25 Mart 2013 Pazartesi

Öcalan’ın Dönüşü

(Aşağıdaki yazı Aralık 2005 yılında yazılmıştı. Birkaç gün önce yazılanların eskiyip hükmünün kalmadığı bir dünya ve Türkiye’de yaşıyoruz. Bugün yazılmış gibi okunabilir. Tabii “mutatis mutandis”. Yani gerekli değişiklikler yapıldığında. Önümüzdeki süreç ve nedenlerini anlamak için temel parametreleri vermektedir. Politikada öngörülerde bulunmak her zaman çok tehlikelidir. Binlerce farklı değişken vardır. Yazıdaki neredeyse bütün öngörüleri doğrulanmış ve halen doğrulanmaktadir. Yazı Marksist kavramsal araçların gücünü gösterir aynı zamanda. D.K. - 25 Mart 2013 Pazartesi)

Birkaç gündür, şu kenef basın yazarlarının, adının önüne, Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nin direktiflerine uygun olarak “Terörist başı” rütbesini koymadan adını anmadıkları Abdullah Öcalan, ne olduysa bütün “büyük basın”ın manşetlerinin, yazar ve baş yazarlarının konusu ve konuğu oldu.
Ne var ki, Öcalan gazetelerin başköşesine sadece konuk da değil, artık “rütbe-i tenzil” eylediği de görülüyor.
Eskisi gibi “Terörist Başı” olarak da pek anılmaz olmuş. Oktay Ekşi Türkçe’deki prejoratif anlamıyla “Adam” diyerekten, bu “rütbe indirimini” ilan ediyor.
Cüneyt Ülsever kırk yıllık ahbabından söz ederce “Apo” demekle yetiniyor. Ertuğrul Özkök, yazısının başında bir kere “Bölücü Örgütün Başı” dedikten sonra, yazının geri kalanında kısaca “Öcalan” diye devam ediyor.
Radikal gazetesi, Bayram değil, seyran değil, “Eski MİT Müsteşar Mardımcısı” Cevat Öneş’in, yani TC’nin İstihbarat örgütünün eski iki numaralı adamının, stratejik analizlerini “Tabular Yıkılıyor” başlığıyla manşete koyuyor. Bu yazıda pek ala şöyle cümleler okunabiliyor:
“Öcalan, Türkiye'ye teslim edilirken, Türkiye-ABD ilişkilerine paralel olarak, ABD tarafının Irak'ta kurulmakta olan Irak Kürt Federe Yönetimi'ne olabilecek muhalefet unsurlarının devre dışı bırakılabilme planlarının bir parçası olabileceği hususu üzerinde durulabilmelidir.
A. Öcalan tarafından formüle edilen ve geliştirilmek istenilen demokratik cumhuriyet tezinin içinde hiçbir zaman kabul edilemeyecek taleplerin bulunduğunun bilinmesi ve bu konunun tartışılmazlığı, bahse konu düşüncenin ve detaylarının değerlendirilmesinin çözüm arayışlarında yararlı olamayacağı sonucunu çıkarmamalıdır.”
(...)
“A. Öcalan tarihin en acımasız ve birçok ülke tarafından da kullanılan bir terör örgütünün lideri olarak sahip olduğu sorumluluğunun gereği, hukuk sistemimizin tabii prosedürü içerisinde cezasını çekerken, mücadele sürecinin kazandırdığı ve psikolojik yapısının şekillendirmeye çalıştığı yeni misyonunun imkânlarının, silahların bıraktırılması ve çözümlerde uygun şekilde yararlanılabilmesi şartlarının oluşturulabilmesi, kaybedilen zamana ve kaybedilen uygun konjonktüre rağmen iç barışın sağlanabilmesi çalışmalarında önemini korumaktadır. (Not: Belirtilen düşünce ve öneriler, çözüm için gerçekleştirilmesi gereken makro seviyede strateji ve planlamaların detayları arasındadır.)”
Devletin en yüksek noktalarında en gizli bilgilere sahip olmuş yazar çok ince ve dolaylı biçimde Öcalan’ın tezinden yararlanılabileceğini ve Öcalan’ın önemini erbabının anlayacağı dille açık açık belirtmektedir. Yazı fazlalıklardan arındırılıp direk bir ifadeye kavuşturulduğunda ortaya çıkan cümleler şunlardır:
“demokratik cumhuriyet (...)  düşüncenin ve detaylarının” yararlı olabileceğini baştan reddetmemek, yani bu tezle tartışmak.
“A. Öcalan(...)iç barışın sağlanabilmesi çalışmalarında önemini korumaktadır.”
Bunlar hep bambaşka tonlar.
Türkiye’de şu “Kürt Sorunu” namlı sorun ile Türkler ve devletleri uzun zamandır ilgilenmiyorlardı. Napoleon hallolmasını istemediği işleri “Komisyona havale” edermiş. Türk devleti, daha da ileri gitti ve “hava”ya ve “koster”e havale etti. Eğer Kostar bozulmaz ve hava da muhalefet yapmaz ise, Kürtler önderleri Öcalan’a haber iletip ondan haber alabiliyorlardı. Bereket son günlerde hava ve kosterin keyfi yerine geldi de tekrar bir görüşme gerçekleşti ve Öcalan birden manşetleri ve yorumcuları kapladı.
Türkiye’nin bütün gazetecileri de, sahibinden aport emrini bekleyen köpekler gibi, “iyi saatte olsunlar”ın ağzının içine bakarlar. Ancak oradan bir itiraz gelmeyeceğini anladıkları; oradan bir tiyo aldıkları zaman belli bir konuda belli bir tavır alabilirler. İmralı Koster’i yazı yazabilseydi, Türk basınındakilerden daha kötü bir gazeteci olmazdı. O bile ne zaman arıza yapacağını, sahibinin eğilimlerini “Türk Basını”ndakilerden daha iyi biliyor.
Bu Öcalan’ın manşet ve yorumlara geri dönüşü belli ki “yi saatte olsunlar”dan gerekli tiyoyu almış. Ne var ki bir sürpriz değil bu.
Olaylara kuşbakışı bakan bir göz de, ince ayrıntılarda genel eğilimleri yakalayan bir göz de böyle bir gelişme olacağını rahatlıkla tahmin edebilirdi. Kuşbakışı bakışa, genel eğilimlere sonra geliriz. Zaten bu yazının konusu bu eğilimleri incelemek. Ama “ince ayrıntılara” bir iki örnek verelim.
Şovenizm dalgasının iyice yükseldiği, Kürtlere, hele İmralı’ya gidenlere linç teşebbüsleri yapıldığı; herkesin suçluların yanında yer alarak en demokratik haklarını kullananları suçladığı; İsmet Berkan gibilerin utanç verici bir şekilde bir gün önceki sözlerinden geri döndükleri günlerde, Genel Kurmay ve ordu içindeki eğilimleri yansıttığı, herkesin bildiği bir sır olan Fikret Bila, yazılarında özellikle Öcalan hakkında çok ölçülü bir üslup kullanıyor ve olaylarla araya mesafe koyuyordu.
Bir başka belirti de şuydu, arada Avukatları değil ama kardeşi görüştürüldü Öcalan’la. Kardeşi Öcalan’ın moralinin iyi olduğunu söyledi. Normal olarak aylardır görüştürülmemesi nedeniyle başka türlü olması gerekir diye düşünülebilirdi.
Ve nihayet son görüşme notlarında, Öcalan’da bir rahatlık görülmekte.
Nedeni belli? Ertuğrul Özkök’ün Bu günkü MİT müsteşarının geçmişte Öcalan’la görüşmesinden söz etmesi; Savcı’nın son dönemde Öcalan’a Demokratik Cumhuriyet üzerine sorular sorma bahanesiyle görüşmesi; Radikal’e manşet olan Eski MİT başkan yardımcısının yazıları.  Ve MİT’in “kitle yayın organı” olan Hürriyet’in yazı ve manşetleri Türkiye’ye egemen “Devlet sınıfları”nın; “Nomena Klatura”nın egemenliğini sürdürebilmek için kontrollü olarak önemli değişikliklere gideceğini gösteriyor.
Ve bu değişiklikleri yapabilmek için Öcalan’ı kullanmak isteyecekler. Bu yukarıdaki eski “MİT Müsteşar Yardımcısı”nın yazısında açıkça belirtiliyor.
Ama kullananlar her zaman olduğu gibi aynı zamanda kullanılırlar. Abdestinden emin olan ciddi politikacılar “kullanılmaktan” korkmazlar. Lenin’i Alman Genel Kurmay’ı kullanmak istemişti kurşunlu vagonla Rusya’ya geçişine izin verirken. Sonunda kimin kimi kullandığını tarih gösterdi.
Askerler politikadan anlamadıklarından, o kendi dar hesapları ve kısa vadeli amaçlarıyla birilerini kullandıklarında, hemen daima da kendileri kullanılırlar. PKK’ya karşı mücadele için örneğin, ABD’yi kullandıklarını düşünüyorlardı. Şimdi, kimi generallerin, Ecevitlerin, MİT eski başkan yardımcılarının dediği gibi, Amerika’nın kendilerini kullandığını görüyorlar.
Örneğin, Öcalan ABD tarafından Türkiye’ye teslim edildiğinde, biz ABD’nin Öcalan’ı Güney Kürdistan’daki oluşuma Türkiye’nin muhalefetini engellemek için verilmiş bir rüşvet olduğunu yazdığımızda; Öcalan’ın kaçırılıp Türkiye’ye verilmesinin, ABD’nin dünya ve Orta doğu çapındaki stratejik hedefleri bağlamında anlaşılabileceğini; ortada gerçekten Öcalan’ın dediği gibi bir “komplo” olduğunu yazdığımızda, yazdıklarımız alayla karşılanıyordu.
Aradan daha on yıl geçmeden, nice generaller, Ecevit’ler “Öcalan’ı Amerika bize niye verdi” diye sormaya başladılar. Bunun en son örneği. Radikal’in Manşete aldığı eski MİT başkan yardımcısının makalesinde de ifade ediliyor:
“A. Öcalan, Türkiye'ye teslim edilirken, Türkiye-ABD ilişkilerine paralel olarak, ABD tarafının Irak'ta kurulmakta olan Irak Kürt Federe Yönetimi'ne olabilecek muhalefet unsurlarının devre dışı bırakılabilme planlarının bir parçası olabileceği hususu üzerinde durulabilmelidir.” diye yazıyor.
Yani aslında şimdi Öcalan’a hak veriyorlar adını anmadan.
Öcalan İmralı’da mahkemeye çıkarıldığında, herkes “teslim oldu”, “bitti” derken, biz ortada bir pazarlık ve mücadele olduğunu, Öcalan’ın çok elverişsiz koşullara rağmen çok cesur ve akıllıca davrandığını yazıyorduk
Ne oldu? Aradan bunca zaman geçince, Öcalan’ın hiç de bitmediği  ve teslim olmadığı artık çok açık. Bundan söz eden bile kalmadı.
Biz o zamanlar aksine, Türk devleti onu kullanırken onun da Türk devletini kullandığı; Zaten bitirmesi gereken gerilla savaşını bitirme eylemin bir barış taarruzuna çevirdiğini ve saldırı inisiyatifini ele geçirdiğini yazıyorduk. Öcalan, hapisten hem örgütünün bütünlüğünü korudu, hem Kürt kitleleri üzerindeki etkisini, özellikle kadınlar ve gençler üzerindeki etkisini pekiştirdi. Bizzat devletin generalleri, PKK siyaseti kullanıyor, siyaset yayıyor siyasete yerleşti diye feryat etmeye başladılar. Bu yenilginin ilanından başka neydi?
Yani şu son beş altı yıllık hapislik göz önüne getirildiğinde ve bir bilanço çıkarıldığında her şeylere kadir Türk Devleti hapisteki Öcalan’ı kullanamadı ama Öcalan kendini kullanmak isteyen Türk devletini kullandı. Muharebeyi kazanan bu gün daha güçlü olan Öcalan.
Bu Öcalan’ın hayatında yeni bir şey de değil. Bu gün Türk devletinin elinde rehin olan Öcalan, dün yıllarca Suriye’nin elinde de bir rehindi. Suriye Türkiye’nin su kesme tehditlerin karşı Öcalan’ı kullanırken, Öcalan da Suriye’yi kullandı ve güçlü bir gerilla örgütü ve ulusal kurtuluş hareketi örgütledi.
Türkiye’nin elinde esir oldu. Esarette Gerillayı korudu ve politik bir hareketi geliştirdi. Tecrit olacağı, politik etkisinin yok olacağı sanılıyordu. Bunu korudu ve geliştirdi.
Ve işin ilginci bunu en kötü şartlarda yaptı. Burada “kötü şartlar” derken hapishaneyi ve tecridi kast etmiyoruz. Uluslar arası ilişkilerin durumunu kastediyoruz. ABD’nin Kürtler arasında Öcalan’a karşı Barzani ve Talabani’yi silahla, parayla desteklediği koşulları kastediyoruz. Türkiye’nin inkar politikalarına devam ettiği koşulları kast ediyoruz. Her şey Öcalan’ın politikasına ve hedeflerine karşıydı. ABD’nin Barzani ve Talabani’ye sağladığı destek ve orada elde edilen güç ve kazanımlar muazzam bir savrulma yaratmıştı özellikle PKK kadroları ve diyasporadaki Kürtler arasında.
Çok zaman önce değil, daha 2005 Newroz’unun arefesinde, bütün örgütü Öcalan’a yüz çevirmişti. Bir kısmı zaten ayrılıp gitmişti, kalanlar sözde Öcalan’a bağlılık yeminleri ederken, Öcalan’ın programı ve dedikleri yokmuşçasına düşünüp davranıyorlardı. İşte şimdiye kadar uğrunda savaşılan şeyler orada bir bir gerçekleşmiyor muydu? Türk devletinin geri adım atacağı yoktu. Ama işte burada somut olarak gerçekleşmişti. Artık eski Emperyalizm teorilerinin geçerliği falan kalmamıştı.
Sonra adeta bir mucize oldu. Newroz’da yepyeni bir nesil çıktı ortaya hızır gibi. Kadınlar, gençler Öcalan’a ve “Demokratik Konfederalizm”e sahip çıktılar. Öcalan’ı fiilen satmış bulunan örgütü. Tekrar hizaya geldi.
Öcalan’ın kitleyle ve örgütle ilişkisi biraz Lenin’in Ekim Devrimi’ndeki konumuna benzemektedir. Lenin Nisan Tezleri’nde, o zamana kadar alışılmış bilinen klişeleri terk edip, yepyeni bir programla ortaya çıktığında, bizzat kendi elleriyle yıllarca eğitip hazırladığı örgütünü tümden karşısında bulmuştu. Öylesine karşıydılar ki, bu Zinovyev ve Kamanev’in Ekim Devrimi’ni ihbar etmelerin kadar bile gitmişti.
İşte bu koşullarda, Lenin’in programına aşağıdan Kitlelerin ayaklarıyla oy vermesi ve yoksul Rusya işçi, köylü ve asker yığınlarının baskısı olmasaydı, kendi örgütü hizaya gelmez, hatta o örgüt Lenin’in kuyruğuna teneke bağlardı. Eğer Newrozda yoksul, kadın ve gençler Öcalan’a sahiplenmese, aynısı Öcalan’ın da başına gelirdi. Ayrılanların yazdıklarına bakılabilir bunun böyle olup olamayacağını görmek için.
Sanılır ki liderler ve örgütleri tam birbirine uyuşur. Durum tam tersidir. Sanılanın aksine, Lider kendisiyle aynı kafa ve anlayıştaki insanların önderi olan kişi değildir. İyi lider kendisine en karşı olanlarla bile bir iş yapabilendir. Onlara hep ters düşüp sonunda haklılığı ortaya çıkandır. Lenin Partisinde çoğu kez azınlıkta kalırdı.
Lenin, Zinovyev ve Kamanev ihbarcılık yaptıklarında onların atılmasını istemişti. Ama zaten kendisi de aynı anlayış sakatlıklarıyla malul organlar onları atmayınca, onlarla birlikte çalışmaya da devam etti.
Öcalan’ın örgütünde de farklı değildir bu işler. Öcalan’ın yazı ve konuşmalarının bizzat kendi örgütünden şikayet ve onların eleştirileriyle dolu olması bir rastlantı değildir.
Hasılı Öcalan, diyaspora Kürtlerinin ve bizzat kendi kurup geliştirdiği örgütün en büyük savrulmayı yaşadığı; ABD’nin Dünya planlarında Barzani ve Talabani’ye stratejik bir önem verdiği ve bu bağlamda bütün gücüyle Barzani ve Talabani’ye destek olduğu; bu askeri, mali, diplomatik desteğin bütün Kürt burjuvazisinin ağzının suyunu akıtıp, onları bir mıknatıs gibi çektiği koşullarda başardı bunu.
Bunu başarabilmesinin birinci koşulu Kürdistan’ın yoksul ve ezilenlerine dayanması ve onların eğilimlerinin ifadesi olmasıydı.
Ama ikincisi ve belki daha da önemlisi, geri çekilişini ve taktik uzlaşmalarını; içerikte, yani programatik yaklaşımlarda daha radikal konumlara doğru geçişle birleştirebilmesidir. Eğer bunu yapamamış olsaydı; gerçekten bu güreşte kaybeden olurdu.
Solcuların çoğu,  bu iki özelliği birleştirmeyi bilmediklerinden; biraz politikanın içine girip de belli uzlaşmalar yaptıklarında; bu uzlaşmalar taktik karakterde ve daha derinleşen amaçlara hizmet aracı olmaz; programatik hedeflerden vaz geçilmesi, yani aslında bir teslimiyet olarak ortaya çıkar. Solcuların ve sosyalistlerin Öcalan’ı anlamayıp, genel geçer klişelerle, ihanet ettiğini söylemelerinin ardında aslında kendilerinin teslimiyete giden uzlaşma mantıkları vardır. Onlar Öcalan’ı mahkum ederken kendilerini mahkum ettiklerinin farkında değillerdir.
“Kürt Milliyetçisi” de, “Türk sosyalisti” de Öcalan’ın teslim olduğun söyledi. “Türk sosyalisti” diyorsak onlar da aslında Türk Milliyetçisidirler.  “Kürt Milliyetçisi” diyorsak onlar da “Kürt Sosyalisti”dir. En milliyetçi Kürtler Rızgari gibi en “Marksist” akımlardandır da aynı zamanda. “Ulusalcı”lık sadece Türk Sosyalistlerinin bir özelliği değildir.
Evet milliyetçi bir bakış açısından, Öcalan teslim olmuş gibi görünür. “Bağımsız” hatta “birleşik” Kürdistan’dan vazgeçmiş; “Demokratik Cumhuriyet” ve “konfederalizm” gibi ne olduğu anlaşılmayan bir programa geçmiştir.
Ama soruna daha derinden bakılınca, Öcalan’da milliyetçi bakış açısından gerileme gibi görünen, aslında, dile, dine dayanan bir milliyetçilikten; demokratik karakterde bir milliyetçiliğe; burjuvazinin devrimci döneminin; İşçi hareketinin bütün 19 Yüzyıl boyunca hala savunduğu her türlü din, dil, etni, soy’un hiçbir politik anlamının bulunmadığı; belli bir yerdeki özgür yurttaşlara dayanan ve yeryüzüne yayılmayı reddetmeyen ve asıl hedefi yeryüzünde bir insanlık ulusu kurmak olan bir milliyetçiliğe doğru bir gidiştir. Demokratik Cumhuriyet tezi, bu yönde yapılmış bir hamledir. Çok geri bir ideolojik iklimde; çok geri kavramsal araçlara ve yine yarı köylü bir toplumsal temele dayanılarak yapılmasına rağmen, hiç küçümsenmemesi gereken bir adımdır.
Daha sonra geliştirdiği “Konfederalizm” ise, yine işçi hareketinin ve burjuva devrimlerinin “Demokratik Cumhuriyet” mücadelesinin ayrılmaz bir parçası olan; merkezi ve bürokratik devlet cihazlarının tasfiyesi ve parçalanması talebinin yeniden keşfidir. Hem sadece bu kadar değil; aynı zamanda, bir “diyarşi”, bir “ikili iktidar”a yol açabilecek bir “geçiş programı” karakteri taşır. Yani bir bakma, Üçüncü Enternasyonal’in ilk dört kongresinde geliştirilmiş Geçiş programı anlayışının, bu unutulmuş stratejinin, el yordamıyla yeniden keşfidir.
Ama dünyaya, ulusu din, dil, etni ile tanımlayan bir ulusçuluk açısından bakanlar için; her dilin bir ulusu; her ulusun da bir devleti olması lazım geldiğine göre; Öcalan bu hedeften geri adım atmıştır.
Dolayısıyla da ulusun tanımını dile, dine, etniye göre yapan Türk milliyetçisi de Türk milliyetçisi de Öcalan’ı hedeflerinden vaz geçmiş; kendi canını kurtarmak için bağımsız Kürt Devleti hedefini bir kenara bırakmış olarak tanımlayacaklardır ve öyle tanımlarlar. Bunların hiçbir zaman anlamadıkları ve anlamayacakları, Öcalan’ın Bağımsız Devlet’ten değil; Ulusun dile, dine, etniye göre tanımlanmasından vaz geçmesidir. Bağımsız devletten değil, dile dine göre tanımlanmış uluslar ve bunlara dayanan devletler anlayışından vaz geçmiştir. Dolayısıyla kendi dar ufukları ve kavrama kapasitelerinin dışında olduğu için, Öcalan’a ilişkin bütün değerlendirmeleri yanılgıya mahkumdur.
Sadece Kürt milliyetçileri yanılmıyor, aynı şekilde Türk devleti de yanılıyor. O da Öcalan’ın Türkiye Vatandaşlığı; Konfederalizm demesini bir gerileme olarak görüyor ve “ülke bütünlüğünü” korumak için Öcalan’ı kullanabileceğini düşünüyor. Dünyaya sadece dile ve dine göre tanımlanmış uluslar ve ulusal devletlerin bakış açısından bakanların Öcalan’ın ne kadar radikalleştiğini anlamaları zordur. Tıpkı Alman Genel kurmayının Lenin’lerin yenilgiciliğini anlamaması gibi.
Aslında Türk Devleti, Barzani’lerle, Talabani’lerle, İran ve Arap uluslarıyla aynı ulus anlayışına dayanmaktadır. Öcalan bu ulusçuluktan ayrılmaya çalışmaktadır. Onun bu çabasını onların her biri, bu gerici ulusçuluktan başka bir var oluş biçimini tasavvur edemediklerinden, amaçlardan bir gerileme olarak görmektedirler.
İşte bu kısaca anlatılan özelliği nedeniyle, Öcalan’ı kullananlar kullanılacaklardır.
Peki ama niçin Öcalan’ı kullanmaya karar verdi Türk Devleti?
Bunun için Olaylara kuşbakışı bakmak; dünya ölçeğinde, ayrıntılar arasında kaybolmadan bakmak; genel sınıfsal ve toplumsal eğilimleri analiz etmek gerekiyor.
Bu da sonraki yazının konusu olsun.
08 Aralık 2005 Perşembe



-2-



Yazının birinci bölümünü şu sözlerle bitirmiştik:
“Peki ama niçin Öcalan’ı kullanmaya karar verdi Türk Devleti?
Bunun için Olaylara kuşbakışı bakmak; dünya ölçeğinde, ayrıntılar arasında kaybolmadan bakmak; genel sınıfsal ve toplumsal eğilimleri analiz etmek gerekiyor.”
Bu ikinci bölümde hangi gelişmelerin bu yönde bir zorlamayı yarattığını daha geniş bir perspektiften, sosyolojik ve tarihsel olarak ele almayı deneyelim.
Önce işe alfabeden başlayalım. Çünkü çoğu düşünce işin alfabesinde tökezliyor.
Bu günün dünyasındaki politik gelişmeler, Avrupa - Amerika çelişkileri göz önüne alınmadan anlaşılamaz.
Bunlar bir yandan iş birliği ama bir yandan da rekabet içindedirler. Bu rekabet çoğu kez doğrudan değil, tıpkı soğuk savaş döneminde olduğu gibi dolaylı biçimlerde ve aracılar aracılığıyla sürmektedir.
Elbette bu rekabet içindeki güçlere Çin, Japonya, Rusya gibi güçler de eklenebilir. Ama bu güçler içinde, bu günkü dünyada, ABD’ye karşı bir güç oluşturabilecek biricik potansiyel Avrupa’da bulunmaktadır. Bu nedenle, diğerleri genel bir analiz bakımından, bir kenara bırakılabilirler.
Bir zamanların esas olarak kapalı köy ekonomilerine ve artı ürünün vergiler yoluyla alınmasına dayanan dünyasında, neredeyse sırf lüks tüketim maddeleriyle sınırlı dünya ticareti bile, Hıristiyanlık, İslam gibi her türlü soy, boy aidiyetini anlamsız kılan bir üstyapı gerektiriyordu.
Bu günün en sıradan bakkalında Portekiz sardalyasından Şili üzümüne, Yeni Zelanda kivisinden, Brezilya mangosuna kadar uzak dış ticarete en elverişsiz ürünler bile 12 mevsim bulunmaktadır. Yüksek teknik ürünlerini hiç saymaya bile gerek yok.
Lüks tüketim maddeleri ile sınırlı bir dünya ticareti bile, soyların, bölündüğü bir dünyaya dar gelirken; dünya ticaretinin bu günkü biçimi yüzlerce ulus devlete haydi haydi dar gelir.
Biz Marksistlerin deyişiyle, üretici güçler ve ilişkilerinin gelişim düzeyi var olan üstyapıyla ve onun siyasi biçimiyle uyuşmamaktadır. Bu uyuşmazlık sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle sınırlı değildir. Marksizmin kurucularının daha Komünist Manifesto’da 150 yıldan fazla bir zaman önce belirttikleri gibi, ulusal devletler ve sınırlarla çatışmaktadır üretici güçler ve üretim ilişkilerinin bulunduğu düzey.
Marks-Engels enternasyonalizmi de zaten öyle neidüğü belirsiz, tarih ve toplum üstü bir kardeşlik ilkesi olarak ifade etmemişlerdi. Üretici güçlerin gelişiminin bu ulusal devletler ve sınırlarla çelişkisine dayandırıyorlardı. Bu maddi temel olmadığı takdirde onların kardeşlik vaazı veren bir papazdan farkı kalmazdı.
150 yıl önce Marks-Engels’in Manifesto’yu yazdığı günlerde bile ulusal sınırlar ve devletler insanlığın refahı ve mutluluğu karşısında bir engel oluşturuyorduysa, varın bu günkü dünyada nasıl bir engel olduğunu siz düşünün.
O halde bu günün temel sorunlarının ardında, üretici güçlerin ve dünya ticaretinin bu günkü gelişim düzeyinin gerektirdiği bir dünya çapında sistem ve üstyapının bulunmaması vardır. Bu temel alfabetik gerçeği gözden kaçıran her analiz, her tavır daha ilk adımda ipin ucunu kaçırmaya mahkumdur.
Zaten bu gün bütün Türkiye’deki ve dünyadaki sosyalistlerin temel sorunu budur.Onlar ulusal sınırları ve devletleri yok etmek için değil; o sınırlar içindeki ülkeleri dönüştürmek için mücadele etmektedirler. Dolayısıyla aslında bu günkü dünyanın sorunlarına verilmiş bir cevapları yoktur ve verili durumu savunmaktadırlar.
Bu durumda iki türlü çözüm vardır. Biri işçilerin bir devrimiyle tüm ulusal devletlerin ve sınırların yıkılması; üretici güçlerin gelişimine uygun bir üstyapının ve siyasi sistemin kurulması. Bu klasik ve unutulmuş programı bizden başka savunan neredeyse yok.
Ulusal devletler ve sınırlar üretici güçlerin ve değişim ilişkilerinin gerekli düzeyini karşılamayınca bunun çözümü, güçlü olanların yayılması biçiminde çıkar. Bunun adı emperyalizmdir. Bunun da belli sınırları vardır. Diğer yayılanlarla bir noktada karşılaşılır ve buradan dünya savaşları çıkar.
Yani kapitalizm-emperyalizmin “çözüm”ü emperyalist yayılma ve iki dünya savaşının da gösterdiği gibi, sonunda kaçınılmaz olarak savaşlardır. Bundan elli ve 90 yıl önce bile dünya bu yayılmaya yetmiyor ve savaşlar oluyordu. Bu günkü dünyanın daha küçük olduğu çok açıktır.
Bu günkü verili durumda, ABD’nin dünyanın karşısına koyduğu ve silah zoruyla uyguladığı program şudur. “Bu günkü dünya ticareti aslında bir tek dünya imparatorluğu gerektirmektedir. Bunu yapabilecek tüm koşullar da bende bulunmaktadır. Eğer ben egemen olursam, bundan herkes karlı çıkar. Koca imparatorluğu elbette kendi başıma yönetmem: gelin bana yardımcı olun ben de sizin hakkınızı gözetirim.”
Bir tür ortaçağın vasal süzeren ilişkisi gibi bir ilişki sunmaktadır. Ve bu alanda Avrupa’yı yedeğine almak istemektedir. Eğer Avrupa desteklerse, ABD’nin bu planını başarısı en azından görünebilir bir gelecek için garantilenir.
İşte Afganistan, Irak işgalleri bu yönde, diğerleri daha büyüyüp palazlanmadan ve Avrupa’yı uzlaşmaya zorlamak için atılmış devasa adımlardır.
ABD’nin bu planını gerçekleştirmesinin önündeki tek engel Avrupa’dır. Avrupa demek her şeyden önce Almanya ve Alman emperyalizmi demektir. Bunun etrafında Fransa - Almanya ekseni, bunun etrafında da Avrupa Birliği bulunur.
Avrupa ise ABD’nin bu planına karşılık, “öyle yağma yok, eski Roma ve Greklerin veya ortaçağ kral ve senyörlerinin arasında olduğu gibi, sen tepede büyük ağabey, biz orada küçük kardeş ilişkisini kabul etmiyoruz. Eşit ilişki kuralım eşit partnerler olarak biz bu dünyaya birlikte egemen oluruz” demektedir.
Ne var ki, ABD ve Avrupa da çok iyi bilmektedir ki, bu eşitlik diğer rakipleri tasfiye etse de bir süre sonra ABD ve Avrupa arasında iki eşitin rekabetine dönüşeceği ve bunun da er veya geç savaşa  yol açacağı kaçınılmazdır. Aslında eşit partnerlik geçici bir uzlaşma ve ateşkesten başka bir anlama gelmemektedir.
Bu durumda Amerika elbette, dünyanın biricik askeri gücü olduğu bir dönemde, kendi elleriyle kendi müstakbel rakibine kuluçkalık yapmak istemeyecektir.
İşte şu an dünyadaki bütün gerilimlerin ardında, ABD ve Avrupa arasında iradelerini birbirine kabul ettirme savaşı yatmaktadır.
Avrupa (Almanya ya da Alman Fransız ekseni anlaşıla) bu günkü dünyada ABD’nin bütün teknolojik, mali, iktisadi gücüne bir parat sunabilecek düzeydeki biricik güçtür. ABD’nin füzeleri, Jumboları, GPS sistemleri karşısında, Avrupa’nın Airbus’ları, Arianne’leri, Galile GPS sistemleri var. ABD’nin doları karşısında Avrupa’nın Euro’su var. Hata ABD’nin uluslar arası tecrit olmuşluğu karşısında hükümetler ve halklar nezdinde geniş bir sempatizan ve destek kitlesi var.
Tek bir eksiği var Avrupa’nın, Siyasi bir irade ve bu iradenin aracı olacak bir askeri güç. Bu gücün temelleri atılmış bulunuyor ama, siyasi bir irade olmadığı sürece ABD politikalarına araç oluyor.
ABD’nin ekonomisi kötü, dolar sürekli tehlikede, boğazına kadar borçta, uluslar arası ortamda sürekli tecrit ama Avrupa’da bulunmayan iki büyük üstünlüğü var. Siyasi bir irade koyabilme yeteneği ve bu iradeyi kuvvden fiile geçirebilecek bir askeri güç.
Avrupa bunu, diplomasiyle, Çin ve Rusya ile yaptığı siyasi ittifaklarla dengelemeye çalışıyor. Bu nedenle Çin ve Rusya, son duruşmada bu çatışmada Avrupa’nın müttefiki olarak görülebilirler. Çok kaba olarak dünyanın, Avrupa, Rusya ve Çin’den oluşan, Avrasya Kara Blokuyla, ABD ve Japonya’dan oluşan Pasifik bloğu arasında bir nüfuz ve egemenlik çatışmasının alanı olduğu söylenebilir.
Bu çatışmanın sonunda ya ABD Avrupa’yı kendi önerdiği, eski Roma Grek benzeri bir vasal süzeren ilişkisine razı edecek, en azından görünür bir gelecek için, kendisinin tepesinde bulunduğu bir dünya imparatorluğu kuracaktır; (Bu en azından belli bir süre, bir pax-Americana anlamı taşıyabilir.) ya da Avrupa ABD’ye eşit partnerliği kabul ettirecektir.
Ne var ki bunun kendi iç mantığı bu olasılığı ortadan kaldırmaktadır. Eşit partnerlik aslında olanaksızdır.
Avrupa’nın ABD’ye en azından eşit bir ilişkiyi kabul ettirmesi ABD için fiilen çöküş demektir. Bu günkü borcuyla ABD için eşitlik, doların dünya parası olmaktan çıkması dolayısıyla çöküş demektir. Yani Avrupa’nın biricik dünya gücü haline gelmesi demektir.
Ama böyle bir çözüm de her halükarda, yer yüzünde eşit güçte üç dört büyük güç demektir (Avrupa, Japonya, Çin, ABD, Rusya). Bu da fiilen yeni emperyalist paylaşım savaşları. Bu da bu gün yeryüzündeki ABC silahları birkaç kere insanlığı yok edecek kapasitede olduğundan, insanların, bir tür olarak doğa tarihinin en kısa var olmuş canlı türü madalyasını ele geçirmesinden başka bir anlama gelmez. İnsan doğanın bir çıkmaz sokağıydı daha nice yok olmuş diğer türler gibi.
ABD’nin bir dünya egemenliği kurması da, uzun vadede farklı bir sonuç vermez. Hiçbir egemen güç ebediyen orada kalamaz. Er veya geç bir takım rakiplerle çatışma çıkacak ve insanlık yok olacaktır. Tek kurtuluş, ulusları ve sınırlara karşı bir devrimdir. Tüm insanlığın uluslara ve ulusal devletlere karşı ayaklanmasıdır. Ama biz gelelim yine şu güne.
Bizler şu an, dünya çapındaki Avrupa ve ABD arasında, dünyanın nasıl şekilleneceğine ilişkin çatışmanın içinde yaşıyoruz.
Türkiye’nin, Orta Doğu’nun hatta Avrupa’nın ileride alacağı şekil, bu çatışmanın gidişine ve sonuçlarına bağlıdır. Bu çatışmayı göz önüne almadan ne Avrupa, ne dünya, ne Orta Doğu ne de Türkiye’deki ve Kürdistan’daki gelişmeler anlaşılabilir.
Bu çatışmada, her iki taraf da, yani Avrupa da, Amerika da karşı tarafı tecrit etmek, arkadan kuşatmak iradesini kabule mecbur kılmak için bir yığın stratejik ve taktik hamleler yapmaktadır.
Avrupa, ABD’nin Askeri işgaline karşı tüm tepkileri yedeğine almaktadır. Özellikle Güney Amerika üzerinden, ABD’yi arkadan vurmaya çalışmaktadır. Çin ve Rusya ile güçlü bir blok kurarak karşı bir ağırlık oluşturmaktadır. Ülkelerin içinde, ABD’nin planlarıyla durumu ve çıkarı çelişen güçlere destek sunmaktadır.
ABD de aynı şekilde hamlelerle Avrupa’ya cevap vermektedir. Avrupa içinde, İngiltere gibi geleneksel müttefiki ile Avrupa Birliği içindeki Alman egemenliği ve gücünden rahatsız Akdeniz (İspanya, İtalya) ülkeleri; tarihsel tecrübeleri nedeniyle geleneksel olarak Almanya’ya her zaman kuşkucu yaklaşan Almanya ve Rusya karşısında ABD’da bir denge arayan Doğu Avrupa ülkeleri aracılığıyla, Avrupa’yı ta içinden vurmakta; Büyük Orta Doğu Projesi ile, var olan gerici rejimlerin baskısı altındaki din ve dillerden halkları kendi yedeğine almakta, Avrupa’nın fiili müttefiki olan bu rejimleri arkadan kuşatmaktadır.
Ortadaki demokrasi, insan hakları, terörizmle savaş gibi bütün çarpıcı sloganlar aslında bu savaşın basit araçlarından başka bir şey değildirler. Bütün o sözler ve davranışlar böyle bir bağlam içinde somut anlamlarını kazanırlar.
İşte bu savaşta, Türkiye, olağanüstü stratejik konumu nedeniyle, ABD’nin planları açısından büyük bir önem taşımaktadır. Birkaç gün önce Rice’nin, Türkiye’nin ABD’nin dünyada en çok önem verdiği birkaç ülkeden biri olduğunu söylemesi bir nezaket gösterisi değildir. Avrupa’nın, Orta Doğu’nun, hatta buralar dünya egemenliği için tayin edici önemdeki mücadelelerin geçtiği yerler olduğu için, bir bakıma dünyanın geleceği, büyük ölçüde, Türkiye’deki gelişmelerin nasıl bir yol izleyeceğine bağlıdır.
Ama Türkiye’deki gelişmeler de, Dünya çapındaki Avrupa ve ABD arasındaki mücadelenin gidişine bağlıdır. Bunların nasıl birbirini etkilediği; Türkiye’nin önemi, Türkiye’deki güçlerin bu mücadeledeki yerleri de gelecek yazının konusu olsun.
09 Aralık 2005 Cuma


-3-



Bu yazının İkinci Bölümü’nü şöyle bitirmiştik.
„Birkaç gün önce Rice’nin, Türkiye’nin ABD’nin dünyada en çok önem verdiği birkaç ülkeden biri olduğunu söylemesi bir nezaket gösterisi değildir. Avrupa’nın, Orta Doğu’nun, hatta buralar dünya egemenliği için tayin edici önemdeki mücadelelerin geçtiği yerler olduğu için, bir bakıma dünyanın geleceği, büyük ölçüde, Türkiye’deki gelişmelerin nasıl bir yol izleyeceğine bağlıdır.
Ama Türkiye’deki gelişmeler de, Dünya çapındaki Avrupa ve ABD arasındaki mücadelenin gidişine bağlıdır. Bunların nasıl birbirini etkilediği; Türkiye’nin önemi, Türkiye’deki güçlerin bu mücadeledeki yerleri de gelecek yazının konusu olsun.“
Türkiye’nin Önemine gelelim.
ABD’nin bir dünya imparatorluğu kurabilmek, böyle bir imparatorluğu kurarak, dünya ticaretini ve dolayısıyla da dünya ticaretinin dayanacağı dolar ile de karşılıksız para basarak tüm dünyadan değer transferi yaparak bu günkü refahını sürdürmek, yani el kesesinden hovardalık yapabilmek ve dünyayı soyabilmek için üç temel bölgede egemenlik kurması gerekiyordu. Orta Doğu, Orta Asya ve Güneydoğu Asya.
Ama bunlar içinde en önemlisi elbette, dünya petrolünün esas büyük bölümünü karşılayan Orta Doğu’dur. Bir insanın elini koparsanız, ayağını koparsanız, hatta gözünü kör, kulaklarını sağır etseniz o insan yaşamaya devam edebilir. Ama kalbini, beynini aldığınızda yaşayamaz. Elbette bir insan vücudundaki her organ önemlidir ama bunlar içinde bazıları, hayati önemdedir. Onlar olmadan hayatiyeti sürdürmek olanaksızdır.
Eğer dünya ekonomisini de bir organizma gibi düşünürsek, Orta Doğu, Dünya ekonomisi Petrole temel enerji kaynağı olarak bağlı kaldığı sürece, dünya ekonomisinin işleyişi için hayati önemdedir. Örneğin bir Latin Amerika olmadan dünya ekonomisi, topal ya da sağır bir insan gibi işlemeye devam edebilir. Ama Orta Doğu Petrolü olmadan bir saniye bile işleyemez.
Türkiye bir Orta Doğu Ülkesidir ve Orta Doğu’ya egemen olmuş devletler zincirinin son halkası olan Osmanlı’nın devamıdır. Sadece o kadar değil, Orta Doğu’nun, insan, nüfus, yüzölçüm, eğitim ve modernleşme düzeyi gibi parametreler bakımından en önde gelen ülkesidir.
O halde, ABD açısından Türkiye gibi bir ülkenin kendi yanında bulunmasının hayati bir önemi vardır.
Ama sadece bu kadar değil. Türkiye aynı zamanda, bir Balkan ülkesidir ve yıllardır Avrupa ile iç içe yaşamaktadır.
ABD’nin dünya imparatorluğu için, Avrupa’yı siyasi iradeden yoksun bırakmanın hayati önemi vardır. Gerçi İngiltere, Akdeniz ve Doğu Avrupa ülkeleri farklı neden ve gerekçelerle bir ölçüde Avrupa Birliği içinde ABD’nin dengesini oluşturmaktadırlar ama bir çok büyüklük bakımından bunlar küçük ülkelerdir. Çoğunun nüfusu Türkiye’nin bazı büyük şehirlerininki kadardır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi, Avrupa Birliği içinde Alman Fransız ağırlığının güçlü bir karşı ağırlıkla dengelenmesi; hatta ABD’nin dengesi olan ülkelerin kesin bir ağırlık ve üstünlük sağlaması anlamına gelir. Bu da fiilen Avrupa Birliği’nin tam da ABD’nin istediği gibi, ekonomik olarak entegre olmuş ama siyasi, askeri ve mali bakımdan kendisine bir rakip olarak çıkmayacak; aksine kendisinin himayesine muhtaç olacak bir Avrupa demektir. Ve bu amacın gerçekleşmesi, ABD’nin dünya imparatorluğu için hayati önemdedir. En azından Orta doğu kadar önemlidir.
Bu nedenle, ABD’nin dünya egemenliği ve imparatorluğu planlarında, Avrupa’yı siyasi bakımdan güçsüz ve iradesiz bırakabilmek için, Türkiye’nin hayati önemi bulunmaktadır.
Bu nedenledir ki ABD Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği için tüm ağırlığını koymakta, açıktan veya perde gerisinden Avrupa üzerinde esas baskıyı yapmaktadır.
Aslında, Avrupa’nın Alman Fransız ekseninde, Türkiye’nin alınmayacağı yönünde tam bir anlaşma vardır. Örneğin Alman Yeşil ve Sosyal Demokrat politikacıların Türkiye’ye müzakere kapısının açık tutulması yönündeki politikaları, onların Türkiye’yi üyeliğe almak istedikleri anlamına gelmemektedir. Onlar sadece kapıyı kapamanın aptalca bir politika olduğundan hareket etmektedirler. Örneğin Hıristiyan Demokratlarla ayrılıkları, Türkiye’nin alınmadan kapının önünde tutulması hedefinde değildir. Bu hedefe ulaşmak için izlenen yollardadır. Hıristiyan demokratlar bunu açıkça koyalım; diğerleri daha yıllar var, niye karşıya itelim, ot ve sopa ile gütmek için Avrupa birliği üyeliği otunu niye bir kenara atalım, bu aptalca, çıkarlarımıza uymayan bir davranış olur demektedirler. Aralarındaki politik ayrılıkların özü budur.
Burada Türkiye’deki büyük bir yanılsamaya da dikkati çekmek gerekiyor. Türkiye’de şöyle bir görünüm var. Sanki ABD Türkiye’nin ABD’ye girmesini istemeyen, girerse, etkisini ve gücünü kaybedeceğini düşünen orduyu destekliyor da, liberalleri ve burjuvaziyi ise, Avrupa’nın burjuvazisi istiyormuş gibi bir hava.
Halbuki durum tam tersinedir.Türkiye’nin Avrupa’ya girmesini isteyen ABD’dir, gerekli reformları yapmasını isteyen ABD’dir; buna karşılık Avrupa’nın çekirdeği, gerçekte Türkiye’nin girmesini istemez. Tam da bu nedenle Ordu ve devlet bürokrasisi ile çıkar ortaklığı içindedir.
Elbette bu doğrudan söyleme yansımaz, ama gerçek durum budur. Yani Türkiye’de devlet sınıflarının ağırlığı ve liberal reformların yapılmaması, gerçekte, ABD’nin planlarına karşı durmak isteyen Alman Fransız ekseninin çıkarınadır.
Yani her ne kadar tersi bir gürünüm varsa da, Türkiye’nin AB’ye girmesiyle Ordunun vesayetinden kurtulacağını düşünen ve bu nedenle AB’ye girmek isteyen burjuvazisi ile ABD çıkar ortaklığı içindedir; bu reformlar yapıldığı takdirde, politika üzerindeki ağırlığını ve özel ayrıcalıklarını kaybedeceğini düşünen Askeri bürokratik tabaka ise, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini engellemek isteyen Alman Fransız ekseniyle çıkar ortaklığı içindedir.
Tabii burada, Türkiye’nin büyük ve güçlü bir ülke olarak Avrupa Birliği’ne girmesinin hayati önemi bulunmaktadır ABD bakımından. Aksi takdirde, örneğin, Kürdistan’ın ayrıldığı, Türkiye’nin batısından ibaret bir Türkiye, Avrupa Birliği içindeki dengeleri alt üst edecek bir büyüklük sunmaz.
Avrupa Birliği de, yani Alman Fransız ekseni de, Türkiye’yi ancak küçülmüş haliyle alır. Yani, İspanya, Portekiz veya Yunanistan’a yakın gelişmişlik düzeyinde, yarı yarıya ya da üçte bir küçülmüş bir Türkiye, Avrupa için hiç de fena olmaz. Hazmedilebilecek ve etki alanını genişletmeye yarayacak bir büyüklüktür.
*
Türkiye’nin önemi sadece Orta Doğu ve Avrupa’dan ibaret değil. Avrupa’nın Rusya ile bir eksen oluşturabilmesi tehlikesine karşı da bir güçtür ABD açısından Türkiye. Bir Kafkas ve Karadeniz ülkesi olarak bu nedenle gerek bu bölgelerdeki  Rus etkisini dengelemek; gerek Orta Asya’ya egemen olmak, yani Rusya’yı zayıflatmak; gerek Avrupa Rusya eksenini dengelemek gibi özellikleri nedeniyle de hayati önemi bulunmaktadır Türkiye’nin.
19 Yüzyılda, Slav ve Hıristiyan halkların Osmanlı İmparatorluğu’na karşı direnişleri, Çarlık Rusya’sının işine geliyordu ve onlarda birer müttefik buluyordu. Şimdi ise bu filmin tersi oynanacaktır önümüzdeki on yıllarda. Rus etkisi ve egemenliğine karşı, Müslüman ya da Altay Ural dil ailesinden diller konuşan halkların, ki çoğu aynı zamanda Müslüman’dır, gecikmiş ulusal hareketleri, Türkiye’nin ve ABD’nin otomatik müttefikleri olurlar ve onların etkisinin artmasına hizmet ederler.
Türkiye bu bakımdan da din ve dil yakınlıkları nedeniyle Arap ve İran etkisine karşı ABD açısından desteklenecek bir alternatiftir de. Yani Kafkaslar Orta Asya, Rusya’nın zayıflatılması ve olası bir Avrupa Rusya eksininin arkadan kuşatılması için de ABD’nin planlarında Türkiye’nin hayati bir önemi bulunmaktadır.
Hasılı bu projeleri gerçekleştirmek için ABD’nin ihtiyacı olan güçlü ve kendi politikalarıyla uyumlu bir Türkiye’dir.
Bu nedenle ABD, IMF kanalıyla eşi görülmemiş pompalamalar yapıyor; Türkiye’nin nazını çekiyor ve onun yavaş yavaş, itmeden, kırmadan kendi hedef ve politikalarıyla uyumlu hale getirmeye çalışıyor.
Aslında Türkiye’nin jeopolitik yeri, burjuvazinin çıkarları tam da anahtar ve kilit gibi ABD’nin çıkarlarıyla uyuşur.
Yani Türkiye, demokratik reformlar yapıp her şeyden önce “Kürt Sorunu”nu “Bask modeli” ya da başka bir biçimde çözdüğü an, sadece ABD’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Avrupa’ya ilişkin planlarına uygun davranmış olmaz, aynı zamanda bölgede Türk ve Kürt burjuvazisinin etkisi artar; hatta refah düzeyi yükselir ve alt sınıflar bile bundan nemalanır.
Ama Türkiye bu reformları yapmadığı takdirde, temelde Kürt sorunundan dolayı bir iç savaş yaşayıp bölünmeye mahkumdur. Yani Türkiye artık böyle de gidemez. Ya Kürt sorununu halletmek, dolayısıyla istemese de büyümek ve etkisini arttırmak zorundadır; ya da sorunu şimdiye kadar olduğu gibi baskıyla ezmeyi denemek, ama bu sefer bölünmek ve küçülmek zorundadır. Yani Türkiye eskisi gibi gidemez, reformlar yaparsa, amaç bu olmasa da büyür, etkisi artar; yapmazsa, iç savaş çıkar yüz binler milyonlar ölür parçalanır ve küçülür.
Bu yollardan, Reformlar ve Yayılma ABD’nin; İnkar, baskı, iç savaş ve bölünme Avrupa’nın çıkarlarına uygundur. Yani Avrupa ve ABD rekabeti ve çatışmasının izleyeceği yol, büyük ölçüde Türkiye’nin geleceğini belirleyecektir.
Ama bu çatışma Türkiye’de aynı zamanda Türkiye’deki egemen güçler arasında bir çatışmadır. Yani Ordu ile burjuvazi arasındaki, siyasi iktidara kimin egemen olacağı çatışmasıdır
13 Aralık 2005 Salı


-4-



Bu yazının üçüncü bölümünün sonunu şu cümlelerle getirmiştik:
“O halde, ABD ile Avrupa çatışması, Türkiye’de Burjuvazi ve Bürokrasi (Devlet sınıfları) çatışması biçiminde yansır. Bunların da politik ifadesi, Kürt sorununun çözümü veya inkar ve baskıdır.
Çok kaba hatlarıyla şimdiye kadarki bölünme çizgisi böyle ifade edilebilir.
İnkar çizgisinin üstün gelmesi Avrupa’nın ABD karşısında konumunu güçlendirir gücünü pekiştirir; Reform çizgisinin güçlenmesi de ABD’nin Avrupa karşısında.
En temel güçlerin dizilişi kaba hatlarıyla böyledir.”
Burada dünya çapındaki iki büyük emperyalist gücün rekabet ve mücadelesi bakımından Türkiye’nin önemini ve bu mücadelenin Türkiye’deki mücadelelerle bağlantısını koymaya çalıştık.
Tabi burada dünyadaki temel güçlerden söz ettik; ama bunların stratejilerinden ve stratejik dönüşlerinden söz etmedik.
Bu iki güç de birer emperyalist güçtür. Bizler için tavır, bunlardan birinin yanında yer almak değildir. Tıpkı birinci Dünya savaşı karşısındaki sosyalistlerin tavrı gibidir bizler için tavır. Birinin saldırgan, diğerinin savunma durumunda olması, saldırganın haksız, savunma durumunda olanın haklı bir savaş güttüğü anlamına gelmemektedir. İkisi de aynı bokun soyudur. Aynı durum Rusya, Çin, Japonya ve diğer iri ufaklı diğerleri için de geçerlidir. Bunu her hangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için baştan belirtelim. Zaten bizim bu iki emperyalist güç karşısında Strateji ve programımız bellidir. Köxüz’ün temel metinleri arasında yer alan Ortadoğu İçin Demokrasi Manifestosu bu güçler karşısında bir bakıma “asgari program”ımızdır. Büyük Ortadoğu Projesi ve Sosyalist Strateji adlı kitapta da karşı Stratejimizi koyuyoruz. Bunu da böylece geçer ayak not etmiş olalım.
Burada bir durum yargılaması yapmaya çalışıyoruz. Ama burada henüz statik bir analiz yaptık, yani çelişen temel iki gücü ele aldık, dikkati ve ana noktayı gözden kaçırmamak için bir çok değişkeni ve etkeni yok saydık ve temel eğilimlere yoğunlaştık.
Ne var ki, bu güçler aynı zamanda, her savaşta olduğu gibi , değişik strateji ve taktikler uygulamaktadırlar. Liberaller ve dogmatikler, bu değişen strateji ve dönüşleri, sanki o gücün karakteri ve çıkar ve konumundaki değişimler gibi ele alırlar. Örneğin, Avrupa’nın güçsüzlüğü nedeniyle birden barışçı kesilmesini ve ABD’nin Irak işgaline karşı çıkmasını, Avrupa’nın artık emperyalist olmadığı veya artık emperyalizmin eski anlamda var olmadığı veya Avrupa’nın “demokratik emperyalist” olduğu gibi yorumlarlar. Benzeri ABD cephesinde de vardır. ABD’nin Avrupa’yı geriden kuşatmak ve Bölge rejimlerinin ezdiği güçleri yanına çekip uzun vadede etkisini arttırmak için yaptığı stratejik dönüş de, ABD’nin Orta Doğu’ya demokrasi getirmek istemesi; artık eskisi gibi emperyalizmin geçerli olmadığı türden sonuçlar çıkarılmasına yol açmaktadır.
Biz Marksistler bir gücün karakterini, konum ve çıkarını, onun strateji ve politikasından değil temeli maddi üretim hayatında bulunan ekonomi ve üretim ilişkileri temelinden ve onun üzerinde yükselen sınıf ilişkilerinden çıkarırız. Bir gücün strateji ve politikasındaki değişmeler onun karakterinin değiştiği; çıkarlarının değiştiği; konumunun değiştiği anlamına gelmez.
Akıllıca strateji ve taktikler, ne bir gücün niteliğini değiştirir ne de onu haklı kılar; aynı şekilde, en aptalca strateji ve taktikler de haklı bir mücadele yürüten gücün haklılığına zerrece halel getirmez.
Somut konuşalım. Kürt hareketi bir yığın aptalca işler yapmakta, bir yığın zaman, güç ve moral kaybına yol açmaktadır. Ama bunların hiç birisi, onların haklı bir savaş yürüttüğü gerçeğini değiştirmez. Tersinden bir örnek, Avrupa, ABD’yi tecrit edebilmek için, verili güçler çerçevesinde oldukça akıllı bir strateji ve politikalar izlemektedir. Ama bu en akıllıca strateji ve taktikler bile onun, en azından ABD kadar geri ve gerici ve tehlikeli bir emperyalist olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu açıklamalar ışığında baktığımızda, bu iki temel gücün, ABD’nin stratejik bir manevrasıyla yönünün değiştiğini görürüz. BOP denen bu proje bölge rejimlerini değiştirmeyi hedeflemektedir. Bölge rejimlerinin ezdiği bütün diller, dinler, uluslar hatta cinsler ABD’nin birer müttefiki olmaktadırlar. Bu strateji değişikliği ABD’nin demokratik dönüşümleri desteklediği; karakteri, konum ve çıkarı değiştiği anlamına gelmemektedir.
Aynı şekilde, değişmeye zorladığı rejimler de, fiilen Avrupa’nın birer müttefiki olmaktadırlar. Bu rejimlerin ABD’nin planına karşı direnişlerini Anti emperyalizm gibi göstermeleri onların anti emperyalist olduğu anlamına gelmemektedir.
Uzaklara gitmeye gerek yok. Türkiye’deki son yıllarda bütün sosyalistlerin işçici, anti-emperyalist, enternasyonalist “ve hatta komünist” isim ve söylemleri, aslında Türkiye’ye egemen bürokratik oligarşinin çıkarlarını korumaktan başka bir anlama gelmemektedir. Hatta onlar aslında, çok da anti Avrupa Birliği olmalarına rağmen, ABD’nin Avrupa’yı iradesiz bırakma planına karşı, Avrupa burjuvazisiyle çıkar ortaklığı içindedirler.
Bizler olayların görünüşüyle değil özüyle ilgileniriz. Öz ve görünüm aynı olsaydı, bütün bilim gereksiz olurdu. Öz çoğu kez kendi zıddı biçiminde görünür. Yani Türkiye’nin Avrupa’ya girmesine karşı olanlar aslında, Avrupa’nın ABD karşısında eşit bir güç olmasından yana iş görürler fiilen. Tersi de geçerlidir. Amerika’ya allerjili nice Avrupa Birlikçisi aydın ve liberal fiilen ABD ile çıkar ortaklığı içindedirler ve nesnel olarak onun amaçlarına hizmet ederler.
Tekrar edelim, bir gücün strateji ve taktiklerindeki değişmeler ve haklı gibi görünümler o gücün karakterinde bir değişiklik anlamına gelmezler. Bunu önce bir kenara yazalım.
*
Şimdi Türkiye’deki iki egemen gücün çatışmasına gelelim. Türkiye’ye egemen iki temel güç burjuvazi ve Bürokratik Oligarşi’dir. Burjuvazi Ekonomiye, Bürokratik militer oligarşi politikaya egemendir.
Bunların aralarında hem bir çıkar ortaklığı hem de rekabet bulunmaktadır. Türkiye’de esas mücadele bu iki güç arasında olmaktadır. Son yıllarda iyice güçlenen Anadolu burjuvazisi AK Parti’de ifadesini bulan stratejik dönüş ile, burjuvazinin klasik büyük şehirler veya laik kesimini de en azından yanına almayı veya tarafsızlaştırmayı başardı.
Anadolu Burjuvazisi, önceleri, 70’lerdeki Ortadoğu pazarı ve petro dolarların da çekiciliği ile, önceden Avrupa Karşıtı idi, ona karşılık bürokratik oligarşi Avrupa veya Batıcı idi.
Ancak son yıllarda Politik İslamı bayrak yapan burjuvazinin stratejik manevrası sonucu, güçlerin bugün tamamen karşı noktalarda durdukları görülmektedir. Kemalist bürokratik oligarşi, Avrupa karşıtı, Anadolu’nun İslamcı Burjuvasizi Avrupa’cı.
Bu stratejik dönüşe bakarak bu güçlerin karakterinin, konum ve çıkarlarının değiştiği sanılmamalı. Onlar aynı konum ve çıkarları farklı stratejilerle savunmaktadırlar. Koşullar değişince, o koşullara bağlı olarak çıkarları savunacak strateji ve taktikler de değişmektedir. Bunu yapamayan gerileyip güç kaybeder. Şimdiye kadar Bürokratik Oligarşi yapamadı, buna karşılık Anadolu Burjuvazisi yaptı.
Erbakan ya da Erdoğan da aynı sınıfın çıkarlarını savunurlar bunu sadece farklı koşullarda farklı stratejilerle yaparlar.
İslamcı Anadolu Burjuvazinin stratejik dönüşü ona geniş bir kitle desteği, büyük şehirlerin laik burjuvazisinin desteğini kazandırdı. Bu da bürokratik oligarşinin ciddi biçimde tecridini getirdi.
Ancak, bürokratik oligarşinin ikinci ve esas önemli tecridi, ABD’nin dünya egemenliği planlarıyla bu arada Ortadoğudaki planlarla ters düşmesi noktasında oldu. ABD’nin istediği gibi güçlü bir Türkiye için, Türkiye’nin “Kürt sorunu”nu çözmesi gerekmektedir. Ancak “Kürt sorunu”nu çözmüş bir Türkiye ABD’nin çıkarlarıyla uyumlu, ABD’nin çıkarlarına hizmet eden bir işlev görebilir.
ABD elbette Türkiye’nin gerçek egemeni bürokratik Oligarşiyi karşıya itmeden; ordunun gücünü zayıflatmadan, ilişkileri riske etmeden bunu yapmaktan çıkarlıdır.
Bunun için şimdiye kadar, Bürokratik oligarşinin, PKK ile inkar ve bastırma politikasını mücadelede onun taleplerine evet dedi ve bunun karşılığında her zaman, Çekiç Güç’e evet denilmesinden, Barzani ve Talabani’nin fiili devletlerine ses çıkarmamaya kadar bir seri ve adım adım, bürokratik Oligarşiyi uzun vadede kendi silahıyla vuran, bir strateji izledi.
Yani Genel kurmay ve bürokrasinin Kürtleri inkar ve baskı politikası, aslında tam anlamıyla bir intihar politikasıydı. PKK’ya karşı mücadele adına her talebin karşılığı, Barzani ve Talabani’ye bir destek demek oluyordu. Sözde Kürtlere karşı mücadele adı altında, aslında Kürtler destekleniyordu. Ama desteklenen, devrimci demokratik karakterli, yoksullara dayanan, en modern Kürt hareketine karşı; en feodal ve Kürt burjuvazisine dayanan Kürt hareketi oluyordu.
ABD açısından bu durum hiçbir sorun oluşturmuyordu. Böylece hem Türk devleti hem de Kürtler kendisine mahkum oluyordu. Kısa vadede, Türk devletinin Kürtleri inkar politikası ABD’nin çıkarlarıyla bir çelişki oluşturmuyordu. Bu politika sürdüğü sürece, Kürt hareketini bastırmak için gerekli yardımlar karşılığında Türk devletinin Orta Doğu politikalarında gerekli desteğini sağlıyordu.
Ayrıca uzun vadede, Güneyli Kürtler için sağladığı gelişmelerle, Türk devletini hizaya getirecek dönüşümleri de sağlamış oluyordu.
Bu gün hedefine ulaşmış bulunuyor. Güney Kürdistan, ABD’nin sağladığı petrol gelirleri ve koruma altında on yıldan fazladır hızla gelişiyor ve her alanda ileri geçiyor. Artık orayı çekici yapan sadece ulusal baskının yokluğu değil, aynı zamanda yüksek gelir düzeyi. Türk devletinin inkar politikalarının buna hiçbir cevabı bulunmamaktadır. Türk devletinin Kürtlere sunabileceği hiçbir şey yoktur.
Bürokratik oligarşinin eski inkar ve imha politikasında ısrarı, kesinlikle Türkiye’nin bir Yugoslavya olmasıyla, yüz binlerce ve milyonlarca insanın ölümü ve sürülmesiyle sonuçlanır. Eğer işler hala bu noktaya gelmediyse, bu ABD’nin Türkiye’nin bölünmesinden, yukarıda açıklanan nedenlerle çıkarlı olmamasıyla ilgilidir.
ABD’nin güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacı var. Sadece Avrupa ve Rusya’ya karşı değil; Irak ve Orta doğu için de. Ancak Güçlü bir Türkiye’nin desteğini almış güney Kürtleri aracılığıyla, Araplara ve Şiilere politikalarını dikte ettirebilir.
Türkiye ise, ancak, Kürt sorununu çözdüğü, Kürtlere özgürlük refah verdiğinde güçlü bir Türkiye olabilir. Ama Türkiye Kürt sorunun çözüp Kürtlere özgürlük verdiğinde, diğer ülkelerdeki Kürtler için bir çekim merkezi olur. Böylece etkisi güneye ve doğuya doğru yayılır. Gücü ve etkisi artınca Avrupa’nın buna direnme gücü azalır.
Ancak Türk burjuvazisi, son derece korkak. Bu yönde en küçük bir adım atacak cesareti bile yok. Erdoğan, ancak gerekli izni ve desteği aldıktan sonra Kürt sorunundan söz etmeye başladı ve hemen ardından geri vitese bastı.
Ordu ise hala İnkar politikalarının esiri. Öyle olmasa bile, kendi başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücü gibi. Kontr gerillayı, şovenizmi, faşistleri bizzat kendi besleyip büyüttü. Şimdi bu politikalar artık tecride yol açıp egemenliğin tehlikeye düşürdüğünde, bu politikayı nasıl değiştirip kabul ettireceğini kara kara düşünmektedir.
Barzani ve Talabaninin fiili bir devlet kurması ve gelir düzeyinin yüksekliği, PKK’nın onlarca yıldır yapamadığını Türk devletine yaptıracak duruma gelmiştir. Artık koşullar olgunlaşmış bulunuyor. Artık doğumun olması için bir ebeye ihtiyaç var. Ve öyle görünüyor ki, ABD bu ebeliği yapacak.
Burjuvazi korkaktır dedik. Ama Türkiye’nın gerçek egemeni olan Bürokratik Oligarşi’nin bunu dengeleyen bir özelliği olduğu; aslında burjuvaziden daha esnek ve dönüşümler yapabilme yeteneğinde olduğu unutuluyor.
Hiç unutmamalı, bu bürokrasi daha Üçüncü Selim’lerle, İkinci Mahmut’larla (ki İkinci Mahmut’un yaptıklarının yanında Atatürkün ve İttihat Terakkinin dönüşümleri çocuk oyuncağı gibidir) Fransa’daki burjuva devrimlerinin hemen ardından reform çabalarına girmiştir.
Osmanlıcılık bu devletin bürokratlarınca ortaya atılmıştır. O olmamış, İslam denenmiştir. O tutmamış, Turancılık denenmiştir. O olmamış Ankara Hükümeti günlerinde komünistlik ve Bolşeviklikle flört edilmiştir. Sonra Faşizmin yükselişiyle en gerici biçimlere geçilmiştir. Tek partiden çok partiye geçilmiştir. 27 Mayıs yapılmıştır.
Yani bu bürokrasinin esnekliği hiç de küçümsenmemelidir. Gücü gördüğünde, ayakta kalabilmek için, derhal gerekli dönüşümleri yapabilmektedir. Böylece, egemenliğini bir yirmi otuz yıl daha sürdürme olanağı bulmaktadır. İnönü çok partili hükümete geçmese, 27 Mayıs olmasa, Türkiye’deki ordunun egemenliği çoktan biterdi. Hem de çok köklü bir devrimle.
Yani öyle görülüyor ki, şimdi stratejik dönüş ve hamle yaparak inisiyatifi ele geçirme ve tecritten kurtulma sırası, ABD’nin de katalizatörlüğü ve ebeliğiyle Bürokratik oligarşide.
Bürokratik oligarşi bu dönüşümü yapmadığı takdirde, dünyada ve Türkiye’de olağanüstü tecrit olduğundan, hem bir iç savaş hem de egemenliğini tümden yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Bu baskı altında, tıpkı AKP’nin yaptığı stratejik dönüş gibi bir dönüş yapıp tekrar konumunu uzun yılar için pekiştirmek durumunda.
Stalinizm nasıl bir kişi veya belli bir takım görüşler değil; bir toplumsal kesimin egemenlik biçimi ve çıkarıysa; Kemalizm de öyledir.
Kemalizmi şimdiye kadar hep bir ideoloji olarak tanımlayanların şaşkınlığa döndükleri günler yakındır. Kürtçü bir Kemalizm, bugün saçma ve olanaksız gibi görünebilir. Önce Osmanlıcı, sonra İslamcı, sonra Türkçü, sonra “laik, demokratik ve de batıcı” olan bu kast egemenliğini korumak için, Kürtçü de olur.
Bunu şöyle bir örnekle somutlayalım. Stalin Rusya’da devrimden sonra bürokrasinin önderiydi. Daha sonra gelen ve Stalin’e karşı kampanya yapan Kuruçef de, Brejnev de, Gorbaçov da hep ayni bürokratik kastın çıkarlarını savunuyorlar, ama bunu değişen koşullara bağlı olarak farklı politika ve stratejilerle yapıyorlardı. Yani biz Stalinizmi, bir kişinin egemenliği değil, belli bir gücün egemen olduğu bir rejim ve bu gücün egemenliği olarak tanımladığımızda, ki gerçek doğru tanım budur, en anti Stalinist bilinen Gorbaçov ya da Kruçef de birer Stalinisttirler.
Yani Kemalizm’i bu bürokratik oligarşinin rejimi ve o oligarşiyi sembolize eden bir kavram olarak almak gerekir.  Kemalizm’in Kürtleri inkar ile özdeş olduğunu sananlar, yani onu bir ideoloji sananlar yanıldıklarını göreceklerdir. Kürtçü veya Kürt-Türkçü ve de mozaik bir Kemalizm pek ala mümkündür. Nasıl Gorbaçov’un veya Kuruçef’in temsil ettiği türden bir Stalinizm mümkün ise.
Elbette bu dönüşümlerin her biri, bir iç çatışmayla, yeni duruma ayak uyduramayanların tasfiyesiyle gerçekleşir. İkinci Mahmut yeniçerileri katletmiştir. İkinci Meşrutiyet Padişahları devirmiştir. Atatürk, İttihatçıları sallandırmıştır. 27 Mayıs Eminsu’lardan Talat Aydemirlere bir yığın tasfiye gerçekleştirmiştir.
Elbette bürokrasi içinde bu dönüşüme direnecek güçler çıkacaktır ve bu onlar arasında ciddi çatışmaları beraberinde getirecektir.
Ama böylece bürokratik oligarşi, AK Parti’nin elinden inisiyatifi alacak bu günkü tecrit durumuna son verecek ve önümüzdeki on yıllarda bu topraklar üzerindeki devletin gerçek egemeni olmaya devam edecektir. Ortalıkta pek görülmeyen ama gerçek gücü elinde bulunduran bir egemen.
Bunu yapacak güç ve cesaret AK Parti’de yok. Halbuki tutarlı bir laiklikle; dile, dine dayanmayan bir milliyetçilikle, pek ala Kürtleri ve Alevileri ve şehir orta sınıflarını da yedeğine alabilir ve Ordunun egemenliğine son verebilirdi. O bunu yapacak yerde, korkusundan Alevileri ve şehir orta sınıflarını Kemalist bürokrasinin kucağına iten söylem ve politikalara yer verdi. Alevileri Müslüman saydı; dinle ilgisi olmayan şehir orta sınıflarına İslamiyeti çimento olarak önerdi; Kürtlerin özlemleri karşısında Kürt sorununun hayali olduğunu söyledi.
Laik Burjuvazi ise bir bütün olarak Avrupa ile birleşmekten medet ummaktan ötesini yapacak cesareti gösteremedi.
Öyle görülüyor ki, bu sefer de burjuvazinin korkaklığını ve güçsüzlüğünü, bürokratik oligarşi dengeleyip, gereken adımları atacak.
Böylece hem ABD’nin planlarına uygun bir gelişme gerçekleşmiş olacak, hem de bürokratik oligarşi bu gün içinde bulunduğu tehlikeli tecrit durumundan kurtulup, egemenliğini ve geleceğini uzun bir süre için garantiye alacak.
İşte Öcalan’ın yeniden gündeme gelmesi, özünde bürokratik oligarşinin stratejik bir dönüş ile tecritten kurtulma girişiminin bir parçasıdır.
14 Aralık 2005 Çarşamba




Hiç yorum yok: