29 Mayıs 2006 Pazartesi

Da Vinci Şifresi’nin Şifresi

Polisiye Roman, akla bir övgüdür. Eğer yeterli veriler varsa, doğru bir akıl yürütmeyle, bağlantılar göz önüne alınarak bilinenlerden bilinmeyene ulaşılabileceğinin bir kanıtıdır her klasik polisiye roman.
Da Vinci Şifresi ise, her ne kadar bir polisiye romana benziyorsa ve Roman daha ilk satırlarında bir cinayetle başlıyorsa, ilk bakışta suçsuz birini suçlu gibi gösteren deliller görülüyorsa da, romanın gerçek kahramanı, polisiye romanların klasik kahramanı Polis Müfettişi değildir. Polis Müfettişinin yanıltıcı delilleri ayıklayıp, çelişki ve tutarsızlıkları göz önüne alarak gerçek bir suçluyu ortaya çıkarışının romanı değildir. Bu sadece romanın akışının arkasına takılmış, arada sırada bir göz atılı verilen, önemsiz bir ayrıntıdır.

Da Vinci Şifresi, bir polisiye roman değil, bir Komplo teorisidir. Komplo teorileri, büyük çapla tarihsel ve toplumsal olayları gizli örgütlerin, ilişkilerin bir sonucu olarak açıklar. Tarihsel süreç, gerçek toplumsal güçlerin, sınıfların, zümrelerin, tabakaların çıkarları, konumları ve karakterleriyle değil gizli örgüt ve ilişkilerin düşünce ve davranışlarıyla açıklanır.
Böylece Polisiye Roman ve Komplo Teorileri bir bakıma, tarihsel olarak karşı uçlarda yer alırlar. Aydınlanma ve rasyonalizm tarihsel ve toplumsal gerçekliğin ancak iktisadi ilişkiler ve onların üzerinde yükselen sınıfların çıkar ve konumlarıyla açıklanabileceği bir varsayıma sahipken, polisiye Roman’ın hiçbir zaman tarihsel gidişi açıklamak gibi bir kaygısı olmamasına rağmen, komplo teorileri, bu yaklaşımın inkârıdır. Tarih ilk görüşte görülemeyen toplumsal yasalar anlamında “gizli güçler”in değil; gizli örgütler ve ilişkiler anlamında gizli güçlerin etkileriyle açıklanır.
Burjuva uygarlığının gericileşmesi, insanlık için bir iyimser bir kapısı olmaktan çıkması ve krize girmesine bağlı olarak tarihin toplumsal yasalara dayanan rasyonel bir açıklamasının olabileceği kavrayışı zemin kaybeder ve tarihi bir komplolarla açıklayan görüşlerin dayanacağı zemin genişler. Bu bakımdan burjuva toplumunun rasyonalizmden irrasyonalizme gider genel tarihsel eğilimi, aynı zamanda son yıllarda yükselen komplo teorilerine ilginin bir nedenidir.
Kaldı ki, bizzat modern toplumda, burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte, devletin giderek her türlü demokratik denetimden uzak bağımsız ve gizli örgütlerin artan gücü de böyle bir eğilimi besler. Bizzat Polisiye Roman geleneği, özellikle Casus romanlarında bu genel eğilimi yansıtır. Suçluları yakalamak ve adaleti üstün kıymakla görevli olarak kurulmuş örgütler bizzat en büyük suçlular olarak ortaya çıkar. Ve gerçeği bulmakla görevli polisler veya memurlar, birden bire, gerçeği bulmaya kalktıkları takdirde bizzat bu örgütler tarafından yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarını görürler. Artık kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunun bile anlamı ve önemi kalmaz.
Genel olarak tarihin toplumsal yasalarla açıklanmasından gizli güçler ve örgütlerle açıklanmasına doğru burjuva toplumundaki bu genel eğilim var olmakla birlikte, bu son yıllarda gerek dünyada, gerek Türkiye’de komplo teorilerine yönelik bu muazzam ilgiyi açıklamakta yetersiz kalır.
11 Eylül’den, Pentagon’a Uçak çarpmadığına veya Aya inişin bir Hollywood mizanseni olduğunu kadar birçok komplo teorisi de dünyada son derece aktüel tartışma konularını oluşturuyor. Komplo teorileri Erik von Daniken’in, uzaydan gelenlerin bıraktığı izlere göre dünya tarihini açıklayan teorilerden Marduk adlı gezegene ilişkin teorilere kadar onlarca komplo teorisi dünyanın dört bir yanında büyük ilgi görüyor. Dünyanın ve güneş sisteminin sınırlarını aşıp galaktik bir karakter kazanıyor.
Ama sadece bu kadar mı? Matriks ile bizzat insanlığını içinde yaşadığı evren de bir komplo olarak ortaya çıkar ve komplo teorileri, böylece sadece var olan gerçek uzayı değil, sanal uzayı da kaplar. Gerçek uzay sanal uzayın bir komplosu olarak görünür.
Komplo teorilerinin böylesine muazzam bir yaygınlık ve derinlik kazanmasını açıklamakta yetersiz kalır burjuva toplumunun tarihsel krizi; tarihsel iyimserliğin yitirilmesi; rasyonalizmden irrasyonalizme; demokrasiden gericiliğe olan yönelişi gibi genel ve tarihsel eğilimler. Daha spesifik bir daha döneme özgü bir canlanma söz konusudur.
Komplo Teorileri ile “Postmodern Durum” arasında bir ilişki var gibi görünmektedir. İşçi hareketinin ve kitle hareketlerinin genel gerileyişi ve çöküşü; “Büyük anlatıların sonu” da bu komplo teorilerinin güncelliğinde bir yere sahip gibidir. Bir bakıma, “Büyük Anlatı”lar, artık Komplo Teorileri olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Bu gidiş en açık biçimde Umberto Eco’nun Gülün Adı ve Foucault’un Sarkacı adlı romanlarının arasındaki ilişkide görülebilir. (Da Vinci Şifresi’nin iki başkahramanından birinin de Eco gibi bir sembol bilimi uzmanı olması rastlantı olmasa gerektir. Aslında, Da Vinci Şifresi, Foucault’un Sarkacı’nın vülger, kitle tüketimine uyarlanmış bir verisyonu olarak da görülebilir.)
Gülün Adı, rasyonalizmin ortaçağdaki köklerine bir göndermedir. Roman sadece klasik bir polisiye romanının bütün özelliklerine sahip değildir, aynı zamanda sembollerle bizzat onun bu genel özelliklerine de bir gönderme yapar. Berkerville’li Williams, sadece Aydınlanmanın müjdecisi değildir. Onun bizzat Adının başındaki Baskerwille’li eki, Polisiye Romanın doğuşuna, Conan Doyle ve Şerlok Holmes’e bir göndermedir. Williams ise ortaçağın meşhur, Usturacı Willams adlı filozofuna ki modern aydınlanmanın atalarından biridir.
Eco’nun bu kendisi bizzat rasyonalizmin doğuşuna bir gönderme olan ve bizzat kendisi bir akla bir övgü olan ve klasik polis romanının bütün özelliklerini taşıyan ilk romanını izleyen ikinci romanı ise, tam tersine, tüm tarihi bir komployla açıklayan bir roman olarak ortaya çıkar. Bu romanın aynı zamanda bir Post Modern roman olması da anlamlıdır.
Aynı eğilim Türkiye’de Orhan Pamuk’ta da görülür. Cevdet Bey ve Oğulları gibi ilk romanları, tümüyle Klasik romanın bütün özelliklerini taşır. Ama Kara Kitap tamı tamına Eco’nun Focault’un Sarkacı gibidir. Kahramanlar sırların peşindedir. Hep bir takım ipuçlarına rastlarlar. Ohan Pamuk da bir bakıma Kara Kitap ile Türkiye’nin ilk Post Modern romanını yazmış olarak görülebilir.
Hasılı gerek Eco, gerek Pamuk, bir tarihsel eğilimi hem görmüşler hem de eserlerinde o eğilimi yansıtmışlardır.
Komplo teorilerini komplo teorileriyle açıklamayacaksak eğer, Komplo teorilerinin bu yaygınlaşması, örneğin Eco ve Pamuk’taki ilk ve kaliteli, bir tarihsel eğilimi yansıtan örnekleri göz önüne alındığında doğrudan doğruya, doğu Avrupa’nın çöküşü, işçi hareketi, sosyalist hareket gibi büyük kitle hareketlerinin çöküşü; küreselleşmenin hızlanması ve buna bağlı olarak farklı kültürlere olan ilgi ve yaklaşımların değişmesi ile yakından ilgili görünmektedir.
Türkiye’de komplo teorilerinin özellikle son yıllarda yükselişi ise, her şeyden önce, burjuvazinin bir kesimi ve ABD ile Türkiye’ye egemen asker bürokratik oligarşinin yollarının ayrılmasıyla ilgilidir. Komplo teorileri, özellikle Sabetaycılar bağlamında, bürokratik oligarşinin inkâr ve imha politikalarının çıkışsızlığına direnme eğilimi gösteren burjuvaziyi sindirmenin bir aracı olarak; doğrudan doğruya Psikolojik savaşın ve dezenformasyonun bir aracı işlevi görmektedirler.
Ayrıca sundukları basit ve kolay açıklamalarla hem geniş kitleleri aptallaştırmanın hem de onları Askeri Bürokratik oligarşi politikaları çerçevesinde mobilize etmenin de iyi bir aracıdırlar.
*
Aslında Komplo teorileriyle açıklanan bütün tarih ve olaylar gerçek sınıf ilişkileriyle de açıklanabilirler. Zaten her zaman olduğu gibi, komplo teorilerinde de her zaman bir gerçek tohumu vardır. Ama bu gerçek tohumu, ortaya çıkarılacak bir sonuç olarak değil, gerçeği gizlemenin bir aracı olarak çıkar ortaya.
Elbette, burjuva devrimlerini yapan mason örgütlerinde de, sosyalist partilerde de, Türkiye Cumhuriyetini kuranlarda da Yahudiler veya Sabetaycılar genel nüfus içindeki oranlarından fazladırlar. Ama bu gizli bir komplo olarak değil, pek ala genel sosyolojik eğilimlerin bir sonucu olarak da açıklanabilir. Örneğin, klasik uygarlıklarda, ticaretin, artı değerin kaynağının değer transferi olması nedeniyle Yahudiler gibi belli kavimlerin elinde yoğunlaşması; bu nedenle bunların burjuva gelişimindeki özgül rolleri. Burjuva devrimlerinin Yahudileri gettodan kurtarmasının Yahudilerin, bu devrimin ideallerinin en tutarlı savunucusu sosyalist ve işçi hareketine akmasına yol açması; keza Yahudi dininin mehdi geleneğinin, yani adil düzenin bir gün bu dünyada kurulacağı anlayışının, kurtuluşçu bir dünya görüşü için bitek bir toprak oluşturması, sosyalist öğretilerle gönül yakınlığı içinde bulunması gibi olgu ve gerçeklerden hareketle de o Sabetaycı veya Yahudi komplosu gibi görünen olayları daha doğru ve kapsamlı olarak açıklamak mümkündür.
Ya da Maria Magdalena’dan, Tapınak Şövalyelerine, Da Vinci’den Mason localarına kadar bütün Da Vinci Şifresi’nde anlatılan tarihi de aynı şekilde bir komplo olarak değil, sosyolojik olarak açıklamak mümkündür.
Hıristiyanlık Yahudilik içinde bir sekt olarak doğmuştu. Bütün sektler gibi ezilenlere dayanan muhalif bir hareketti ve bütün muhalif sektler gibi, komünün güçlü izlerini taşıyordu ve kısman de komünün uygarlığa bir direnişiydi. Elbette bu ilişkiler içinde, kadının yeri yüksek olacaktı. Tarih hiç şaşmaz bir biçimde, uygarlıkla birlikte kadının toplumdaki yerinin alçaldığını, kadının lanetli bir şeytana dönüşünü gösterir.
Hıristiyanlık da ilk önce yoksullar arasında yayıldı. Yoksullar aynı zamanda komünün etkisini güçlü olarak hissettirdiği toplum kesimleriydi. Bu nedenle ilk Hıristiyanların, İsa’yı kendileri gibi bir insan görmeleri, Maria Magdalena ve Meryem’e (İsa’nın Anası olan Maria) büyük değer biçmeleri (ki bu hala Katolikliğin yaygın olduğu ülkelerde Meryem kültünün İsa kültünden daha baskın olmasıyla bir şeklide kalıntı olarak yaşamaktadır. Bir kültürel fosildir.) son derece normaldir.
Dolayısıyla Hıristiyanlık, resmi roma dini olurken, yani bir uygarlık dini olur ve gericiliğin ve devletin eline geçerken, aynı zamanda kadının şeytanlaştırılması ve aşağılanmasına paralel olarak, bu devrimci Hıristiyanlığı yaşatan İncillerin İznik Konsülü tarafından yakılması son derece olağandır. İznik konsülünün İncilleri yakması, tıpkı Stalin başkanlığındaki bir kurul tarafından SBKP tarihi yazılması veya Atatürk’ün Nutuk diye kendi resmi tarihini yazması gibi bir olaydır.
Uygarlık kadın’ı yok etmek, yerin dibine batırmak zorundadır. Çünkü Kadın, uygarlık karşısında Komün’ü ve onun otoritesini temsil eder. Kadın’a karşı yürütülen savaş aslında Komün’e karşı, Uygarlığın yürüttüğü bir savaştır. Komün’ün uygarlığa bulaşmamışlık nedeniyle daha uzun yaşadığı Avrupa’da 18. yüzyıla kadar Cadı’ların yakılması, özünde, komünlerin Şamanlarının yakılması; şamanın otoritesinin yerini; komün hukukunun yerini kilisenin otoritesinin ve uygarlığın hukukunun almasından başka bir şey değildi.
Ne var ki, bu binlerce yıllık uygarlıklar boyunca komün öyle hemen yok edilemez. Uygarlık, meta üretimi ve sınıflı toplum, sadece ticaret yolları ve nüfusun çok küçük bir bölümünün toplandığı şehirler dışında pek yoktur. Komün köylerde yaşamaya devam eder. Uygarlık komünler denizinde bir ada gibi yayılır kapitalizm doğuncaya kadar. Dolayısıyla, Batıni tarikatlar biçiminde ve içinde komün yaşamaya devam eder. Bütün dağlık ve uygarlığa uzak alanlar komünün özgür havasını solur.
Hıristiyanlıkta Katarlar, Bogomiller, İslamiyette, Alevilik, İsmaililik dağlarda, uygarlığa uzak yerlerde komünü ve onun geleneklerini yaşatmaya devam eder.
Dolayısıyla, Roma İmparatorluğu ve onun yaşayan ruhu tarafından yeterince feth edilip uygarlaştırılamamış, Güney Fransa’nın, Oksitanya’nın dağları; Pireneler veya İngiltere gibi hep Püritenliğin kalesi olagelmiş ilkel sosyalizm geleneklerinin gücünü sürdürdüğü yerler Katarların, Maria Magdelena kültlerinin yaşamaya devam ettiği yerler olagelmişlerdir. Ve elbette bunlar ile Kilise, yani uygarlık arasında bir mücadele de olagelmiştir.
Bu gelenekler daha sonra burjuva devrimlerine de katalizatörlük etmişlerdir.
Böyle bir yaklaşım içinde, bir komplo olarak görülen tarih sosyolojinin kavramlarıyla, tarihin unutulmuş zembereği ve kayıp halkası komün ve uygarlık diyalektiği; ilişki ve çelişkileriyle de açıklanabilir.
*
Ama siz siz olun böyle açıklamalara değer vermeyin. Tarih, Tarih’in böyle açıklanamayacağını göstermektedir. Dan Brown’un kitabı ve Film üzerine bu post modernizm, rasyonalizm, Askeri Bürokratik oligarşi, Komün ve geleneklerinin gücü; uygarlık gibi saçmalıklarla vakit geçirmeyin. Büyük anlatıların ömrü çoktan doldu.
Dan Brown’un kitabı ve film, aslında tapınakçılarla kilisenin mücadelesinde tapınakçıların aynı zamanda hem sırrı açıklaması hem de sırrı herkesin gözü önüne koymasıdır.
Evet Maria Magdalena’nın naaşı, Paris’te Louvre’nin orta bahçesindeki Piramit’in altındadır. Onun orada olduğu tüm insanlığa da duyurulmuştur. Sır açıklanmıştır ve bu öylesine şık yapılmıştır ki, hiçbir aklı başında insan, bu piramidin altın kazalım bakalım Maria Magdalena’nın naaşı orada mı diye soramaz, kahkahalara konu olmak ve akıl hastası diye diye tımarhaneye kapatılmak istemiyorsa.
Kilise ise tam bir panik içinde, bir buhrana düşmüş bulunuyor. Son Akşam Yemeği’ndeki Maria Magdalena’nın bir erkek olduğunu ve faaliyetleri Batınilikten farklı olmayan Da Vinci’nin sadık bir Hıristiyan olduğu yalanını yaymak için, TV İstasyonları ve basındaki gücünü kullanıyor.
Ama bütün bunlar milyonlarca Hıristiyan’ın bir inanç buhranına girmesini, aklına acaba sorusunun takılmasını engelleyemiyor.
Gerçekten de, kendi tarihleri üzerine bu kitap ve filmle tapınakçılar, hem binlerce yıllık vasiyeti yerine getirdiler, sırrı açıkladılar ve kiliseyi bile sırrı korumaya mecbur ettiler. Papa bile cesaret edemez artık, Louvre’un bahçesindeki Piramit’in altına bakılmasını.
Evet Şah ve mat.
24 Mayıs 2006 Çarşamba
Demir Küçükaydın


Hiç yorum yok: