Polisiye Roman, akla bir
övgüdür. Eğer yeterli veriler varsa, doğru bir akıl yürütmeyle, bağlantılar göz
önüne alınarak bilinenlerden bilinmeyene ulaşılabileceğinin bir kanıtıdır her
klasik polisiye roman.
Da Vinci Şifresi ise, her
ne kadar bir polisiye romana benziyorsa ve Roman daha ilk satırlarında bir
cinayetle başlıyorsa, ilk bakışta suçsuz birini suçlu gibi gösteren deliller
görülüyorsa da, romanın gerçek kahramanı, polisiye romanların klasik kahramanı
Polis Müfettişi değildir. Polis Müfettişinin yanıltıcı delilleri ayıklayıp,
çelişki ve tutarsızlıkları göz önüne alarak gerçek bir suçluyu ortaya
çıkarışının romanı değildir. Bu sadece romanın akışının arkasına takılmış,
arada sırada bir göz atılı verilen, önemsiz bir ayrıntıdır.
Da Vinci Şifresi, bir
polisiye roman değil, bir Komplo teorisidir. Komplo teorileri, büyük çapla
tarihsel ve toplumsal olayları gizli örgütlerin, ilişkilerin bir sonucu olarak
açıklar. Tarihsel süreç, gerçek toplumsal güçlerin, sınıfların, zümrelerin,
tabakaların çıkarları, konumları ve karakterleriyle değil gizli örgüt ve
ilişkilerin düşünce ve davranışlarıyla açıklanır.
Böylece Polisiye Roman ve
Komplo Teorileri bir bakıma, tarihsel olarak karşı uçlarda yer alırlar.
Aydınlanma ve rasyonalizm tarihsel ve toplumsal gerçekliğin ancak iktisadi
ilişkiler ve onların üzerinde yükselen sınıfların çıkar ve konumlarıyla
açıklanabileceği bir varsayıma sahipken, polisiye Roman’ın hiçbir zaman
tarihsel gidişi açıklamak gibi bir kaygısı olmamasına rağmen, komplo teorileri,
bu yaklaşımın inkârıdır. Tarih ilk görüşte görülemeyen toplumsal yasalar
anlamında “gizli güçler”in değil; gizli örgütler ve ilişkiler anlamında gizli
güçlerin etkileriyle açıklanır.
Burjuva uygarlığının
gericileşmesi, insanlık için bir iyimser bir kapısı olmaktan çıkması ve krize
girmesine bağlı olarak tarihin toplumsal yasalara dayanan rasyonel bir açıklamasının
olabileceği kavrayışı zemin kaybeder ve tarihi bir komplolarla açıklayan
görüşlerin dayanacağı zemin genişler. Bu bakımdan burjuva toplumunun
rasyonalizmden irrasyonalizme gider genel tarihsel eğilimi, aynı zamanda son
yıllarda yükselen komplo teorilerine ilginin bir nedenidir.
Kaldı ki, bizzat modern
toplumda, burjuvazinin gericileşmesiyle birlikte, devletin giderek her türlü
demokratik denetimden uzak bağımsız ve gizli örgütlerin artan gücü de böyle bir
eğilimi besler. Bizzat Polisiye Roman geleneği, özellikle Casus romanlarında bu
genel eğilimi yansıtır. Suçluları yakalamak ve adaleti üstün kıymakla görevli
olarak kurulmuş örgütler bizzat en büyük suçlular olarak ortaya çıkar. Ve
gerçeği bulmakla görevli polisler veya memurlar, birden bire, gerçeği bulmaya
kalktıkları takdirde bizzat bu örgütler tarafından yok edilme tehlikesiyle
karşı karşıya bulunduklarını görürler. Artık kimin suçlu, kimin suçsuz
olduğunun bile anlamı ve önemi kalmaz.
Genel olarak tarihin
toplumsal yasalarla açıklanmasından gizli güçler ve örgütlerle açıklanmasına
doğru burjuva toplumundaki bu genel eğilim var olmakla birlikte, bu son
yıllarda gerek dünyada, gerek Türkiye’de komplo teorilerine yönelik bu muazzam
ilgiyi açıklamakta yetersiz kalır.
11 Eylül’den, Pentagon’a
Uçak çarpmadığına veya Aya inişin bir Hollywood mizanseni olduğunu kadar birçok
komplo teorisi de dünyada son derece aktüel tartışma konularını oluşturuyor.
Komplo teorileri Erik von Daniken’in, uzaydan gelenlerin bıraktığı izlere göre
dünya tarihini açıklayan teorilerden Marduk adlı gezegene ilişkin teorilere
kadar onlarca komplo teorisi dünyanın dört bir yanında büyük ilgi görüyor.
Dünyanın ve güneş sisteminin sınırlarını aşıp galaktik bir karakter kazanıyor.
Ama sadece bu kadar mı?
Matriks ile bizzat insanlığını içinde yaşadığı evren de bir komplo olarak
ortaya çıkar ve komplo teorileri, böylece sadece var olan gerçek uzayı değil,
sanal uzayı da kaplar. Gerçek uzay sanal uzayın bir komplosu olarak görünür.
Komplo teorilerinin
böylesine muazzam bir yaygınlık ve derinlik kazanmasını açıklamakta yetersiz
kalır burjuva toplumunun tarihsel krizi; tarihsel iyimserliğin yitirilmesi;
rasyonalizmden irrasyonalizme; demokrasiden gericiliğe olan yönelişi gibi genel
ve tarihsel eğilimler. Daha spesifik bir daha döneme özgü bir canlanma söz
konusudur.
Komplo Teorileri ile
“Postmodern Durum” arasında bir ilişki var gibi görünmektedir. İşçi hareketinin
ve kitle hareketlerinin genel gerileyişi ve çöküşü; “Büyük anlatıların sonu” da
bu komplo teorilerinin güncelliğinde bir yere sahip gibidir. Bir bakıma, “Büyük
Anlatı”lar, artık Komplo Teorileri olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Bu gidiş en açık biçimde
Umberto Eco’nun Gülün Adı ve Foucault’un Sarkacı adlı
romanlarının arasındaki ilişkide görülebilir. (Da Vinci Şifresi’nin iki başkahramanından
birinin de Eco gibi bir sembol bilimi uzmanı olması rastlantı olmasa gerektir.
Aslında, Da Vinci Şifresi, Foucault’un Sarkacı’nın vülger, kitle tüketimine
uyarlanmış bir verisyonu olarak da görülebilir.)
Gülün Adı, rasyonalizmin
ortaçağdaki köklerine bir göndermedir. Roman sadece klasik bir polisiye
romanının bütün özelliklerine sahip değildir, aynı zamanda sembollerle bizzat
onun bu genel özelliklerine de bir gönderme yapar. Berkerville’li Williams,
sadece Aydınlanmanın müjdecisi değildir. Onun bizzat Adının başındaki
Baskerwille’li eki, Polisiye Romanın doğuşuna, Conan Doyle ve Şerlok Holmes’e
bir göndermedir. Williams ise ortaçağın meşhur, Usturacı Willams adlı filozofuna
ki modern aydınlanmanın atalarından biridir.
Eco’nun bu kendisi bizzat
rasyonalizmin doğuşuna bir gönderme olan ve bizzat kendisi bir akla bir övgü
olan ve klasik polis romanının bütün özelliklerini taşıyan ilk romanını izleyen
ikinci romanı ise, tam tersine, tüm tarihi bir komployla açıklayan bir roman
olarak ortaya çıkar. Bu romanın aynı zamanda bir Post Modern roman olması da
anlamlıdır.
Aynı eğilim Türkiye’de
Orhan Pamuk’ta da görülür. Cevdet Bey ve Oğulları gibi ilk romanları, tümüyle
Klasik romanın bütün özelliklerini taşır. Ama Kara Kitap tamı tamına Eco’nun
Focault’un Sarkacı gibidir. Kahramanlar sırların peşindedir. Hep bir takım ipuçlarına
rastlarlar. Ohan Pamuk da bir bakıma Kara Kitap ile Türkiye’nin ilk Post Modern
romanını yazmış olarak görülebilir.
Hasılı gerek Eco, gerek
Pamuk, bir tarihsel eğilimi hem görmüşler hem de eserlerinde o eğilimi
yansıtmışlardır.
Komplo teorilerini komplo
teorileriyle açıklamayacaksak eğer, Komplo teorilerinin bu yaygınlaşması,
örneğin Eco ve Pamuk’taki ilk ve kaliteli, bir tarihsel eğilimi yansıtan
örnekleri göz önüne alındığında doğrudan doğruya, doğu Avrupa’nın çöküşü, işçi
hareketi, sosyalist hareket gibi büyük kitle hareketlerinin çöküşü; küreselleşmenin
hızlanması ve buna bağlı olarak farklı kültürlere olan ilgi ve yaklaşımların
değişmesi ile yakından ilgili görünmektedir.
Türkiye’de komplo
teorilerinin özellikle son yıllarda yükselişi ise, her şeyden önce,
burjuvazinin bir kesimi ve ABD ile Türkiye’ye egemen asker bürokratik
oligarşinin yollarının ayrılmasıyla ilgilidir. Komplo teorileri, özellikle
Sabetaycılar bağlamında, bürokratik oligarşinin inkâr ve imha politikalarının
çıkışsızlığına direnme eğilimi gösteren burjuvaziyi sindirmenin bir aracı
olarak; doğrudan doğruya Psikolojik savaşın ve dezenformasyonun bir aracı
işlevi görmektedirler.
Ayrıca sundukları basit
ve kolay açıklamalarla hem geniş kitleleri aptallaştırmanın hem de onları
Askeri Bürokratik oligarşi politikaları çerçevesinde mobilize etmenin de iyi
bir aracıdırlar.
*
Aslında Komplo
teorileriyle açıklanan bütün tarih ve olaylar gerçek sınıf ilişkileriyle de
açıklanabilirler. Zaten her zaman olduğu gibi, komplo teorilerinde de her zaman
bir gerçek tohumu vardır. Ama bu gerçek tohumu, ortaya çıkarılacak bir sonuç
olarak değil, gerçeği gizlemenin bir aracı olarak çıkar ortaya.
Elbette, burjuva
devrimlerini yapan mason örgütlerinde de, sosyalist partilerde de, Türkiye
Cumhuriyetini kuranlarda da Yahudiler veya Sabetaycılar genel nüfus içindeki
oranlarından fazladırlar. Ama bu gizli bir komplo olarak değil, pek ala genel
sosyolojik eğilimlerin bir sonucu olarak da açıklanabilir. Örneğin, klasik
uygarlıklarda, ticaretin, artı değerin kaynağının değer transferi olması
nedeniyle Yahudiler gibi belli kavimlerin elinde yoğunlaşması; bu nedenle
bunların burjuva gelişimindeki özgül rolleri. Burjuva devrimlerinin Yahudileri
gettodan kurtarmasının Yahudilerin, bu devrimin ideallerinin en tutarlı
savunucusu sosyalist ve işçi hareketine akmasına yol açması; keza Yahudi
dininin mehdi geleneğinin, yani adil düzenin bir gün bu dünyada kurulacağı
anlayışının, kurtuluşçu bir dünya görüşü için bitek bir toprak oluşturması,
sosyalist öğretilerle gönül yakınlığı içinde bulunması gibi olgu ve
gerçeklerden hareketle de o Sabetaycı veya Yahudi komplosu gibi görünen
olayları daha doğru ve kapsamlı olarak açıklamak mümkündür.
Ya da Maria Magdalena’dan,
Tapınak Şövalyelerine, Da Vinci’den Mason localarına kadar bütün Da Vinci
Şifresi’nde anlatılan tarihi de aynı şekilde bir komplo olarak değil,
sosyolojik olarak açıklamak mümkündür.
Hıristiyanlık Yahudilik
içinde bir sekt olarak doğmuştu. Bütün sektler gibi ezilenlere dayanan muhalif
bir hareketti ve bütün muhalif sektler gibi, komünün güçlü izlerini taşıyordu
ve kısman de komünün uygarlığa bir direnişiydi. Elbette bu ilişkiler içinde,
kadının yeri yüksek olacaktı. Tarih hiç şaşmaz bir biçimde, uygarlıkla birlikte
kadının toplumdaki yerinin alçaldığını, kadının lanetli bir şeytana dönüşünü
gösterir.
Hıristiyanlık da ilk önce
yoksullar arasında yayıldı. Yoksullar aynı zamanda komünün etkisini güçlü
olarak hissettirdiği toplum kesimleriydi. Bu nedenle ilk Hıristiyanların,
İsa’yı kendileri gibi bir insan görmeleri, Maria Magdalena ve Meryem’e (İsa’nın
Anası olan Maria) büyük değer biçmeleri (ki bu hala Katolikliğin yaygın olduğu
ülkelerde Meryem kültünün İsa kültünden daha baskın olmasıyla bir şeklide kalıntı
olarak yaşamaktadır. Bir kültürel fosildir.) son derece normaldir.
Dolayısıyla
Hıristiyanlık, resmi roma dini olurken, yani bir uygarlık dini olur ve
gericiliğin ve devletin eline geçerken, aynı zamanda kadının şeytanlaştırılması
ve aşağılanmasına paralel olarak, bu devrimci Hıristiyanlığı yaşatan İncillerin
İznik Konsülü tarafından yakılması son derece olağandır. İznik konsülünün
İncilleri yakması, tıpkı Stalin başkanlığındaki bir kurul tarafından SBKP
tarihi yazılması veya Atatürk’ün Nutuk diye kendi resmi tarihini yazması gibi
bir olaydır.
Uygarlık kadın’ı yok
etmek, yerin dibine batırmak zorundadır. Çünkü Kadın, uygarlık karşısında
Komün’ü ve onun otoritesini temsil eder. Kadın’a karşı yürütülen savaş aslında
Komün’e karşı, Uygarlığın yürüttüğü bir savaştır. Komün’ün uygarlığa
bulaşmamışlık nedeniyle daha uzun yaşadığı Avrupa’da 18. yüzyıla kadar
Cadı’ların yakılması, özünde, komünlerin Şamanlarının yakılması; şamanın
otoritesinin yerini; komün hukukunun yerini kilisenin otoritesinin ve uygarlığın
hukukunun almasından başka bir şey değildi.
Ne var ki, bu binlerce
yıllık uygarlıklar boyunca komün öyle hemen yok edilemez. Uygarlık, meta
üretimi ve sınıflı toplum, sadece ticaret yolları ve nüfusun çok küçük bir
bölümünün toplandığı şehirler dışında pek yoktur. Komün köylerde yaşamaya devam
eder. Uygarlık komünler denizinde bir ada gibi yayılır kapitalizm doğuncaya
kadar. Dolayısıyla, Batıni tarikatlar biçiminde ve içinde komün yaşamaya devam
eder. Bütün dağlık ve uygarlığa uzak alanlar komünün özgür havasını solur.
Hıristiyanlıkta Katarlar,
Bogomiller, İslamiyette, Alevilik, İsmaililik dağlarda, uygarlığa uzak yerlerde
komünü ve onun geleneklerini yaşatmaya devam eder.
Dolayısıyla, Roma
İmparatorluğu ve onun yaşayan ruhu tarafından yeterince feth edilip
uygarlaştırılamamış, Güney Fransa’nın, Oksitanya’nın dağları; Pireneler veya
İngiltere gibi hep Püritenliğin kalesi olagelmiş ilkel sosyalizm geleneklerinin
gücünü sürdürdüğü yerler Katarların, Maria Magdelena kültlerinin yaşamaya devam
ettiği yerler olagelmişlerdir. Ve elbette bunlar ile Kilise, yani uygarlık
arasında bir mücadele de olagelmiştir.
Bu gelenekler daha sonra
burjuva devrimlerine de katalizatörlük etmişlerdir.
Böyle bir yaklaşım
içinde, bir komplo olarak görülen tarih sosyolojinin kavramlarıyla, tarihin
unutulmuş zembereği ve kayıp halkası komün ve uygarlık diyalektiği; ilişki ve
çelişkileriyle de açıklanabilir.
*
Ama siz siz olun böyle
açıklamalara değer vermeyin. Tarih, Tarih’in böyle açıklanamayacağını
göstermektedir. Dan Brown’un kitabı ve Film üzerine bu post modernizm, rasyonalizm,
Askeri Bürokratik oligarşi, Komün ve geleneklerinin gücü; uygarlık gibi
saçmalıklarla vakit geçirmeyin. Büyük anlatıların ömrü çoktan doldu.
Dan Brown’un kitabı ve
film, aslında tapınakçılarla kilisenin mücadelesinde tapınakçıların aynı
zamanda hem sırrı açıklaması hem de sırrı herkesin gözü önüne koymasıdır.
Evet Maria Magdalena’nın
naaşı, Paris’te Louvre’nin orta bahçesindeki Piramit’in altındadır. Onun orada
olduğu tüm insanlığa da duyurulmuştur. Sır açıklanmıştır ve bu öylesine şık
yapılmıştır ki, hiçbir aklı başında insan, bu piramidin altın kazalım bakalım
Maria Magdalena’nın naaşı orada mı diye soramaz, kahkahalara konu olmak ve akıl
hastası diye diye tımarhaneye kapatılmak istemiyorsa.
Kilise ise tam bir panik
içinde, bir buhrana düşmüş bulunuyor. Son Akşam Yemeği’ndeki Maria
Magdalena’nın bir erkek olduğunu ve faaliyetleri Batınilikten farklı olmayan Da
Vinci’nin sadık bir Hıristiyan olduğu yalanını yaymak için, TV İstasyonları ve
basındaki gücünü kullanıyor.
Ama bütün bunlar
milyonlarca Hıristiyan’ın bir inanç buhranına girmesini, aklına acaba sorusunun
takılmasını engelleyemiyor.
Gerçekten de, kendi
tarihleri üzerine bu kitap ve filmle tapınakçılar, hem binlerce yıllık vasiyeti
yerine getirdiler, sırrı açıkladılar ve kiliseyi bile sırrı korumaya mecbur
ettiler. Papa bile cesaret edemez artık, Louvre’un bahçesindeki Piramit’in
altına bakılmasını.
Evet Şah ve mat.
24 Mayıs 2006 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder