığı, Türkiye’nin demokratikleştiği ve demokratikleşeceği anlamına gelmemektedir. Bütün bunlar için mücadeleler sürecektir; hatta bizzat bu mücadeleler bu değişimin araçları olacağı gibi, bizzat bu değişim bu mücadelelerin bir aracı olacaktır.
Hatta denebilir ki, hiçbir gerçek demokratikleşme olmadan, var olan sistemin kendini yenileyebilmesi ve sürdürebilmesi için bütün bu stratejik değişim gerçekleştirilecektir.
Şimdi şöyle bir durum düşünün mahalli idarelere idari yetkiler veren, gerçek merkezi iktidarı olduğu gibi koruyan, ama anadilde eğitime bile yer veren, fiilen Uluslar arası alanda bir sorun yaşamamak için, sınırları içine katmadığı Suriye ve Irak’ın Kürt bölgeleriyle sınırsız bir eknomik entegrasyon yaşayan bir Türk-Kürt Devleti, Firavunlar Nemrutlar çağından kalma niteliğini zerrece değiştirmiş olmaz; ama ömrünü ve gücünü en azından birkaç on yıl uzatmış olur.
Hem Burjuvazi, yani AKP; hem de “Sünufu Devlet”, Kıvılcımlı’nın “Firavunlar, Nemrutlardan kalma Şark devletçiliği” dediği, bizim “Askeri Bürokratik Oligarşi” terimini kullandığımız en temel iki egemen güç, esas olarak bu dönüşümde anlaşmış bulunuyorlar.
Bütün gezegenler sürekli hareket halindedirler, bu hareketleri esnasında diğer gezegenlerin yörüngeleri üzerinde etkilerde bulunurlar. Bu etkilerden hareketle bir zamanlar Neptün’ün varlığı ve yeri hesaplanabilmiş sonrada o gezegen o yerde bulunabilmişti.
Ancak bu gibi etkilerden öte, gezegenlerin belli bir dizilişte bulunmaları gerçekleşir zaman zaman. O zaman etkiler istisnai bir güç ve önem kazanırlar. Örneğin Güneş ve Ay tutulmaları böyledir. Hareketleri esnasında bazan Güneş, Dünya ve Ay, hepsi aynı doğru üzerinde dizilirler. Çekim güçleri birbirine eklenir. Gezegenlerin böyle ilginç dizilişlerini eskiden müneccimler önemli olayarın habercisi sayarlardı. Evren öyle büyük ve geniş gezegenler öylesine küçüktür ki bu gibi dizilişlerin toplum hayatında fiilen ciddi fiziksel bir etkisi bile olmaz. Ama Sınıfların ve sosyal ve politik güçlerin mücadelesinde böyle dizilişler gerçekleştiğinde, örneğin birbirine karşı mücadele içindeki güçler birden bire bir çıkar ortaklığında buluştuğunda ve ittifaka yöneldiğinde , bunların farklı yörüngeleri (toplumsal güçlerin konumları ve çıkarları) değişmemekle birlikte tüm eski dengeler ve parametreler değişir. Örneğin İkinci Dünya Savaşı’nda ABD, İngiltere ve Sovyetler’in aynı ittifak çizgisinde birleşmesi böyle muazzam bir Kıta kaymasıydı. Dünya sonraki elli yılda bu kayma üzerinde şekillenmişti.
Şimdi olan böyle bir değişikliktir. Herkes yıllardır Türk devletinin Kürtlerle savaşmasına ve Kürtler içinde de Barzani ve Talabani ile ittifak edip PKK ile savaşmasına alışmıştı. Şimdi değişen, bu Türk devleti Kürtler ve PKK ile ittifaka yönelmiş bulunuyor.
“Süreç” üzerine söylenenler hep eski parametrelere dayanıyor. Televizyon ve gazetelerde tahliller ve çıkarsamalar, politika belirlemeler hep eski değişmezler üzerinden yapılıyor eski alışkanlıkla.
Bu değişimin kendisi bir yığın aktörü şimdiden boş düşürür. Örneğin artık Ortadoğu çapında bir projeniz, programınız, stratejiniz yoksa, bu yeni durumda boşlukta kalırsınız. Örneğin MHP’nin Türklük ideolojisi üzerinden böyle bir paradigma içinde yer alması ve bir program oluşturması bile olanaksızdır. Bu durumda sudan çıkmış balığa döner. Bu nedenle tüm varlığıyla yok oluşunu engellemeye çalışacaktır. Kürtler içindeki “ilkel milliyetçi” denenler de, bir Kürt devletinden öte birtasavvuru olmayanlar da tersinden aynı duruma düşeceklerdir.
Bir yıl sonra bu değişime ayak uyduramayan bütün politik aktörlerin, 2002 seçimlerinde bütün diğer partilerin silinip gitmesi gibi silinip gittiği görülürse hiç kimse şaşırmamalıdır.
Değişimi şöyle formüle edebiliriz: Devlet ve (MİT, MGK vs., buna “Devlet Aklı” , “Hikmeti Hükümet”, “Reason d’etat” da deniyor) Burjuvazi (AKP) Kürtlerle İttifak, bunun için de Savaşı durdurma karşılığında da PKK’ya legal mücadele olanaklarını sunmak. Bunu organize etmek için de şimdilik Öcalan’ı muhatap almakta anlaşmış bulunuyor.
*
Peki, bu nasıl mümkün olabildi? Ve ne gibi sonuçları olabiir?
Elbet herşeyden önce Dünya’daki ve Ortadoğu’daki gelişmeler bunu zorladı ama bu zorlama yıllardır vardı.
Nasıl 28 Şubat, Erbakan’ı ve köhnemiş politikasını, kadrolarını ve söylemini tasfiye edip, Politik İslam’ın yepyeni bir stratejisinin, parti ve kadrolarının yolunu açtıysa, ona bir gençlik aşısı olduysa, Ergenekon tevkifatları da Askeri Bürokratik oligarşi içindeki köhnemiş güçleri ve stratejileri tasfiye etti. Bu tabaka içindeki daha esnek olanları, “aynı kalabilmek için değişmeliyiz” diyenleri güçlendirdi ve onların önünü açtı. Zaten bu güçlerin el ve bel vermesi olmasaydı, AKP böylesine cepheden bir harekata da cesaret edemezdi.
Böyle bir değişim olmasaydı, “Devlet Aklı” (MİT, MGK) Yalçın Küçük’ün formülüne gelmez; Kürtler ile ittifak yapmanın Türk Devletine neler kazandıracağını göremezdi.
Yani diyebiliriz ki, nasıl ordu ve bürokrasi 28 Şubat ile politik İslam’ı budadı; yeni sürgünlerin önünü açtı ve ona bir gençlik aşısı yaptıysa; Ergenekon tevkifatları da Askeri Bürokratik oligarşiyi aynı şekilde budadı; yeni sürgünlerin önünü açtı ve ona bir gençlik aşısı yaptı. Bu gençlik aşısı sayesinde “Devlet Aklı” sermayenin aklı ile çakışabildi.
Bu çakışma, bu güçlerin arasındaki çelişkinin yok olması; çatışmanın durması anlamına gelmemektedir. Bu güçlerin farklı Kürtleri de olacaktır. Kürtler içindeki farklı güçlerin de Farklı Türkleri olacağı gibi.
Genel olarak Kürtlerle ittifak yapılacaksa, hangi gücün Kürtler içinde hangi güçlerle ittifak yapacağı da bir sorun olarak ortaya çıkar. Türkiye’de devlet şimdiye kadar PKK’ya karşı Barzani ve Talabani ile ittifak yaptı. AKP de bu çizgiyi sürdürdü ve sürdürüyor.
Ama AKP’nin Barzani ve Talabani’ye dayanan gücü ve Ortadoğu politikaları karşısında Askeri Bürokratik Oligarşi bir süredir PKK’nın desteklenebilecek ve ittifaklar yapılabilecek bir güç olduğunu fark etmiş bulunuyordu. Ve bu güçle birlikte AKP’nin Barzani ve Talabani’ye dayanan İslamcı vizyonuna karşı laik bir vizyon ve güç olarak PKK ve Öcalan pek ala bir karşı denge oluşturabilir. (ÖDP, TKP, Halkevleri gibi sol hareketlerin son zamanlardaki Kürt Hareketiyle yakınlaşma denemeleri ve flörtleri Askeri Bürokratik Oligarşi’nin kitle tabanı olan Şehir Orta Sınıfları ve Aleviler içindeki bu yöndeki kımıldamaların bir göstergesinden başka bir şey de değildi.)
AKP açısından ise zincir şöyle kurulbilir. AKP’nin Ortadoğu politikalarının çamura saplanması, Irak’ın bölünmenin eşiğinde olması, Irak Kürtlerinin, Türkiye ile ittifak ve hatta birlik hedeflerini açıkça ifade etmeleri, bu birlik ve ittifak için Türkiye’deki Kürtlerle barışma zorunluluğu, AKP’nin bütün denemelerine rağmen PKK’nın etkisinin kırılamaması ve aksine artması; Suriye’de Kürtlerin ve PKK’nın birden bire üçüncü bir güç olarak ortaya çıkması. Bütün bunlar da AKP’yi Öcalan’la bir uzlaşmaya, onunla askeri yöntemlerle değil, başka yöntemlerle mücadeleye, bunun için de belli bir geri çekilmeye zorlamış bulunuyor.
AKP de şu denklem karşısında kaldı: Türkiye’deki Kürtlerle barışılmadan, Barzani ve Talabani Türkiye ile barışamaz ve Türkiye ile fiili bir birleşme gerçekleştiremez. Türkiye’deki Kürtlerle barışmak için de en etkili güç olan Öcalan’ın çizgisiyle bir şekilde anlaşmak gerekmektedir.
Böylece “Sünuf’u Devlet” ve AKP, farklı kaygılar ve gerekçelerle aynı noktada buluştular.
Barzani ve Talabani de Türkiye ile barışmak hatta birleşmek, istemektedir ama Türkiye kendi Kürtleri ile savaşırken bu bir ihanet gibi olacağından, savaşın durması da Öcalan’sız olmayacağından. Onlar da Türk Devleti ve AKP ile aynı noktada buluşmuş bulunuyor. O nedenle Barzani bu son sürecin hazırlanma ve uygulanmasında her türlü kolaylığı göstermekten imtina etmiyor.
Çok önce Barzani’nin Özel kalem müdürü Fuat Hüseyin şöyle demişti:
“Eğer Şiiler İran’ı, Sünniler de Arap dünyasını seçerse, Kürtler de Türkiye ile yakınlaşırlar. Türkiye’nin de Kürtlere ihtiyacı olur. Birbirimizi sevmiyoruz ama sevmeye de ihtiyacımız yok. Amerika Bağdat’tan geri çekildiğinde, çatışma yaşanacak, Türkiye’nin de başka bir şansı olmayacak. Kürtler bu şartlarda Türkiye’nin koruması altında rahat ederken, bunun karşılığında Türkiye, Kerkük’teki dev rezervler dahil, Irak’ın kuzeyindeki bölgenin petrol ve doğal gazına doğrudan erişim imkanı elde edecek ve dolaylı yollarla Kerkük’e sahip olacak.”
Özetle artık petrol paralarının ve dünya nimetlerinin tadını da amış, bunca savaş yılından sonra biraz barış ve efah içinde yaşamak isteyen Irak Kürtlerinin Irak cehenneminden çıkması için, Türkiye’nin kendi içindeki Kürtlerle barışması şarttır. Kendi içindeki Kürtlerle barışması için ise, silahların susması, Silahların susması için de Öcalan’ın muhatap alınması ve ona politik mücadele alanının açılması şarttır.
Ama sadece bu kadar değil, ABD ve İsrail bile bu dönüşümden çıkarlıdırlar ve desteklerler. İran’ın önünün kesilmesi için, Türkiye’nin Kürtlerle ittifakı ABD ve İsrail’in de çıkarınadır.
Bu değişimde çıkarı zedelenen kesim, Türkiye’nin içindeki Askeri Bürokratik oligarşinin eski stratejisine bağlı güçler; Suriye, İran, Rusya ve Çin’dir. Ayrıca ABD’nin yanında ve müttefiki görünmesine rağmen her zaman ona karşı dengelere oynayan ve sürekli rekabet içinde olan Avrupa ve özünde Almanya ve Fransa’dır.
Sakine Cansız’ların Paris’in göbeğinde vuruluşu, bu güçlerin bu değişimi engellemek için yapabileceklerinin ve gösterecekleri direnişin bir ipucu olarak görülebilir.
Elbet dünya çapındaki güçler ve bunların jeopolitik pozisyonları ve çıkarları bu değişimi uzun zamandır zorluyordu. Öcalan yıllardır bunları dile getiriyordu. Ama olayların zorladığı bu politikaların gerçekleşmesi o güçlerin içinde ciddi değişmeleri ve mücadeleleri gerektiriyordu. Bu değişimleri ya biri başarmış diğeri başaramamış oluyor ya da konjonktür farklı konumlanmalara yol açabiliyordu. Şimdi bir bakıma, bütün Dünya çapında ve bölgesel aktörlerin neredeyse hepsinin senkronize bir şekilde, tıpkı gezegenlerin aynı doğru üzerinde dizilişi gibi, aynı ortak çıkarlarda buluşması gerçekleşmiş bu da uzun yıllardır bu olanağı bekleyen Öcalan’ın önünü açmış bulunuyor.
Öcalan bu duruma yıllardır hazırdı ve verdiği bütün mesajlar buna yönelikti. Uzun yıllardır programını ve vizyonunu koymuş bulunuyordu. Teorik ve politik olarak bu yeni duruma, yeni parametrelere en hazırlıklı güç Öcalan’dır.
Öcalan stratejik hedeflere bağlılıkla taktik esnekliği en iyi birleştiren, tam da bu nedenle kendisini kullanmaya kalkanları her zaman kullanmış bulunan zeki ve vizyon sahibi bir politikacıdır.
Suriye’nin elinde esirken (Gerçi Suriye ve Lübnan içinde dolaşabiliyordu ama Suriye gibi bir “muhaberat” devletide bu İmralı’dan bile daha riskli bir durumdur. Aslında bir esirdi, bir rehineydi. Tıpkı İmralı’daki gibi.) Ortadoğu’nun en büyük gerilla hareketini örgütledi.
Türkiye’nin elinde bir adada esirken Türkiye’nin en büyük demokratik parti ve hareketini örgütledi.
Şimdi, Ortadoğu’nun en büyük demokratik hareketini örgütleyip en büyük devletinin başına geçmeye adaydır.
Muhtemelen artık Öcalan bir Kürt politikacısı değil, bir Türkiye ve Ortadoğu politikacısı olarak ortaya çıkacaktır. Ufku bir Kürt devletinden ötesini göremeyenler Öcalan’ı ihanetle suçlayıp AKP ile ittifaka yöneleceklerdir. Öcalan ise ilk elde programına Türkleri kazanmaya çalışacaktır. Muhtemelen bir süre sonra Öcalan Türkiye’nin ana muhalefet lideri olacaktır elinde Türkiye ve Ortadoğu için bir demokrasi programı olan.
AKP bir süre sonra Öcalan’ı tecrit edip etkisini kıracağının hesabını yapmaktadır. Kürtlerle bir barışma, bireysel haklar; savaşın durmasının ekonomiye kazandıracağı dinamizmin; Güney Kürdistan’dan gelecek petoller ve paraların bir süre sonra kendisini güçlendireceğinin, Kürtler arasında Öcalan’ın altını oyacağının; AKP’nin Kürdistan’da da birinci Parti olacağının hesabını yapmaktadır. Bunedenle önemezde Öcalan ve Kürt Özgürlük hareketine yönelik olarak baskıların, şiddetin diğer Kürtlere olanaklarların açılmasıyla birlikte götürüleceği yeni çok sert mücadeleler dönemi de bulunmaktadır.
Tayyip Erdoğan aslında birikimsiz ve yeteneksiz bir politikacıdır. Konjonktür ona çok yardım etti şimdiye kadar. Yılların adeta nadasta kalmış, işlenmemiş tarlası gibi duran bir Türkiye’de iktidarı aldı. Hiçbir şey yapmadan sadece çok büyük aptallıklar yapmadan durması bile yeterdi. Ne zaman bir şey yaptıysa aslında ağzına yüzüne de bulaştırdı (Suriye politikası ve Gazze’ye yardım örneğin) ama bunlar bile onun başarısı ve yeteneği gibi göründü. Karşısında doğru dürüst bir politik rakip bile yoktu. Kendi çapsız ama karşısındakiler ondan da çapızdı. Ve şimdiye kadar Öcalan’a her yerde yenildi aslında.
Ancak şimdi ve bundan sonra Erdoğanın çapı (daha doğrusu çapsızlığı) daha iyi görülecektir. Erdoğan bir süre sonra “baba bir hırsız tuttum” a dönecektir. Getir Gelmiyor, bırak gitmiyor.
*
Bunu görmek için müneccim olmaya gerek yok.
AKP neden kaybedecektir? Çünkü ancak Öcalan’dan daha demokratik bir programla ona karşı mücadele edebilir. Ama zaten daha demokratik olursa bir karşı güç olmaktan çıkar aynı amaç için bir müttefik olur. Bu olmayacaktır. Çünkü AKP demokratik bir parti değildir. Burjuvazi ta başından beri hiçbir zaman demokrat olmamıştır. Demokrat olmadığı için Teorik, Politik ve İdeolojik bir hazırlığı yoktur. Öcalan’ın mesajının BDP heyeti tarafından İmralıdan dönerken okunduğu gün Erdoğan, İslamlık, Türklük ve Milliyetçiliğin övgülerini yapıyordu, birkaç yıldır oluşturulan Çanakkale anmalarında. Nedense Rumların, Ermenilerin yani Hıristiyan halkların adı bile anılmıyordu bu sözümona kardeşlik ve çok renklilik söylevlerinde.
Öcalan ise, milliyetçiliği lanetliyor; Ermeni, Süryani, Keldani, Helenlerin katliyle milliyetçiliğin yükselişi ve onun tüm ortadoğuyu yangın yerine çevirişi üzerine geniş bölümler bulunan kitaplar yazıyor yıllardır. Liberaller ya da Erdoğan gibi katliamlar karşısında İttihat Terikkiyi suçlamakla yetinmiyor bir bütün olarak ulusçuluğu mahkum ediyor.
En son kitabından bir alıntı:
“Ulus devletçiliğin yol açtığı en büyük felaketler Ortadoğu’nun soykırım yaşayan halklarına ilişkindir. Anadolu ve Mezopotamya’da erken milliyetçiliğin tuzağına düşen Helen, Ermeni, Süryani ve Kürt halkları, tarihin en eski yerel kültrlerini temsil etmelerine rağmen, ulus devletçiliğin son yüzyıllık deneyimleri kendlerini tasfiyenin eşiğine kadar getirdi.” (Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, Beşinci kitap, s. 545)
Ya da şu sözlere bakalım:
“(…) Artık Ermeniler, Helenler, Süryaniler kendileri için ulus devletçi sınırlar çizemeyeceklerine ve varlıklarını sürdürmek zorunda olduklarına göre, en uygun seçeneğin demokratik ulusal birliktelik zihniyeti ve Demokratik özerklik yapılanması olduğu açıktır. Demokratik modernite geç de olsa bölgenin her tarafındaki benzer süreçleri yaşayan kültürel gruplar ve halklar için bir zihniyet sığınağı, demokratik özerklik ise uygun yeniden bedenlenme modeliir.
“Bölgede zengin bir miras teşkil eden sadece etnik ve ulusal varlıklar değildir. Dinler ve ezhepler de geniş bir gruplar yelpazesini teşkil eder. Geleneksel ve modern biçimleriyle dinlein aldığı yeni görünümlerin temsili ciddi bir sorundur. Ulus devletçilik bunların dabüyük kısmını tasfiye etti. Fakat artık kendisi aşındığı iinkendilerini ifade etmek ancak Demokratik Ulus kuram ve kavramları çerçevesinde mümkündür.” (age. S. 546)
Şimdi Öcalan’ın yukarıdaki sözleriyle birlikte Öcalan’ın mesaj yolladığı saatlerde çocuksu ve suni Çanakkale müsameresinde Recep Tayyip Erdoğan’ın sarfettiği şu sözleri okuyalım:
“Çanakkale zaferi bir etnik kökenin, bir ırkın, bir kavmin değildir. Bu büyük zafere İstanbul ne kadar sevindi ise Diyarbakır da o kadar sevinmiştir. Bu muhteşem kahramanlık karşısında İzmir ne kadar iftihar etti ise Beyrut, Bağdat, Şam o kadar iftihar etmiştir. Bizim millet, milliyet ve milliyetçilik anlayışımızın sınırları Çanakkale’de çizilmiş, milliyet kavramı Çanakkale’de ruhunu, özünü, kökünü bulmuştur. Şehitliklerimiz bizim kimlik kartımızdır. Burada aynı zamanda bizim millet ve milliyet anlayışımızın da adeta manifestosu yazılmıştır. Çanakkale’de şehitliklerdeki mezar taşlarında İstanbullunun yanında Diyarbakırlı da var. İzmirlinin yanında Bitlislisi var. 81 vilayet bu gün olduğu gibi Anafartalar’da, Arıburnu’nda tek millet haline gelmiş aynı mezar içinde birbirine kardeş olmuştur.” (Milliyet, 19.03.2013)
Bu sözler Sünni İslam’ta tanımlanmış bir ulusçuluğun amentüsünden başka bir şey olmadığı gibi, Öcalan’ın sözleri karşısında Erdoğan’ın ne kadar arkaik kaldığı hemen görülür. Daha birsüre önce Osmanlı ordusunda Hıristiyan Ermeni subayların kahramanlıkları tartışılıyordu. Erdoğan’ın ufkunda, tıpkı Dışişleri bakanının saydıkları arasıda bir tek Hıristiyan kavmin anılmaması gibi bir tek Hıristiyanın adı yok. Sünni İslamlıkla tanımlanıp Türklükle cilalanmış bir ulusçulukla Ortadoğu’da bu yeni konumlanış’ın akibetinin ne olacağı Suriye’de çoktan görüldü.
Ortadoğu çapında bir projede Erdoğan’ın Öcalan karşısında hiçbir şansı yoktur.
İşte Erdoğan bu nedenle Öcalan’ı kullanayım derken Öcalan onu kullanmış olacaktır. Tıpkı Suriye ve Türk devleti gibi. Hatta bugün Kürtlerle barışın en keskin düşmanları görünen ama aslında kültürel olarak çok da demokratik olan, CHP’nin tabanını oluşturan şehir orta sınıfları yakında en sıkı Öcalancılar olursa kimse şaşırmasın. Büyük aşklar üyük nefretlerden doğar.
Öcalan’ın “Amerika gibi başkanlık da olabilir” sözleri, elbet politik taktik bir uzlaşma sinyali anlamına da sahipti ama bunu söylerken Öcalan’ın Erdoğan’ı değil kendini kastetmediğini kim biliyor?
*
Bundan sonra Türkiye ölçüsünde politika anlamsızlaşacaktır. Ortadoğu ölçüsünde program, strateji mücadelesi başlayacaktır. Ortadoğu için bir programı ve stratejisi olmayanlar Türkiye Politikasından fiilen tasfiye olup marjinalleşeceklerdir.
Bu, Kürt sorunu çözülecek, Türkiye demokratikleşecek anlamına gelmemektdir. Öcalan’ın serbest kalması, KCK tutuklulularının bırakılması, bütün bunlar olabilir. Ama bütün bunlar Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamına gelmez. Sadece demokratikleşme mücadelesinin, silahlı olmayan araçlarla sürdürülebileceği anlamına gelir. Silah çoktandır bir başarı aracı olmaktan çıkmış, mesaj vermeye, misilleme yapmaya yarayan bir araç olmaktan öteye bir işlevi kalmamıştı. Politik ve diplomatik manevraların bir aracıydı. Ne Türk ordusunun ne de PKK’nın askeri bir başarı şansı yoktu bunu yirmi yıl önce Öcalan zaten söylediği gibi. Daha sonra da Türk Ordusunun generalleri de belli bir düzeyin altında savaşla birlikte yaşamayı kabul etmeliyiz diye yıllardır zımnen itiraf etmişlerdi.
*
Evet, Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesi yeni başlayacak. Bu mücadele sanıldığından çok daha zorlu geçecek. Sonunda bir demokratikleşme olmazsa bugünden çok daha kötü ve geri bir duruma da gelinebilir. Ama hedefler ve araçlar değişmiş bulunuyor.
Eğer hedefler ve araçlardaki değişmeyi kısa ve özlü olarak ifade etmek gerekirse, bunu şöyle formüle edebiliriz: Şimdiye kadar Türkiye’de Türkler Kürt sorununun nasıl çözüleceğini tartışıyordu. Bundan sonra Türkler ve Kürtler Ortadoğu sorununu nasıl çözüleceğini tartışacaklardır.
Parametrelerdeki ve paradigmadaki değişim şu popüler formülasyonlarla da ifade edilirse daha iyi kavranabilir.
Dünün ortak varsayımı Avrupa’ya giden yolun Diyarbakır’dan geçtiği idi. Yani Avrupa ile birleşmek için Kürtlerle birleş, demokratikleş, onları tanı.
Buradaki hesap yanlışı, Avrupa’nın demokratik bir Türkiye istediği idi.
Sadece demokratik bir Türkiye’ye hayır diyemeyeceği için değil; Türkiye Jeopolitik olarak Avrupa’nın dengeleri olan Rusya ve İran karşısında otomatik olarak ABD’nin müttefiği olduğu ve Avrupa Birliği içinde ikinci bir İngiltere olabileceği için ve büyüklüğü ile Almanya’nın avrupa üzerindeki kontrolünü engelleyebileceği için, Avrupa bunu istemezdi.
Yeni başlayan dönemin ortak varsayımı ise, Diyarbakır’dan geçen yolun Kerkük’e gittiğidir. Yani Kürtlerle birleşirsen, demokratikleşirsen, onları tanırsan Kerkük’e varırsın.
Avrupa’nın aksine Kerkük’teki Kürtler, Türkler, Araplar, Keldanier, Süryaniler, Asuriler demokratik bir “Türkiye”yi içinde bulundukları cehennemden çıkmak için istiyorlar. Erdoğanın ise, Sünni ve Müslüman olanlardan ötesine söyleyeceği bir şey yok.
Ama bütün bunların olabilmesi için Türkiye’nin Türkiye olmaktan çıkması, bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlanmamış gerçek bir demokratik cumhuriyet olması gerekiyor.
Bu ise herşyden önce binlerce yıllık bu devlet cihazlarının parçalanmasını; tıpkı 1791-93’de birinci Paris Komünü’nde veya 1871’de İkinci Paris Komünü’nde veya Amerika’da veya ilk İslam’ın çıktığı Mekke’de olduğu gibi, ezilenlerin üzerinde yükselmeyen, onlara hizmet eden basit, ucuz, toplu yaşamanın ihtiyaçlarını gidermeye yönelik bir devletin, artık devlet olmayan bir devletin, kurulmasını gerektirir.
Böyle bir “devletin” tohumları ise, bizzat bu mücadele içinde oluşturulabilir.
*
Peki, biz sosyalistler veya burada somut olarak devrimci veya radikal demokratlar bütün bu denklemde neredeyiz ve ne yapmalıyız?
Bis sosyalistler, radikal demokratlar küçük de olsa bir karşı odak oluşturmazsak, Öcalan ve kürtk hareketinin bütün demokratik dinamizmi, Devletçiliğin kendisini yenilemesinin, tıpkı Bizanstan Osmanlı’ya geçişte olduğu gibi, bir aracına dönüşebilir. Bu taze kanla Firavunlar çağından kalma devlet, bir Kürt-Türk devleti olarak örneğin bir uzun süre daha kendini sürdürebilir.
Ama Devrimci Demokratik bir hareketin varlığında, Kürt hareketinin demokratik dinamizmi, Ortadoğu’da gerçek bir demokratik devrimin oluşmasının yolunu da açabilir. Her iki yol da şimdilik açık görünüyor.
Elbet şu an fiili bir gücü temsil etmeyiz ama bunun nedeni programımızın, taktiklerimizin, teorik arka planımızın yanlış olması veya olmaması değil; tarihsel koşulların bunların serpilip gelişmesi ve ortaya çıkması için bir imkan sunmamasıdır.
Dinazorlar ve memeliler aşağı yukarıda aynı dönemde ortaya çıkmışlardı. İkisi de sıcak kanlı hayvanlardı ama biri yumurtayla diğeri plesentayla üreme stratejisine sahipti. 150 milyon yıl boyunca Dinozorlar daha üstün ve başarılı oldular. Ancak Dinozorların ortadan kalkmasından sonra son altmış milyon yılda memeliler gelişme ve serpilme imkanı buldular. Buna rağmen göklere hala dinazorlar (kuşlar) egemendir. Orada memeliler hala 150 milyon yıl boyunca yaşadıkları gibi karanlıklarda, mağaralarda var olabilmektedirler yarasalar gibi.
Başarıyı belirleyen çoğu kez başka koşullardır. Başka koşullarda başarının anahtarı olacak özellikler bir başka koşulda zayıflığın nedeni olabilirler.
Ancak bu genel tarihsel çerçeveye rağmen, bütün bu koşullar önceden hiçbir zaman bilinemeyeceği için, sanki varmış gibi çabalamak ve hiçbir şey olmasa bile sonra geleceklere bir örnek, bir miras, bir deneyler toplamı bırakmak da önemlidir.
İçine yeni girilen döneme en hazırlıklı güç elbette bu günün politik aktörleri arasında sadece Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi’dir.
Ancak, biz her ne kadar somut bir gücü temsil etmiyorsak da, teorik ve politik olarak hem temellerimiz hem de hazırlığımız Öcalan’ın temsil ettiği çizgiden çok daha ileridedir.
Marksizm'in Din ve Uus teorileri konusudaki en büyük eksikliklerini giderdik. Bunları somut politik ifadelerine kavuşturduk. Teorik ve kavramsal arka planımız çok daha güçlü; Öcalan’ın geliştirmeye çalıştığından çok daha tutalı ve sistematiktir.
Öcalan oldukça sınırlı bir teorik arka planla ve oldukça eklektik kavramsal araçlarla, oldukça belirsizliklerle dolu bir program geliştirebilmiştir.
Bizim programımız, somut bir güce dayanmasa bile, bir program olarak bile Kürt Özgürlük Hareketini ve Öcalan’ı daha tutarlı, açık, radikal ve demokrat pozisyonlara çekebilir, ona bir örnek oluşturabilir.
Öcalan’ın programı bütün eklektik ve eksik yapısına rağmen bugün bize en yakın, en ittifak yapılabilir programdır. Bu herşeyden öne büyük bir şanstır.
Ancak küçük bir güce rağmen büyük işler görülebelir. Modern sınıflar ve modern içi sınıfı bir kaçhaftada milyonlarla örgütlenebilir. Onun bugünkü darmadağınık hali kimseyi yanıltmamalıdır. Bunun mümkün olabildiğini, üç ay içinde İnternete yabancı kuşaklarla bile Kıvılcımlı için bir örneği olmayan Sempozyum örgütlenmesi göstermiştir.
Öcalan’ın ve Kürt özgrlük hareketinin belli sınırları ve zaafları vardır. Bunlar eklektik bir teori ve netlikten uzak bir programdan ibaret değildir. Herşeyden önce Kürtler arasına sıkışmış olmak; Modern sınıf ve tabakalar arasında güçlü bir tabandan ve etkiden yoksun olmak olarak tanımlanabilir.
Özgürlük hreketinin demkratik hedeflerine ulaşabilmesi için herşeyden önce Türkiye’nin batısındaki ve Büyük şehirlerndeki insanlarının çoğunluğunu kazaması veya onların tarafsızlığını sağlaması gerekmektedir. Özgürlük hareketinin Kürtlerin yoğun olduğu bölgeler dışında şehirlerde başarızıs kaldığı bir sır dreğildir.
Kürt özgürlük hareketini oluşturan tabanın, şehirli ama ruhça köylü yapısının batının şehirleri için hiçbir çekiciliği olmadığı, hatta çok itici bulunduğu ve bulunacağı bir sır değildir.
Bu kültürel sınırlar ve önyargılar, batıda bir demokratik hareketin oluşmasındaki en büyük engellerden biridir.
Bunun içinküçük de olsa radikal demokrak bir program etraında bir billurlaşma muazzam pratik öneme sahip olur. Bu teorik ve ve kültürel avantajını Kürt özgürlük hareketinin örgütsel ve politik gücüyle birleştirebiirse, birbirlerinin eksiklerini kapatıp, çok güçlü bir alaşım oluşturabilirler. Bakır da Kalay da tek başına yumuşak metallerdir ama ikisinin kaynaşması insanlığa çağ atlatan tuncu ortaya çıkarmıştır.
Çok uzun zamandır Kürt hareketi içindeki milliyetçiler ve Türk milliyetçisinden bayşka bir şey olmayan Türk ssoyalistleri karşılıklı bir kayıkçı döüşü ve zımni bir uzlaşma içinde, Öcala’ın Türkiyelileşmek projesini fiilen sabote etmişlerdir ve etmektedirler.
Bunun en son ve somut örneği, büyük umutlarla kurulan ve şimdi bürokratik, ruhsuz ve hantal bir aygıta dönüşmüş bulunan HDK’dır.
Türk sosyalist örgütleri hepsi tutucudur, küçük dükkânlarının ötesini görmezler. Hepsii Kürt özgürlük hareketenin etrafında yaşamaya çalışan parazitlerdir. Bu durum Kürt milliyetçilerinin de işine gelmiştir. Onlarla birlik olarak hem sanki bir şey yapılıyor gibi görünmeye devam etmişler hem de dönüp Kürtlere bakın bu Türk sosyalistleri bir şey yapamazlar, bu Öcalan bunlara niye bu kadar düşkündür deme olanağı elde etmişler Kürt hareketi içindeki konumlarını güçlendirmişlerdir. Karşılıklı al gülüm ver gülüm bu üne kadar gelmişlerdir.
Bu oyuna son verilebilirse, HDK’nın bugünk yapısı parçalanıp, yapyani bir program ve yapı temelinde tekrar örgütlenebilirse, HDK gerçekten Türkiye ve hatta Ortadoğu’daki bütün demokratik güçlerin bir toplanma noktasına dönüşip güçsüzlükleri güce dönüştürbilir.
Bunun için
a) Net bir program gerekir. Biz bu programı on yıldır sunuyoruz. Bu yazının arkasına hem uzun hem de kısa versiyonlarını tekrar koyuyoruz.
b) HDK sadece bireysel üyelik esasına dayanmalıdr. Elbet örgütler var olabiir. Kimsenin kendisini lağvetmesi istenmez. Ancak örgütler HDK’da yer alan ve çalışan üyeleri aracılığıyla bunların niceliği ve niteliği aracılığıyla bir etkide bulunabilirler.
c) BDP dahil herkesin ancak bireysel olarak katılabilduiği ve farklı platformlar oluşsa bile bunların faaliyetlerinin ancak HDK’nın tüm üyelerine açık biçimlerde olabileceği; her üyenin tüm çoğnluğu kazanmak için eşit imkana sahip olduğu bir biçim kabul edilmelidir.
Bu sgari koşullar olmadıkça Türkiye’de radikal demokrat bir hareket ve örgüt yaratılamaz.
Bütün bunları yapabilmek, için de bu programı savunan bir yayın ve HDK içinde de bu programve örgüt biçimini savunan bir platform kurulması ilk adım olabilir.
20 Mart 2013 Çarşamba
15:53
Demir Küçükaydın
Erdoğan’ın Çanakkale’deki Milliyetçilik Manifestosu’na karşı
Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu.
Radikal Demokrasinin Ortadoğu İçin programı
Ortadoğu İçin Demokratik Manifesto
Ulusçuluk Hayaleti
Bundan yüz altmış yıl önce, Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848 devrimlerinin arifesindeki günlerde, Marks ve Engels adlı, henüz otuzuna varmamış iki genç, daha sonra “Komünist Manifesto” adıyla ünlenecek bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti” sözleriyle başlıyorlardı.
Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün hayaleti, Komünizm değil Milliyetçilik oldu. Bu gün yazılacak bir bildirinin ilk sözleri: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” olabilir.
Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle, tam da “Komünizm Hayaleti”nden söz ederek başlayan bildirinin yazıldığı günlerde doğdu.
Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu günlerde, yüz yıldan fazladır felç edip böldüğü Orta Doğu’yu, yeni kan deryalarına sokmaya hazırlanıyor.
Bu gün, tüm Orta Doğu, “Verimli Hilal” de denen bölge, tarihindeki en büyük yol ayrımlarından biriyle karşı karşıya bulunmaktadır. Bölge, ya “etnilerin”, “dinlerin”, “kültürlerin”, “ulusların” birbirini boğazladığı bir mezbahaya dönecektir ya da bu “etniler”, “dinler”, “Kültürler”, “uluslar” yepyeni bir atılım için bir birikim ve zenginlik; bölgeyi yüzlerce yıldır çektiği acılardan kurtaran bir zemberek olacaktır.
Bölge binlerce yıldır insanlığın kaderinde oynadığı tayin edici olumlu veya olumsuz rolleri bir kez daha oynamaya aday görünmektedir. İnsanlığın geleceğinin nasıl şekilleneceğinde, önümüzdeki yıllarda Orta Doğu’daki mücadelelerin sonuçları büyük bir önem taşıyacaktır.
Orta Doğu’nun Tarihteki Yeri
Bundan on bin yıl önce, ilk kez insanları sürekli kıtlık tehlikesinden kurtaran ve ancak “Sanayi Devrimi”nin keşifleriyle ve dönüşümleriyle kıyaslanabilecek, “Neolitik Devrim” denen, çömlekçilikten dokumacılığa; hayvanların ve bitkilerin ehlileştirilmesinden ilk madenlerin işlenmesine kadar, sayılmakla tükenmeyecek bir buluşlar manzumesi, o muazzam altüstlük, kadın eliyle bu bölgede gerçekleştirildi.
Bundan beş bin yıl önce, düzenli tarıma ilk geçiş ve ilk kentlerin kuruluşu da yine burada gerçekleşti. Tarımın sağladığı zenginlikle ve bollukla birlikte, o artık ürünü farelerden koruyan kediler, o fazla ürün için toprakları sürmeye yarayan öküzler ilk kez buralarda birer tanrı oldular.
Tarım sayesinde ilk kez düzenli artı ürün burada ortaya çıktığından tesadüfi artıkların şölenleri yerine, dönemsel ve düzenli kutlamalar olan bayramlar ve tatil günleri ilk kez burada doğdu. Tanrı altı günde evreni yarattıktan sonra yedinci günde dinlenmeyi ilk kez burada akıl etti. Doğanın bahardaki uyanışı burada bayramlaştırıldı. Kıtlık ekonomisindeki çocuk kurbanlarından hayvancılığın bolluk ekonomisine uygun hayvan kurban etmeye ilk kez burada geçildi ve bu devrimler ilk kez burada bayramlaştırılarak insanlığın hafızasına kazındı.
Ama tarım ekonomisine geçiş insanlığı sadece kıtlıktan kurtarmakla kalmadı, bunun bir de kefareti oldu: bu aynı zamanda uygarlığın yani sınıfların, paranın, devletin, yazının da ortaya çıkması demekti. Yazı, yani bilgi ağacının meyvesi, yani uygarlığa geçiş aynı zamanda masumiyetin yitirilişi, cennetten kovulma idi. İnsanoğlu Cennetten kovulup, yeryüzü cehennemine burada düştü. Yine burada Habil ve Kabil adlı kardeşler arasındaki ilk cinayetin bir tarlada işlenmesi bir rastlantı değil; gerçek tarihin dürüst ve çocuksu bir saflıkla anlatımıdır.
Tarımla birlikte ilk kez şehirler, yazı, rahipler, ticaret, para, tüccarlar, sınıflar, devlet, ordular, siyaset, yani özetle uygarlık da ilk kez bu topraklarda ortaya çıktı.
Bu gün Avrupa’nın Avrupa Uygarlığının temeli olarak kendine mal etmeye çalıştığı Klasik Yunan Felsefesi bu toprakların ürünü ve zirvelerinden biridir. Yunan matematikçileri, doğa bilimcileri, filozofları, o zamanlar henüz isimleri bile olmayan, yerlerinde boş bataklıklar ve ormanlardan başka bir şey bulunmayan, Roma, Paris, Londra, Brüksel veya Berlin’de değil; İskenderiye’de, Babil’de geziyorlar, çalışıyorlar, tartışıyorlar ve bilgilerini zenginleştiriyor; oralarda birikmiş bilgileri sınıflandırıyorlar; o bilgilerden hareketle genellemeler yapıyorlardı.
Daha sonra Avrupa’da doğan kapitalizmle birlikte tüm dünyaya yayılan, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanının üç büyük tek tanrılı dini, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam bu topraklarda doğdu ve gelişti. İbrahim ve Muhammet bu topraklarda kervancılık yapıyor, bu toprakların binlerce yıllık geleneklerinden süzdükleriyle peygamberleşiyorlardı. Roma’nın evrensel boyutlarının yansısı ilk evrensel din, İsa aracılığıyla bu topraklarda doğuyordu.
Bu topraklar Çin, Hint ve İran uygarlıklarının yanı sıra binlerce yıl boyunca, en büyük uygarlık beşiklerinden biri oldu. Dicle Fırat ve Nil nehir boylarında doğan uygarlık, binlerce yıl boyunca, tıpkı su yüzündeki bir yağ damlası gibi yavaş yavaş yayıldı. Tüm Akdeniz’in Doğusu, Afrika’nın kuzeyi ve Avrupa’nın Güneyini kapladı. Bu bakımdan Akdeniz bu uygarlığın bir yayılışıdır. Akdeniz binlerce yıl boyunca, kapitalizmin doğuş çağında Atlantik Okyanusunun ve bu gün giderek artan bir ölçüde Pasifik Okyanusunun dünya ekonomisindeki tayin edici rolünü oynadı.
Buna bağlı olarak bölgenin siyasi biçimi olan, ticaret yollarının emniyetini sağlayan imparatorluklar, önceleri sadece Nil ve Dicle-Fırat nehirleri boyunca yayılırken, daha sonra bütün doğu Akdeniz’i, yüksek yarımadaları (Anadolu, Yunanistan, İtalya) ve nehir boylarını kaplar hale geldi. Romalılar Akdeniz’e “Mare Nostrum” (bizim deniz) derlerdi; gerçekte ise Roma Akdeniz’e aitti. Bölgenin iktisadi birliği, imparatorlukları yaratıyor; imparatorluklar da bölgenin birliğine siyasi ve kültürel bir boyut verip onu güçlendiriyordu.
Roma İmparatorluğunun sınırları, aşağı yukarı, Bizans ve Osmanlı’nın da sınırları idi. Bu imparatorluklar, iyi kötü bu uygarlık beşiğinde bir düzen sağlayabiliyor, tarihsel ve coğrafi olarak bir bütün olan bölge binlerce yıl boyunca, insanlığın uygarlık beşiklerinden ve zirvelerinden biri olma özelliğini koruyabiliyordu. Böylece bir zamanlar Babil'in asma bahçelerinin olduğu yerlerde binlerce yıl sonra bile, Abbasiler döneminde Bağdat’ta olduğu gibi, yeni yükselişler yaşanabiliyordu.
Fakat bölge bu gün, bu göz kamaştırıcı geçmişiyle tam bir zıtlık içinde yoksulluk, gerilik, çatışmalar ve perspektifsizlik içindedir. Doğanın ona bahşettiği petrol ve su gibi zenginlikler onun en büyük felaketi olmuştur. Ama sadece doğa tarihinin ona bahşettikleri değil, insanlık tarihinin ona bahşettiği zenginlikler de, yani binlerce yıllık kökleri olan kültürler, diller, dinler de, yani bizzat kendi tarihi de onun bir felaketi olmuştur.
Bölge, sadece maddi zenginliklerinin soyulması karşısında değil, tarihinin çalınması karşısında bile tarihini savunamaz durumdadır. Bu zengin tarih uluslar tarafından yağma edilmektedir. Bu toprakların çocuğu olan Hıristiyanlık, bu toprakların binlerce yılık tecrübe ve bilgi birikiminin bir sentezi olan “Klasik Yunan Felsefesi” ve bilimi ve sanatı, Batı ve yeni yaratılan Avrupa ulusu tarafından Avrupalılığın bir bileşeni olarak bölgenin tarihinden ve bilincinden çalınmaktadır. Hıristiyanlığı ve Yunan Felsefesini Avrupa’ya bırakarak, bölgeyi İslam ile tanımlayarak yoksullaştıranlar; bölgenin bu manevi soyuluşunun suç ortaklığını yapmaktadırlar. İbrahim ve Musa Siyonist ulusçularca; Muhammet Arap ulusçularınca; İsa Avrupa ve başka Hıristiyan nüfuslu ulusçularca çalınmıştır.
İnsanlığın tarıma geçişini sembolize eden bayram olan Newroz, Kürt ulusçuluğunun bayramı olmuştur. İyonyalı ya da Atinalı veya Egeli Filozoflar Yunan ulusunun mülkiyetine geçirilmiştir. Saddam Nabukadnezar’ın Irak, Türkler Sümer ve Hitit ve Osmanlı’ların Türk; Mısırdaki yöneticiler Neferetit ya da Ramses’in Mısır ulusundan olduğuna yemin etmektedirler. Bölgenin tarihi uluslar ve ulusçular tarafından çalınmakta, kendilerini dine, dile, etniye gör tanımlayan ulusların mülkiyetine geçirilmektedir. Bölge, kendi tarihini mülkiyetine geçiren bu gerici ulusçulukları mülksüzleştirmeden, kendi tarihiyle barışmadan; Muhammet’i Arapların, Musa ve İbrahim’i İsrailli Siyonistlerin; İsa’yı Avrupalıların; Sokrat, Aristo, Arşimet veya Sofokles’i Greklerin ve Avrupalıların; Nabukadnezar’ı Saddam veya Iraklıların; Kava’yı veya Selahaddin’i veya Newroz’u Kürtlerin; Sümerleri, Hititleri, Osmanlı’yı ya da Köroğlu’nu Türklerin mülkiyetinden kurtarmadan tekrar tarihine uygun bir kimliğe kavuşamaz.
Ulusçuluk ve Orta Doğu
Nasıl oldu da, bölge maddi ve manevi zenginliklerinin böyle soyulması karşısında suskun ve çaresiz kaldı ve bu soyguna suç ortağı oldu? Bu sırrın anahtarı, bölgeyi kurt dalamış sürüye çeviren, onun tarihini yağma eden, yirminci yüzyılın hayaleti ulusçuluktadır.
Ulusların birbirini boğazlamasına ve her dil, din veya etninin bir ulusal devlet oluşturmasına karşılık düşen “Balkanlaşma” kavramının bu bölgedeki bir yarım adanın, aynı zamanda da bölgenin son imparatorlukları olan Bizans ve Osmanlı’nın kalbi olan bölgenin adını taşıması rastlantı değildir. Din, dil ve aşiretlerin birbirleriyle çatıştığı kaos ortamlarını tanımlamakta kullanılan “Lübnanlaşma”nın da yine dünün bu uygarlık beşiğinden bir bölgenin adını taşıması da rastlantı değildir.
Ve bu gün Orta Doğu, yeniden bir Balkanlaşma ve Lübnanlaşma felaketine doğru doludizgin yol alıyor. Bu gidişi tersine çevirmenin tek yolu, bölgeyi böyle “Balkanlaşma” ve “Lübnanlaşma” felaketlerine sürükleyen tarihsel mekanizmayı anlamaktan geçer.
Bu bölge, Çin ve Hint gibi diğer klasik uygarlık beşiklerinin tersine, bölgede modern kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan dile, dine, etniye dayanan ulusçuluk karşısında hiçbir savunma mekanizması bulamamıştır. Bu mekanizmayı bulamadığı sürece de parça parça olmaya ve kanamaya mahkûmdur.
Ulusçuluk ve Diğer Uygarlıklar
Diğer uygarlık beşikleri karşısında bölgeye klasik çağlarda güç veren her şey onun güçsüzlüğünün nedenleri haline gelmiştir. Hiçbir uygarlık beşiği, modern kapitalizmin ve ulusçuluğun saldırısı karşısında, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık beşiği kadar zayıf ve savunmasız olmamıştır.
Çin uygarlığı bir kıyaslama olanağı sağlar. Orada onlarca farklı dilde ve lehçede halk bulunmasına ve bu diller ve halklar arasındaki farklar Orta Doğu’daki dillerin ve halkların farklarından hiç de az olmamasına rağmen, Orta Doğu’yu parçalayan, neredeyse her dilin ve her dinin bir ulus oluşturması gibi bir süreç Çin’de yaşamamıştır. Çin’deki diller, halklar ve dinler, dine, dile, soya, etniye göre ulusların oluşmasına bağışık (şerbetli) kalmışlardır. Ulusçuluk mikrobu Çin’de bir hastalığa yol açmamış, Çin uygarlık alanının bölünmesini getirmemiştir. Çin’de ulusal hareketler sadece Uygurlar ve Tibetliler gibi, farklı alfabe kullanan halklarda görülmektedir.
Niçin? Çünkü Çin’in seslere değil, piktogramlara dayanan arkaik yazısı, farklı dillerin aynı şekillerle anlaşmasını mümkün kılıyordu. Böylece farklı dillerin farklı alfabeler ve yazı dilleri dolayısıyla da farklı entelijansiyalar ve uluslar yaratmasının maddi ve teknik koşulları ortaya çıkmıyordu. Böylece, Çin uygarlık alanı, alfabesinin, Akdeniz uygarlık alanının seslere dayanan alfabesinden çok daha ilkel olması sayesinde, ulusçuluğun kendisini kurt dalamış sürüye döndürmesinden korunmuş oluyordu.
Orta Doğu’da ise, hepsi de seslere dayanan, Latin, Yunan ve Arap alfabeleri, tam tersine bir gidiş için olağanüstü uygun koşullar sunmuştur. Bu sayede her dil, ayrı bir yazı diline ve dolayısıyla da bir entelijansiya ve tarih, yani millet yaratma olanağına sahip olmuştur. Orta Doğu’ya Çin karşısında kıvraklığını veren seslere dayanan alfabe, ulusçuluk mikrobu karşısında güçsüzlüğünün koşullarından biri olmuştur.
Ama sadece Çin değil, Hint alt kıtası da ulusçuluk karşısında Çin’den daha az şerbetli olmamıştır. Hindistan’da da yüzlerce halk ve dil bulunmasına rağmen, bunların hiç biri ayrı bir ulus oluşturmaya kalkmadı. Bu ulusçuluk, sadece kendini dinle tanımlayan ulusçuluk biçiminde, Hint alt kıtasının kuzeyinde, Pers ve İslam uygarlığının etkisinde kalmış bölgelerde (Pakistan, Bengaldeş) bir varlık gösterebildi.
Bunun nedeni de yine, Hint alt kıtası uygarlığının arkaik karakterinde gizlidir. Tıpkı kıtaların hareketleri sonucu diğer kıtalardan izole olan Avustralya ya da Madagaskar’ın diğer türlerin etkilerine kapanması nedeniyle, oradaki canlıların yaşayan fosiller olarak kalmaları gibi, Hindistan da, Himalaya dağlarının oluşturduğu aşılmaz doğal set nedeniyle, benzer bir sosyal izolasyon yaşamış, bir tür yaşayan fosil özelliği kazanmıştır. Dış etkilerin ve başka halkların istilalarının bin yılda bir kere yaşanması nedeniyle; kapitalizm öncesi uygarlıkların temel eğilimi olan kastlaşma orada en uç noktalara varmıştır. Böyle bir sistemde, her etni, her dil, her halk aynı zamanda bir kast oluşturmuştur. Bu ise, her biri ayrı halklardan oluşan kastların ayrı uluslar olarak şekillenmesinin, ayrı bir burjuvazi ve entelijansiya çıkarmalarının maddi koşullarını ortadan kaldırmıştır.
Buna karşılık, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanı ise, tarihin yolgeçen hanı gibidir. Sürekli “barbar” halkların istilaları ve imparatorlukları yıkışları, kastlaşma eğiliminin gelişmesine hiçbir zaman fazla olanak tanımamıştır. Kast yapısı, sadece belli işlerde belli bölgelerin veya halkların uzmanlaşması eğilimi olarak doğuş halinde kalmış, Hindistan’daki gibi bir geçişsizlik, bir dokunulmaz paryalar kastı hiçbir zaman olmamıştır. Bizzat kendileri bölgenin bu özelliğinin bir yansıması olan Hıristiyanlık ve İslam gibi toplumsal sistemi düzenleyen dinler de, böyle bir kastlaşma eğiliminin önünde bir engel olmuşlardır. Kastlaşma eğilimi sadece Yahudiler ve Romalar biçiminde varlığını toplumun gözeneklerinde sürdürebilmiştir.
Hemen görüleceği gibi, Orta Doğu ve Akdeniz uygarlık alanına kıvraklık veren kastlaşmama, yani farklı dillerin ve halkların belli sınıflar ve meslekler biçiminde, jeolojik katmanlar gibi taşlaşmaması da ulusçuluk karşısında onu savunmasız bırakmıştır.
İran – Pers uygarlık alanı ise, ulusçuluğun bu meydan okuyuşuna, Pers, Sasani uygarlık birikiminin ve kültürünün İslam altında devam eden biçimi olan Şiilikle; ulusu, yani siyasi olanı, Şiilikle tanımlayarak cevap vermiştir. Ulusun, dile, soya, kültüre göre tanımlanması karşısında, dine, ama İran uygarlık alanının dinine göre tanımlanmasının, bu uygarlık alanının birliğini ne kadar sürdürebileceğinin cevabı henüz ortada durmaktadır.
Orta Doğu ve Akdeniz ise bu soruya henüz cevabı bulabilmiş değildir. Akdeniz’in kuzeyi ve Avrupa’nın Güney’i bu cevabı Orta Doğu, Akdeniz alanından Avrupa alanına geçerek, yani kaderini bölgenin kaderinden ayırarak en azından kendisi için kısmi çözüm bulmaktadır. Afrika’nın Kuzeyi, Mezopotamya, Anadolu ve Kafkaslar ise kanamaktadır ve böyle giderse daha çok da kanayacaktır.
Soyut bir olasılık olarak, bölge içinden bir ülkenin, yani Türkiye’nin de, diğer Güney Avrupa yarımadaları gibi yaparak, ulusu Avrupa yurttaşlığıyla tanımlayacak bir Avrupa Birliği çerçevesinde Balkan Halklarıyla yeni bir birliğe yönelmesi belki, sadece bu ülkenin yangından kaçmasını sağlayabilir. Bizans ve Osmanlı’nın kalbinin Balkan ve Anadolu olması böyle bir olasılığı çağrıştırmaktadır. Ama yangın ve kanama bölgeyi tüketmeye devam edecektir.
Ne var ki, somutta, bu giriş, ancak, Kürdistan’ın dışta kalması ve böylece Türkiye’nin Avrupa’nın en büyük ve kalabalık ülkesi olmaktan çıkmasıyla ve buna bağlı olarak Devlet Bürokrasisinin iktidarını büyük ölçüde yitirmesiyle olabilir. Bu günkü Türkiye’nin sahilleri ve batısı ve ortasında yaşayan Türkler yanan evden kaçmış olurlar. Yani Şimdi Kıbrıslıların yapmaya çalıştığını veya Doğu Almanların veya Doğu Avrupalıların yaptığını yapmış olurlar. Ama bu da bölgeye ilişkin sorunu ortadan kaldırmaz.
Eski uygarlıkların siyasi biçimlerine tekrar dönmek mümkün değildir. Modern uygarlığın biçimi olan etniye, dile dine dayalı ulusal devletler ise, bölgenin paramparça olmasına, ulusal baskılara, ulusal ve dinsel katliamlara, sürekli çatışmalara yol açmaktadır.
Katliamlar ve zorla nüfus değişimleri ve asimilasyon ile etnik ve dilsel sınırlar ile siyasi sınırların çakışması sağlandığında bile, bunun yol açtığı düşmanlıklar ve ortaya çıkan küçük devletler ekonomik gelişme için çok büyük bir engel oluşturmaktadır. Bölge sadece savaş ve çatışma zamanlarında değil, barış zamanlarında da yoksulluk içinde kalmaktadır. Bu da, dünyanın en büyük petrol ve su rezervlerinden birine sahip olan bölgenin, büyük güçlerin baskı ve oyunları karşısında tam bir av alanına dönüşmesine yol açmaktadır. Ve büyük güçlerin müdahaleleri de tekrar yoksulluğu, bölünmüşlüğü ve büyük güçlerin egemenliğini pekiştirmektedir. Yani kendi kendini besleyen kısır bir döngü ortaya çıkmaktadır.
Bu çıkmazdan nasıl çıkılır? Bu çıkmazdan çıkışın bir yolu var mıdır?
Evet vardır. Eğer bu başarılırsa, sadece bölge için değil, tüm insanlık için de bir atılım sağlanabilir. Bu çare yine bizzat ulus ve ulusçuluk denen modern fenomenin sırrında yatmaktadır.
Ulusçuluk ve Dil
Çin’in ve Hint’in gösterdiği gibi, ulusun ve ulusçuluğun dinle, dille, etniyle, soyla hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır. Eğer olsaydı, bu gün bu eski uygarlık beşiklerinde dile, dine, etniye dayanan onlarca devlet olması gerekirdi.
Ama sadece Çin ve Hint değil, ulusçuluğun ilk doğuşu ve ilk modern uluslar da, ulusun dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle bir ilişkisinin olmadığını kanıtlar.
Kuzey Amerika’da ilk uluslardan biri olan ABD’yi kuranlar, göçüp geldikleri İngiltere'dekilerden başka bir dil ve soy ya da dinden değildiler. Güney Amerika’nın ulusların kuran “criollo”lar, kendilerine karşı savaştıkları İspanyol’larla aynı dili, geçmişi ve dini paylaşıyorlardı. Fransız devriminin ve ulusunun bayrağı olan üç renk, dile, etniye, kültüre ya da dine ilişkin en küçük bir çağrışım içermiyordu.
İlk ulusların doğuşunda bu çok açıktır, aynı dili, dini, kültür paylaştıklarına karşı savaş içinde oluşan Amerikan uluslarının kendilerini dile, dine, soya göre tanımlamaları düşünülemezdi bile. Aynı dilden ve dinden asillere ve krala karşı savaş içinde oluşan Fransız ulusu kendini etnik, dilsel veya dinsel olarak tanımlamamıştı.
Başlangıçta, yurttaş ve insan neredeyse aynı anlamda kullanılıyordu. Böylece, ulus sömürgeci ya da feodal ayrıcalıklara karşı tanımlanmış siyasal birimin, hakları insan haklarıyla tanımlanmış yurttaşlarından oluşuyordu. Bu potansiyel olarak bir dünya cumhuriyeti fikrini bile içeriyordu
Bu ulus, hem içeriği bakımından devrimci ve demokratikti, hem de din, dil, soy, kültürü tıpkı politik alanın dışına atıyor ve ilke olarak devletin onlar karşısında tarafsızlığını savunuyordu. Politik olanın, yani devletin, nasıl dini olmuyorsa, dili, etnisi, kültürü de olmuyordu. Ortak konuşma dili ise sonradan dile dayanan ulusçuluktakinden çok farklı bir anlama sahipti. Politik olanın tanımlamasının aracı değil, teknik bir sorunun çözümü olarak bir anlam taşıyordu ve diğer dillerin başka uluslar olarak tanımlanmasına yol açmıyordu. Alsas Loren’in Almanca konuşanları, kendini eşitlik, özgürlük, kardeşlik ile tanımlamış Fransız ulusundan ayrı bir siyasi tanımlama içinde değildiler.
Bütün bu örnekler, bizlere ulusun ve ulusçuluğun özünün dil, din, soy, etni, kültür, ırk, tarihsel ortaklıkta değil başka yerde aranması gerektiğini gösterir. Onun özü politik olanı tanımlamasındadır.
Ulus ve Ulusçuluk Nedir?
Nasıl Allah’a inananların Allah hakkında anlattıklarından Allah’ın ne olduğu anlaşılamaz ise, Ulusçuların ulus hakkında anlattıklarından da ulusun ne olduğu anlaşılamaz. Nasıl insanlar Allah’ı kendileri yaratmış olmalarına rağmen, Allah tarafından yaratıldıklarına inanırlarsa; ulusçular da ulusları kendileri yaratmalarına rağmen, uluslar var olduğu için kendilerinin var olduğuna inanırlar. Ve inananların Allah’ı tanımlaması gibi Ulusu tanımlarlar. Bu tanımlama, her ulusta ve ulusçulukta, tıpkı farklı tanrı inançlarında tanrının tasvirinin değişmesi gibi değişir.
Ulusçular, ulusal olan dışında bir var oluş düşünemediklerinden, ulusçuluğu da ulus gibi, tanımlarlar: her hangi bir ulusun çıkarlarını öne almak olarak. Bu tanım ulusçuluğun ne olduğunu değil, ulusçuların ulusçuluk hakkındaki tanımlarını gösterir.
Hâlbuki yöntemsel ve mantıki olarak, ulusçuluk, ancak, kendi dışındakine göre tanımlanabilir. Ulusçuluk, ulusal olanla politik olanın çakışması gerektiği anlayışıdır. Ama bu, politik olan diye bir alan olduğu anlayışını var sayar. Yani ulusçuluk, örneğin politik olanın, özel olandan ayrı olmayacağı gibi bir anlayışa dıştalar. Ya da örneğin politik olanın ulusa göre tanımlanamayacağını ve ulusal olanın özel olana ait olduğu, bir inanç ve vicdan sorunu olduğunu savunan bir anlayışı da dıştalar. Bu anlayışlar karşısında bir diktatörlüktür.
Ulusçuların ulusçuluk tanımları, aslında ne olduğu kanıtlanması gereken şeyi, bir kanıt ve çıkış noktası olarak ele almakta, kendini üreten, içine kapalı bir daire oluşturmaktadır.
İnsanlar ulusal çıkarları öne almamak gerektiğine inanabilirler ama ulusal olan ile politik olanın birliği düşüncesini savunuyorlarsa yine de ulusçu olabilirler. Bu anlamda, enternasyonalizm ulusun değil sınıfın çıkarını öne almasına rağmen; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamadığı; buna dayandığı ve bunu savunduğu için ulusçuluktan başka bir şey değildir.
Zaten tam da bu nedenle, ulusçuluk, yirminci yüzyıl boyunca zafer yürüyüşünü enternasyonalizm bayrağıyla gerçekleştirmiştir. Ya da Enternasyonalistler ulusal bayraklarla hareket ettiklerinde zafer kazanmışlardır.
Ulusçuluk ve Politik - Özel Ayrımları
Ulusçuluğun iki ön koşulu vardır. Toplumda, politik, yani devlete ilişkin olan olarak tanımlanmış ayrı bir alanın varlığının var sayımı.
Politik bir alanın varlığının kabulü ulusçuluğun ön koşuludur. Ama bunun da ön koşulu, bunların ayrı alanlar olduğunu düşünmektir. Yani Özel ve Politik ayrımı gibi bir kavrayış olmadan ulusçuluk var olamaz. Modern toplum bu ayrıma dayanır. Bu ayrım ise aslında modernite öncesi toplumu düzenleyen dinlerin, politik alandan uzaklaştırılmasının aracından başka bir şey değildir.
Ulusçuluğun ikinci koşulu bu ayrım ortaya çıktıktan sonra, politik olanın tanımında çıkar. Politik olanı ister yurttaşlıkla, ister dille, ister dinle, ister etniyle, ister belli bir bölgede yaşayanlarla sınırlayan ve onlarla çakışması ilkesine dayanan her anlayış ulusçuluktur. Bunlardan hangisinin geçerlik kazanacağını tarihsel ve ekonomik durum, sınıflar, onların ilişkileri ve güçleri belirler.
Ulusçuluk, ancak, nasıl tanımlanırsa tanımlansın,(yani ister bir devletinin yurttaşlarının haklarıyla, ister etniyle, dille, ırkla, dinle tanımlansın) ulusal olanın “özel”, “inanç” alanına, yani ulusçuluğun dinleri attığı yere ve kendisinin de gerçekte ait olduğu yere atılmasıyla, yani politik olanla çakışması ilkesinin reddedildiği yerde biter. Ulusçuluğu, dine, dile, etniye göre tanımlamaktan vazgeçmek ulusçuluğun ve ulusal devletin sonu değil, ulusçuluğun daha reaksiyonur bir biçiminin sonudur. Ulusçuluk, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın belli bir şekilde sınırlanması olduğunda daima var olur.
Ulusların doğuşunda politik olanı ulusal olan değil, ulusal olanı politik olan belirliyordu. Ulus politik olanın kapsadığı yurttaşlardan oluşuyordu. Politik olan ise, başlangıçtaki nispeten demokratik ulusçulukta, dil, dine, soya, kültüre göre değil, bütünüyle tesadüfi denebilecek, krallık ya da sömürge idaresinin sınırlarına göre belirlenmekteydi. İspanyolların Güney Amerika’daki idari bölümlemeleri, Güney Amerika uluslarının sınırlarını oluşturmuştur. Aynı şekilde Kuzey Amerika ulusları da İngiliz sömürge idaresinin izlerini taşır. Fransız ulusu Krallığının egemenlik alanındaki yurttaşlar oluşturuyordu. Bunun somut tarihte hiçbir zaman bu mükemmellikte gerçekleşmemiş, bazı çarpılmalara uğramış olması bu özünü değiştirmez.
Yani başlangıçta ulusal olanın sınırları kendini politik olanın sınırlarına göre belirlerken, sonradan ortaya çıkan dile, etniye, dine dayanan gerici ulusçulukta, bunlara göre tanımlanmış ulusun sınırlarının politik olanının sınırlarını belirlemesi gerektiği gibi bir sonuca ulaşılmış ve bu ön yargı bu gün tartışılmaz bir yaygınlık kazanmıştır.
Ve bu gün artık insanlar uluslar olduğu için ulusçuların var olduğu düşüncesini tartışılmaz bir hakikat gibi kabullenmiş bulunuyorlar. Yani tıpkı, sınıfların insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız olarak var olduğu ve nasıl sınıflar olduğu için sınıf bilinci varsa; insanların kabul ve bilinçlerinden bağımsız uluslar olduğu için de ulusçuluğun var olduğu ve ulusal bilincin oluştuğu düşüncesine alışmış ve bunu hiç sorgulamadan kabullenmiş bulunuyorlar.
Tıpkı tanrıları yaratan insanın, kendini tanrıların yarattığına inanması gibidir bu. Ulusları yaratan ulusçular; ulusların kendilerini yarattığına inanmaktadırlar.
Ulusçuluk ve Din
Ulusçuluk modern çağın dinini, yani özel ve politik ayrımının, karşı devrime uğramış biçimidir. Bu anlamda ulus da modern çağın tanrısı sayılabilir. Eşitliği kuran bir tanrı değil; devletin teli olan bir tanrı.
Eski uygarlıklarda politik ve özel gibi ayrımlar yoktu. Politik ve Özel ayrımı, bu ayrımı kabul etmeyen dinler ve düzenler karşısında bir diktatörlüktür.
Örneğin toplumdan yani kamusal olandan ayrı bir devleti, siyaseti, özeli tanımayan, komünün kendisinden başka bir şey olmayan Alevilik, ben silahlı adamlar tanımıyorum, bende yazı yok, ben vergi memuru tanımıyorum, ben bir inanç değil, toplumun kendisiyim, onun düzeniyim diyemez. Dara çıkmanın yerini mahkemeye çıkmak alır. Sözlü kültürün yerini zorla okula gidip yazıyı öğrenme. Vergisiz ve silahsız bir toplumun yerini, vergiler, askerlik hizmeti alır. Böyle davranmayı kabul etmeyen imha edilir. Bir inanç olmaya zorlanır. Aleviler de Aleviliğin bir inanç olduğun kabullendikleri an artık, politik olanın ayrı olmasını ve politik olanın ulusa göre belirlenmesini kabul etmişler demektir. Yani artık birer milliyetçidirler. Sorun artık sadece nasıl bir milliyetçi olacaklarında, yani politik olanın neye göre tanımlanacağındadır.
Aynı şey, klasik uygarlıkların toplumsal ve siyasal düzenlerini sağlayan dinler için de geçerlidir. Müslüman, ben şeriat mahkemesinde yargılanıp onun kararına uymak istiyorum; bu günkü devlete değil, o kadıların maaşını karşılayacak devlete vergi vermek istiyorum diyemez. Dediği an yok edilir. Böylece Müslümanlık da aynı şekilde, özel ya da inanç olarak tanımlanmış gettoya tıkılır. Klasik uygarlıkta İslam'ın üstlendiğini bu sefer ulus üstlenir. Müslümanlar, İslamiyet'in bir inanç olduğunu kabul ettikleri takdirde, politik olanın dışında bir inanç olarak var olabilirler. Müslümanlığın bir inanç olduğunu kabul eden her Müslüman, aslında politik olanın ulusa göre tanımlanmasını kabullenmiş bir milliyetçidir de artık.
Bu nedenle “İslami düzen” hedefi, kendi iddiasının aksine, başka bir uygarlık ve değerler sistemi değil, bu günkü ulusçuluğa dayanan burjuva uygarlığının yaygınlaştırılmasıdır. Politik İslam’da dile gelen şeriat devleti talepleri, eski uygarlığa ve onun politik biçimine bir dönüş değil; İran’da veya diğer şeriat devletlerinde görüldüğü gibi, politik olanın, yani ulusun, İslam’ın belli bir yorumuna göre tanımlanmasından başka bir şey değildir. Yani etnik veya dile dayanan gerici ulusçulukla, örneğin Türk ulusçuluğuyla ayrılığı özden değil, ulusun neye göre tanımlanacağı noktasındadır. Etnik milliyetçilik veya dile dayanan milliyetçilik nasıl etniyi veya dili politik alanın tanımlamasında kullanır ve etnik ve dilsel baskıların yolunu açar ve örneğin dini özel alana hapsetmeye yararsa; politik İslam da dini politik alanın tanımlamasında kullanıp diğer dinlerin, dinsizlerin ve laiklerin üzerinde bir baskının yolunu açmaya buna karşılık örneğin etniyi veya dili özel alana hapsetmeye ve örneğin İran’da olduğu gibi, böylece birçok etniyi ve dili bir arada tutmaya yarar.
Bu anlamda dine ve onun belli bir yorumuna dayanan ulusçuluk, dile, soya, ırka dayanan demokratik olmayan gerici ulusçuluğun değişik bir versiyonudur. Bu anlamda, Molla oligarşisinin veya Türkiye’deki Devlet oligarşisinin ayrılığı modern ve gerici ayrımı değil; ulusun hangi ayrımcı kritere göre tanımlanacağı üzerinedir. Türk egemenleri, dile ve soya, İran egemenleri (veya Politik İslam) dine (Şiiliğe) dayanarak egemenliklerini sürdürebileceklerini düşünüyorlar.
Milliyetçiliğin ya da ulusçuluğun zaferi, eski toplumların yaşamını düzenleyen “din”lerin, birer inanç, yani özele ait, politika dışı oluşunun kabulüyle başlar. Bu anlamda, bu gün inanç denerek, özel olanın gettosuna tıkılan dinler, kapitalizm öncesinin milletleri; bu gün onların işlevini yüklenen milliyetçilik de, modern çağın dinidir.
Milliyetçiliğin cezası suçunun cinsinden olmalıdır. O nasıl eski çağlarda bu gün ulusçuluğun yaptığı işi yapanları inanç gettosuna kapattıysa, ona da aynı ceza verilmelidir. Ulusçuluğun cezası, onun politik alının dışına sürmek olmalıdır.
Ne var ki, milliyetçiliği, en demokratik veya en gerici biçimleriyle, diğer dinlerin yanına, inançla tanımlanmış özel olan gettosuna atmak henüz bu burjuva uygarlığı ve toplumunun ufku içindedir.
Burjuva uygarlığının ve ufkunun ötesi ise, özel ve politik ayrımının aşıldığı noktada başlar. Ulusal olanı özel olanda tutmak aynı zamanda politik olanı ulusal olanla tanımlamak isteyen karşısında bir diktatörlük demek olacaktır. Bir sınıf mücadelesi aracı olarak devlet olduğu sürece, politik olan ve dolayısıyla da özel olan ve dolayısıyla bunların nasıl tanımlanacağı sorun olacaktır.
Sınıf mücadelesi aracı olarak devletin ortadan kalkması, aynı zamanda politik olanın da yok olması anlamına gelir. Ancak politik olan yok olduğunda, onun neye göre tanımlanacağı sorunu da ortadan kalkar.
Demokratik ve Gerici Ulusçuluk
Hemen görülebilir ki, soyut bir olanak olarak örneğin Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan tüm dinlerden, dillerden halkların padişahın ve devletin egemenliğine karşı mücadele içinde, sonraki bölünme ve acılara uğramadan; dinler, diller etniler karşısında tarafsız; tıpkı ABD’de ya da Fransız Devrimi’nde olduğu gibi nispeten demokratik bir ulusun ortaya çıkmasına yol açabilirdi.
O zaman, bu Orta Doğu uygarlık alanı da, tıpkı Çin veya Hindistan gibi tarihsel bütünlüğünü koruyabilir; halkların boğazlaşmaları ve katliamlarına uğramadan yaşayabilirdi. Yani, demokratik ve devrimci bir ulusçuluk bile, bu uygarlık alanının tıpkı Çin veya Hint’te olduğu gibi bütünlüğünü korumasını sağlayabilirdi.
Osmanlı’ya ulusçuluk önce bu biçimler içinde girdi. Bugün Yunan ulusçuluğunun sembolü olmuş, Velensinli Rigas’ın hedefi Osmanlı topraklarında her hangi bir dil, din, etniyle tanımlanmayan bir ulustu. Tevfik Fikret, Padişaha Suikast düzenleyen Ermeni devrimcinin başarısızlığına üzülen şiirler yazıyor; vatanım ruyi zemin milletin insanlık diyordu. Bu örnekler çoğaltılabilir. Yani bugünkü gerici ulusçuluğun zafer bur kader ve biricik yol değildi.
Ancak bu umut verici başlangıçlar, karşı devrimci sınıfların mücadelede önderliği ele almasıyla ve Osmanlı Devletinin gericiliğinin baskısıyla giderek geriledi ve ezildi.
Ulusu bir dille, bir dinle, kültürle vs. tanımlayan bu çifte kavrulmuş reaksiyoner milliyetçiliğin hayaleti komünizm hayaletiyle birlikte Avrupa’da (Almanya ve Orta Avrupa’da), aynı olaylar içinde ve ona bir cevap olarak ortaya çıktı. Yani dünyada gerici Ulusçuluk Hayaletini ortaya çıkaran Avrupa’daki “Komünizm Hayaleti”ydi
Böylece burjuvazi hem demokratik görevler hedef olmadan bir modern devlet kurma olanağı elde ediyor hem de geniş emekçi kitleler demokratik hedeflerden uzak tutulup aralarında çatışma yaratılabiliyordu. Bu bakımdan, etniye, dile, soya dayanan milliyetçilik, burjuvazinin ezilenleri kendi ideolojik egemenliği altına almak için bulduğu en etkili silahtır. Dolayısıyla bir sınıf mücadelesi aracıdır.
Tarihin sınıflar mücadelesi olduğu gerçeği, kendini tarihin uluslar mücadelesi olduğu biçiminde göstererek hükmünü sürdürüyordu. Yani Tarih tam da sınıflar mücadelesi olduğu için, uluslar mücadelesi olarak görünmektedir. Uluslar mücadelesi, burjuvazinin ezilen sınıflara karşı mücadelesinin bir biçimidir.
İlk zamanların nispeten demokratik ulusçuluğu, bundan sonra her yerde gerici ulusçuluk karşısında birbiri peşi sıra yenilgiler almaya başladı. Devrimci Demokratik ulusçuluğun son yükselişi ve başarısı, Amerika’da Kuzey’in Güney’e karşı zaferinde görüldü.
Amerika bu gün hala modern uygarlığın modeli ve ideali olmaya devam ediyorsa, bunu, siyahları ulusun tanımından dışlayan gerici ulusçuluğa karşı savaşmayı göze alıp bu zaferi kazanmasına borçludur.
Amerika’nın ulaştığı refah ve özgürlüklere ulaşmak isteyen her toplum ve bölge, ulusu dile, dine, soya, ırka göre tanımlayan gerici ulusçulukla savaşmayı göze almak ve ona karşı zafer kazanmak zorundadır.
Bu gün bile Amerika’ya meyden okumak isteyen Avrupa’nın yapmak zorunda olduğu ve yapmaya çalıştığı, bunu Prusya yolundan, yukarıdan gerçekleştirmekten başka bir şey değildir.
Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ve Gerici Ulusçuluk
Burjuvazinin dönüşümü ve gerici milliyetçiliğin kesin zaferi Amerika’nın politikalarında son derece açık olarak görülebilir. Ulusu, beyaz adamla, yani ırkla tanımlayan güneyin gerici ulusçuluğu ve ulusu böyle tanımlayan eyaletlerin ayrılması karşısında Kuzey, bu “ulusların kendi kaderini tayin hakkıdır, ulusu neyle tanımlayacaklarına onlar kendileri karar verirler” demedi; (gerçi Kuzey’in burjuvazisine kalsaydı bunu demeye de hazırdı) ulusun böyle tanımlanmasına karşı bir savaş başlattı. Ama aynı Amerika, yirminci yüzyılın başında, “Wilson Prensipleri” ile ulusun sadece dile, etniye, kültüre, yani gerici burjuvazinin gerici ulusçuluğuna göre tanımlanmasını evrensel bir kural haline getiriyordu.
Bir zamanlar Güney’e karşı, toprakları köle sahibine fahişelik değil, göçmen köylülere karılık yapsın diye savaşan Amerika, tüm dünyaya, burjuvazinin dine, dile, soya dayanan milliyetçiliğine fahişe olmayı dayatıyordu. Hiçbir devletin, dil, din, ırk, soy ayrımcılığı yapamayacağı gibi bir ilkenin yerini (çünkü güneye karşı savaş bu ilkede gerekçesini buluyordu), “ulusların kaderini tayın hakkı” ilkesi, yani bütün devletlerin dine, dile, soya, ırka göre tanımlanmasının meşruiyeti almıştı. Özgür köylülerin demokratik ulusçuluğunun yerini gerici bir emperyalizmin gerici ulusçuluğu almıştı.
Bu gün de durum değişmiş değildir. Globalizmin hayranları; “Ulus Devletin sonunun” geldiğinden söz edenler; ABD’nin Irak’a özgürlük getirdiğinden söz edenler bir şeyi unutuyorlar, eğer iddia edildiği gibi Amerika hala o devrimci demokratik geleneklerini korusaydı, askeri ve ekonomik gücünü, tıpkı Güney’e karşı savaşında yaptığı gibi, ulusun ve politik olanın, dile, dine, soya, kültüre, dine göre tanımlanmasına ve tanımlayan devletlere ve hareketlere karşı kullanması gerekirdi. Bu ise, nesnel olarak işçilerin ve yoksul köylülerin desteklenmesi ve savunulması anlamına gelir. Çünkü böyle bir ulusçuluktan çıkarı olan tek toplumsal kesim onlardır.
Ama o Afganistan’da, “Nation Bildung”un (Ulus inşası) şeriata göre yapılmasını onaylamakta ve teşvik etmekte; Irak geçici hükümetini, tüm dinlerden, milliyetlerden dengelere ve etnik, dilsel ve dinsel ölçülere göre kurmakta ve bu tür milliyetçiliğe bir atılım vermekte; Türkiye gibi ulusu etni ve dille hatta dinle tanımlayan, İsrail gibi din ve soyla tanımlayan ırkçı devletlere en büyük desteği sunmakta; demokratik bir orta doğu projesini ve ulusun tanımından dili, dini, etniyi dışlamayı savunan Kürt özgürlük hareketine karşı, Ulusu Kürtlükle tanımlayan Barzani ve Talabani’yi desteklemektedir.
Böylece yerli egemen sınıflar ve ABD’nin çıkarları, ulus tanımları tencereyle kapağı gibi birbirine uymaktadır. Aralarındaki sorun, ulusun neye göre tanımlanacağında değil, hangi etniye ve dine veya dile göre tanımlanacağındadır. Çıkarlar bu noktada çatışmaktadır.
ABD böylece yeni boğazlaşmaların yolunu açmaktadır. Buna ihtiyacı vardır, imparatorluk ancak, dinlere, dillere, etnilere göre bölünmüş bir dünyada kurulabilir ve sürdürülebilir çünkü. Dile, dine, etniye dayanan gerici ulusçulukla, emperyalizm ve imparatorluk planları etle tırnak gibi birbirini tamamlar.
O halde bölgedeki mücadele, ister bölge gericiliklerine, ister ABD’ye karşı mücadele olsun, bunlar kesinlikle, dine, dile soya dayanan gerici milliyetçilikle bir mücadele olmak zorundadır. Daha doğrusu, devrimci ve demokratik bir ulusçuluk için mücadele, otomatikman ABD’ye ve Bölge gericiliklerine karşı bir mücadele de olur. Onların ayrılığı, ulusun dile, dine, soya göre tanımlanmasında değil; hangi dine, hangi dile ve soya göre tanımlanacağındadır.
Elbette ezeni de ezileni de dine, dile, soya dayanan iki ulusçuluk karşısında ezileni desteklemek gerekir. Ama bu destek bir politik destek olmalıdır. Bu destek aynı zamanda böyle bir ulusçuluğa karşı ideolojik ve teorik bir eleştiri ile ve onun politik alternatifinin yaratılması çabalarıyla birlikte yürütülmelidir. Aksi yöndeki her düşünce ve davranış son duruşmada, gerici ulusçuluk anlayışına bir teslimiyet, devrimci ve demokratik hedeflerin yitirilmesiyle sonuçlanır.
Gerici Ulusçuluğun Kendi Dinamiği
1848 devrimlerinde ilk kez Almanya’da çıkan, soya, dile, etniye dayanan bu gerici ulusçuluk, diğer ülkelerin burjuvazisi de aynı gerici özellikler taşıdığından hızla yayıldı. Ama onun kendisini üreten bir dinamiği de vardır. Bir ulus bir kere kendini böyle tanımladı mı, diğer devletler, halklarla ilişkisini de bu kritere göre tanımlamaya başlar. Yani başkalarını başka dilden, dinden, oldukları için baskı altına alır veya onlarla o nedenle ilişki kurar. O zaman, örneğin bu baskıya karşı ama yine kendini dil ile tanımlayan bir ulusçuluğu doğurur ve üretir. Ama bu sefer o yeni olan ve kendini aynı kriterlerle tanımlayan ulus da aynı şeyi yapar ve bu böylece gider. Bu süreç ve dinamik, bir bakıma, içinden hayatın doğduğu var sayılan organik çorbada ilk kendi kopyasını üreten molekülün harekete geçirdiği, canlıları yaratan, yeni hareket biçiminin ortaya çıkışına benzer. Bu ulusçuluk karşısında, Antik tarihten ve tarih öncesinden gelen bütün dil, din, kültür, etni bu yeni ulusçuluğun kendi şablonuna göre kolaylıkla dizebildiği proteinlerin yapı taşları olan amino asitler gibidirler.
Ya da bu ulusçuluk bir vampir gibidir; kanını iztiğini de bir vampire dönüştürür. Ta ki bütün yeryüzü vampirlerle dolana kadar.
Gerici ulusçuluk, biraz da bu kendi harekete geçirdiği, kendini üreten dinamiği nedeniyle bir kere ortaya çıktıktan sonra, bu dile, soya, etniye, dine dayanan gerici ulusçuluk bir saman yangını gibi tüm dünyayı kaplamıştır. Ulusçuluk zafer yürüyüşünü demokratik değil bu gerici ulusçuluk üzerinden yapmıştır ve bu gün artık dünyada bir ulusa ait olmayan bir tek santimetre toprak; bir tek insan kalmamıştır. Dünya artık vampirlerin dünyasıdır.
Ama bu gerici ulusçuluğun ilerleyişine ve tarihsel zaferine en büyük katkı aynı zamanda işçi hareketinden ve sosyalistlerden gelmiştir; bu ulusçuluk zafer yürüyüşünü asıl enternasyonalistlerin eliyle götürmüştür.
Burjuvazinin demokratik ve cumhuriyetçi ulusçuluğu terk etmesinden sonra da, onun devrimci ve demokratik döneminin ideallerini savunan işçiler ve sosyalistler bunu demokratik cumhuriyet biçiminde bir süre savunmaya devam ettiler.
İşçi Hareketi ve Demokratik Ulusçuluk
Birinci Enternasyonal ve İşçi hareketi Amerikan İç savaşında, Güney karşısında Kuzey’i karşısında en küçük bir tereddüt duymadan desteklerken, aynı zamanda bu demokratik ulusçuluğu gerici ulusçuluk karşısında savunmuş oluyordu. Bu anlayış çerçevesinde daha sonra “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” olarak tanımlanan şey, kendini örneğin bir etniye göre tanımlayan bir ulusun kendi kaderini tayın hakkı olarak değil; ulusu etniye veya dile göre tanımlamayı reddedenlerin bir hakkı olarak algılanıyordu. Yani eğer kendini, gerici ulusçuluğun kriterleriyle tanımlamıyorsa, bütün dillerin, dinlerin, kültürlerin eşitliğine dayanan, bunların politik bir anlamının olmadığı bir Demokratik Cumhuriyette, isteyen bir köy bile, bunları savunduğu takdirde ayrılabilirdi. Cumhuriyet özgür komünlerin birliği olarak anlaşılıyordu ve bunu engelleyecek bir mekanizme olmamalıydı.
Engels, örneğin meşhur Alman Sosyal Demokrat partinin program taslağının eleştirisinde söyle yazıyordu:
"O halde, merkezi cumhuriyet. Ama, l798'de kurulmuş, imparatorsuz imparatorluktan başka bir şey olmayan bugünkü Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. l792'den l798'e kadar, her Fransız ili, her komün (Gemeinde), Amerikan modeline göre, tam idari özerkliğine sahipti; bizim de aynen sahip olmamız gereken şey budur. Bu özerkliğin nasıl örgütlenebileceğini ve bürokrasiden nasıl vazgeçilebileceğini, Amerika ve Birinci Fransız Cumhuriyeti bize göstermiş bulunuyor."
Yani Ulusların kaderini tayin hakkı, Demokratik cumhuriyetin otomatik sonucu idi. Ama bu hak, ulusu bir dille, dinle, etniyle ırkla tanımlama hakkı değildi; demokratik cumhuriyet bu hakkı reddediyordu. Amerikan iç savaşının tereddütsüz desteklenmesinin anlamı da buydu.
Ne var ki iki kanaldan bu demokratik ulusçuluk işçi hareketine egemen ikinci ve üçüncü enternasyonal partilerince terk edildi.
Daha Birinci Dünya Savaşı öncesinde, Batı Avrupa’nın neredeyse bütün sosyalist partileri, burjuvazilerinin emperyalist yayılmacılığının bile destekçisi olmuşlardı. Elbette bunun ardında, o zamanki Sosyalist ve İşçi hareketinin çekirdeğini ve esas büyük bölümünü oluşturan ülkelerin sömürgelerden aldıkları karlardan kırıntılarla işçileri ve sendikacıları kendi zafer arabalarına bağlamaları vardı. Yani bu dünyadaki işçi hareketinin imtiyazlı bir zümresi haline gelenlerin kendi zümre ve kısa vadeli çıkarlarını savunmalarıydı. Bu temelde, Kapitalist ülkelerdeki bütün Sosyal Demokrat partiler fiilen, bu gerici milliyetçiliğin savunucuları haline gelmişler ve devrimci ve demokratik programı terk etmişlerdi.
Elbette, bu kolay zaferde, bir ulus teorisinin ve uluslara ilişkin bir programın olmaması kadar; sosyalist teorinin içindeki, onun organik bir bileşimi olmayan ama içinden çıktığı Aydınlanmanın kalıntısı olan ilerlemeci tarih anlayışının ve Avrupa merkezciliğin etkileri buna bağlı olarak ezilen ulusların ve sömürgelerin bir mücadele öznesi olarak görülmemesi de bu gericiliğin işçi hareketine egemen olmasını kolaylaştırmıştır.
Ne var ki, 1917’devrimininden sonraki gelişmeler, başlangıçta savaş ve devrim döneminde bu milliyetçiliğe karşı mücadele içinde şekillenmiş Üçüncü Enternasyonal partilerine de egemen oldu. Bunun nedeni, geri ülkede başlayan devrimin, ileri ülkelere yayılamaması, bu tecrit ve savaş ve iç savaş sonucu olarak da Rus İşçi sınıfının fiili yok oluşu koşullarında, bir Bürokratik tabakanın bu devleti ve bunun prestiji ve örgütsel gücüyle de Üçüncü Enternasyonal’i ele geçirmesiydi.
Bu da bir kere başlayınca kendini besleyen bir süreç yarattı. Bürokrasinin milliyetçi, diğer ülkelerdeki partileri ve işçi hareketini Sovyet diplomasi ve dış politikasının bir avadanlığı olarak değerlendiren stratejileri peş peşe kapitalist ülkelerde ve geri ülkelerde yenilgilere yol açıyor, bu yenilgiler de bizzat gericiliğin egemenliğini güçlendiriyordu. Böylece örneğin 1929 buhranı gibi, tarihin gördüğü en büyük ve kapsamlı buhranlar, hiçbir başarı kazanılmadan ve Almanya’da olduğu gibi tayin edici yenilgilerle ve moral bozukluklarıyla sonuçlanıyordu. Faşizm ve İkinci Dünya savaşı bu günahların kefareti ve cezası olarak gerçekleşebilmişti.
İktidarını her türlü demokrasiden uzak, bürokratik, merkezi devlet aparatına borçlu olan bir bürokrasi, demokratik bir cumhuriyeti savunamazdı. Böylece kapitalist ülkelerde burjuvazinin ve Sosyal Demokrat partilerin yaptığını bu sefer Sovyetler ve Üçüncü Enternasyonal partileri de yapıyordu. Öyle ki en kötü durumda bile, her türlü dil, din, etni, kültürü politik tanımlamadan dışlaması ve tüm dillere, kültürlere eşitlik sunması gereken Sovyetler Birliği topraklarında, dillere, soylara dayanan uluslar ve milliyetler yaratılıyordu. Sovyetler Birliği adının ve bayrağının her türlü dile, etniye, dine ilişkin çağrışımdan azade; politik olanı ulusal olandan dışlayan ve sınırları tanımayan göndermeleri bile unutulmuş bulunuyordu.
Ama bu bürokrasinin zararı sadece işçi hareketine olmadı, sömürgelerde ve geri ülkelerdeki devrimci demokratik karakterdeki Komünist Partilerdeki ideolojik etkileri ve idari dayatmaları aracılığıyla, devrimci bir köylü tabanına dayanan devrimci demokrasinin de, devrimci demokratik geleneklere ve programa yabancılaşmasına, Fransız devriminden bile daha geri bir ulusçuluk anlayışına ve bürokratik devletlere yol açıyordu.
Nerede bu hareketler başarıya ulaştıysa (Yugoslavya, Çin, Küba) Sovyet bürokrasisine rağmen oldu. Sovyet bürokrasisinin tek etkisi, kendi gerici ideolojisini ve bürokratik devlet ve burjuvazinin devrimci dönemi kadar bile olsun demokratik karakteri kalmamış gerici milliyetçilik hastalığını onlara bulaştırmak oldu.
Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.
Böylece ne ileri ülkelerin işçi hareketlerinde, ne geri ülkelerin kurtuluş savaşlarında ne de bizzat o “Sosyalist” denen ülkelerde, burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun ilerici, yurttaşlığa dayanan bir ulusçuluk ve demokratik bir program olmadı. Hep kendini dile, soya, kültüre göre tanımlayan uluslar kuruldu. Ulusal tarihler yazıldı ve ulusçuluk övüldü.
Bütün bu nedenlerle, Tarihin garip alayı, Ulusçuluk hayaletinin dünyaya egemen olmasının en büyük suçlusu bizzat “Komünistler” olmuştur.
Böylece, devrimci ve demokratik ulusçuluğu savunacak hiçbir modern sınıf kalmıyordu. Burjuvazi de, işçiler de gerici ulusçuluğun savunucularına ve yayıcılarına dönüşüyordu. Hiçbir ezilen sınıf kalmıyor, Balkanların, Çin’in devrimci köylülüğü aynı gerici ulusçuluğu savunan partilerin öncülüğünde hareket ediyordu. Dünyadaki, kendini dile, soya göre tanımlayan ulusların çoğu kendine sosyalist diyenler tarafından kuruluyordu.
Ama sosyalist hareket bu gerici ulusçuluğa dayanınca bu sefer burjuvazinin de kendini sosyalist olarak tanımlamaması için bir neden kalmıyor ve gerici milliyetçilik kendini sosyalizm olarak ifade ediyordu. Böylece dünün milliyetçilerinin kolayca sosyalist olmaları ve sosyalist bir söylem bir gelecek vaat etmediğinde de aynı kolaylıkla tekrar saf milliyetçilere dönüşmelerinde hiç de şaşılacak bir yan kalmıyordu.
Bu nedenle bütün dünyada, dine, dile, soya, kültüre dayanan milliyetçiliğin en militan savunucularının eski sosyalistler veya sosyalizm yükünden kurtulmuş eski sosyalistler olması hiç de şaşırtıcı değildir.
Bu öyle yerleşmiş bir gerici ulusçuluk anlayışıdır ki, örneğin Avrupa Birliğinde olduğu gibi, ABD’nin rekabetine karşı ortak bir siyasi irade oluşturabilmek için, Avrupa’da dine, dile, dayanmayan bir ulusun, yukarıdan reformlarla kuruluşuna veya globalleşmenin ve post Fordist üretim yöntemlerinin ve elektronikteki devrimin bir sonucu olarak burjuvazinin bütünüyle ekonomik kaygılarla, çok kültürlülükten, ana dilde eğitim hakkından, yani şu sözde “ulus devletin sonu”ndan söz edilmesine ve bu yöndeki reformlara bile karşı çıkmaktadırlar. Böylece, kendi sosyal konumları veya öznel istemleri ne olursa olsun, en gerici oligarşilerin en militan destekçileri haline gelmektedirler.
Devrimci Marksistler ve Ulusçuluk
Ama bütün bu gerici milliyetçilik karşısında milliyetçi sosyalizm anlayışına karşı mücadele edip, sosyalizmin devrimci geleneklerini savunma çabasında olmuş küçük radikal sosyalist akımlar da daha iyi bir durumda değildirler.
Onlar bir kere, tarihin bu geri gidişinin nesnel koşullar haline geldiğini, yani dünya işçilerinin yüz yıl önce kat ettikleri yolu, bu sefer “dizlerinin üzerinde” kat etmesi gerektiğini görememekte, demokratik bir cumhuriyet hedefini hor görüp, gerçeklikle ilişkisi olmayan, gelişmiş ülkelerde bir buhran döneminde işçi hareketinin kendi deneyleriyle bir ikili iktidara varmasının yolunu açmaya yönelik “Geçişsel Talepleri” tekrarlamakla yetinmekte, ama gerçekte bir karşılığı olmadığı için de pratikte tipik sendikal-ekonomik mücadeleye gömülerek, işçileri gerici Ulusçuluğa karşı devrimci ve demokratik bir mücadeleden uzak tutmakta, fiilen gerici milliyetçiliğe hizmet etmekte ve işçileri tecrit etmektedirler.
Ama bunlar aynı zamanda, gerici bir ulusçuluğu da savunmaktadırlar. Çünkü en iyi durumda, yani her ikisi de etniye ve dile göre tanımlanmış ulus ve ulusal hareket karşısında, sadece “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı”nı savunarak, ulusun neye göre tanımlandığını hiç problematize etmeyerek ve gerici ulusçuluğa karşı bir ideolojik mücadele ve politik program geliştirmeyerek, fiiliyatta çok devrimci bir görünüm altında gerici ulusçuluğu da savunmuş olmaktadırlar
Tarih ve Ulusçuluk
Devrimci demokratik bir ulusçuluğun yani Demokratik bir Cumhuriyetin ulusunun etnisi, dini, dili, soyu olmadığı gibi, tarihi de olamaz. Hem genel olarak ulusların tarihi yoktur, hem de etniye, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğun aksine, demokratik bir cumhuriyet’in yurttaşlarından oluşan bir ulusun tarihe de ihtiyacı yoktur.
Halbuki, açın sosyalistlerin yazılarına bakın, hepsi, o etniye, dile, soya göre tanımlanmış ulusların tarihlerinden, onlardaki demokratik geleneklerden söz etmektedirler.
Ulusların demokratik geleneklerinden ve tarihlerinden söz etmenin kendisi gerici bir ulus anlayışının ifadesinden başka bir şey değildir. Ancak soya, dile, dine, kültüre dayanan ulusçulukların bir tarihe ihtiyacı vardır.
Demokratik bir ulusçuluğun, hiçbir dile, dine, soya, kültüre dayanmadığı için bir tarihe de ihtiyacı da yoktur. Devrimci ve Demokratik bir ulusçuluk bir tarih yaratmaz ve yaratamaz. Tarihi onun kendisiyle başlar. Ve gerçekten devrimci ise, onun ilk görevi kendisinin bir an önce sonunu getirmektir. Tıpkı ezilenlerin iktidar aracı olacak bir devletin esas görevinin kendisinin sönüşünü hızlandırması gibi. Böyle bir ulusçuluk da ilk planda, ulusal olan ile politik olanın çakışmasını, yani sınırları aşmayı, ne kadar demokratik olursa olsun ulusal devletlerin sonunu hedeflemelidir.
En eski ulus olan Amerikan ulusunun bir tarihi yoktur. Ama gerici ulusçuluğun diyalektiği öyledir ki, gerici ulusçuluğa dayanan bütün ulusların nedense yüzlerce ve binlerce yıllık tarihleri vardır. Gerçekte bu tarih yoktur yaratılmıştır. Bu tarih insanlığın tarihi yağma edilerek inşa edilmektedir. Ve bunun en büyük suçlularından biri de, demokratik, ilerici ve hatta heretik ulusal tarihler yaratan ve yazan sosyalistlerdir. En büyük gericilik, en devrimci tarihçilik biçiminde görünmektedir.
Orta Doğu, ancak tarihi kendisiyle başlayan, tıpkı, dilsiz, dinsiz, soysuz, kültürsüz ve geleneksiz olduğu gibi tarihsiz bir ulus veya uluslar olduğu takdirde tarihine uygun davranmış olur.
Osmanlı ve Ulusçuluk
İşte, Roma, Bizans’ın devamı olan, Orta Doğu Akdeniz uygarlık alanının imparatorluğu olan Osmanlı’nın ulusçuluk karşısında nasıl kurt dalamış sürüye döndüğünün anahtarı ulusçuluğun bu biçiminde gizlidir.
Ulusçuluğun henüz devrimci olup, ulusu yurttaşlık haklarıyla tanımlayan biçiminin rüzgarının estiği zamanlar; o topraklarda ne modern kapitalist ilişkiler ne de böyle bir ulusçuluğu bayrak edecek burjuvazi vardı. Bunlar ortaya çıktığında ise, artık ne burjuvazinin böyle cesareti kalmıştı ne de böyle bir ulusçuluğun rüzgarı.
Keza onda böyle devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunacak güçte bir işçi sınıfı da yoktu. Böyle bir sınıf ortaya çıktığında ise, o sınıfın bütün partileri çoktan Stalinizm’in aynı gerici ulusçuluğunun egemenliği altına girmiş bulunuyordu. Orta Doğu’ya diğer uygarlıklar karşısında gücünü veren, halkların ve dillerin kastlaşmaması ve seslere dayanan bir yazı gibi özellikler, onun parça parça olmasının ve güçsüzlüğünü temelini oluşturdu.
Böylece bölgenin son imparatorluğu olan Osmanlı hem Müslüman devlet sınıfları hem de ezilen Hıristiyan halkların burjuvazisi tarafından gerici bir ulusçuluğun batağına çekildi. Demokratik ve Cumhuriyetçi ulusçuluğun sadece çok cılız yankıları görülebildi.
Ulusları dile, dine, soya göre tanımlayan gerici ulusçuluk, ulusu aynı şekilde tanıyan egemen ulus veya o dinden ve dilden olanları baskı altında tutan bir arkaik rejime karşı nesnel olarak ilerici ve kurtuluşçu bir işlev görebilir, ama bu onun gerici özünü ortadan kaldırmaz. Bu anlamda Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklarının ulusçuluğu nispi bir ilericilik taşımışsa da, kendi benzeri Osmanlı egemen devletçiliğinin önce dine ve sonra etniye, dile ve ırka dayanan ulusçuluğunun ortaya çıkmasına ebelik de yapmıştır.
Kendilerini dile ve etniye göre tanımlamış Balkan ulusları Osmanlı egemenliğine karşı mücadeleleriyle nesnel olarak ilerici bir işlev gördülerse de; demokratik ve devrimci bir ulusçuluğa dayanmadıkları için, sadece Osmanlı egemenlerini değil, Müslüman ahaliyi de Balkanlardan sürdüler. Eğer gerçekten demokratik karakterde olsalar ve böyle özgürlükler getirselerdi, o Müslüman ahali kolayca, keyfi ve baskıcı Osmanlı egemenliğine karşı kazanılabilir veya tarafsızlaştırılabilirdi. Yani Balkanlardaki ulusal hareketler, bir Fransız devriminin Alsas Lorendeki Almanlara sağladığı özgürlükleri sağlama yoluna girmeyerek, o gerici ulusçuluğun kendisinin benzerlerini yaratmasının yolunu açtı. Böylece Balkanlardan atılan Müslüman ahalinin aynı gerici ulusçuluğunu ortaya çıkardı. Anadolu’nun Hıristiyan halklarını katleden ve sürenlerin önemli ölçüde Balkanlardan kaçan Müslümanlar ve onlara dayanan devlet sınıfları olması rastlantı değildir.
Keza, Balkanlardaki gerici ulusçuluğa dayanan devletler de kuruldukları andan itibaren dayandıkları ulusçuluğun gerici özelliklerini birbirlerine karşı da göstermişlerdir. Her biri tanımını, etniye, dile, soya, dile göre yaptığından, her devletin topraklarında yaşayan diğer din, etni, ve dillerin tasfiyesi ve dolayısıyla bunun için çatışmalar, katliamlar ve sürgünler gündemden düşmez olmuştur.
Bunun en son örneği, Yugoslavya’nın parçalanmasında görüldü. Balkanlaşma gerici ulusçuluğun bir ürünüdür.
Türk Ulusçuluğu
Bir yandan gerici ulusçuluk örneğine göre, diğer yandan bizzat Müslüman devlet sınıflarının egemenliklerini korumak için kendilerine bir ulus yaratmak zorunda olmaları nedeniyle şekillendiğinden, yani bir devlet sınıflarının egemenliğini korumanın aracı olduğundan, Türk ulusçuluğu başından beri en küçük bir ilerici ve kurtuluşçu özellik taşımamıştır. Balkan ve diğer Hıristiyan ulusların ulusal hareketleri kadar olsun nesnel olarak ilerici bir karakteri bile olmadı. Türk ulusçuluğu, Balkan ve Anadolu’nun Hıristiyan halklara dayanan ulusçuluğunun aksine, onlar gibi Osmanlı’nın egemenliğinden kurtuluşun bir aracı değil, Osmanlının egemen kastının egemenliği ve imtiyazlarını korumasının bir aracıydı.
Bu ulusçuluk Alman emperyalizminin Hint yolunu açmak ve Rusya’yı arkadan kuşatmak için geliştirdiği Panislamizm ve Pantürkizm ideolojilerinin de etkisiyle her zaman emperyal ve ırkçı bir karakter de taşıdı. Ama aynı zamanda bu ulusçuluğun en büyük destekçileri, Rum ve Ermeni burjuvazisi karşısında Müslüman ahaliden bir Türk ulusu yaratarak kendine dayanacağı bir ulus yaratma ihtiyacı içindeki Yahudi ve Sabetaycı liman şehirleri burjuvazisinin de çıkarlarının da bir ifadesiydi. Kendine Türklerin atası diyen ve kelimenin gerçek anlamında da öyle olan – (Türklerin atası o ise ondan önce Türkler diye bir şey de olmaması gerekir ve aslında yoktur da) Atatürk, Osmanlı devlet sınıfları ile Levant’ın Yahudi burjuvazisinin çıkarlarının bu çakışmasını sembolize ediyordu. O Selanik’te Sabetaycıların modern okullarında eğitim görmüş bir Osmanlı generaliydi.
Böylece Müslüman Osmanlı devlet bürokrasisi ve liman şehirlerinin Yahudi ve Sabetaycı burjuvazisi, tıpkı Allah’ın insanı kendi suretinde yaratması gibi Türk ulusunu kendi suretinde yarattı. Ama kendisi, İslam zırhıyla zırhlandığı için dil ve din haricinde, bizzat Yunan ve Ermeni uygarlıklarının mirasını sürdüren Bizans tarafından kültürel olarak fetih edilmiş bir sınıf ve kasttı. Böylece yaratılan Türk ulusu, Kültürel olarak Bizanslı, yani Rum ve Ermeni; dil olarak Türkçe, din olarak İslam oluyordu. Hafızasını yitirmiş bir Rumluk ve Ermenilik; uydurulmuş bir dil (Türk Dil Kurumu), uydurulmuş bir Tarih (Türk Tarih Kurumu) ve uydurulmuş bir İslamiyet’e (Diyanet İşleri) göre tanımlanan bu ulus tam anlamıyla şizofrenik bir varlıktır artık.
Ama nasıl Balkan ulusçuluğu Türk ulusçuluğunu kendi örneğine göre yarattıysa; Türk ulusçuluğu da Kürt ulusçuluğunu kendi örneğinde yarattı. Kendi bütün hastalıklarını ona da aktardı ve ona aktardığı hastalıkların yarattığı zaaflarla egemenliğini sürdürdü.
Bölge İçin Sonuç
Ulusu, soya, dine, kana, dile, tarihe göre tanımlayan gerici ulusçulukların hiç birisinin bölgenin sorularına bir çözüm getiremeyeceği çok açıktır. Yapılması gereken, ulusun tanımından dili, dini, soyu, kültürü, dili dışlamaktır. Dili, dini, ulusu, soyu, ve tarihi olmayan; ulusu yurttaşlara; yurttaşları haklarına göre tanımlayan bir demokratik ve cumhuriyetçi yapı bir çıkış sunabilir. Bölgede, Devrimci ve Demokratik dönemin kaynaklarına dönerek; ABD’nin ve bölge egemenlerinin ihtiyacı olan gerici, dle, dine, etniye, tarihe dayanan ulusçuluğa karşı, tıpkı Amerika’daki Kuzey eyaletlerinin Güney eyaletlerine karşı savaştığı gibi savaşacak, gerici ulusçuluk karşısında demokratik ve cumhuriyetçiliğe dayanan bir ulusçuluk gerekmektedir.
Bu gün var olan ulusların ve ulusçuların hepsi böyle demokratik bir ulusçuluğun karşısındadır. Amerika bu gerici ulusçuluğun en büyük teşvikçisidir.
O halde, Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Şiilerin, hasılı tüm dillerden, kültürlerden, dinlerden ve soylardan insanların, ulusu dile,dine, soya, kültüre göre tanımlamaya karşı çıkanlarının bir araya gelmesi gerekmektedir. Türkiyeli işçiler ve halk, ulusu Türk soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Türk’lerle bölünmeden, Kürdistanlı işçiler ve halk, ulusu Kürt soyu, dili ve kültürü ve tarihiyle tanımlayan Kürtlerle bölünmeden; Iraklı, Suriyeli veya başka ülkeli işçiler ve halk; ulusu Arap soyu, dili, kültürü ve tarihi ile tanımlayan Araplarla bölünmeden; Yahudiler ulusu Yahudi soyu, dini, kültürü ve tarihiyle tanımlayan Yahudilerle bölünmeden ne her hangi bir ülke demokratikleşebilir ne de bölgenin parçalanmışlığı ve kanaması durdurulabilir.
Demokratik Ulusçuluğun İkili Karakteri
Bu devrimci ve demokratik ulusçuluğun genel olarak dünya ekonomisi ve zengin ülkeler; özel olarak bölge ve geri ülkeler bakımından çok farklı anlamları vardır.
Bu gün çağımızda, globalleşme öylesine gelişmiştir ve zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine açılmıştır ki, ileri ülkelerdeki, en demokratik ulusçuluk bile, dünya çapındaki bir ırk ayrımcılığının, dünya çapındaki bir apartheit sisteminin aracı olmaktadır. Amerika ya da Avrupa mı? Bunlar kendi içlerinde, ulusun tanımından bütün dinsel, dilsel tanımları dışlarlarken, dayandıkları ulusçuluk, dünyanın yoksullarının bu hudutların dışında kalan gettonun duvarları içinde tutulmasının aracı olmaktadır. Bu, en ilerici tanımlara dayanan, bütünüyle demokratik karakterdeki ulusçuluğun ve ulusal sınırların bile üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde gerici karakterinin bir yansımasıdır.
Klasik uygarlıklar çağında, dünya ticareti henüz çok küçük ve lüks mallarla sınırlıyken bile, ticaret yolları Çin, Hint, İran ve Orta Doğu-Akdeniz alanlarında imparatorlukları gerektiriyordu. Bu gün ise globalleşme akıl almayacak boyutlara ulaşmıştır. Malların çoğu dünyanın başka ülkelerinden gelmekte ve bizzat o malların kendileri de başka ülkelerde üretilmiş mallardan oluşmaktadır. Böyle bir dünyada, ne kadar büyük olursa olsun ve ne kadar demokratik kriterlere gör tanımlanmış olursa olsun, ulusal devlet hiçbir zaman sorunlara bir çözüm getiremez.
Ulusal devletlerin olduğu bir dünyada tek çözüm, dünya çapında bir imparatorluk olabilir. Kapitalizmin ve emperyalizmin çözüm önerisi budur. Ama bu çözümün kendisi bir çelişkidir. İmparatorluk ancak başkaları parçalanmış ve bölünmüş, güçlerini birleştiremez durumdaysa mümkündür. Yani dünyayı bir imparatorluğun egemenliği altında birleştirmek onu olabildiğince küçük, iradesiz ve güçsüz parçalara bölmekle olur. Bu eğilim ister Avrupa’nın ABD tarafından eski ve yeni diye bölünmesi girişimlerinde, ister Irak’ta siyasi olanın dinler, diller ve etnilere ve onların dengelerine göre tanımlanmasında açıkça görülmektedir. Bu hiçbir zaman bir çözüm olamayacağı gibi, aynı zamanda çok kan ve acı demektir.
Buna cevap ise, ömrünü çoktan doldurmuş ve bu imparatorluğun stratejisine hizmetten başka bir işe yaramayan, dile, dine göre tanımlanmış uluslar hiç olamaz. Bunun bir tek cevabı vardır: politik olanın tanımından ulusal olanı kaldırmak. Tüm ulusal sınırları havaya uçurmak. İnsanların hak ve görevlerine göre oluşmuş demokratik bir dünya cumhuriyeti. İş gücünün serbest dolaşımı.
Bu bakımdan, gerek dünya çapındaki sorunlar bakımından; gerek zengin ülkelerin işçileri bakımından, en demokratik bir ulusçuluk bile bir gerici programdır. Çünkü, artık o Ulusçuluk, tüm mallar ve sermaye serbest dolaşırken, iş gücünün serbest dolaşımının önünde bir engeldir. Dolayısıyla dünya çapındaki apartheit sisteminin bir aracı olarak, zengin ülkelerden olmayan insanları yoksulların toplandığı bir rezervatta tutmanın aracı olarak işlev görmektedir.
Dünya çapında ve ileri ülkeler açısından program, ulusun tanımından dili, dini, soyu dışlamak değil (ki zengin ülkelerde bu büyük ölçüde gerçekleşmiştir), nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olana göre tanımlanmasına son vermek ve ulusçuğu, layık olduğu yere, dinlerin arasına, inanç alanına, özel alana yollamaktır.
Bu pratik olarak bütün sınırların kalkması anlamına gelir. Aslında dünyanın yoksulları şimdiden ayaklarıyla bu programa oy veriyorlar. Denizlerde, dağ doruklarında, nehirlerde; yayan ya da derme çatma kayıklarla, gemi ambarlarında, tırlarla bin bir yoldan o ulusal sınırları ve duvarları aşmaya, hapsedildikleri rezervattan ya da dev Bantustan’dan kaçmaya çalışıyorlar.
Bu anlamda dünya çapında iş gücünün serbest dolaşımı; gittiği yerde çalışan ve vergi verenin tüm sosyal ve siyasal haklara sahip olması, her demokrat ve sosyalistin, her işçinin savunması gereken asgari bir programdır. Ama zaten bu program, fiilen, ulusal devletlerin sonu ve ulusal olanın özel ve inanç alanına tıkılmasından başka bir şey de değildir.
Ne var ki, böyle bir program, zengin ülkelerin emekçi ve işçilerince savunulmamaktadır. Savunulmamasının nedeni de şudur: Böyle bir programın gerçekleşmesi, zengin ülkelerin düzeyinde belirli bir düşmeye yol açar. Hem zengin ülkeler ile yoksul ülkeler arasındaki eşitsiz mübadeleden doğan değer transferi son bulur; hem de zengin ülkelerde iş gücünün fiyatının düşmesine yol açar. Kimse daha kötü sonuçlar için mücadele etmeyeceği hatta onlara karşı direneceği için, gelişmiş ülkelerin işçileri böyle bir demokratik programa karşı durma eğilimindedirler.
Ama zengin ülkelerin işçileri ve ücretlileri istemedikçe yeryüzünden kapitalizm kalkmayacağından, bu aynı zamanda insanlığın çıkmazını da göstermektedir. Yoksul ülkelerin işçileri dünya çapında eşitlikçi bir düzeni; ulusal sınırların kaldırılmasını isteyebilir ama yapamaz; zengin ülkelerin işçileri ise yapabilir ama istemez.
Bu açmaz, dünyadaki ezilenlerin karşısında bulunduğu en büyük açmazdır ve bu açmaz çözülmedikçe, bırakalım sosyalizmi insanlığın yaşaması bile mümkün görülmemektedir.
*
Ama üçüncü dünyada, yani zengin ülkelerin dışında, İmparatorluğun bölme ve güçsüzleştirme stratejisine karşı, devrimci ve demokratik ulusçuluk hala bir savunma mevzii olarak ve birleştirme potansiyeliyle, emperyalizmin böl ve hükmet stratejisini boş düşürmek için ilerici ve kurtuluşçu bir işleve sahiptir. Örneğin, Orta doğuda, ABD veya Avrupa gibi bir Demokratik Cumhuriyetler birliği, hem bölgenin insanlarına daha büyük bir refah, daha kansız bir yaşam sunar; hem de ABD ve diğer emperyalistlerin planlarına karşı koymak için daha büyük bir güç ve irade birliği sağlar.
Ve o zaman belki Tarih böyle daha uzun bir yoldan, bu günkü yaşam düzeyleri ve gelirler arasındaki derin bölünmüşlüğe bir son verip, dünyanın ücretlilerinin ortak bir programda birleşmesinin koşullarını yaratabilir.
Globalleşme ve Ulusçuluk
Dünya çapında globalleşmenin ve iş gücü göçlerinin etniye, dile, dine göre tanımlanmış ulusları belli bir zorlaması bulunmaktadır. Kendini dile, dine göre tanımlayan devletlerin ve ulusların giderek ekonomik gelişmeyi engelleyici bir işlev gördüğü ortaya çıkmaktadır. Örneğin, ana dilde eğitimi reddetmek ve zorla asimilasyon, hem toplumsal çatışmaları kesinleştirmekte, hem iş gücünün gereken eğitimi sağlanamamakta, burjuvazi rekabet gücünü yitirmesi sonucunu vermektedir.
Bunun için iki farklı ulusçuluk anlayışının damgasını taşıyan bir örnek alınabilir. Örneğin, Fransızca bile konuşamayan Zidani’yi Fransız milli takımına almakta bir kompleks göstermeyen Fransa, Zidani’nin attığı gollerle dünya şampiyonu olurken; Almanya’da doğup büyümüş ve Almanca’ya Türkçe’den daha hakim Türkiye kökenli futbolcularına, soya, kana, dile dayanan ulusçuluğunun gelenekleri nedeniyle yükselme ve milli takıma girme olanakları tanımayan Alman futbolu gerilemektedir. Almanya’nın bu gerici milliyetçiliğinin kurbanı olan bu futbolcular ise, yine aynı milliyetçilik kanalından Türkiye’yi dünya üçüncüsü yapmaktadır.
Ya da ana diline hakim olamayanların başka dilleri öğrenemediği bunun ise iş gücünün eğitimini zorlaştırdığı ve kalitesini düşürdüğü bilinen bir gerçektir.
Bütün bu gibi nedenlerle, burjuvazi, dünyada genel olarak, milletin tanımından dili, dini, etniyi dışlama eğilimine girmiş bulunmaktadır. Çok kültürlülük ya da ulus devletin sonu söylemlerinin yaygınlaşması, aslında burjuvazideki bu değişimin bir ifadesidir.
Bunun yanı sıra, şimdi Avrupa Birliğini oluşturanlar gibi, bir zamanlar kendini genellikle soya, dile göre tanımlamış uluslardan oluşan devletlerin, ABD’ye rekabet edebilmek; küçük devletlerin ulusal pazarlarının bukağılarından kurtulmak için birleşme eğilimine girmeleri ve Avrupa ulusu çerçevesinde bu kimlikleri, ağır çekimle, yukarıdan ve Prusya yoluyla giderek politik alanın dışına itmek zorunda olmaları gibi eğilimler de özellikle, Türkiye’de, devlet sınıfları karşısında burjuvazinin dile, soya, dine dayanmayan bir ulusçuluğa geçme eğilimi göstermesine yol açmaktadır.
Bu her ne kadar eski gerici milliyetçiliğe göre bir ilerleme anlamına gelirse de, demokratik ve cumhuriyetçi olmaktan çok uzaktır. Demokratik Cumhuriyet sadece ulusun tanımından dili, dini vs. dışlamaktan ibaret değildir. O aynı zamanda pahalı, baskıcı, bürokratik olmayan, ulusun çoğunluğunun iradesine karşı kullanılamayacak bir cihaz demektir ve bu nedenle bu günkü pahalı, baskıcı, bürokratik cihazların parçalanmasını gerektirir. Burjuvazi ise iş buralara gelince son derece korkaktır ve buralara gelir diye korkmakta ve Bürokratik oligarşiye karşı tutarlı bir tavra girmemekte sürekli onunla uzlaşma yolları aramaktadır. O güçlü devletten, demokrasiyi engelleyen mekanizmalardan hiç de vazgeçmek niyetinde değildir
Değişen Roller
Ama bütün bunlara rağmen, ister globalizmin yarattığı eğilimlere ve Avrupa ile entegrasyon çabalarına; ister siyasi iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşiye karşı bir cevap olarak olsun Türkiye politikasında, ulusçuluk söz konusu olduğunda, burjuvazi ulusun tanımından dili, dini, etniyi çıkarmaya daha eğilimliyken, Sosyalistler aksine var olan yapıyı sorgulamaktan kaçınmakta ve var olan ulusçuluk anlayışının savunuculuğunu yapmaktadırlar hem de anti emperyalizm ve anti kapitalizm adına.
Böylece, devrimci demokratik hedefler güden sosyalistler ve devrimci demokratlar için, Burjuvazi ve liberaller en azından taktik ittifaklar yapılabilecek yol arkadaşları haline gelirken, var olan bütün sosyalist örgütler ve bunların etkisi altındaki işçi hareketi; karşı cephede yer almakta; gerici ulusçuluğun bir savunucusu olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu da onların egemen bürokratik oligarşinin en büyük destekçisi olmasına yol açmaktadır. Pek çok kişinin kafasını allak bullak eden bu fenomenin sırrı işte yine Stalinizm kanalından sosyalizme sinmiş bu gerici ulusçuluk anlayışındadır.
Bu durumda, var olan sosyalistler artık, devrimci demokrasi mücadelesinin müttefikleri değil, onun karşısındadırlar. Onlar sosyalist ve anti emperyalist bir söylem içinde gerici milliyetçiliğin savunuculuğunu yapmaktadırlar. Ve onlar işçiler arasındaki çalışmaları ve etkileriyle, işçi hareketinin gerici milliyetçiliğin bir destekçisi olarak işlev görmesine yol açmakta; demokratik hedefleri bayrak yapmış, tüm gayrı memnunları birleştirecek bir politik işçi hareketinin oluşmasının önüne en büyük engel olarak çıkmaktadırlar.
Böylece devrimci demokrasi bakımından eski şablonlara uymayan bir durum ortaya çıkmaktadır. Örneğin Türkiye’de, “İkinci Cumhuriyetçiler” de denen, Liberal burjuvazinin eğilimlerini yansıtanlar; azınlıklar, en azından birer geçici yol arkadaşı olarak; sosyalistler ve onların kontrolündeki işçi örgütleri ve hareketi ise kendisine karşı mücadele edilecek gerici milliyetçiliğin birer savunucusu olarak ortaya çıkmaktadır.
İlişkilerin bilinen hiçbir şablona sığmayan bu ters yüz oluşu, aslında demokratik mücadelenin önemini hiç de küçük görmeyen; gerici milliyetçilikle de başı pek hoş olmayan birçok sosyalistin bile, kendinden ve pozisyonundan korkarak; var olan sosyalist ve işçi örgütleriyle bir kopuşmaya gitmesini ve devrimci ve demokratik bir muhalefetin saflarında birleşmesini engellemektedir.
Bu ters yüz oluşlar nedeniyle bir rastlantı değildir, Kürtlerin, ezilenlerin mücadelelerinin en iyi savunucularının sosyalizme uzak duran liberallerden ve “İkinci Cumhuriyetçiler”den çıkması; buna karşılık sosyalizmi dilinden düşürmeyenlerin bu mücadeleleri ve sorunları gündemden uzak tutanlar olması.
Sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu için bu tam anlamıyla çelişkili bir durumdur. Onların çoğu bu sistemin kurbanları, öznel olarak milliyetçiliğe zerrece sempati duymayan insanlar olmalarına rağmen, bu gün içinde bulundukları nesnel konumlarıyla kendi öznel niyetlerine karşı durmaktadırlar. Onların bu çelişkiyi çözebilmeleri için, ulus teorisinin Marksist bir açıklamasının ve bu yönde ideolojik mücadelenin hayati bir önemi bulunmaktadır.
Demokrasinin Koşulları
Ulusun, yurttaşlığa göre; gerici milliyetçilik karşısında oluşa göre tanımlanmasından söz ettik. Peki, böyle demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları iradelerini nasıl gerçekleştirebilirler?
Bunun temel şartı sınırsız bir düşünce ve örgütlenme özgürlüğüdür. Yani her türlü düşünce ve örgütlenme özgürlüğü ortamında tüm farklı görüşlerin örgütlenmesi ve çoğunluğu kazanmak için eşitçe, idari veya ekonomik kayırma veya baskılara uğramadan diğerleriyle yarışması.
Ama bu yetmez. O farklı fikirler tüm topluma kendini nasıl duyuracaktır? Fikirlerin, programların doğruluğunun gücü sermayenin veya devletin gücünü nasıl aşıp da geniş kitlelerin bilgisi ve bilincine ulaşacaktır?
Bunun için, tüm basın ve haberleşmenin sermayenin, iktidarların ve devletin denetimi ve manüplasyonlarından azade olması şarttır. Yurttaşların tüm olgular ve görüşler hakkında, o görüşler hukuki, siyasi veya ekonomik bir engellemeye uğramadan bilgi sahibi olabilmesi, doğru kararlar verebilmesi; doğru seçimler yapabilmesi ve yanlış seçim ve kararlarını değiştirebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur.
Nasıl, hava, su olmadan yaşamak mümkün olmaz ise, medya üzerinde sermaye ve devletin her türlü kontrolü ortadan kaldırılmadan demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değildir.
O halde, var olan bütün yayın olanaklarının; matbaaların, kağıtların, frekansların ve kanalların kesinlikle devlet ve sermayenin kontrolü dışında olması yani bu alanda özel mülkiyetin ve devletin söz hakkının kaldırılması, demokrasinin gerçekleşmesinin modern toplumda olmazsa olmaz koşuludur. Devlet ya da hiçbir özel mülk sahibi hiçbir yayın organının sahibi olmamalıdır. Tıpkı su, toprak ve hava gibi, haberleşme olanakları da tüm topluma ait olmalıdır.
Bunlar, tüm nüfus arasında, örgütlerin, cinslerin, sınıfların, eğilimlerin nüfus içindeki oranlarına; aldıkları oy oranlarına veya üye sayılarına göre bölüştürülmelidir. Devlet sadece bu dağıtımın teknik yanlarını çözmekle görevli ve yetkili olmalıdır. Biz medya üzerinde devlet ve sermaye kontrolünün olmamasını; hukuki, siyasi ve iktisadi engellerin yok edilmesini demokrasinin gerçekleşmesinin olmazsa olmaz koşulu olarak görüyoruz.
Son yıllardaki bütün kritik gelişmeler, medyanın nasıl bir manüplasyon aracı olarak kullanıldığını göstermiştir. Bundan kurtuluşun bir tek yolu medyanın bütün toplum kesimleri ve örgütler arasında paylaştırılmasından geçer. Sonsuz bir bolluk olmadığından, nasıl herkese emeğine göre ise, herkese üyesi veya aldığı oy veya nüfus içindeki oranı kadar ilkeleri, bu dağılımı belirleyen ilkeler olabilir.
Seçenler ve Seçilenler
Ama gerçek bir demokrasi için sadece bu yetmez. Demokrasi, prensip olarak azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden, yani çoğunluğun kararına uyulmadığı takdirde uymayanlara zor uygulamayı kabul eden, usulüne uygunsa bunu meşru gören bir rejimdir.
Ama böyle bir demokrasi pek ala gerici bir milliyetçiliğin de aracı olabilir. Nüfusun büyük çoğunluğu, biz çoğunluk Müslüman’ız, o halde mademki demokrasi azınlığın çoğunluğa uymasını gerektirir, o halde biz çoğunluk olarak okullarda İslam dini okunmasını kararlaştırıyoruz veya kimsenin başı açık dolaşmamasını kararlaştırıyoruz diyebilir. Ya da çoğunluk, çoğunluk Türkçe konuşuyor, o halde demokrasiye göre azınlık da çoğunluğa uyup Türkçe konuşmak zorundadır diyebilir. Genel olarak demokrasi, yani azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak benimseyen rejim, kendi başına gericilikle çelişmez pek ala gericiliğin aracı olabilir.
Bu bakımdan bizlere lazım olan, özel türden, azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasidir. Azınlıkların haklarını garantiye alan bir demokrasi olmadan demokrasi ilerici bir işlev göremez. Dil, din, kültür vs.nin eşitliği ve siyasi alının dışında tanımlanması, yani devletin bu alanlardaki kesin tarafsızlığı ve karar yetkisinin olmamasının, azınlıkların haklarının korunması ve garantiye alınması bakımından önemi burada da ortaya çıkmaktadır.
Nüfusun ya da bir toplantıya katılanların çoğunluğu sigara içiyor diye kapalı yerlerde sigara içilmesine izin verilmesi gerici bir demokrasidir örneğin. İlerici, azınlık haklarını gözeten bir demokrasi, bir tek kişi bile sigara içmiyorsa ve içilmesine razı gelmiyorsa, o bir tek kişinin başkalarının zehirleriyle zehirlenmeme hakkını savunan demokrasidir; bir tek çocuk için bile, ana dilde eğitimi sağlayan bir demokrasidir. Üç kişinin anladığı bir dil için bile, diğer dillerle eşit hakları tanıyan; hatta azınlıkta olduğu için, her zaman olacak fiili eşitsizliği gidermek için onu kayıran, pozitif ayrımcılık uygulayan demokrasidir. Üç kişinin inandığı bir dine bile, milyonlarca insanın inandığı bir dinle aynı eşit hakları tanıyan bir demokrasidir.
Evet, tam bir hukuki özgürlükler ortamında; medyanın devletin ve sermayenin kontrolü ve manüplasyonlarının dışında olarak tüm bilgilerin edinildiği bir ortamda; azınlıkların haklarını garanti altına almış özel bir demokraside bile hala halkın iradesinin nasıl gerçekleşeceği sorunu çözülmüş olmaz.
Çünkü demokrasi, temsili olarak uygulanabilir. Bir köyde veya göçebe aşiretindeki doğrudan demokraside olduğu gibi, milyonlarca insanın bir araya gelip bir karar alması ve aldığını yine kendilerinin uygulaması fizik olarak mümkün değildir. İnsanlar ancak belli temsilciler aracılığıyla bu ilişkiyi temsili organlara devrederek demokrasiyi gerçekleştirebilirler.
Ama büyük nüfus ve alanların ortaya çıkardığı bu sorunun çözümü başka sorunları da beraberinde getirir. Örneğin temsili organlar belli dar bölgeler içindeki oranlara göre mi yoksa olabildiğince büyük birimler seçilerek nüfus içindeki oranlara göre mi temsil edilmelidirler? Veya bu temsilcilerin kendini seçenlerin iradesinden bağımsızlaşması ve kendisini seçenlerin değil de örneğin başkalarının veya kendisinin çıkarlarını savunmasının önüne nasıl geçilebilir?
Demokrasi bu sorunlara da açık cevaplar vermelidir.
Örneğin elbette gerçek çoğunluğun iradesinin yansıması için nispi temsil biçimleri gerekir. Ama bu takdirde, kimin hangi bölgenin temsilcisi olacağı, hangi bölgeye göre görevini yerine getirmedi diye geri alınabileceği nasıl belirlenecektir? Her bölgeden bir tek kişinin seçilmesine dayanan sistemler ise bu sorunu çözer ama, nüfus içindeki görüşlerin gerçek oranlarda yansımasını engeller. Bütün bu sistemlerin mahzurlarına minimuma indiren, hem nispi temsili sağlamaya yönelik, hem de seçilenlerin sürekli denetimini sağlayan ve geri almasını mümkün kılan mekanizmalara ihtiyaç vardır.
Bu mekanizmalardan bazıları şunlardır:
Örneğin partisinden istifa edenin aynı zamanda temsilcilikten de çekilmiş olmalıdır. Çünkü temsili demokraside, sistemli görüşleri ve programları olan siyasi partiler, görüşlerin ve oranlarının belirlenmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Seçimler aslında kişiler değil, görüşler arasındadır.
Bir başka mekanizme, siyasi konularda kesin bir dokunulmazlıktır.
Bir başka mekanizma, kendisini seçenlerin eğilimlerine denk davranmadığı takdirde seçenlerin temsilcilerini geri alabilme hakkıdır.
Bir başka mekanizma, seçilenlerin kendilerini seçenlerin yaşam ve sorunlarından uzaklaşmamaları için, ortalama bir işçi ücretinden yüksek bir ücret almamalarıdır.
Ordu ve Polis
Ama bütün bunlar da yetmez. Devlet demek ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler, vergi memurları demektir. Bu cihazın kendisi silahlıdır ve çok güçlüdür, bu cihazı oluşturanların, ulusun ve onun temsilcilerinin iradesine hizmet eder durumda kalmasının, onlardan bağımsızlaşmamasının garanti altına alınması gerekir.
Tüm toplumların tarihi, devletin siyasi iradeden bağımsızlaşma, onu baskı altına alma veya onun yerine geçme veya onu kendi çıkarları doğrulusunda manüple etme eğiliminde olduğunu göstermektedir.
O halde bu mahzurları giderecek mekanizmalar gerekir. Bunlar neler olabilir?
İlk elde, ordunun, hele Türkiye gibi Osmanlıdan kalma politikayı belirleme geleneğinin olduğu bir ülkede, baştanbaşa yeniden örgütlenmesi gerekir. Bunun ilk koşulu, düzenli ordunun lağvıdır. Radar, uçak, gemi gibi özel ve kendi halkına karşı kullanılamayacak güçler hariç, düzenli ordu kalkmalı, onun yerini tıpkı İsviçre’de olduğu gibi, tüm vatandaşlardan ve çalışan insanlardan oluşan milis almalıdır.
Böyle bir ordu sadece demokrasinin gerçekleşmesi için değil, aynı zamanda onun halka karşı kullanmanın da önünde bir engeldir. Bütün deneyler göstermektedir ki, düzenli ordular siyasi iktidarlar tarafından da ezilenlere karşı kullanılmaktadır. Böyle silahlı çalışan yurttaşlardan oluşan bir ordu ezilenlere karşı kullanılamaz.
Ama böyle bir ordu aynı zamanda en iyi savunmadır da. Böyle bütün halkın her zaman birkaç saat içinde milyonlarca kişilik tüm ülke sathına yayılmış bir ordu haline dönüşebileceği bir ülkeye kimse saldırmaya cesaret edemez. Böyle bir ordu, en korkunç silahlara, en güçlü düşmanlara karşı en etkili cevaptır. Böyle bir ülke, ancak bir nükleer saldırıyla tümden yok edilerek ele geçirilebilir ama öyle ele geçirilmiş bir ülke de ele geçirenin de işine yaramaz.
Ama böyle bir ordu, aynı zamanda, başka ülkeleri tehdit potansiyeli de taşımaz. Silahlı yurttaşlardan oluşan ordular iyi savunma aracıdırlar ama çok kötü bir saldırı aracıdırlar. Bu nedenle, ülkenin komşularıyla ilişkisinde onlara korku salmaz ve onları askeri masrafları yükseltme, fakirleşme ve demokrasiden uzaklaşma yönünde değil aksine olumlu yönde etkiler.
Ama bunlar kadar önemli olan bir sonucu da şudur: böyle bir ordu aynı zamanda ucuz bir ordudur. Ülke savunması ulusal hâsılanın çok küçük bir bölümünü alacağından, bütçe açıklarına ve enflasyona yol açması söz konusu bile olmaz. Böylece düzenli bir ordunun harcamalarından yapılan tasarruflar, yatırımlara ve sosyal harcamalara aktarılabilir. İssizlik azalır ve refah yükselir. İşsizlik azalıp refah yükseldikçe de bir orduya olan ihtiyaç azalır, demokrasi pekişir, yurttaşların ülkelerine bağlılığı artar ve saldırı tehlikesi azalır.
Ama sadece bunlar yetmez. Bütün karar alıcı memurların her düzeyde seçilmesi gerekir. Tıpkı, Amerikan filmlerinde olduğu gibi, Jürilerin, Polis amirlerinin, yerel idarecilerin de seçimle gelmesi gerekir. Osmanlı kalıntısı kaymakamlık valilik gibi makamların kaldırılması gerekir. Ulus toplulukların özgür iradeleriyle birleşmesinden oluşur. Her düzeyde otonomi ve özgür iradeyle, ekonominin kendi yasalarının gereği olarak bir birlik temel olur.
Ama bu da yetmez. Aynı zamanda, seçilmiş memurların emri altındaki diğer memurların da, her zaman ortaya çıkabilecek keyfi emirlere direnecek gücü olması gerekir. Bunun için, memurların tayin, terfi gibi işlemlerinin, yine bu memurların bağımsız memur sendikalarının tuttuğu sicillere göre belirlenmesi gerekir. Devlet memurlarının bütün ayrıcalıklarına son verilmesi gerekir. Onların şimdi ordu evlerinde veya ayrılmış bölgelerin yazlık veya lojmanlarında olduğu gibi, toplumun gözlerinden uzak bir kast gibi yaşamalarına son verilmesi gerekir.
Ancak bütün bu gibi koşulların birliği içinde bir demokrasiden ve demokratik cumhuriyetten söz edilebilir.
Demokrasi ve Refah
Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşi, demokrasiyi bu ülkenin insanlarına hiçbir zaman layık görmemektedir. Onlar demokrasi ile toplumun ilişkisini alt üst etmektedirler. Bunun için ne mantıken ne de olaylarca kanıtlanamayacak varsayımları vardır.
Bunların birincisi, demokrasinin ancak belli bir refaha ulaştıktan sonra mümkün olacağıdır. Bu gerekçeyle, batıdaki kadar refah olmadığına göre o kadar da demokrasi olmayacağı söylenmektedir.
Bu tarihin en büyük yalanlarından biridir. Bu gün demokrasinin beşiği olarak görülen Kuzey Avrupa ülkelerinin hiç biri, bu günkü demokrasinin temeli olan kuralları getirdiklerinde zengin ülkeler değillerdi. O zamanlar Osmanlı, Hint, Çin çok daha zengindi. İsveç, zengin olduğu için demokrasi olmadı. Yoksul İsveç, demokrasi olduğu için zenginledi.
Kaldı ki, sistemin mantığı ile de bu sonuca ulaşılabilir.
Demokrasinin olmaması daima güçlü bir devlet cihazı, bu da üretici olmayan militer ve bürokratik harcamaların yüksekliği, dolayısıyla yatırımların azalması; genellikle enflasyon, dolayısıyla pahalılık ve issizlik demektir. Ve pahalılık nedeniyle ortaya çıkan memnuniyetsizliği ve tepkileri bastırabilmek için daha az demokrasi ve daha güçlü ve pahalı devlet cihazı gibi bir fasit daire ortaya çıkar.
Demokrasinin olmaması ayrıca yoksulların ve ezilen sınıfların aleyhine çalışır her zaman. Demokratik hakların olmadığı yerlerde işçiler ve yoksul kesimler örgütlenip haklarını savunamazlar. Bu da toplumda eşitsizliklerin artmasına yol açar. Bu eşitsizlikler de tekrar bunların yol açtığı patlamaları bastıracak güçlü cihazlara ve bunlar da demokrasinin giderek azalmasına doğru bir gidiş yaratır.
Ama sadece bu kadar da değildir. Demokrasinin yokluğu burjuvazinin bile aleyhine çalışır uzun vadede. Demokrasi olmayıp ezilenlerin ve işçilerin haklarını savunamadığı yerlerde, sermaye artı değeri arttırmak için modern teknik kullanmak gereğini duymaz. Artı değeri, daha uzun ve yoğun çalışma, daha düşük ücret üzerinden sağlayarak diğer kapitalistlerle rekabet etmenin yolunu bulur. Ama bu da geri teknoloji kullanımını besler ve emek üretkenliğinin düşük kalmasını dolayısıyla ülkenin geriliğini pekiştirir. Yani teknik ilerleme ve emek üretkenliğinde bir artış için de demokrasi olmazsa olmaz koşullardan birisidir. Dünyanın en gelişmiş ülkelerinin aynı zamanda en demokratik ülkeler olması bu nedenledir. İşçi haklarını savunanları bayağı maddecilikle suçlayanların, demokrasi söz konusu olduğunda, demokrasiyi zenginleşmenin sonucu olarak görmeleri ve demokrasiyi topluma layık görmemeleri, bizzat kendilerinin bayağı maddeciliğinin kanıtıdır.
O halde, gerek teknik ilerleme, gerek toplumsal eşitlik ve gerek demokrasinin pekişmesi için demokrasi biricik çözüm ve başlangıç noktasıdır. Ülkeler zengin oldukları için demokratik olmaz, demokratik oldukları için zengin olur; toplumlar sosyal eşitsizlik az olduğu için demokratik değildir, demokratik oldukları için sosyal eşitsizlikler azalmıştır.
Demokrasi ve Eğitim
Bürokratik oligarşinin bir diğer yalanı da, demokrasinin ancak eğitimle elde edilebileceğidir. Bunlar, aslında ne kadar ilerici olduklarını söyleseler de lanetledikleri Abdülhamit’in demokrasiye karşı argümanının tekrarlamaktadırlar. O da , “kullanmasını bilmeyen cahil halka demokratik hakları vermek; çocuğun eline bir silah vermek gibidir, tutar babasını vurur” diyordu.
Suya girmeden nasıl yüzme öğrenilemez ise, demokrasi içinde yaşamadan da demokrasi öğrenilemez. Demokrasinin eğitimi yine demokrasidir.
Kaldı ki burada, önemli olan halkı demokrasi konusunda eğitmekle kendilerini yetkili ve görevli görenlerin kendilerinin demokrasi konusunda eğitilmeleri gerektiğidir.
Eğiticileri kim eğitecektir?
Onları yine ancak halk kendisi eğitebilir. Hâsılı, halka demokrasi konusunda eğitim vermeye kalkanların aslında kendilerinin eğitilmeye ihtiyaçları vardır.
Ve bu demokrasi öğretmenlerinin ilk öğrenmeleri gereken de, demokrasi eğitiminin ancak demokrasi içinde öğrenileceğidir.
Demokrasinin Üç Kaynağı
Bu gün niçin Türkiye’de demokrasi mücadelesi böylesine zayıftır? Türkiye’de niçin hiçbir zaman demokrasi gelişmemiştir?
Bütün dünyada, demokrasinin üç kaynağı vardır.
Birincisi kandaş toplumun demokratik gelenekleri.
İkincisi, henüz devrimci ve demokratik döneminde bir burjuvazinin varlığı.
Üçüncüsü işçi hareketidir.
Dünyanın en demokratik ülkelerinde bu üçünün sırayla bir bayrak yarışı gibi demokrasi bayrağını ele geçirdiğini görür. Örneğin İngiltere’de ilk Magna Karta, krala kafa tutan aşiret şeflerinin işidir. Yani kandaş toplumun gelenekleri. Tam bunlar artık Krala karşı güçlerini yitirdiklerinde, bu sefer burjuvazi, demokratik mücadelenin bayrağını ele alır. Burjuvazi demokratik barutunu tükettiğinde ise işçi hareketi.
Türkiye’de bu üç koşul da hiçbir zaman olmamıştır.
Binlerce yıllık mutlak devletçilik, batıdaki senyörler gibi krala kafa tutacak bir tabakanın ortaya çıkmasına olanak sağlamamıştır. Örneğin ilk yıllarında Osmanlı sultanları bir bakıma, eşitler arasında birinciydiler. Ama uygarlaştıkça derhal köle kapı kullarına dayanmışlar ve diğer özerk beylere yaşama yansı vermemişlerdir.
Bu Doğu’nun binlerce yıllık devlet geleneğinin en lanetli sonucudur. Kandaşlık demokrasisi, sadece siyasi bir gücü temsil etmeyen muhalif tarikatlar ve devlet gücünün ulaşamadığı yerlerde, örneğin dağ başlarındaki Alevi köylerinde komün olarak yaşayabilmiştir.
Burjuvazi, doğduğunda, çoktan devrimci barutunu yitirmişti ve zaten tam bu nedenle de demokrasi bayrağıyla değil, gerici ulusçuluğun bayrağıyla egemenlik mücadelesi vermişti. Kaldı ki, Ermeni katliamları ve mübadeleler ile Anadolu’daki bu zayıf burjuvazi bile tasfiye edildi. Ve onlarla birlikte hala demokratik gelenekleri bulunan işçiler de tasfiye oldu. Onların tasfiyesiyle demokrasinin en büyük düşmanı devletçilik, derebeylik ve tefeci bezirganlık güçlendirildi.
Daha sonraki sosyalist hareket ise, Sovyet dış politikasının bir aracı olarak kaldı. Sadece altmış ve yetmişlerin kitlesel kabarışında biraz demokrasiyi geliştirecek öğeler vardı. Ama bu hareketin nesnel demokratik karakterine karşılık, ideolojisiyle demokratik değildi ve ilham aldığı bürokratik kastların da etkisiyle demokrasiyi burjuva diye küçümsüyor, anti demokratik yöntemleri kutsuyordu. Böylece nesnel olarak demokratik karakterdeki işçi ve yoksul tabakalara dayanan hareketler bile bir demokratik etki ve gelenek bile bırakmıyorlar, demokrasiye karşı çalışıyor, kedi iplerini çekiyorlardı. Aynı zamanda bu hareketler hepsi de gerici bir milliyetçiliği desteklediklerinden, devletin yapısını hiçbir şekilde tartışma konusu yapmıyorlar, gerici ulus tanımları karşısında devrimci ve demokratik, yurttaşlığa ve haklara dayanan bir ulus tanımı için mücadele etmiyorlardı.
Ancak 1990’ların başında Sovyet bürokrasisinin ve onun o muazzam ideolojik ağırlığının çökmesi, eski demokratik hedeflere geri dönüşün koşullarını yarattı. Bu bile, globalleşmenin ideolojisinin, yani “çok kültürlülük” ve “ulus devletin sonu” gibi ideolojik kavramların egemenliği altında, yani bir ideolojik gericilik ikliminde; sivil toplum kuruluşlarının demokrasi mücadelesinden kaçışın örtüsü olduğu; yarı resmi devlet ya da sermaye destekli arpalıklar işlevi gördükleri koşullarda baştan çarpık bir biçimde oluştu.
Böylece, içten demokrasi özlemleri bile “Sivil toplum”, “Çok kültürlülük”, “ulus devletin sonu” gibi, aslında dünya çapında bir ideolojik gericiliğin söylemleri biçiminde ortaya çıktı bu da sosyalistlerin demokrasi mücadelesinden uzak durmalarını pekiştirdi ve bir özeleşiri sürecine girmelerini engelleyici, onları taşlaştırıcı bir etki yaptı.
Böylece, demokrasi sahipsiz kaldı. En tutarlı demokrasi savunucusu olması gereken sosyalistler demokrasiye uzak ve bunu küçümseyen bir konumda kalıyor; demokrasi özlemleri ise globalizmin gerici ideolojik saldırısının kavramları içinde kendini ifade edebiliyordu.
Politik İslam ve Demokrasi
Politik İslam’da ifadesini bulan ve yoksul işçilerin memnuniyetsizliğini kendi yedeğine alan Anadolu burjuvazisi ve Müslüman burjuvazi demokrasiden korkmaktadır. Dini olanı özel olan, inanç olan olarak tanımlama ve devletin gerçek bir laikliğinin değil; Kemalizm’in resmi devlet İslam’ı karşısında kendi İslam’ını devletin resmi İslam’ı yapmanın kavgasını vermektedir. Örneğin Diyanet işlerini kapatmak; bütün imam ve müezzinlerin, bütün din adamlarının o cemaatlerin gönüllü bağışlarıyla geçinmesi; dinle ilgili bütün resmi okulların kapanması ve dini eğitimin cemaatin kendi olanaklarına bırakılması; okullardan din derslerinin kaldırılması gibi gerçek bir demokrasinin olmazsa olmaz koşulları için hiçbir girişimde bulunmamaktadır.
Böyle davrandıkça da modern şehir hayatını yaşayan orta sınıfları ve Alevileri, buna karşı tek garanti gördükleri anti demokratik karakterdeki devlet oligarşisinin kollarına atmaktadır. Hâlbuki bir parça tutarlı demokratik tavır ile yani devleti inanca ilişkin olandan tamamen dışlayan ve tarafsızlaştıran; inancı politik alanın dışına atan gerçek bir laiklik ile bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri yanına kazanıp en azından tarafsızlaştırabilir ve iktidar gücünün ordu ve bürokrasiden parlamentonun ve seçilmiş temsilcilerin eline geçişini sağlayabilir. Ama bunu yapmamaktadır. Çünkü gerici özünü korumakta, tutarlı bir demokrasinin kendisine karşı çalışacağını bilmektedir.
Politik İslam, aynı tutuculuğu ve demokrasi korkusunu ulus tanımında göstermektedir. Ulusun tanımından, dil, din, etniyi dışlayacak ve böylece tüm dillere ve kültürlere eşitlik sağlayacak ve böylece örneğin Kürtlerin ve diğer azınlıkların desteğini kazanabilecek, böylece Ordu ve bürokrasiyi tamamen tecrit edecek yerde; bir zamanlar insanların yer çekiminin olmadığına inanmaları halinde düşmeyeceklerini savunanların mantığıyla Kürt sorununu yok sayarsanız yok olur diyerek, Türkiye’deki en büyük demokrasi gücünü karşıya itmekte. Dile, etniye dayanan ırkçı milliyetçiliğe destek vermektedir.
Bürokratik Oligarşi ve Burjuvazi
Burjuvazinin bu korkaklığı sayesinde Bürokratik oligarşi, aslında her biri demokratik özlemlerin ifadesi olan hareketleri, birbirine karşı kullanma olanağı elde etmektedir. Bu nedenle Türkiye’deki rejimin bu dengelere dayanan ilginç bir Bonapartist karakteri vardır. Bürokratik oligarşinin egemenliğinin ve gücünün devamı için, Anadolu burjuvazisinin İslam'ı bayrak etmesinin ve demokratik özlemlere cevap vermemesinin ve demokrasi konusundaki korkaklığının hayati bir önemi vardır.
Eğer, Anadolu burjuvazisi olmasa, devlet oligarşisi egemenliğini böyle sürdürüp hala bu günkü gibi gücünü koruyamaz. Ama bu bürokratik oligarşi de olmasa, Anadolu burjuvazisi, geniş gayrı memnun emekçi kesimleri böyle kendi politik İslam bayrağı altında toparlayamaz.
Bu burjuvazi, İslam'ı, yarı resmi devlet dini yapmak istediği ve gerçek bir laiklikten kaçtığı için bütün şehir orta sınıflarını ve Alevileri bürokratik oligarşinin bir yedeği haline getirmektedir. Bürokratik oligarşinin böyle güçlenmesi karşısında, onun dayatmalarından bezmiş emekçi kesimler ve hatta büyük şehir burjuvazisi bile bu sefer politik İslam’ın ardında saf tutmaktadır.
Kemalist bürokratik oligarşi ile politik İslam'ı bayrak yapmış burjuvazisi, birbirinin can düşmanı gibi görünmelerine rağmen birbirlerinin en büyük iş birlikçileridir. Gerçek bir demokratik hareket çıktığı an onlar, onun karşısında derhal birleşeceklerdir ve o zaman onların arasındaki özdeşlik çok daha iyi görülecektir.
*
Aynı özdeşlik bölgedeki uluslar arası güçler bakımından da geçerlidir. Bu gün sanki ABD ile bölgenin bürokratik ve molla oligarşileri; ABD ile Şiiler karşı güçler gibiymiş gibi görünmektedirler. Hâlbuki politik olanın tanımından her türlü dini, dili, kültürü dışlayan gerçekten demokratik bir hareket karşısında bunların hepsi aynı gerici milliyetçiliğin savunucusu olarak ortaya çıkarlar.
İşte her şeyden önce taşları yerli yerine oturtmak için, bölgenin ve Türkiye’nin bu gün içinde bulunduğu sefalete son vermek için; eşiğinde bulunulan kanlı gelişmelerden kurtulmak veya en azından bir çözüm alternatifi çıkarmak için bir gerçekten demokratik ve cumhuriyetçi bir program gerekmektedir.
Güçler
Peki böyle bir programı yükseltecek hangi güçler var bugün?
Şu an böyle bir programı olan biricik güç Kürt hareketidir.
Kürt hareketi de, en yükseldiği zamanlarda, demokrasi düşmanı ve ulusu soya, dile kana göre tanımlayan geleneklerin etkisi altındaydı. Ne ulusal baskıya karşı, ulusun tanımından dili, dini dışlayan demokratik ve cumhuriyetçi bir programa sahipti ne de kendisinin ve hedeflerinin demokratik bir karakteri vardı. Onun demokratik karakteri, gerici bir milliyetçiliğe karşı yine aynı milliyetçilik anlayışına dayanmasına rağmen, ezilen bir ulusun hareketi olmasından kaynaklanıyordu. Kendisinden ve taleplerinden ziyade mücadelesinin nesnel sonuçları demokratik karakterdeydi.
Yine de bu hareket belli özellikler taşıyordu. Onun sosyalizmden kaynaklanan ideolojik gelenekleri ve yoksullara dayanan yapısı, içinde bir demokratik ulusçuluğun oluşup gelişmesine de olanak sunuyordu. PKK tüm etnilerden, kültürlerden, dillerden ve dinlerden insanları içinde barındırıyordu. PKK’nın kendisi tam anlamıyla laik ve dil, din, kültür ve soyu politik olanın tanımından dışlamış bir örgüttü. Taraftarları içinde Müslümanlar kadar Ezidiler, Aleviler ve Hıristiyanlar; Kürtler gibi Türkler bulunuyordu. PKK hiçbir zaman bir Kürt örgütü değil, her zaman bir Kürdistan örgütü olmuştu. Bu sadece Türkiye’de değil, Orta doğu’da bile pek görülen bir özellik değildir. Yani PKK, politik olandan dili, dini, soyu, kültürü dışlamış; demokratik bir ulusçuluğun prototipi özellikleri kendi yapısında taşıyordu.
Hem bu özellikleri, hem yoksullara dayanan plebiyen yapısı; hem Sovyetlerin çöküşünün onun ideolojik bukağılarından kurtarması; hem de tüm dünya ülkelerinin kendilerine karşı bir cephe oluşturup en küçük bir savunma olanağı bile bırakmadığı koşullarda, bu hareket, ilk kez, Ulusçuluğun ilk ortaya çıktığı çağın demokratik ve devrimci ulusçuluğunu el yordamıyla yeniden keşfetti.
Ne var ki bu keşfediş ve formülasyon, ağır bir darbenin alındığı ve büyük bir tecridin yaşandığı koşullarda, bir imhayı engellemek için yapılan taktik manevraların ve diplomatik söylemlerin içinde ifade edildiğinden onun bu özgül niteliği bizzat kendi taraftarlarınca bile yeterince kavranamadı ve onun ifade edildiği taktik biçimler ve ilk kez el yordamıyla keşfedilmiş olmasının zorunlu kıldığı kavramsal belirsizlikler; içinde taşıdığı geçmişin izleri kadar ideolojik iklimin moda kavramlarının etkileri onun özünün ve öneminin kavranmasını engelledi.
Böylece onun ifade ediliş biçiminin özellikleri bahane edilerek herkes tarafından dışlandı. Liberaller onu eski Stalinist kalıntıları nedeniyle anlamadı; Stalinistler kullandığı terminoloji nedeniyle bir ideolojik gericiliğe teslimiyet olarak gördüler; demokratlar diplomasi ve taktik özellikleri nedeniyle Kemalizm’le bir uzlaşma ve teslimiyet olarak gördüler; Kürt burjuvazisi de böyle bir pazarlık veya kandırmaca olarak anladı ve öyle uygulamaya kalktı.
Bütün bunların yanı sıra, zaten demokratik cumhuriyet unutulduğu ve Türkiye’nin sosyalistleri demokratik olmayan bir milliyetçiliğin savunucusu olduklarından, programı ve çağrısı hiç bir zaman bir yankı bulamadı ve karşılıksız kaldı.
Bu karşılıksızlık sürerken, ABD’nin Irak’ı işgali PKK’nın projesinin bütün ikna ediciliğini ve çekiciliğini Kürtler arasında bile yitirmesine yol açtı. PKK’yı destekleyen veya zaten mecburen desteklemek zorunda olan Kürtlerin hepsi, dile, soya, dayanan milliyetçiliğe doğru muazzam bir kayış yaşadı. Bu kayış, bizzat PKK ve devamcısı örgütlerin bile, Öcalan’ın büyük prestijine rağmen bu gidişin akıntısına kapılmalarına yol açtı. Projeyi bizzat kendi örgütü bile savunamaz ve savunamaz oldu. Böylece devrimci ve demokratik bu ulusçuluğa göre tanımlama denemesi, daha doğup ayakları üzerinde durma fırsatı bile bulamadan yok olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi.
İşçiler
Bu koşullarda bizler politik olanın (ulusun) tanımından dili, dini, soyu, kültürü, tarihi dışlayan Demokratik Cumhuriyet hedefiyle ortaya çıkıyoruz. Bu program sadece Türkiye’nin değil bölgenin sorunlarına biricik çözümdür.
Programımızda, işçiler için, köyüler için ekonomik veya özel istemleri arayanlar bulamayacaklardır.
Çünkü ancak bir demokratik cumhuriyette işçiler hedeflerini ve istemlerini en ideal biçimde savunma olanağı elde edebilirler. Bu koşullar olmadan, bu koşullar varmışçasına talepler sunmak sadece kafa karışıklığına ve siyasi belirsizliğe yol açar.
İşçiler bu günkü ekonomik mücadelelerin bitiriciliği içinde yok olmak istemiyorlarsa, demokratik cumhuriyet bayrağını yükseltmelidirler.
Ancak, yukarıda açıklanan Demokratik Cumhuriyet bayrağını yükselten işçiler bağımsız bir politik hareket oluşturabilir ve tüm gayrı memnunları bir cephede toplayıp bu günkü gibi tecrit durumlarına son verebilirler.
Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar.
Fabrikasında, iş kolunda veya genel olarak ücret düzeyindeki bir düzelme için savaş sadece işçileri ilgilendirir ve diğer gayrı memnunları kazanamaz: bu da işçilerin tecridine ve yenilgilerine yol açar.
Ama eğer işçiler, demokratik bir politik hareketin başını çekerlerse, o Alevilerin, Kürtlerin, Köylülerin, şehir orta sınıflarının, bölge halklarının ve hatta burjuvazinin belli kesimlerinin bile desteğini kazanabilir. Bürokratik oligarşinin keyfiliğinden ve ilkel milliyetçiliğinden bıkmış; demokratik bir ulusçuluğun sağlayacağı geniş olanakları gören hiç de küçümsenmeyecek bir burjuva kesimi bile bulunmaktadır.
Ama ancak böylesine geniş kesimler birleştirilerek, bölge oligarşilerinin egemenliğine son verilip, Amerika’nın bölgeyi dine, dile, soya dayanan küçük devletlere bölme ve onları birbirine karşı kullanma planlarına bir cevap verilebilir.
Ancak böylece bölge içine itildiği mezbahadan kurtulabilir.
İşçiler ancak demokrasi bayrağını yükseltirlerse iktisadi durumlarında bir gelişme sağlayabilirler
Ama bunun için ilk şart, işçilerin öncelikle kendilerinin politik olanı dile, dine, soya, tarihe dayanan ulusçulukla bölünmesidir.
Biz başlarsak başkaları bizi izleyecektir.
10 Şubat 2004 Salı
Kısa Versiyon:
1) Gerçek bir eşitlik için, ulusun tanımından her türlü, dil din, tarih, "etni", soy, kültür, "ırk" belirlemesi kalkmalı, ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır.
Bu somut olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
· Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve anadilinde eğitim hakkı olmalıdır. (Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
· Ortak bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
· Okullarda herkes ana dilinde ama aynı ortak tarihi okumalıdır. Bu tarihi, ülkedeki ve komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden, cinslerden eşit miktardaki temsilciler ortaklaşa yazmalıdırlar.
· Eğer olmasına karar verilirse, din ve ahlak dersleri, yeryüzündeki tüm büyük din ve inançlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa yazılmalıdır.
· Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara çevrilmelidir.
· Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından karşılanmayanlar devletin başka işlerine yerleştirilmelidir.
· Devlet sadece inançlar arasında eşitliği sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri gidermekle yükümlü olmalıdır.
2) Yurttaşların en geniş şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
· Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
· Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
3) Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden kurtulması gerekir. Bunun için de
· Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar, frekanslar, kanallar, kağıtlar toplumsallaştırılmalı, devletin ve sermayenin elinden alınmalı ve yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
· Medya olanakları, tüm örgütler, partiler, inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
· Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için sık sık ayarlanmalıdır
4) Yurttaşların üzerinde yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan ama onlara itaat ve hizmet eden bir devlet cihazı için:
· Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemutlar zamanından kalma valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve organlar lağvedilmedir.
· Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
· Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
· Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
· Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas alınmalıdır.
· Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik olmalıdır.
· Mahkemelere jüri usulü gelmelidir.
5) Bu biçimsel eşitliği ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal eşitsizlikleri kaldırmak için
· Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa, sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
· Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
· Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için parasız kreş ve anaokulu sağlanmalıdır.
· Tüm eğitim ve araçları parasız olmalı, düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
· Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder