İlk bakışta yukarıdaki başlık saçma gibi görünebilir.
Ama öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey
olurdu.
Bir çağ nasıl onun kendi hakkındaki yargılarıyla
yargılanamazsa, politik eğilimler ve güçler de yargılanamazlar.
Politik güçlerin deklare edilmiş amacları ile bu amaçlar
için yaptıkları ve yapmadıkları arasında farklar ve çelişkiler vardır.
Bu çelişkilere ve gerçekten yapılan ve yapılmayanların
sonuçlarına bakıldığında ortaya çıkan Liberallerin ve AKP'nin nesnel olarak Askeri
Bürokratik Oligarşiyi destekledikleridir.
"Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarılma
döşelidir".
*
Liberaller,
Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler
Biz, demokratik sosyalistler, Türkiye'nin gerçek egemeninin
"Askeri Bürokratik Oligarşi"; bu nedenle Türkiye'nin esas sorununun
gerçekten demokrasi olduğunu ve gerçekten demokratik bir sisteme ulaşmak için
de esas hedefin, bu askeri bürokratik oligarşinin varoluş koşulu ve egemenliğinn
en büyük dayanağı bu askeri, bürokratik, keyfi, kırtasiyeci, merkezi pahalı,
gerici bir ulusçulukla tanımlanmış devlet cihazının tasfiyesi olduğunu
söylüyoruz.
Yani kategorik olarak, hedefin, "yakalanacak ana
halka"nın ve "acil görevler"in, "minima
program"ın tanımlanması bakımından, bizim yakın olduklarımız, "Ulusalcı
Sosyalistler" veya ulusalcı olmadıklarını iddia etmekle birlikte
"sosyalizm"i veya "anti kapitalizm"i, "anti
emperyalizm"i, "sınıf"ı veya "emek eksenli
politikalar"ı öne sürerek bu demokratik görevleri fiilen ikinci plana itip bunlardan kaçan ve dolayısıyla bu askeri
bürokratik oligarşinin nesnel olarak yedeği olan sosyalistler değil; nesnel olarak ulusalcı (İşçi Partisi ve TKP
gibi kimileri öznel olarak da ulusalcı olan) sosyalistlerin kendilerine saldırmayı
spor haline getirdikleri liberallerdir.
Ulusalcı Sosyalistler liberallere sosyalizme saldırdığı için
veya yeterince anti-emperyalist olmadığı için vs. saldırıyorlar veya onları bu nedenle
eleştiriyorlar.
Bizim liberallere eleştirimiz, hiç de onların sosyalizme saldırılarıyla ilgili
değildir. Elbette liberaller sosyalizme saldıracaklardır, tanımı gereği,
eşyanın tabiatı gereği böyledir bu.
Ama keşke sosyalizme saldırsalar. "Keşke" diyoruz,
çünkü onların sosyalizm diye bildikleri, sosyalizmle ilgisi bulunmayan,
bürokratik stalinist rejimler; bu bürokrasinin ideolojisi ve pratiklerinden
oluşan stalinizmdir.
Onlar aslında stalinist rejimlere ve stalinizme sosyalizm
diye saldırarak, bu rejimleri ve stalinizmi sosyalizm diye savunan
Stalinistlerle ya da ulusalcı sosyalistlerle aynı sosyalizm anlayışında anlaştıklarını
ele vermektedirler. Bu anlamda liberallerin, sosyalizm anlayışları bakımından,
saldırdıkları stalinistlerden bir farkları da yoktur. ya da bu önerme tersinden
şöyle de formüle edilebilir: Stalinistlerin ve büyük ölçüde onlarla da çakışan
ulusalcıların sosyalizm anlayışlarıyla liberallerinki özdeştir.
Zaten tam da bu nedenle, eski stalinistler (Nabi Yağcı, Oya
Baydar, Oral Çalışlar vs., vs.) temeldeki bu metodolojik yakınlık ve özdeşlikleri
nedeniyle kolayca liberal olabilirler, bir zamanlar, sosyalizm idealinin
itibarlı olduğu yıllarda da liberallerin kolayca stalinistler haline
dönüşmeleri gibi. TKP, TSİP, TİP yükselişlerinin ardında aslında bu akış vardı.
Liberaller keşke, gerçekten sosyalizme saldırabilseler ve
saldırsalar, o zaman gerçek sosyalizmin tartışılmasına yol açarlar ve niyetleri
ne olursa olsun muazzam devrimci bir iş yapmış olurlardı. Bu gün yaptıkları iş
ise, stalinistlerle suç ortaklığı içinde sosyalizmle ilgisiz düşünce ve
davranışları sosyalizm olarak pazarlamaktır[1].
Ama bu eşyanın tabiatı gereğidir ve burada esas tartışmak
istediğimiz sorun bu değildir.
Biz liberalleri, kapitalizmi savundukları için değil,
tutarlı demokratlar olmadıkları için eleştiriyoruz. Hatta kapitalizm için en
ideal koşulları en tutarlı demokrasi sağlayabileceğinden, onları kapitalizmi
bile doğru dürüst savunmamakla eleştirdiğimiz söylenebilir.
Biz liberalleri demokrasiyi gündemin başına aldıkları için
değil, bu konuda onlarla tamamen anlaşıyoruz, demokrasi uğruna mücadelede sahte
hayaller yaydıkları ve yaydıkları bu sahte hayallerle bu mücadeleyi
zayıflattıkları için eleştiriyoruz[2].
Liberallerin ve AKP'nin nasıl bir mekanizmayla Askeri
Bürokratik Oligarşinin bir destekçisi olduğunu görelim.
*
Korkuların
gerçeğe dayanıp dayanmadıkları değil korku olarak gerçeklikleri önemlidir
Türkiye'de en az anlaşılar temel konu, Kürt sorununun
çözümünün, şehir orta sınıfları ve Alevilerin bu çözüme kazanılmasından,
onların bu yönde aktif desteğinden veya en azından hayırhah bir tavra çekilip
tarafsızlaştırılmasından geçer. Bu olmadıkça hiç kimse Askari Bürokratik
Oligarşının onu tecrit edemez ve direncini kıramaz. Çünkü bu tabakalar, Askeri
Bürokratik Oligarşinin, onun siyasi ifadesi olan CHP'nin en büyük desteğini ve
kitle temelini oluşturmaktadır.
Yüzyılın başında sürülen ve katledilen Rum ve Ermeniler gibi
bir yaşam tarzı olan, yani Önasya-Akdeniz uygarlık alanının üç büyük ve
birbirinin mirasçısı Roma, Bizans, Osmanlı imparatorluklarının şehir kültürünün
Türkiye'de yaşayan son temsilcileri olan
şehir orta sınıfları (ki bunların bir kısmı aynı zamanda Türkiye'nin
gerçek egemeni Askeri Bürokratik Oligarşi ile iç içedir), ve Orfeusçuluk,
Hristiyanlık, Manicilik, Paulikanlık ve Alevilik biçiminde varlığını sürdürmüş Anadolu
ve Balkanların neolitik ortaklaşmacı köy komününün heretik geleneğinden gelenler, politik İslam ve
AKP'nin artan gücü ve etkisi karşısında tam bir panik içinde bulunuyorlar.
Onlar bu korku ve panik duygusuyla Genelkurmay'ın ve askeri
bürokratik oligarşinin yedeği durumuna düşüyorlar. Böylece Askeri Bürokratik
Oligarşi, hiç de küçümsenemeyecek militan; etkisi gerek eğitim düzeyleri ve
mevkileri, gerek şehrin modern toplumun sinir merkezleri olması nedeniyle,
nüfus içindeki oranlarından çok daha büyük, en azından nüfusun üçte veya dörtte
birini oluşturan (ki CHP'nin aldığı oy da aşağı yukarı bu aralıkta oynar) bir
kitle desteğine sahip bulunuyor ve bunu koşullar uygun olduğunda mobilize
edebiliyor.
Bu korkunun haklı ya da haksız olduğu ayrı bir sorundur ama
bu korku var ve bu tabakalar yaşam tarzlarının ve kültürlerinin tehdit altında
olduğuna inanıyorlar.
Bu korkunun haklı sebepleri olup olmadığının somut politika
açısından bir anlamı yoktur. İnsanlar kendilerini baskı altında hissediyorlar
veya korkuyorlarsa, bu neredeyse nüfusun üçte veya dörtte birlik bir kesimini
kapsıyorsa, yapılabilecek olan bunu veri olarak ele almak politikaları ona göre
belirlemektir.
Bu korku, bu panik sınıfsal imtiyazlardan ziyade yaşam
tarzına, kültüre ve inançlara ilişkindir. Bu kadar geniş bir kitlenin egemen
sınıf olmadığı ve olamayacağı, esas olarak içinde hiç de küçümsenmeyecek ölçüde
geniş bir işçi ve yoksul kesim bulundurduğu en sıradan gözlemle bile
görülebilir.
Bu korkunun gereksiz olduğu, temeli olmadığı yönündeki her
argümana bu kitlenin kulakları tıkalıdır. Aslında yaşam tarzının tehdit altında
olduğu duygusu ve korkusu olmadığı koşullarda dinleyebileceği ve kabul
edebileceği hiçbir argümanı artık dinlememekte ve kabul etmemektedir.
Örneğin, türbanın aslında müslüman topluluktaki kadının
modern şehir hayatına katılmasının bir aracı olduğunu, bir yanıyla elbette
Müslüman erkeğin ve Müslüman burjuvazinin kadına karşı bir baskısının ifadesi
olduğu kadar, Müslüman kadınların evden çıkıp özgürleşme ve toplum hayatına
katılabilmek; erkekleri kendi oyunlarına getirip kendi silahlarıyla vurabilmek için
içgüdüleriyle geliştirdikleri bir savaş stratejisi olduğunu söylediğiniz, bunu örneklerle
desteklediğiniz zaman, aslında normal koşullarda bunları dinleyebilecek, hatta
kabul edip müslüman kadınları bu yolda destekleyebilecek, yani onların baş
örtüsüyle okullara gitmelerini bile destekleyebilecek olanlar, bir kirpi gibi
içlerine kapanmakta, bunu anlamak istememektedirler; böyle bir desteğin bir oyuna gelmeyle sonuçlanmasından
korkmaktadırlar.
Bu durumda, argümanların, ikna çabalarının hiçbir anlamı bulunmamaktadır.
Korkunun olduğu yerde akıl durur, korku belirler insanların davranışlarını.
Bu kitle, kendilerinin nüfusun daha küçük bir yüzdesini
oluşturduklarını bildikleri için, demokrasi ve seçimler sistemi içinde
azınlıkta kalmaya mahkum olduklarını gördüklerinden, bu zaaflarını dengeleyecek
gücü, aynı zamanda sıkı ilişkiler içinde bulundukları ve benzer bir yaşam
tarzını paylaştıkları Askeri Bürokratik Oligarşide bulmaktadırlar ve ona her
türlü desteği sunmaya hazırdırlar.
Bu psikoloji ya da konumlanma kendini en veciz biçimde
"Darbe olur ve ordu gelirse on yıl geri gideriz, ama şeriat gelirse yüz
yıl geri gideriz" sözleriyle ifade etmektedir. Bu basit bir demagoji
değlidir, bu kesimlerin içinde bulundukları çaresizlik ve köşeye sıkışmışlık psikolojisinin
ifadesidir. Çaresizlik ve köşeye sıkışmışlık duygusunun nasıl intiharvari bir
saldırganlıkla sonuçlandığı ise bilinir.
Yani şeriat tehlikesi olduğuna inanmasalar cuntalara karşı
durmaya hazırdırlar, çünkü bizzat o sözlerinde cuntaların ülkeyi birkaç on yıl
geri götüreceğini de söylemektedirler.
Tek tek konuşulduğunda, bu kitleyi oluşturanlar aslında potansiyel
olarak AKP'ye oy verenlerden çok daha geniş ve radikal demokratik tedbirleri
desteklemeye de eğilimlidir.
Peki bu durumda soruna nasıl yaklaşmak gerekir?
Bu kitleyi, korkularını böyle ifade ettiği için demokrasi
düşmanlığı vs. ile suçlamak veya onları kimi argümanlarla böyle bir tehlike
olmadığına ikna etmeye çalışmak, gerçek sorunlara gözleri kapamak olur. bu
korku ve paniğin kendisini bir gerçeklik olarak alıp ona uygun politik cevaplar
vermek gerekir.
Bu durumu nasıl ele almak gerektiğine ilişkin olarak şöyle
bir örnek verilebilir.
Bir tarihte bir Çerkez bana "Çerkezlerin ulusal bir
baskı altında olduğunu kabul ediyor musun?" diye sormuştu.
Benim cevabım da şöyleydi: "Kendilerini Çerkez
olarak görenler, ulusal baskı altında olduklarını hissediyorlar ve kendilerini
öyle görüyorlarsa öyledirler".
Bir Çerkez kendisinin ulusal baskı altında olduğu hissine
sahipse, hayır sen ulusal baskı altında değilsin diye ona argümanlar getirmek
anlamsız olur. O kendini öyle hissediyorsa öyledir. Yapılacak iş, ona bu hissi
veren olguları ortadan kaldırmaktır. Bu yaklaşım bütün uluslara, bütün dinlere,
bütün kültürlere, bütün cinslere uygulanabilir. Ama o baskı haklı görülüyorsa o
ayrı bir sorundur.
Şehir orta sınıfları ve Aleviler de, kendilerini böyle bir
tehdit altında hissediyorlarsa öyledirler. Onlara böyle bir tehdit yok demenin
bir anlamı yoktur ve doğru bir tavır değildir. Yapılması gereken bu tehdit
duygusunu yaratan koşulları ve olguları ortadan kaldırmaktır.
Şehir orta sınıfları ve Aleviler, elbette şu an yaşam
tarzlarıyla henüz açık bir baskı altında değildirler ama bu yaşam tarzını
savunan etkili bir gücün, örneğin ordunun gücünün, bir dengeleyici unsur olarak
bulunmadığı koşullarda, pek ala tıpkı bu gün türbanlı kızların uğradığı
baskılar gibi bir baskıya, bu sefer bu yaşam tarzını sürdürmek isteyenlerin hem
de sadece devlet aracılğıyla değil bir de kitle desteğiyle (mahalle baskısı) uğrayacakları
ve bunun çoğunluğa dayandığı için, çok daha da boğucu bir baskı olacağı da
kesindir. Bu anlamda şu an aktüel bir tehlike görünmese de, bu kesimlerin
korkuları pek de temelsiz değildir.
Kaldı ki, bu tehlike bu günkü ehlileşmiş biçimleriyle
politik iktidardan pay isteyen politik İslam’dan da gelmeyebilir. Çünkü
Türkiye'deki politik İslam, burjuvazinin politik İslamıdır ve radikal değildir.
Türkiye'de radikal, plebiyen bir politik İslam damarı çok güçlü değildir. Dünyü
pazarı için üretim yapan "Anadolu kaplanları"nın işine gelmez böylesi
"huzur ve sükunu" bozacak radikal davranışları kışkırtmak.
Ancak Türkiye gibi, istikrarsız ve yoksul ve zengin
arasındaki uçurumun çok derin olduğu bir toplumda, ani bir ekonomik kriz,
yoksul kitlelerin ve alt sınıfların hızlı bir radikalleşmesine yol açabilir.
Alt sınıfların radikalleşmeleri, bir Fransız devriminde, bugünkü Kürtler
arasında veya 70'lerin Türkiye'sinde olduğu türden, ille de demokratik
hedeflerde bir radikalleşme ile sonuçlanmayabilir; pek ala faşizme benzeyen
biçimler de alabilir. Faşizm de küçük burjuva kitlelerin ve işçi sınıfının alt
kesimlerinin hızla radikalleşmeleriyle yükselişe geçmişti 1929 büyük buhranının
ortaya çıkardığı koşullarda 1930'lar Almanya'sında. Ve bu günkü dünyanın
ideolojik ve politik atmosferinde esas güçlü olan olasılık budur.
Ayrıca yoksul ve alt kesimlerin özgürlükçü bir programa
yönelmeyen radikalleşmelerinin her zaman özellikle, nispeten daha üst toplum
kesimlerinin giyim ve yaşam tarzlarına yönelik saldırılarda ortaya çıktığı da
bir sır değildir.
Dolayısıyla Türkiye gibi istikrarsız ve yoksullarına belli
bir refah düzeyi sağlamaktan uzak bir ülkede, yoksulların ani bir
radikalleşmesi kendini modern batılı şehir hayatının sembollerine karşı
bayraklarla donanmış olarak, onlara karşı İslam ve Şeriat bayraklı bir haçlı
seferine dönüşebilir.
Şehir orta sınıfları ve Alevilerin korkularının ardında, bu
olasılığın varlığı da çok ciddi bir yer kaplamaktadır ve hiç de temelsiz
değildir.
Ama nedeni ne olursa olsun ortada bir korku var ve bu korku
nedeniyle şehir orta sınıfları ve Aleviler, Askeri Bürokratik oligarşide bu
tehdide karşı bir garanti görmektedirler ve onu desteklemek için her şeyi
yapmaya hazırdırlar. Bu nedenle Ergenekon davasını da Politik İslamın ya da AKP'nin
tek garanti görülen bu gücün dişlerini sökmeye ve kendilerini korumasız
bırakmaya yönelik bir komplosu olarak görmektedirler.
Bunu herkes çevresinde görebilir. Ben örneğin bizzat Annemde
bunu görüyorum. Atık 85'lerinin ortalarına gelmiş, inançlı bir Müslüman ve çok
radikal bir demokrat olmasına rağmen, başının kapatılacağı ve Şeriat geleceği
korkusu, onun her soruna gözünü kapamasına yol açmaktadır. Aslında örneğin
Kürtlerin haklarını en herkesin telaffuz etmekten korktuğu biçimleriyle bile
desteklemeye hazırdır. Tam bir fikir özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğünü
savunmaya hazırdır. Hatta şeriat tehlikesine inanmasa, türbanlı kızların okula
gitme haklarını da savunmaya hazırdır. Ama bu korku yüzünden bütün bu sorunlara
kulaklarını tıkamakta, hiçbir argümanı işitmek istememektedir.
Nedeni ne olursa olsun bu durum bir veridir. Ve bu durum
Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin kitlenmesinin en önemli nedenlerinden
biridir. Ve aslında demokrasi mücadelesinin saflarında yer alabilecek devasa
bir güç, bu korku nedeniyle demokrasiye düşman bir konumda bulunmaktadır.
CHP'nin başındaki Baykal'ın temsil ettiği gericilik biraz da
bu korku sayesinde orada durabilmektedir.
Bu durumlarda argümanlar değil ancak ve ancak somut işler,
somut politikalar, davranışlar, paradigma alt üst oluşları bu açmazdan çıkmayı
sağlayabilir.
Bu durumu, Genelkurmayın ve Ergenekon’un manipülasyonlarıyla
ve propagandasıyla oluşmuş bir durum gibi görmek ve göstermek, sorunu hiç
görmemek, ya da İslamcı yazarların, Fehullahçıların ya da kimi Liberallerin gözüyle görmek olur.
Şehir orta sınıflarını, Alevileri bu açmaza mahkum edenler
bizzat İslamcılar, Fethullahçılar, AKP'dir. Yani İslamcı burjuvazidir.
Bu mahkum edişin kendisi bizzat AKP ve islamcı burjuvazinin
demokrasi istemediğinin, aslında güçlü devletten yana olduğunun, sorununun
sadece askeri, bürokratik, pahalı, gerici devlet iktidarından daha büyük bir
pay peşinde olduğunun en büyük kanıtıdır.
*
AKP
Demokratikleşme İstiyor mu?
Liberaller, AKP'nin demokratikleşme istediği ama buna
müsaade edilmediği ya da Kürt Özgürlük Hareketinin varlığının onların bu
yöndeki girişimlerini engelediği gibi
bir düşünceyi ve varsayımı tüm yazılarında ifade ediyorlar.
Buna karşılık biz, bugün AKP'nin temsil ettiği toplumsal
güçlerin, yani özellikle Anadolu Burjuvazisinin, demokratikleşme değil, bu
gerici, askeri, bürokratik, baskıcı mekanizmayı korumak, onun kontrolünü ele
geçirmek istediğini; iktidardan güneşin altındaki yerine uygun bir pay
istediğini; liberallerin, bu amaç için yapılmış kimi taktik manevraları
demokratikleşme amacıymış gibi görüp pazarladıklarını ve demokratikleşme
mücadelesini zayıflattıklarını yazıyoruz.
Elbette biz, Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri bürokratik
Oligarşi'nin bu egemenliğinin tasfiyesinin en önemli ve birinci sorun olduğunu
söylüyoruz. Ama AKP'yi bizzat bu egemenliğin sürdürülmesinin olmazsa olmazı
olarak da görüyoruz.
Liberallerdern farklı olarak diyoruz ki: Türkiye'de Askeri
Bürokratik Oligarşi ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdürler ve
varlıklarını sürdürmeleri için birbirlerine muhtaçtırlar. Dolayısıyla ikisi de
gerçek bir demokratikleşmeye karşıdırlar.
Bütün gelişmeler ve olgular bu dediklerimizi
doğrulamaktadır. Buna karşılık liberaller AKP'nin konjonktüre uygun manevraları
karşısında coşkunluklar ve hayal kırıkları arasında bir sarkaç gibi
sallanmaktadırlar.
*
AKP Neden
Gerçek bir demokratikleşme İsteyemez
Biz AKP'nin demokratik hedefleri olmadığının ve olamayacağının
nesnel nedenlerini de şöyle koyuyoruz:
Burjuvazi, ta 1848 devrimindeki ihanetlerinden beri tarihçe
kesin olarak tasdik edildiği gibi, demokrasinin ezilenlerce kendisine karşı bir
silaha dönüştüğünü gördüğü için, artık demokrasiden korkan, demokrasi düşmanı
ve gerici bir sınıftır. O gericiliğini aydınlanmanın demokratik ulusçuluğunu
terk ederek; onun yerinebir ırka, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğa geçerek;
aynı zamanda askeri, bürokratik ve militer olmayan, iktidarın her düzeyde
seçilmiş temsilcilerin elinde olduğu Ucuz Devlet hedefini terk ederek, merkezi, bürokratik ve pahalı
Güçlü Devlet'i onun yerine koyarak göstermektedir.
Ama Türkiye'de buna ek olarak, Burjuvazi, Hıristiyan
ahalinin katliyle ve sürgünüyle "ilk sermaye birikimi"ni yapıp
ortaya çıkmış bir sınıf olduğu için (ve tam da bu nedenle politik İslamı bayrak
yaptığı ve yapabildiği için) bu gerici ve anti demokratik karakterin, çifte
kavrulmuş gericilik[3]
olduğunu da söylüyoruz.
Tam da bu nedenle burjuvazi, Demokrasi değil İslam
bayrağıyla ortaya çıkmış ve yıllarca ideolojik ve programatik hazırlığını böyle
yapmıştır.
Bütün bu nedenlerle liberalleri, AKP veya Anadolu
Burjuvazisi hakkında sahte hayaller yaymakla itham ediyoruz.
*
AKP'nin somut
politikaları
AKP'nin somut politikaları bütün bu sosyolojik tespitleri
doğrular.
AKP'nin başındakiler gerektiğinde, en ince dengelere dayanan
politikaları izleyebiliyorlar. yani kavrayışları ve zekalarında bir sorun yok.
Eğer AKP, liberallerin gördüğü veya göstermek istediği gibi,
bir parça demokratik bir karaktere sahip olsa, yani şu askeri, bürokratik,
krırtasiyece, keyfi merkezi, pahalı ve güçlü devleti korumak ve ondan pay almak
değil; bu cihazı tasfiye etmek ve onun yerine demokratik ve ucuz bir cihazı
geçirip bir demokratikleşme sağlamak gibi bir hedefi olsa; yani şu askeri bürokratik oligarşinin
egemenliğini gerçekten kaldırmaya ve onun
yerine bir parçacık demokratik bir düzen getirmeye niyeti olsa, daha
doğrusu bu yönde sınıfsal bir eğilimi olsa, şehir orta sınıfları ve Alevilerin
bu korkuları karşısında, bırakalım bu yönde daha önceden bir hazırlık ve
demokratik ideolojik şekillenme olmamasını bir yana, sadece her hangi bir
mücadeleye girmiş gücün ya da insanın içgüdüsel olarak görebileceğini görüp
yapabileceğini yapar.
Nedir bu yapılabilecek olan?
Madem ki şehir orta sınıfları, modern batılı hayat tarzına
alışmış olanlar ve Aleviler böylesine bir korku ve panikle adeta domuz topu
olmuşlar, her şeyi yapmaya hazır durumdalar, o halde bunların bu korkularını
izale etmek, onları tarafsızlaştırmak, böylece Askeri Bürokratik Oligarşiyi bu
geniş kitle desteğinden yoksun bırakmak gerekir.
Bu korkuyu gidermek için yapılabilecekler de aslında çok
basit ve temel bir takım demokratik tedbirlerdir. Örneğin diyanetin
kaldırılması, imam hatiplerin kapatılması, okullardan din derslerinin
kaldırılması, bütün cemaatlerin dinsel görevleri, eğitimleri vs., kendi gönüllü
bağışlarıyla yapması. Devletin görevinin sadece bu hakları garanti altına almak
olması. Yani gerçek bir laiklik. Bu kadar basit.
Ve bütün bunlar için, yasa bile gerekmemektedir. Bakanlar
kurulu kararıyla bile bütün bunların çoğu yapılabilir.
Bunlar yapıldığı an, bugün Genelkurmayın, Ergenekonun yedeği
durumuna düşmüş bulunan nüfusun yüzde yirmi beş veya otuzuna yaklaşan, CHP'ye
ve Baykal'a mahkum olmuş, darbe destekçiliğine bile razı olmuş bu geniş kitle,
bir anda rahatlar, hatta bir sonraki seçimlerde AKP'yi Türkiye tarihinde
görülmemiş bir yüzdeyle tekrar iktidar bile yapabilir. O zaman bu geniş kitle,
şeriat gelir, sokağa çıkamaz oluruz, bu kültürümüzü sürdüremeyiz korkularını
attığı için, baş örtülü kızların üniversiteye gitmeleri özgürlüğünün de en
büyük savunucusu haline gelebilir.
Herşey bu kadar basittir aslında.
Bunu yaptığı an askeri bürokratik oligarşi bütün
yedeklerinden tecrit olacağı için, onun egemenliğine ve gücüne son verecek
bütün tedbirler birbiri peşisıra kolaylıkla alınabilir.
Keza Askeri Bürokratik Oligarşinin kitle desteği
kaybolduğunda bu güçler "Kürt sorunu"nun çözümü içinz de en cesur
adımlard bilekolaylıkla atılabilir hale gelir. Ayrıca Kürtlerin de desteğini
alan böyle bir hükümeti ve sınıfı kimse yerinden kımıldatamaz.
AKP'nin başındakiler bunları görmeyecek ve akıl edemeyecek
kadar kör, esneklikten yoksun, kıvraklıktan yoksun politikacılar değildir. Ama
nedense bu yönde en küçük bile adım atmamaktadırlar.
Ama AKP bunu yapmıyor ve yapmayacak.
Çünkü bunu yaptığı an gerçek bir demokratikleşmenin de
yolunu açar, o andan itibaren o gelişen demokratik ortamda Türkiye'nin bütün
ezilenleri, yoksulları ve işçileri hızla örgütlenip kendi çıkarlarını korumaya
demokratik bir kontrol oluşturmaya başlarlar. O zaman ise, iktidar, arpalıklar
vs. hepsi kaybolmaya başlarlar yavaş yavaş. O zaman Türkiye'de sadakaya; avane,
kliyan ilişkilerine dayanan bu şarklı sistemin yerine, haklara dayanan, modern
toplumda örgütlü bir şekilde çıkarlarını savunan toplumsal gruplara dayanan az
çok batı ülkelerindeki gibi bir toplumsal yapı yerleşmiş olur.
Ama AKP böyle yapmayarak ve yapmaktan korktuğu için,
Genelkurmay'ın en azından yüzde yirmi beşlik militan bir şehir orta sınıfları
ve Aleviler desteğini garantilemesini sağlamakta, onun egemenliğini
sürdürmesinin aracı olmaktadır.
Diğer bir ifadeyle Genelkurmay'ın da, Askeri Bürokratik
Oligarşinin de egemenliğini sürdürebilmek için, AKP'ye ihtiyacı vardır. AKP
korkusu ve sopası olmasa, o şehir orta sınıflarını ve Alevileri kendi yedeği
olarak ağılına tıkamaz.
*
Nesnel
Desteğin Kendi Dinamiği
Ama burjuvazinin korkusunun sonuçları sadece bu noktada
kalmaz, onun da kendi iç dinamiği vardır.
AKP demokratik olmadığı, politik İslam aracılığıyla şehir
orta sınıflarını Askeri bürokratik oligarşiye mahkum ettiği için, bırakalım
demokratikleşmeyi bir yana, gerçek hedefi olan, kendisinin bu güçlü devlete
ortak olma ve iktidardan pay alma hedefine bile ulaşamaz.
Bu süreç, sadece AKP bir süre sonra yıpranmaya başlayacağı,
iktidar arpalıkları yozlaşmayı hızlandıracağı için gerçekleşmez. Şimdiden
AKP'yi desteklemiş yoksul Müslüman kesimler AKP'den uzaklaşmakta ve eleştirileri
giderek daha yüksek sesle ve dehe radikal tonlarda çıkmaktadır. Ama sorun
sadece bu değildir.
Bizzat AKP'nin kazandığı başarılar ve yaptıkları, Askeri
bürokratik oligarşinin, AKP'nin yapamadığını yapacak ve AKP'yi tecrit edecek,
bir esneklik kazanmasına ve kendini yenilemesine yol açar. Bu biraz mikroplarla
antibiyotiklerin ilişkisine benzetilebilir.
Nasıl 28 Şubat, Saadet Partisinin sonunu getirdi ve politik
İslamın kendini yenileyerek daha geniş ve esnek AKP'ye dönüşmesini ve onun
iktidarını sağladıysa; bir süre sonra, bizzat Ergenekon tevkifatı da, askeri
bürokratik oligarşi içindeki, en şoven, mafyalaşmış, gerici kesimlerin tasfiye ederek
ve güçten düşürerek, daha reformcu ve esnek kesimlerinin etki ve gücünün
artmasının, buna bağlı olarak seslerinin de daha gür çıkmasının yolunu
açacaktır.
Yani nasıl politik İslam, Askeri bürokratik Oligarşinin 28
Şubat sopası ile kendini yenileyebildi ise, Askeri Bürokratik Oligarşi de
AKP'nin Ergenekon sopası ile kendini yenileyecektir.
Aslında olan tam da budur. Bu eğilim şimdiden görülebilir.
Örneğin Baykal'ın "Açılım"ları tam da bu sürecin, bu eğilimin görünümleridir.
AKP, şehir orta sınıfları ve Alevilerdeki korkuları ortadan
kaldırmak için kılını bile kıpırdatmazken, en küçük bir demokratikleşme ve
gerçekten laikleşme adımını göze alamazken, CHP baş örtülülerdeki korkuyu ve ön
yargıları kaldırma yolunda küçük başlangıçlar yapmaktadır. Keza son olarak Kürt
sorununda Baykal'ın söyledikleri, benzer bir dönüşümün Kürt sorununda da
başladığını göstermektedir. Yedinci Ok gibi siteler de bu eğilimin
yansımalarıdır.
Yani bir süre sonra bu günkü roller tam tersine dönebilir.
Askeri Bürokratik oligarşi, pek ala Müslümanları tarafsızlaştırarak, daha
gerici Iraklı Kürtlere dayanarak "Kürt Sorunu"nu "çözmeye"
kalkan AKP karşısında, daha modern ve laik Kürtlerle ittifaka girerek AKP'yi
tecrit edip, etkisizleştirerek, kaybettiği mevzileri tekrar geri alabilir. Hatta
bunun için 27 Mayıs gibi bir darbe yapmasına bile gerek olmayabilir.
Böylece çok partililiğe geçişin ve 27 Mayıs'ın yol açtığı
türden, egemenliğini en azından bir çeyrek yüzyıl daha sürdürmeyi sağlayacak
düzenlemeleri yapabilir.
*
Avrupa Birliği
Neden Türkiye'yi Üye Yapmaz?
Liberallerin yaydığı ikinci hayal, Avrupa Birliği'nin
Türkiye'nin demokratikleşmesini istediği veya Avrupa Birliği hedefinin
Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlayacağı hayalidir.
Buna karşılık biz, Avrupa Birliği'nin Türkiye'de
demokratikleşme istemediği gibi, Askeri ve Bürokratik oligarşiyle nesnel bir
çıkar ortaklığı içinde bulunduğunu yıllardır yazıyoruz[4].
Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı
olmasının nedeni de, onun var oluş
nedeni ve jeopolitik çıkarlarıdır.
O her şeyden önce Amerika'ya karşı öncelikle bir ekonomik bir
rekabet gücü oluşturabilmek sornra da bunu bir politik ve askeri rekabet gücüne
dönüştürebilmek; ABD'nin ipoteğinden kurtulmak için kurulmuştur.
Ve bu yolda Avrupa, Amerikaya karşı bir denge oluşturabilmek
için, ta de Gaulle'den beri Rusya ile ittifaklar kurmak zorundadır. Rekabet ve Jeopolitik
onu buna zorlamaktadır.
Buna karşılık Türkiye Rusya'nın gücü ve etki alanı
karşısında, tam da Avrupa Birliği'nin Rusya'yla ittifaklar kurmak zorunda
olması nedeniyle, Amerika ile bir ittifak ve denge kurmak zorundadır.
Türkiye küçük bir ülke olsaydı, Avrupa Birliği açısından çok
büyük bir sorun oluşturmazdı bu konumlanışlar. Ama Türkiye büyük bir ülkedir ve
nüfusu da çok büyüktür. Bu büyüklükte bir ülke, Avrupa Birliği içindeki bütün
dengeleri alt üst eder. Avrupa Birliği içindeki bir Türkiye İngiltere ve diğer
doğu Avrupa ve Akdenizin kimi ülkeleriyle birlikte, ABD'nin Avrupa birliğine
egemen olması, Avrupa Birliği'nin ABD'ye karşı bir politik ve diplomatik
ağırlık geliştirememesi, sardece iktisadi ve mali bir birlik olarak kalması
demektir. Bu ise tam da ABD'nin istediği Avrupa Birliği'dir.
Bu nedenle ABD Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin en
büyük destekçisidir.
Öte yandan Avrupa Birliği de bilmektedir ki,
demokratikleşmiş bir Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini engellemek güç
olur. Bunun için de Türkiye'nin
demokratikleşmesine çomak sokmak, Avrupa Birliği'nin hedefleri ve stratejik
çıkarları gereğidir.
Türkiye'nin büyüklükleri ve Avrupa Birliği içindeki,
İngiltere gibi ABD müttefik ve uzantıları dikkate alındığında, bu Türkiye'nin
Avrupa Birliği'ne girmesinin Alman - Fransız ekseninin kontrolü kaybetmesi ve
ABD – İngiltere ekseninin Avrupa Birliğinin kontrolünü ele geçirmesi anlamına
geleceğine göre, Türkiye'nin Avrupa Briliği'ne girmesi sorunu, aslında ABD ve
Almanya arasındaki emperyalist rekabete ilişkin bir sorundur. Son duruşmada, bu
mücadelenin sonucu Avrupa Birliği'ne girip girmemeyi belirler.
Liberaller, demokrasi istediği yönünde hayaller yaydıkları
burjuvazinin isteksizliğini ve yalpalamalarını görünce, Kürt özgürlük
hareketinin plebiyen demokratik karakteriyle de uyuşamadıklarından,
demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'ne girişin bir yan ürünü olarak elde etmeye
çalışırlar.
Ama tam da böyle yaparak, deklare ettikleri demokrasi
amacını torpilleyen ikinci bir intihar politikası izlemiş olurlar. Sahte
hayaller yayarak demokrasi mücadelesini zayıflatırlar.
Biz ise, demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'nin normlarına ve
baskılarına bağlamanın tam da demokratik mücadeleyi zayıflattığı ve sahta
hayaller yaydığını; Avrupa Birliği'nin bütün yaptıklarının aslında demokrasi
mücadelesini zayıflatmaya ve Türkiye'yi Avrupa Birliğine giremez durumda
tutmaya yönelik olduğunu anlatmaya çalışırız.
Eğer Avrupa Birliği Türkiye'nin gerçekten demokratikleşmesini
istese, Türkiye'deki biricik ciddi demokrasi gücü olan Kürt Özgürlük Hareketini
destekler, Öcalan'ı Türk devletine teslim etmezdi. Avrupa Birliği ise, Kürt
Özgürlük hareketinin en büyük düşmanıdır ve ortadoğudaki en demokratik, halkcı
ve örgütlü bu harekete karşı Barzanilerin, Talabanilerin destekçisidir.
Liberaller de, tıpkı Avrupa Birliği ve AKP gibi, Kürt
hareketi içindeki en modern, en plebiyen, en özgürlükçü, en demokratik ve
gerici bir milliyetçilikten uzak Kürt Özgürlük Hareketine karşı, en gerici, en
milliyetçi, en demokratik, en üst sınıflara dayanan Barzani, Talabani ve
onların benzerlerini ve paralellerini desteklemektedirler.
İşte tam da bu nedenle ve tam da böyle yaptıkları için,
demokrasi mücadelesini baltalamaktadırlar.
*
Avrupa Birliği
Konusunda Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler
Diğer o sözümona "anti emperyalist", "anti
kapitalist" vs. sosyalistlerden farklı olarak biz Avrupa birliği'ne
girmenin Türkiye'de refah ve demokrasiyi geliştirmeyeceğini söylemiyoruz.
Aksine, Avrupa Birliği Türkiye'yi gerçekten almak istese ve alsa bu otomatikman
belli bir demokratikleşme ve refah sağlar.
Eğer Avrupa Birliği Türkiye'yi almak istese, bir zamanlar
Portekiz, İspanya ve Yunanistan'a yaptığı gibi kendi normlarını dayatıp,
gereken politik güçleri destekleyip, Euroları da akıtsa, Türkiye'nin tıpkı o
Akdeniz ülkeleri gibi olabileceğini ve bunun da Türkiye'deki insanların büyük
bölümünün umut ve beklentileriyle uyuştuğunu söylüyoruz.
Biz olgulara gözlerini kapayanlardan değiliz.
Yani Türkiye'nin o ulusalcı sosyalistlerinden farkımız
şudur. Onlar Avrupa Birliği'ne girmenin Ezilenlerin ve İşçilerin ekonomik ve
demokratik konumlarında bir iyileşmeye yol açmayacağını söyleyerek karşı çıkarlar.
Biz aksini söyleriz. Çünkü Avrupa Birliği demek, sadece burjuvazi demek
değildir, Avrupadaki burjuvazi ve işçi sınıfı dengesi de demektir.
Avrupa Birliği demek, işçi sınıfının ve modern çağların işçi
hareketinin demokratik ve sosyal kazanımları da demektir. Ve bu işçiler, bu
kazanımlarını daha kötü durumdaki (örneğin Türkiye'deki) işçilerin rekabetine
karşı korumak için, kazanımlarını Avrupa Birliği'nin normları haline de
getirmişlerdir. Bu normlar Türkiye'nin bugünkü gerçeğine göre çok ileri bir sosyal
ve demokratik haklar manzumesi demektir[5].
Ama biz bundan Avrupa Birliğine girmek sonucunu çıkarmayız.
Çünkü bu son duruşmada, Türkiye'de yaşayan insanların yeryüzünün imtiyazlıları
arasına girmesi demektir, yeryüzünden imtiyazlılığın kalkması değildir. Bu
beyazlığı yok etme değil, beyazlar arasına katılma demektir. Yani ulusalcı bir
perspektiften liberallerin Avrupa'ya girmeyi savunmanın gerekçesi olan Türkiye
için daha çok refah ve demokrasi. bizim için Avrupalılığın yok edilmesinin,
yani uluslara ve ulusal sınırlara savaş çağırımızın gerekçesidir.
*
Askeri
Bürokratik Oligarşi Neden Avrupa Birliği'ni İstemez
Ama İşçi Sınıfı ve Burjvazi arasındaki mücadele ve dengeyi
yansıtan bu normlar, aynı zamanda Genelkurmayın, böyle bir demokaratik haklar
manzumasenin olduğu yerde, eskisi gibi devlete ve tüm politikaya egemen
olamayacağı anlamına da gelir. O nedenle Askeri Bürokratik Oligarşi de Avrupa
Birliği'ne girmekten çıkarlı değildir.
O kendisinin iktidarını koruyacak normlar dışı özel bir
konum koşuluyla Avrupa Birliği'ni evet demektedir. Ama bu da Türkiye'nin Avrupa
Birliği'ne girmesi değil, Avrupa'nın Türkiyeli olması anlamına gelir.
Dolayısıyla Avrupa Birliği'ne damga vuran Alman - Fransız
çıkarları ile Genelkurmayın, ya da Askeri Bürokratik Oligarşinin çıkarları
çakışmaktadır. İkisi de farklı gerekçelerle, demokratik bir Türkiye istemezler.
Ve işte Avrupa Birliği, tam da bu nedenle, yani sonucu
hiçbir zaman demokrasi olmayacağı, Avrupa hakkında sahte hayaller yaydıağı
için, burjuvazinin ve liberallerin politikalarını destekler.
Ama liberaller de kendilerine verilen bu desteği,
kendilerini demokratlar olarak gördükleri için, demokrasiye verilmiş bir destek
gibi görerek, yaydıkları sahte hayallere daha bir inançla bağlanırlar.
*
Özetle, biz liberalleri, diğer sosyalistlerden farklı
olarak, tutarlı demokrat olmamakla; tam da
tutarlı demokratlar olmadıkları için, kendi öznel niyetlerine rağmen
egemenliğine karşı mücadele ettiklerine inandıkları Askeri Bürokratik Oligarşinin
gücüne ve egemenliğine nesnel olarak hizmet ettikleri için eleştiriyoruz.
Liberallerin deklare ettikleri amaçlarıyla o amaçlara
uluşmak için dayanmaya çalıştıkları güçler,stratejiler ve taktikler
çelişmektedir diyoruz.
Buna karşılık ulusalcı sosyalistleri de, "sınıf",
"anti-emperyalizm", "ekonomik talepler",
"Sosyalizm" gibi gibi şiar ve hedefleri öne çıkararak fiilen
demokratik görevlerden kaçtıkları için, yani hedefleri açısından eleştiriyoruz.
Ulusalcı sosyalisler sadece kaba ulusalcılardan ibaret
sanılmamalıdır. "Demokratik Cumhuriyet değil, Sosyalist Cumhuriyet";
"Emeğin talepleri"; "Emeğin politikaları"; "emek
eksenli politikalar", "önce sınıfa gidelim" gibi
binbir ince biçimi var bunun sosyalistler arasında.
Ve Türkiye'de güçlü bir demokrasi cephesi bulunmamasının en
büyük sorumlusunun sosyalistlerin bu ulusalcı karakteri olduğunu söylüyoruz.
En radikal demokratlar olan ve olması gereken sosyalistler
demokrat olmayınca, bir demokrasi cephesinin şekilleneceği bir kristalizasyon
tohumu bulunmamakta, tüm demokratik özlemler buharlaşıp, politik İslam,
Alevilik, Kürtlük vs. görünümler altında burjuvazinin değirmenine su akıtır
duruma gelmektedir.
Sosyalistlerin demokrat olmadığı bir ortamda Liberallerin
demokrat olması da beklenemez elbette.
*
Türkiye'nin
Lassale'cıları
Aslında tavrımız, on dokuzuncu yüzyılda Almanya'da Marks ve
Engels'in izledikleri çizginin sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Aynı
çizgi yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde çarlığa karşı Lenin ve Bolşevikler
tarafından da izlenmiştir.
Bu çizgi, Prusya Yunkerliği ve Burjuvazi karşısında tarafsız
değildir. Bu çizgi burjuvaziyi Prusya Yunkerliğine karşı tutarlı ve kararlı
mücadele etmemekle, demokrat olmamakla suçlar ve kendi demokratik programını
ortaya koyar. Bu çizgi çarlık ve Rus burjuvazisi (Kadetler) karşısında tarafsız
değildir. Kadetleri yani Rusya'nın liberallerini, AKP'sini çara karşı mücadele
etmemekle, onunla uzlaşmakla, nesnel olarak ona güç vermekle suçlar.
Örneğin, AKP ve Ergenekon tevkifatı söz konusuolduğunda,
"Yesinler birbirini, ikisi de egemen güçtür" diyen veya Burjuvaziye
karşı "anti kapitalist", "Anti emperyalist" bir söylemin
ardına sığınıp, askeri bürokratik oligarşiyi ana hedef olmaktan çıkararak
fiilen onun desteği durumuna düşen bir tavır değildir bu.
Bu Marks ve Engels'lerin en sert biçimde eleştirdiği tavrın
adı Lassale'cılıktır.
Bismark'ın veya Almanyadaki Prusyalı Bonapartist rejimin
yerine Türkiye'deki Askeri Bürokratik Oligarşiyi; korkak, pısırık; korkaklığı
ve pısırıklığı nedeniyle henüz bir aydınlanmacı olduğu dönemlerde bile, ideallerini
Müzik ve Felsefe gibi en keşfi zor biçimlerde ifade ederek o devasa Klasik
Alman Felsefesi'ni ve Klasik Müziğin büyük ustalarını (Bach, Mozart, Beethoven
vs.) ortaya çıkarmış, sonra da bu ideallere ihanet etmiş, 1848 devrimini
ezilenlerden korkusundan satan "Franfurt Parlamenterleri"ni çıkarmış;
soya dayanan bir ulusçuluğu keşfetmiş Alman burjuvazisinin yerine de, hiçbir
şey çıkaramamış Türkiye'deki korkak, politik İslam'ı bayrak yapan AKP'yi veya
sözümona "laik" burjuvaziyi koyabiliriz.
Tıpkı bugünkü Türkiye'nin ulusalcı sosyalistleri gibi, esas
hedef olarak burjuvaziyi gösterip gerçek egemene saldırmayanlar, o zamanın
Almanyasında da işçi ve sosyalist hareket içinde vardı. Lassale örneğin,
burjuvaziye karşı bir anti kapitalizm bayrağını yükselterek fiilen Bismark'ı
desteklemiş oluyordu. Ve onlar bizdekiler gibi, karikatürleri de değildi.
Lasale Almanya'da politik bir işçi hareketini oluşturmuş en önemli kişilerden
biriydi.
O zamanlar Marks ve Engels, Bismarkizmin egemen olduğ bir
ülkede (yani Türkiye gibi Askeri bürokratik oligarşinin gerçek politik iktidarı
elinde bulundurduğu bir ülkede) Lassale'ın yaptığı gbi, burjuvaziye ve
kapitalizme saldırmayı "alçaklık" olarak tanımlıyorlar ve
şöyle yazıyorlardı örneğin:
"Esas olarak bir tarım ülkesi olan Almanya'da sanayi
proletaryası adına yalnızca burjuvaziye saldırmak ve köy proletaryasının büyük
feodal soylular tarafından ataerkil biçimde "sopayla" sömürülmesine
hiç ses çıkarmamak bir alçaklıktır." (Marks 1865)
Marks'ın o zaman Almanya için söylediklerini bugünün
Türkiyesi için şöyle formüle etmek mümkündür:
"Esas olarak ulusun dile, soya hatta ırka dayanan
bir Türklükle ve bir Sünnilikle tanımlandığı bir ülke olan Türkiye'de, İşçi
sınıfı adına yalnızca burjuvaziye ve emperyalizme saldırmak, Ordu ve Bürokrasi
tarafından Kürtlerin; Alevilerin ve diğer halkların baskı altında tutulmasına
ses çıkarmamak alçaklıktır."
Marks yaşasaydı, Türkiye'nin 1900'lü ve 2000'li
yıllarının Ulusalcı-Lassalcılarına
herhalde böyle derdi.
Ama burada daha da ilginç bir nokta var, Marks, Lassal'ın bu
politikasını nesnel olarak eleştirmekle kalmıyor, onun fiilen de Bismark ile
bir uzlaşma yaptığı kanısını da taşıyordu. Daha sonra arşivler açıldığında
böyle olduğu da ortaya çıkmıştır bildiğim kadarıyla.
Bismark'la işbirliği yerine bugün Genelkurmay veya Ergenekon
ile işbirliğini koyarsak pek yanılmış olmayız. Yani ortada sadece nesnel bir
politik ihanet veya alçaklık değil, öznel ve bilinçli yapılmış bir ihanet de
vardır. Bütün belirtiler bu yöndedir.
*
Ordular
Savaşı ve Fikirlerin Savaşının Temel
Farkı
Nasıl Genelkurmay ile Burjuvazi aynı madalyonun iki yüzüyse
ve birbirlerinin varlığını meşru gösteriyorlarsa, Türkiye'nin liberallere
saldırmayı iş edinmiş sosyalistleri ile bu sosyalist karikatürü ulusalcıları
hedef tahtasına koyarak sosyalizme saldırmayı iş edinmiş liberalleri de aynı
madalyonun iki yüzüdürler ve birbirlerinin varlığına haklılık kazandırırlar.
İkisi birden ortaklaşa biribirlerini hedef tahtasına
koyarak, bizler gibi devrimci ve demokratik görevleri öne koymuş sosyalistleri
ve bakışları susuş kumkumasına getirirler.
Elbette bizler gibi radikal demokrat sosyalistlerden
hareketle sosyalizm fikrine saldırmak ve onun değerden düşürmek pek kolay
değildir.
Gerçi böyle davranarak liberaller de kendi amaçları
açasından savaşın yasalarına uymaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Savaşın
yasası, savaşanların savaşı düşmanının istediği koşullarda değil kendi istediği
koşullarda kabul etmesidir. Bir diğer yasası ise, güçlerin en irisini düşmanın
en yaralanabilir yerine, en zayıf yarına yığmaktır.
Liberaller açısından, Sosyalizme saldırmak için bizler iyi
bir koşul ya da hedef sunmayız çünkü. Ayrıca, sosyalizmin karikatürlerine ve
onu toyca savunanlara eleştiri oklarını yönelterek çok daha kolay başarı
kazanılabilir.
Ama genel olarak savaş sanatı açısından geçerli olan bu
kuralın, demokratik amaçları olduğunu söyleyenler için geçerli olmaması
gerekir.
Gramsci'nin dediği gibi, ezilen sınıflardan ya da
demokrasiden yana olduğunu söyleyenler, fikir savaşında, askerlikteki savaşın
aksine, rakibin en zayıf yerine en büyük güçle vurmayı seçmezler ve
seçmemelidirler; rakip görüşlerin en güçlü, en yetkin savunucularını
seçmelidirler. Hatta böylesi yoksa onu yaratmalıdırlar. Ancak böyle ezilenlerin
geri yanlarına hitap etmeyip, güçlendirmeyip, o geri yanlarla karşı mücadele
edebilirler.
Yani aslında liberaller sosyalizme onun karikatürleri
aracılığıyla saldırarak insanların geri yanlarına hitap etmiş ve kendi deklare
ettiği demokratik amaçlarıyla çelişmiş olurlar.
Ama böyle yaparak, burjuvazinin aslında artık demokratik
olmadığı sosyolojik gerçeğini, yani Marksizmi, bir kez daha kendi
davranışlarıyla doğrulamış olurlar.
Böylece liberaller yanlışlığnı söyledikleri Marksizmin
doğruluğunu somut davranışlarıyla somut olarak kanıtlamış olurlar.
25 Mayıs 2009 Pazartesi
[1]
Bunun daha spesifik bir biçimi,
68'lerin devrimcilerini ittihatçı olarak tanımlayarak 68'lerin o muazzam
devrimci yükselişini bu günkü ulusalcılıkmış gibigösteren ulusalcı
sosyalistlerle aynı 68 kavrayışında buluşmaktır. Deniz'i bir ulusalcı gibi
gösteren ulusalcılar ile liberaller aynı madalyonun iki yüzüdürler. Örneğin bir
Mustafa Zülkadiroğlu ile bir Rasim Ozan Kütahyalı arasında bu bakımdan bir fark
yoktur.
[2] Tabii
burada bir antı parantez olarak şunu belirtelim ki, liberal var liberalcik var.
Bir tarafta radikal bir demokrasi anlayışına daha yakın Ahmat Altan gibileri,
diğer tarafta plebiyen Kürt özgürlük hareketine karşı gizleyemediği bir
düşmanlığı sürekli söyleşileri için seçtiği kişilerden sorduğu sorulara kadar
her davranışıyla dışa vuran Neşe Düzel gibiler var. Biz burada liberaller
derken, genel ortalamayı ya da daha doğrusu tipik özellikleri ele alıyoruz.
[3]
Burada şunu not edelim ki, AKP'nin veya burjuvazinin gericiliğinden söz ederken
kullandığımız gericilik kavramı ile Kemalistlerinkini de karıştırmamak
gerekiyor. Bizim gericilik kavramımız demokratiklikle ve halkçılıkla özdeştir.
Kemalistlerinki ise anti demokratizmi meşrulaştırmanın aracıdır; metodolojik
olarak da Pozitivist bir düzgün doğrusal ilerleme anlayışına dayalı, o çok
sevdiklerini söyledikleri "bilim" dışı bir kavrayıştır.
[4] Elbet
Avrupa Birlği içinde farklı eğilimler olduğunu biliyoruz. Ama esas olarak
Avrupa Birliği demek, Alman-Fransız ekseni demektir ve aslında Fransa'yı öne
sürerek arkada libero oynayan ve Hitler gibi bir "Avrupa Kalesi"
oluşturan Almanya demektir. Almanya'nın bu duruşu belirleyicidir.
[5]
Biz bir sosyalistin, Avrupa
Birliğine girme konusunda, demokrasi ve refah sağlamayacağı için değil, çünkü
bu olgularla uyuşmaz, veya tam da bunları sağlayacağı için değil, bunların
imtiyazlılar arasına katılmak anlamına geleceği ve imtiyazları yok etmek
hedefiyle çeliştiği için karşı çıkması gerektiğini; sosyalistlerin Avrupalılığı
ortadan kaldırmayı, yani her türlü ulusal sınırları ortadan kaldırmayı hedef
alması gerektiğini söylüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder