25 Mayıs 2009 Pazartesi

Liberaller (Taraf) ve AKP Ergenekonu ve Askeri Bürokratik Oligarşiyi Niçin ve Nasıl Destekliyor?


İlk bakışta yukarıdaki başlık saçma gibi görünebilir.
Ama öz ve görünüm aynı olsaydı bütün bilim gereksiz bir şey olurdu.
Bir çağ nasıl onun kendi hakkındaki yargılarıyla yargılanamazsa, politik eğilimler ve güçler de yargılanamazlar.
Politik güçlerin deklare edilmiş amacları ile bu amaçlar için yaptıkları ve yapmadıkları arasında farklar ve çelişkiler vardır.
Bu çelişkilere ve gerçekten yapılan ve yapılmayanların sonuçlarına bakıldığında ortaya çıkan Liberallerin ve AKP'nin nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşiyi destekledikleridir.
"Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarılma döşelidir".

*

Liberaller, Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler

Biz, demokratik sosyalistler, Türkiye'nin gerçek egemeninin "Askeri Bürokratik Oligarşi"; bu nedenle Türkiye'nin esas sorununun gerçekten demokrasi olduğunu ve gerçekten demokratik bir sisteme ulaşmak için de esas hedefin, bu askeri bürokratik oligarşinin varoluş koşulu ve egemenliğinn en büyük dayanağı bu askeri, bürokratik, keyfi, kırtasiyeci, merkezi pahalı, gerici bir ulusçulukla tanımlanmış devlet cihazının tasfiyesi olduğunu söylüyoruz.
Yani kategorik olarak, hedefin, "yakalanacak ana halka"nın ve "acil görevler"in, "minima program"ın tanımlanması bakımından, bizim yakın olduklarımız, "Ulusalcı Sosyalistler" veya ulusalcı olmadıklarını iddia etmekle birlikte "sosyalizm"i veya "anti kapitalizm"i, "anti emperyalizm"i, "sınıf"ı veya "emek eksenli politikalar"ı öne sürerek bu demokratik görevleri fiilen ikinci plana itip bunlardan kaçan ve dolayısıyla bu askeri bürokratik oligarşinin nesnel olarak yedeği olan sosyalistler değil;  nesnel olarak ulusalcı (İşçi Partisi ve TKP gibi kimileri öznel olarak da ulusalcı olan) sosyalistlerin kendilerine saldırmayı spor haline getirdikleri liberallerdir.
Ulusalcı Sosyalistler liberallere sosyalizme saldırdığı için veya yeterince anti-emperyalist olmadığı için vs.  saldırıyorlar veya onları bu nedenle eleştiriyorlar.
Bizim liberallere eleştirimiz, hiç de  onların sosyalizme saldırılarıyla ilgili değildir. Elbette liberaller sosyalizme saldıracaklardır, tanımı gereği, eşyanın tabiatı gereği böyledir bu.
Ama keşke sosyalizme saldırsalar. "Keşke" diyoruz, çünkü onların sosyalizm diye bildikleri, sosyalizmle ilgisi bulunmayan, bürokratik stalinist rejimler; bu bürokrasinin ideolojisi ve pratiklerinden oluşan stalinizmdir.
Onlar aslında stalinist rejimlere ve stalinizme sosyalizm diye saldırarak, bu rejimleri ve stalinizmi sosyalizm diye savunan Stalinistlerle ya da ulusalcı sosyalistlerle aynı sosyalizm anlayışında anlaştıklarını ele vermektedirler. Bu anlamda liberallerin, sosyalizm anlayışları bakımından, saldırdıkları stalinistlerden bir farkları da yoktur. ya da bu önerme tersinden şöyle de formüle edilebilir: Stalinistlerin ve büyük ölçüde onlarla da çakışan ulusalcıların sosyalizm anlayışlarıyla liberallerinki özdeştir.
Zaten tam da bu nedenle, eski stalinistler (Nabi Yağcı, Oya Baydar, Oral Çalışlar vs., vs.) temeldeki bu metodolojik yakınlık ve özdeşlikleri nedeniyle kolayca liberal olabilirler, bir zamanlar, sosyalizm idealinin itibarlı olduğu yıllarda da liberallerin kolayca stalinistler haline dönüşmeleri gibi. TKP, TSİP, TİP yükselişlerinin ardında aslında bu akış vardı.
Liberaller keşke, gerçekten sosyalizme saldırabilseler ve saldırsalar, o zaman gerçek sosyalizmin tartışılmasına yol açarlar ve niyetleri ne olursa olsun muazzam devrimci bir iş yapmış olurlardı. Bu gün yaptıkları iş ise, stalinistlerle suç ortaklığı içinde sosyalizmle ilgisiz düşünce ve davranışları sosyalizm olarak pazarlamaktır[1].
Ama bu eşyanın tabiatı gereğidir ve burada esas tartışmak istediğimiz sorun bu değildir.
Biz liberalleri, kapitalizmi savundukları için değil, tutarlı demokratlar olmadıkları için eleştiriyoruz. Hatta kapitalizm için en ideal koşulları en tutarlı demokrasi sağlayabileceğinden, onları kapitalizmi bile doğru dürüst savunmamakla eleştirdiğimiz söylenebilir.
Biz liberalleri demokrasiyi gündemin başına aldıkları için değil, bu konuda onlarla tamamen anlaşıyoruz, demokrasi uğruna mücadelede sahte hayaller yaydıkları ve yaydıkları bu sahte hayallerle bu mücadeleyi zayıflattıkları için eleştiriyoruz[2].
Liberallerin ve AKP'nin nasıl bir mekanizmayla Askeri Bürokratik Oligarşinin bir destekçisi olduğunu görelim.
*

Korkuların gerçeğe dayanıp dayanmadıkları değil korku olarak gerçeklikleri önemlidir

Türkiye'de en az anlaşılar temel konu, Kürt sorununun çözümünün, şehir orta sınıfları ve Alevilerin bu çözüme kazanılmasından, onların bu yönde aktif desteğinden veya en azından hayırhah bir tavra çekilip tarafsızlaştırılmasından geçer. Bu olmadıkça hiç kimse Askari Bürokratik Oligarşının onu tecrit edemez ve direncini kıramaz. Çünkü bu tabakalar, Askeri Bürokratik Oligarşinin, onun siyasi ifadesi olan CHP'nin en büyük desteğini ve kitle temelini oluşturmaktadır.
Yüzyılın başında sürülen ve katledilen Rum ve Ermeniler gibi bir yaşam tarzı olan, yani Önasya-Akdeniz uygarlık alanının üç büyük ve birbirinin mirasçısı Roma, Bizans, Osmanlı imparatorluklarının şehir kültürünün Türkiye'de yaşayan son temsilcileri olan  şehir orta sınıfları (ki bunların bir kısmı aynı zamanda Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri Bürokratik Oligarşi ile iç içedir), ve Orfeusçuluk, Hristiyanlık, Manicilik, Paulikanlık ve Alevilik biçiminde varlığını sürdürmüş Anadolu ve Balkanların neolitik ortaklaşmacı köy komününün heretik  geleneğinden gelenler, politik İslam ve AKP'nin artan gücü ve etkisi karşısında tam bir panik içinde bulunuyorlar.
Onlar bu korku ve panik duygusuyla Genelkurmay'ın ve askeri bürokratik oligarşinin yedeği durumuna düşüyorlar. Böylece Askeri Bürokratik Oligarşi, hiç de küçümsenemeyecek militan; etkisi gerek eğitim düzeyleri ve mevkileri, gerek şehrin modern toplumun sinir merkezleri olması nedeniyle, nüfus içindeki oranlarından çok daha büyük, en azından nüfusun üçte veya dörtte birini oluşturan (ki CHP'nin aldığı oy da aşağı yukarı bu aralıkta oynar) bir kitle desteğine sahip bulunuyor ve bunu koşullar uygun olduğunda mobilize edebiliyor.
Bu korkunun haklı ya da haksız olduğu ayrı bir sorundur ama bu korku var ve bu tabakalar yaşam tarzlarının ve kültürlerinin tehdit altında olduğuna inanıyorlar.
Bu korkunun haklı sebepleri olup olmadığının somut politika açısından bir anlamı yoktur. İnsanlar kendilerini baskı altında hissediyorlar veya korkuyorlarsa, bu neredeyse nüfusun üçte veya dörtte birlik bir kesimini kapsıyorsa, yapılabilecek olan bunu veri olarak ele almak politikaları ona göre belirlemektir.
Bu korku, bu panik sınıfsal imtiyazlardan ziyade yaşam tarzına, kültüre ve inançlara ilişkindir. Bu kadar geniş bir kitlenin egemen sınıf olmadığı ve olamayacağı, esas olarak içinde hiç de küçümsenmeyecek ölçüde geniş bir işçi ve yoksul kesim bulundurduğu en sıradan gözlemle bile görülebilir.
Bu korkunun gereksiz olduğu, temeli olmadığı yönündeki her argümana bu kitlenin kulakları tıkalıdır. Aslında yaşam tarzının tehdit altında olduğu duygusu ve korkusu olmadığı koşullarda dinleyebileceği ve kabul edebileceği hiçbir argümanı artık dinlememekte ve kabul etmemektedir.
Örneğin, türbanın aslında müslüman topluluktaki kadının modern şehir hayatına katılmasının bir aracı olduğunu, bir yanıyla elbette Müslüman erkeğin ve Müslüman burjuvazinin kadına karşı bir baskısının ifadesi olduğu kadar, Müslüman kadınların evden çıkıp özgürleşme ve toplum hayatına katılabilmek; erkekleri kendi oyunlarına getirip kendi silahlarıyla vurabilmek için içgüdüleriyle geliştirdikleri bir savaş stratejisi  olduğunu söylediğiniz, bunu örneklerle desteklediğiniz zaman, aslında normal koşullarda bunları dinleyebilecek, hatta kabul edip müslüman kadınları bu yolda destekleyebilecek, yani onların baş örtüsüyle okullara gitmelerini bile destekleyebilecek olanlar, bir kirpi gibi içlerine kapanmakta, bunu anlamak istememektedirler; böyle bir desteğin bir oyuna gelmeyle sonuçlanmasından korkmaktadırlar.
Bu durumda, argümanların, ikna çabalarının hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Korkunun olduğu yerde akıl durur, korku belirler insanların davranışlarını.
Bu kitle, kendilerinin nüfusun daha küçük bir yüzdesini oluşturduklarını bildikleri için, demokrasi ve seçimler sistemi içinde azınlıkta kalmaya mahkum olduklarını gördüklerinden, bu zaaflarını dengeleyecek gücü, aynı zamanda sıkı ilişkiler içinde bulundukları ve benzer bir yaşam tarzını paylaştıkları Askeri Bürokratik Oligarşide bulmaktadırlar ve ona her türlü desteği sunmaya hazırdırlar.
Bu psikoloji ya da konumlanma kendini en veciz biçimde "Darbe olur ve ordu gelirse on yıl geri gideriz, ama şeriat gelirse yüz yıl geri gideriz" sözleriyle ifade etmektedir. Bu basit bir demagoji değlidir, bu kesimlerin içinde bulundukları çaresizlik ve köşeye sıkışmışlık psikolojisinin ifadesidir. Çaresizlik ve köşeye sıkışmışlık duygusunun nasıl intiharvari bir saldırganlıkla sonuçlandığı ise bilinir.
Yani şeriat tehlikesi olduğuna inanmasalar cuntalara karşı durmaya hazırdırlar, çünkü bizzat o sözlerinde cuntaların ülkeyi birkaç on yıl geri götüreceğini de söylemektedirler.
Tek tek konuşulduğunda, bu kitleyi oluşturanlar aslında potansiyel olarak AKP'ye oy verenlerden çok daha geniş ve radikal demokratik tedbirleri desteklemeye de eğilimlidir.
Peki bu durumda soruna nasıl yaklaşmak gerekir?
Bu kitleyi, korkularını böyle ifade ettiği için demokrasi düşmanlığı vs. ile suçlamak veya onları kimi argümanlarla böyle bir tehlike olmadığına ikna etmeye çalışmak, gerçek sorunlara gözleri kapamak olur. bu korku ve paniğin kendisini bir gerçeklik olarak alıp ona uygun politik cevaplar vermek gerekir.
Bu durumu nasıl ele almak gerektiğine ilişkin olarak şöyle bir örnek verilebilir.
Bir tarihte bir Çerkez bana "Çerkezlerin ulusal bir baskı altında olduğunu kabul ediyor musun?" diye sormuştu.
Benim cevabım da şöyleydi: "Kendilerini Çerkez olarak görenler, ulusal baskı altında olduklarını hissediyorlar ve kendilerini öyle görüyorlarsa öyledirler".
Bir Çerkez kendisinin ulusal baskı altında olduğu hissine sahipse, hayır sen ulusal baskı altında değilsin diye ona argümanlar getirmek anlamsız olur. O kendini öyle hissediyorsa öyledir. Yapılacak iş, ona bu hissi veren olguları ortadan kaldırmaktır. Bu yaklaşım bütün uluslara, bütün dinlere, bütün kültürlere, bütün cinslere uygulanabilir. Ama o baskı haklı görülüyorsa o ayrı bir sorundur.
Şehir orta sınıfları ve Aleviler de, kendilerini böyle bir tehdit altında hissediyorlarsa öyledirler. Onlara böyle bir tehdit yok demenin bir anlamı yoktur ve doğru bir tavır değildir. Yapılması gereken bu tehdit duygusunu yaratan koşulları ve olguları ortadan kaldırmaktır.
Şehir orta sınıfları ve Aleviler, elbette şu an yaşam tarzlarıyla henüz açık bir baskı altında değildirler ama bu yaşam tarzını savunan etkili bir gücün, örneğin ordunun gücünün, bir dengeleyici unsur olarak bulunmadığı koşullarda, pek ala tıpkı bu gün türbanlı kızların uğradığı baskılar gibi bir baskıya, bu sefer bu yaşam tarzını sürdürmek isteyenlerin hem de sadece devlet aracılğıyla değil bir de kitle desteğiyle (mahalle baskısı) uğrayacakları ve bunun çoğunluğa dayandığı için, çok daha da boğucu bir baskı olacağı da kesindir. Bu anlamda şu an aktüel bir tehlike görünmese de, bu kesimlerin korkuları pek de temelsiz değildir.
Kaldı ki, bu tehlike bu günkü ehlileşmiş biçimleriyle politik iktidardan pay isteyen politik İslam’dan da gelmeyebilir. Çünkü Türkiye'deki politik İslam, burjuvazinin politik İslamıdır ve radikal değildir. Türkiye'de radikal, plebiyen bir politik İslam damarı çok güçlü değildir. Dünyü pazarı için üretim yapan "Anadolu kaplanları"nın işine gelmez böylesi "huzur ve sükunu" bozacak radikal davranışları kışkırtmak.
Ancak Türkiye gibi, istikrarsız ve yoksul ve zengin arasındaki uçurumun çok derin olduğu bir toplumda, ani bir ekonomik kriz, yoksul kitlelerin ve alt sınıfların hızlı bir radikalleşmesine yol açabilir. Alt sınıfların radikalleşmeleri, bir Fransız devriminde, bugünkü Kürtler arasında veya 70'lerin Türkiye'sinde olduğu türden, ille de demokratik hedeflerde bir radikalleşme ile sonuçlanmayabilir; pek ala faşizme benzeyen biçimler de alabilir. Faşizm de küçük burjuva kitlelerin ve işçi sınıfının alt kesimlerinin hızla radikalleşmeleriyle yükselişe geçmişti 1929 büyük buhranının ortaya çıkardığı koşullarda 1930'lar Almanya'sında. Ve bu günkü dünyanın ideolojik ve politik atmosferinde esas güçlü olan olasılık budur.
Ayrıca yoksul ve alt kesimlerin özgürlükçü bir programa yönelmeyen radikalleşmelerinin her zaman özellikle, nispeten daha üst toplum kesimlerinin giyim ve yaşam tarzlarına yönelik saldırılarda ortaya çıktığı da bir sır değildir.
Dolayısıyla Türkiye gibi istikrarsız ve yoksullarına belli bir refah düzeyi sağlamaktan uzak bir ülkede, yoksulların ani bir radikalleşmesi kendini modern batılı şehir hayatının sembollerine karşı bayraklarla donanmış olarak, onlara karşı İslam ve Şeriat bayraklı bir haçlı seferine dönüşebilir.
Şehir orta sınıfları ve Alevilerin korkularının ardında, bu olasılığın varlığı da çok ciddi bir yer kaplamaktadır ve hiç de temelsiz değildir.
Ama nedeni ne olursa olsun ortada bir korku var ve bu korku nedeniyle şehir orta sınıfları ve Aleviler, Askeri Bürokratik oligarşide bu tehdide karşı bir garanti görmektedirler ve onu desteklemek için her şeyi yapmaya hazırdırlar. Bu nedenle Ergenekon davasını da Politik İslamın ya da AKP'nin tek garanti görülen bu gücün dişlerini sökmeye ve kendilerini korumasız bırakmaya yönelik bir komplosu olarak görmektedirler.
Bunu herkes çevresinde görebilir. Ben örneğin bizzat Annemde bunu görüyorum. Atık 85'lerinin ortalarına gelmiş, inançlı bir Müslüman ve çok radikal bir demokrat olmasına rağmen, başının kapatılacağı ve Şeriat geleceği korkusu, onun her soruna gözünü kapamasına yol açmaktadır. Aslında örneğin Kürtlerin haklarını en herkesin telaffuz etmekten korktuğu biçimleriyle bile desteklemeye hazırdır. Tam bir fikir özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğünü savunmaya hazırdır. Hatta şeriat tehlikesine inanmasa, türbanlı kızların okula gitme haklarını da savunmaya hazırdır. Ama bu korku yüzünden bütün bu sorunlara kulaklarını tıkamakta, hiçbir argümanı işitmek istememektedir.
Nedeni ne olursa olsun bu durum bir veridir. Ve bu durum Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin kitlenmesinin en önemli nedenlerinden biridir. Ve aslında demokrasi mücadelesinin saflarında yer alabilecek devasa bir güç, bu korku nedeniyle demokrasiye düşman bir konumda bulunmaktadır.
CHP'nin başındaki Baykal'ın temsil ettiği gericilik biraz da bu korku sayesinde orada durabilmektedir.
Bu durumlarda argümanlar değil ancak ve ancak somut işler, somut politikalar, davranışlar, paradigma alt üst oluşları bu açmazdan çıkmayı sağlayabilir.
Bu durumu, Genelkurmayın ve Ergenekon’un manipülasyonlarıyla ve propagandasıyla oluşmuş bir durum gibi görmek ve göstermek, sorunu hiç görmemek, ya da İslamcı yazarların, Fehullahçıların ya da  kimi Liberallerin gözüyle görmek olur.
Şehir orta sınıflarını, Alevileri bu açmaza mahkum edenler bizzat İslamcılar, Fethullahçılar, AKP'dir. Yani İslamcı burjuvazidir.
Bu mahkum edişin kendisi bizzat AKP ve islamcı burjuvazinin demokrasi istemediğinin, aslında güçlü devletten yana olduğunun, sorununun sadece askeri, bürokratik, pahalı, gerici devlet iktidarından daha büyük bir pay peşinde olduğunun en büyük kanıtıdır.
*

AKP Demokratikleşme İstiyor mu?

Liberaller, AKP'nin demokratikleşme istediği ama buna müsaade edilmediği ya da Kürt Özgürlük Hareketinin varlığının onların bu yöndeki  girişimlerini engelediği gibi bir düşünceyi ve varsayımı tüm yazılarında ifade ediyorlar.
Buna karşılık biz, bugün AKP'nin temsil ettiği toplumsal güçlerin, yani özellikle Anadolu Burjuvazisinin, demokratikleşme değil, bu gerici, askeri, bürokratik, baskıcı mekanizmayı korumak, onun kontrolünü ele geçirmek istediğini; iktidardan güneşin altındaki yerine uygun bir pay istediğini; liberallerin, bu amaç için yapılmış kimi taktik manevraları demokratikleşme amacıymış gibi görüp pazarladıklarını ve demokratikleşme mücadelesini zayıflattıklarını yazıyoruz.
Elbette biz, Türkiye'nin gerçek egemeni Askeri bürokratik Oligarşi'nin bu egemenliğinin tasfiyesinin en önemli ve birinci sorun olduğunu söylüyoruz. Ama AKP'yi bizzat bu egemenliğin sürdürülmesinin olmazsa olmazı olarak da görüyoruz.
Liberallerdern farklı olarak diyoruz ki: Türkiye'de Askeri Bürokratik Oligarşi ve Politik İslam aynı madalyonun iki yüzüdürler ve varlıklarını sürdürmeleri için birbirlerine muhtaçtırlar. Dolayısıyla ikisi de gerçek bir demokratikleşmeye karşıdırlar.
Bütün gelişmeler ve olgular bu dediklerimizi doğrulamaktadır. Buna karşılık liberaller AKP'nin konjonktüre uygun manevraları karşısında coşkunluklar ve hayal kırıkları arasında bir sarkaç gibi sallanmaktadırlar.
*

AKP Neden Gerçek bir demokratikleşme İsteyemez

Biz AKP'nin demokratik hedefleri olmadığının ve olamayacağının nesnel nedenlerini de şöyle koyuyoruz:
Burjuvazi, ta 1848 devrimindeki ihanetlerinden beri tarihçe kesin olarak tasdik edildiği gibi, demokrasinin ezilenlerce kendisine karşı bir silaha dönüştüğünü gördüğü için, artık demokrasiden korkan, demokrasi düşmanı ve gerici bir sınıftır. O gericiliğini aydınlanmanın demokratik ulusçuluğunu terk ederek; onun yerinebir ırka, soya, dile, dine dayanan ulusçuluğa geçerek; aynı zamanda askeri, bürokratik ve militer olmayan, iktidarın her düzeyde seçilmiş temsilcilerin elinde olduğu Ucuz Devlet hedefini  terk ederek, merkezi, bürokratik ve pahalı Güçlü Devlet'i onun yerine koyarak göstermektedir.
Ama Türkiye'de buna ek olarak, Burjuvazi, Hıristiyan ahalinin katliyle ve sürgünüyle "ilk sermaye birikimi"ni yapıp ortaya çıkmış bir sınıf olduğu için (ve tam da bu nedenle politik İslamı bayrak yaptığı ve yapabildiği için) bu gerici ve anti demokratik karakterin, çifte kavrulmuş gericilik[3] olduğunu da söylüyoruz.
Tam da bu nedenle burjuvazi, Demokrasi değil İslam bayrağıyla ortaya çıkmış ve yıllarca ideolojik ve programatik hazırlığını böyle yapmıştır.
Bütün bu nedenlerle liberalleri, AKP veya Anadolu Burjuvazisi hakkında sahte hayaller yaymakla itham ediyoruz.
*

AKP'nin somut politikaları

AKP'nin somut politikaları bütün bu sosyolojik tespitleri doğrular.
AKP'nin başındakiler gerektiğinde, en ince dengelere dayanan politikaları izleyebiliyorlar. yani kavrayışları ve zekalarında bir sorun yok.
Eğer AKP, liberallerin gördüğü veya göstermek istediği gibi, bir parça demokratik bir karaktere sahip olsa, yani şu askeri, bürokratik, krırtasiyece, keyfi merkezi, pahalı ve güçlü devleti korumak ve ondan pay almak değil; bu cihazı tasfiye etmek ve onun yerine demokratik ve ucuz bir cihazı geçirip bir demokratikleşme sağlamak gibi bir hedefi olsa;  yani şu askeri bürokratik oligarşinin egemenliğini gerçekten kaldırmaya ve onun  yerine bir parçacık demokratik bir düzen getirmeye niyeti olsa, daha doğrusu bu yönde sınıfsal bir eğilimi olsa, şehir orta sınıfları ve Alevilerin bu korkuları karşısında, bırakalım bu yönde daha önceden bir hazırlık ve demokratik ideolojik şekillenme olmamasını bir yana, sadece her hangi bir mücadeleye girmiş gücün ya da insanın içgüdüsel olarak görebileceğini görüp yapabileceğini yapar.
Nedir bu yapılabilecek olan?
Madem ki şehir orta sınıfları, modern batılı hayat tarzına alışmış olanlar ve Aleviler böylesine bir korku ve panikle adeta domuz topu olmuşlar, her şeyi yapmaya hazır durumdalar, o halde bunların bu korkularını izale etmek, onları tarafsızlaştırmak, böylece Askeri Bürokratik Oligarşiyi bu geniş kitle desteğinden yoksun bırakmak gerekir.
Bu korkuyu gidermek için yapılabilecekler de aslında çok basit ve temel bir takım demokratik tedbirlerdir. Örneğin diyanetin kaldırılması, imam hatiplerin kapatılması, okullardan din derslerinin kaldırılması, bütün cemaatlerin dinsel görevleri, eğitimleri vs., kendi gönüllü bağışlarıyla yapması. Devletin görevinin sadece bu hakları garanti altına almak olması. Yani gerçek bir laiklik. Bu kadar basit.
Ve bütün bunlar için, yasa bile gerekmemektedir. Bakanlar kurulu kararıyla bile bütün bunların çoğu yapılabilir.
Bunlar yapıldığı an, bugün Genelkurmayın, Ergenekonun yedeği durumuna düşmüş bulunan nüfusun yüzde yirmi beş veya otuzuna yaklaşan, CHP'ye ve Baykal'a mahkum olmuş, darbe destekçiliğine bile razı olmuş bu geniş kitle, bir anda rahatlar, hatta bir sonraki seçimlerde AKP'yi Türkiye tarihinde görülmemiş bir yüzdeyle tekrar iktidar bile yapabilir. O zaman bu geniş kitle, şeriat gelir, sokağa çıkamaz oluruz, bu kültürümüzü sürdüremeyiz korkularını attığı için, baş örtülü kızların üniversiteye gitmeleri özgürlüğünün de en büyük savunucusu haline gelebilir.
Herşey bu kadar basittir aslında.
Bunu yaptığı an askeri bürokratik oligarşi bütün yedeklerinden tecrit olacağı için, onun egemenliğine ve gücüne son verecek bütün tedbirler birbiri peşisıra kolaylıkla alınabilir.
Keza Askeri Bürokratik Oligarşinin kitle desteği kaybolduğunda bu güçler "Kürt sorunu"nun çözümü içinz de en cesur adımlard bilekolaylıkla atılabilir hale gelir. Ayrıca Kürtlerin de desteğini alan böyle bir hükümeti ve sınıfı kimse yerinden kımıldatamaz.
AKP'nin başındakiler bunları görmeyecek ve akıl edemeyecek kadar kör, esneklikten yoksun, kıvraklıktan yoksun politikacılar değildir. Ama nedense bu yönde en küçük bile adım atmamaktadırlar.
Ama AKP bunu yapmıyor ve yapmayacak.
Çünkü bunu yaptığı an gerçek bir demokratikleşmenin de yolunu açar, o andan itibaren o gelişen demokratik ortamda Türkiye'nin bütün ezilenleri, yoksulları ve işçileri hızla örgütlenip kendi çıkarlarını korumaya demokratik bir kontrol oluşturmaya başlarlar. O zaman ise, iktidar, arpalıklar vs. hepsi kaybolmaya başlarlar yavaş yavaş. O zaman Türkiye'de sadakaya; avane, kliyan ilişkilerine dayanan bu şarklı sistemin yerine, haklara dayanan, modern toplumda örgütlü bir şekilde çıkarlarını savunan toplumsal gruplara dayanan az çok batı ülkelerindeki gibi bir toplumsal yapı yerleşmiş olur.
Ama AKP böyle yapmayarak ve yapmaktan korktuğu için, Genelkurmay'ın en azından yüzde yirmi beşlik militan bir şehir orta sınıfları ve Aleviler desteğini garantilemesini sağlamakta, onun egemenliğini sürdürmesinin aracı olmaktadır.
Diğer bir ifadeyle Genelkurmay'ın da, Askeri Bürokratik Oligarşinin de egemenliğini sürdürebilmek için, AKP'ye ihtiyacı vardır. AKP korkusu ve sopası olmasa, o şehir orta sınıflarını ve Alevileri kendi yedeği olarak ağılına tıkamaz.
*

Nesnel Desteğin Kendi Dinamiği

Ama burjuvazinin korkusunun sonuçları sadece bu noktada kalmaz, onun da kendi iç dinamiği vardır.
AKP demokratik olmadığı, politik İslam aracılığıyla şehir orta sınıflarını Askeri bürokratik oligarşiye mahkum ettiği için, bırakalım demokratikleşmeyi bir yana, gerçek hedefi olan, kendisinin bu güçlü devlete ortak olma ve iktidardan pay alma hedefine bile ulaşamaz.
Bu süreç, sadece AKP bir süre sonra yıpranmaya başlayacağı, iktidar arpalıkları yozlaşmayı hızlandıracağı için gerçekleşmez. Şimdiden AKP'yi desteklemiş yoksul Müslüman kesimler AKP'den uzaklaşmakta ve eleştirileri giderek daha yüksek sesle ve dehe radikal tonlarda çıkmaktadır. Ama sorun sadece bu değildir.
Bizzat AKP'nin kazandığı başarılar ve yaptıkları, Askeri bürokratik oligarşinin, AKP'nin yapamadığını yapacak ve AKP'yi tecrit edecek, bir esneklik kazanmasına ve kendini yenilemesine yol açar. Bu biraz mikroplarla antibiyotiklerin ilişkisine benzetilebilir.
Nasıl 28 Şubat, Saadet Partisinin sonunu getirdi ve politik İslamın kendini yenileyerek daha geniş ve esnek AKP'ye dönüşmesini ve onun iktidarını sağladıysa; bir süre sonra, bizzat Ergenekon tevkifatı da, askeri bürokratik oligarşi içindeki, en şoven, mafyalaşmış, gerici kesimlerin tasfiye ederek ve güçten düşürerek, daha reformcu ve esnek kesimlerinin etki ve gücünün artmasının, buna bağlı olarak seslerinin de daha gür çıkmasının yolunu açacaktır.
Yani nasıl politik İslam, Askeri bürokratik Oligarşinin 28 Şubat sopası ile kendini yenileyebildi ise, Askeri Bürokratik Oligarşi de AKP'nin Ergenekon sopası ile kendini yenileyecektir.
Aslında olan tam da budur. Bu eğilim şimdiden görülebilir. Örneğin Baykal'ın "Açılım"ları tam da bu sürecin, bu eğilimin görünümleridir.
AKP, şehir orta sınıfları ve Alevilerdeki korkuları ortadan kaldırmak için kılını bile kıpırdatmazken, en küçük bir demokratikleşme ve gerçekten laikleşme adımını göze alamazken, CHP baş örtülülerdeki korkuyu ve ön yargıları kaldırma yolunda küçük başlangıçlar yapmaktadır. Keza son olarak Kürt sorununda Baykal'ın söyledikleri, benzer bir dönüşümün Kürt sorununda da başladığını göstermektedir. Yedinci Ok gibi siteler de bu eğilimin yansımalarıdır.
Yani bir süre sonra bu günkü roller tam tersine dönebilir. Askeri Bürokratik oligarşi, pek ala Müslümanları tarafsızlaştırarak, daha gerici Iraklı Kürtlere dayanarak "Kürt Sorunu"nu "çözmeye" kalkan AKP karşısında, daha modern ve laik Kürtlerle ittifaka girerek AKP'yi tecrit edip, etkisizleştirerek, kaybettiği mevzileri tekrar geri alabilir. Hatta bunun için 27 Mayıs gibi bir darbe yapmasına bile gerek olmayabilir.
Böylece çok partililiğe geçişin ve 27 Mayıs'ın yol açtığı türden, egemenliğini en azından bir çeyrek yüzyıl daha sürdürmeyi sağlayacak düzenlemeleri yapabilir.
*

Avrupa Birliği Neden Türkiye'yi Üye Yapmaz?

Liberallerin yaydığı ikinci hayal, Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin demokratikleşmesini istediği veya Avrupa Birliği hedefinin Türkiye'nin demokratikleşmesini sağlayacağı hayalidir.
Buna karşılık biz, Avrupa Birliği'nin Türkiye'de demokratikleşme istemediği gibi, Askeri ve Bürokratik oligarşiyle nesnel bir çıkar ortaklığı içinde bulunduğunu yıllardır yazıyoruz[4].
Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı olmasının nedeni de, onun var oluş nedeni ve jeopolitik çıkarlarıdır.
O her şeyden önce Amerika'ya karşı öncelikle bir ekonomik bir rekabet gücü oluşturabilmek sornra da bunu bir politik ve askeri rekabet gücüne dönüştürebilmek; ABD'nin ipoteğinden kurtulmak için kurulmuştur.
Ve bu yolda Avrupa, Amerikaya karşı bir denge oluşturabilmek için, ta de Gaulle'den beri Rusya ile ittifaklar kurmak zorundadır. Rekabet ve Jeopolitik onu buna zorlamaktadır.
Buna karşılık Türkiye Rusya'nın gücü ve etki alanı karşısında, tam da Avrupa Birliği'nin Rusya'yla ittifaklar kurmak zorunda olması nedeniyle, Amerika ile bir ittifak ve denge kurmak zorundadır.
Türkiye küçük bir ülke olsaydı, Avrupa Birliği açısından çok büyük bir sorun oluşturmazdı bu konumlanışlar. Ama Türkiye büyük bir ülkedir ve nüfusu da çok büyüktür. Bu büyüklükte bir ülke, Avrupa Birliği içindeki bütün dengeleri alt üst eder. Avrupa Birliği içindeki bir Türkiye İngiltere ve diğer doğu Avrupa ve Akdenizin kimi ülkeleriyle birlikte, ABD'nin Avrupa birliğine egemen olması, Avrupa Birliği'nin ABD'ye karşı bir politik ve diplomatik ağırlık geliştirememesi, sardece iktisadi ve mali bir birlik olarak kalması demektir. Bu ise tam da ABD'nin istediği Avrupa Birliği'dir.
Bu nedenle ABD Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin en büyük destekçisidir.
Öte yandan Avrupa Birliği de bilmektedir ki, demokratikleşmiş bir Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesini engellemek güç olur. Bunun için de Türkiye'nin demokratikleşmesine çomak sokmak, Avrupa Birliği'nin hedefleri ve stratejik çıkarları gereğidir.
Türkiye'nin büyüklükleri ve Avrupa Birliği içindeki, İngiltere gibi ABD müttefik ve uzantıları dikkate alındığında, bu Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesinin Alman - Fransız ekseninin kontrolü kaybetmesi ve ABD – İngiltere ekseninin Avrupa Birliğinin kontrolünü ele geçirmesi anlamına geleceğine göre, Türkiye'nin Avrupa Briliği'ne girmesi sorunu, aslında ABD ve Almanya arasındaki emperyalist rekabete ilişkin bir sorundur. Son duruşmada, bu mücadelenin sonucu Avrupa Birliği'ne girip girmemeyi belirler.
Liberaller, demokrasi istediği yönünde hayaller yaydıkları burjuvazinin isteksizliğini ve yalpalamalarını görünce, Kürt özgürlük hareketinin plebiyen demokratik karakteriyle de uyuşamadıklarından, demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'ne girişin bir yan ürünü olarak elde etmeye çalışırlar.
Ama tam da böyle yaparak, deklare ettikleri demokrasi amacını torpilleyen ikinci bir intihar politikası izlemiş olurlar. Sahte hayaller yayarak demokrasi mücadelesini zayıflatırlar.
Biz ise, demokratikleşmeyi Avrupa Birliği'nin normlarına ve baskılarına bağlamanın tam da demokratik mücadeleyi zayıflattığı ve sahta hayaller yaydığını; Avrupa Birliği'nin bütün yaptıklarının aslında demokrasi mücadelesini zayıflatmaya ve Türkiye'yi Avrupa Birliğine giremez durumda tutmaya yönelik olduğunu anlatmaya çalışırız.
Eğer Avrupa Birliği Türkiye'nin gerçekten demokratikleşmesini istese, Türkiye'deki biricik ciddi demokrasi gücü olan Kürt Özgürlük Hareketini destekler, Öcalan'ı Türk devletine teslim etmezdi. Avrupa Birliği ise, Kürt Özgürlük hareketinin en büyük düşmanıdır ve ortadoğudaki en demokratik, halkcı ve örgütlü bu harekete karşı Barzanilerin, Talabanilerin destekçisidir.
Liberaller de, tıpkı Avrupa Birliği ve AKP gibi, Kürt hareketi içindeki en modern, en plebiyen, en özgürlükçü, en demokratik ve gerici bir milliyetçilikten uzak Kürt Özgürlük Hareketine karşı, en gerici, en milliyetçi, en demokratik, en üst sınıflara dayanan Barzani, Talabani ve onların benzerlerini ve paralellerini desteklemektedirler.
İşte tam da bu nedenle ve tam da böyle yaptıkları için, demokrasi mücadelesini baltalamaktadırlar.
*

Avrupa Birliği Konusunda Ulusalcı Sosyalistler ve Demokratik Sosyalistler

Diğer o sözümona "anti emperyalist", "anti kapitalist" vs. sosyalistlerden farklı olarak biz Avrupa birliği'ne girmenin Türkiye'de refah ve demokrasiyi geliştirmeyeceğini söylemiyoruz. Aksine, Avrupa Birliği Türkiye'yi gerçekten almak istese ve alsa bu otomatikman belli bir demokratikleşme ve refah sağlar.
Eğer Avrupa Birliği Türkiye'yi almak istese, bir zamanlar Portekiz, İspanya ve Yunanistan'a yaptığı gibi kendi normlarını dayatıp, gereken politik güçleri destekleyip, Euroları da akıtsa, Türkiye'nin tıpkı o Akdeniz ülkeleri gibi olabileceğini ve bunun da Türkiye'deki insanların büyük bölümünün umut ve beklentileriyle uyuştuğunu söylüyoruz.
Biz olgulara gözlerini kapayanlardan değiliz.
Yani Türkiye'nin o ulusalcı sosyalistlerinden farkımız şudur. Onlar Avrupa Birliği'ne girmenin Ezilenlerin ve İşçilerin ekonomik ve demokratik konumlarında bir iyileşmeye yol açmayacağını söyleyerek karşı çıkarlar. Biz aksini söyleriz. Çünkü Avrupa Birliği demek, sadece burjuvazi demek değildir, Avrupadaki burjuvazi ve işçi sınıfı dengesi de demektir.
Avrupa Birliği demek, işçi sınıfının ve modern çağların işçi hareketinin demokratik ve sosyal kazanımları da demektir. Ve bu işçiler, bu kazanımlarını daha kötü durumdaki (örneğin Türkiye'deki) işçilerin rekabetine karşı korumak için, kazanımlarını Avrupa Birliği'nin normları haline de getirmişlerdir. Bu normlar Türkiye'nin bugünkü gerçeğine göre çok ileri bir sosyal ve demokratik haklar manzumesi demektir[5].
Ama biz bundan Avrupa Birliğine girmek sonucunu çıkarmayız. Çünkü bu son duruşmada, Türkiye'de yaşayan insanların yeryüzünün imtiyazlıları arasına girmesi demektir, yeryüzünden imtiyazlılığın kalkması değildir. Bu beyazlığı yok etme değil, beyazlar arasına katılma demektir. Yani ulusalcı bir perspektiften liberallerin Avrupa'ya girmeyi savunmanın gerekçesi olan Türkiye için daha çok refah ve demokrasi. bizim için Avrupalılığın yok edilmesinin, yani uluslara ve ulusal sınırlara savaş çağırımızın gerekçesidir.
*

Askeri Bürokratik Oligarşi Neden Avrupa Birliği'ni İstemez

Ama İşçi Sınıfı ve Burjvazi arasındaki mücadele ve dengeyi yansıtan bu normlar, aynı zamanda Genelkurmayın, böyle bir demokaratik haklar manzumasenin olduğu yerde, eskisi gibi devlete ve tüm politikaya egemen olamayacağı anlamına da gelir. O nedenle Askeri Bürokratik Oligarşi de Avrupa Birliği'ne girmekten çıkarlı değildir.
O kendisinin iktidarını koruyacak normlar dışı özel bir konum koşuluyla Avrupa Birliği'ni evet demektedir. Ama bu da Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesi değil, Avrupa'nın Türkiyeli olması anlamına gelir.
Dolayısıyla Avrupa Birliği'ne damga vuran Alman - Fransız çıkarları ile Genelkurmayın, ya da Askeri Bürokratik Oligarşinin çıkarları çakışmaktadır. İkisi de farklı gerekçelerle, demokratik bir Türkiye istemezler.
Ve işte Avrupa Birliği, tam da bu nedenle, yani sonucu hiçbir zaman demokrasi olmayacağı, Avrupa hakkında sahte hayaller yaydıağı için, burjuvazinin ve liberallerin politikalarını destekler.
Ama liberaller de kendilerine verilen bu desteği, kendilerini demokratlar olarak gördükleri için, demokrasiye verilmiş bir destek gibi görerek, yaydıkları sahte hayallere daha bir inançla bağlanırlar.
*
Özetle, biz liberalleri, diğer sosyalistlerden farklı olarak, tutarlı demokrat olmamakla; tam da  tutarlı demokratlar olmadıkları için, kendi öznel niyetlerine rağmen egemenliğine karşı mücadele ettiklerine inandıkları Askeri Bürokratik Oligarşinin gücüne ve egemenliğine nesnel olarak hizmet ettikleri için eleştiriyoruz.
Liberallerin deklare ettikleri amaçlarıyla o amaçlara uluşmak için dayanmaya çalıştıkları güçler,stratejiler ve taktikler çelişmektedir diyoruz.
Buna karşılık ulusalcı sosyalistleri de, "sınıf", "anti-emperyalizm", "ekonomik talepler", "Sosyalizm" gibi gibi şiar ve hedefleri öne çıkararak fiilen demokratik görevlerden kaçtıkları için, yani hedefleri açısından eleştiriyoruz.
Ulusalcı sosyalisler sadece kaba ulusalcılardan ibaret sanılmamalıdır. "Demokratik Cumhuriyet değil, Sosyalist Cumhuriyet"; "Emeğin talepleri"; "Emeğin politikaları"; "emek eksenli politikalar", "önce sınıfa gidelim" gibi binbir ince biçimi var bunun sosyalistler arasında.
Ve Türkiye'de güçlü bir demokrasi cephesi bulunmamasının en büyük sorumlusunun sosyalistlerin bu ulusalcı karakteri olduğunu söylüyoruz.
En radikal demokratlar olan ve olması gereken sosyalistler demokrat olmayınca, bir demokrasi cephesinin şekilleneceği bir kristalizasyon tohumu bulunmamakta, tüm demokratik özlemler buharlaşıp, politik İslam, Alevilik, Kürtlük vs. görünümler altında burjuvazinin değirmenine su akıtır duruma gelmektedir.
Sosyalistlerin demokrat olmadığı bir ortamda Liberallerin demokrat olması da beklenemez elbette.
*

Türkiye'nin Lassale'cıları

Aslında tavrımız, on dokuzuncu yüzyılda Almanya'da Marks ve Engels'in izledikleri çizginin sürdürülmesinden başka bir şey değildir. Aynı çizgi yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde çarlığa karşı Lenin ve Bolşevikler tarafından da izlenmiştir.
Bu çizgi, Prusya Yunkerliği ve Burjuvazi karşısında tarafsız değildir. Bu çizgi burjuvaziyi Prusya Yunkerliğine karşı tutarlı ve kararlı mücadele etmemekle, demokrat olmamakla suçlar ve kendi demokratik programını ortaya koyar. Bu çizgi çarlık ve Rus burjuvazisi (Kadetler) karşısında tarafsız değildir. Kadetleri yani Rusya'nın liberallerini, AKP'sini çara karşı mücadele etmemekle, onunla uzlaşmakla, nesnel olarak ona güç vermekle suçlar.
Örneğin, AKP ve Ergenekon tevkifatı söz konusuolduğunda, "Yesinler birbirini, ikisi de egemen güçtür" diyen veya Burjuvaziye karşı "anti kapitalist", "Anti emperyalist" bir söylemin ardına sığınıp, askeri bürokratik oligarşiyi ana hedef olmaktan çıkararak fiilen onun desteği durumuna düşen bir tavır değildir bu.
Bu Marks ve Engels'lerin en sert biçimde eleştirdiği tavrın adı Lassale'cılıktır.
Bismark'ın veya Almanyadaki Prusyalı Bonapartist rejimin yerine Türkiye'deki Askeri Bürokratik Oligarşiyi; korkak, pısırık; korkaklığı ve pısırıklığı nedeniyle henüz bir aydınlanmacı olduğu dönemlerde bile, ideallerini Müzik ve Felsefe gibi en keşfi zor biçimlerde ifade ederek o devasa Klasik Alman Felsefesi'ni ve Klasik Müziğin büyük ustalarını (Bach, Mozart, Beethoven vs.) ortaya çıkarmış, sonra da bu ideallere ihanet etmiş, 1848 devrimini ezilenlerden korkusundan satan "Franfurt Parlamenterleri"ni çıkarmış; soya dayanan bir ulusçuluğu keşfetmiş Alman burjuvazisinin yerine de, hiçbir şey çıkaramamış Türkiye'deki korkak, politik İslam'ı bayrak yapan AKP'yi veya sözümona "laik" burjuvaziyi koyabiliriz.
Tıpkı bugünkü Türkiye'nin ulusalcı sosyalistleri gibi, esas hedef olarak burjuvaziyi gösterip gerçek egemene saldırmayanlar, o zamanın Almanyasında da işçi ve sosyalist hareket içinde vardı. Lassale örneğin, burjuvaziye karşı bir anti kapitalizm bayrağını yükselterek fiilen Bismark'ı desteklemiş oluyordu. Ve onlar bizdekiler gibi, karikatürleri de değildi. Lasale Almanya'da politik bir işçi hareketini oluşturmuş en önemli kişilerden biriydi.
O zamanlar Marks ve Engels, Bismarkizmin egemen olduğ bir ülkede (yani Türkiye gibi Askeri bürokratik oligarşinin gerçek politik iktidarı elinde bulundurduğu bir ülkede) Lassale'ın yaptığı gbi, burjuvaziye ve kapitalizme saldırmayı "alçaklık" olarak tanımlıyorlar ve şöyle yazıyorlardı örneğin:
"Esas olarak bir tarım ülkesi olan Almanya'da sanayi proletaryası adına yalnızca burjuvaziye saldırmak ve köy proletaryasının büyük feodal soylular tarafından ataerkil biçimde "sopayla" sömürülmesine hiç ses çıkarmamak bir alçaklıktır." (Marks 1865)
Marks'ın o zaman Almanya için söylediklerini bugünün Türkiyesi için şöyle formüle etmek mümkündür:
"Esas olarak ulusun dile, soya hatta ırka dayanan bir Türklükle ve bir Sünnilikle tanımlandığı bir ülke olan Türkiye'de, İşçi sınıfı adına yalnızca burjuvaziye ve emperyalizme saldırmak, Ordu ve Bürokrasi tarafından Kürtlerin; Alevilerin ve diğer halkların baskı altında tutulmasına ses çıkarmamak alçaklıktır."
Marks yaşasaydı, Türkiye'nin 1900'lü ve 2000'li yıllarının  Ulusalcı-Lassalcılarına herhalde böyle derdi.
Ama burada daha da ilginç bir nokta var, Marks, Lassal'ın bu politikasını nesnel olarak eleştirmekle kalmıyor, onun fiilen de Bismark ile bir uzlaşma yaptığı kanısını da taşıyordu. Daha sonra arşivler açıldığında böyle olduğu da ortaya çıkmıştır bildiğim kadarıyla.
Bismark'la işbirliği yerine bugün Genelkurmay veya Ergenekon ile işbirliğini koyarsak pek yanılmış olmayız. Yani ortada sadece nesnel bir politik ihanet veya alçaklık değil, öznel ve bilinçli yapılmış bir ihanet de vardır. Bütün belirtiler bu yöndedir.
*

Ordular Savaşı  ve Fikirlerin Savaşının Temel Farkı

Nasıl Genelkurmay ile Burjuvazi aynı madalyonun iki yüzüyse ve birbirlerinin varlığını meşru gösteriyorlarsa, Türkiye'nin liberallere saldırmayı iş edinmiş sosyalistleri ile bu sosyalist karikatürü ulusalcıları hedef tahtasına koyarak sosyalizme saldırmayı iş edinmiş liberalleri de aynı madalyonun iki yüzüdürler ve birbirlerinin varlığına haklılık kazandırırlar.
İkisi birden ortaklaşa biribirlerini hedef tahtasına koyarak, bizler gibi devrimci ve demokratik görevleri öne koymuş sosyalistleri ve bakışları susuş kumkumasına getirirler.
Elbette bizler gibi radikal demokrat sosyalistlerden hareketle sosyalizm fikrine saldırmak ve onun değerden düşürmek pek kolay değildir.
Gerçi böyle davranarak liberaller de kendi amaçları açasından savaşın yasalarına uymaktan başka bir şey yapmış olmazlar. Savaşın yasası, savaşanların savaşı düşmanının istediği koşullarda değil kendi istediği koşullarda kabul etmesidir. Bir diğer yasası ise, güçlerin en irisini düşmanın en yaralanabilir yerine, en zayıf yarına yığmaktır.
Liberaller açısından, Sosyalizme saldırmak için bizler iyi bir koşul ya da hedef sunmayız çünkü. Ayrıca, sosyalizmin karikatürlerine ve onu toyca savunanlara eleştiri oklarını yönelterek çok daha kolay başarı kazanılabilir.
Ama genel olarak savaş sanatı açısından geçerli olan bu kuralın, demokratik amaçları olduğunu söyleyenler için geçerli olmaması gerekir.
Gramsci'nin dediği gibi, ezilen sınıflardan ya da demokrasiden yana olduğunu söyleyenler, fikir savaşında, askerlikteki savaşın aksine, rakibin en zayıf yerine en büyük güçle vurmayı seçmezler ve seçmemelidirler; rakip görüşlerin en güçlü, en yetkin savunucularını seçmelidirler. Hatta böylesi yoksa onu yaratmalıdırlar. Ancak böyle ezilenlerin geri yanlarına hitap etmeyip, güçlendirmeyip, o geri yanlarla karşı mücadele edebilirler.
Yani aslında liberaller sosyalizme onun karikatürleri aracılığıyla saldırarak insanların geri yanlarına hitap etmiş ve kendi deklare ettiği demokratik amaçlarıyla çelişmiş olurlar.
Ama böyle yaparak, burjuvazinin aslında artık demokratik olmadığı sosyolojik gerçeğini, yani Marksizmi, bir kez daha kendi davranışlarıyla doğrulamış olurlar.
Böylece liberaller yanlışlığnı söyledikleri Marksizmin doğruluğunu somut davranışlarıyla somut olarak kanıtlamış olurlar.

25 Mayıs 2009 Pazartesi
Demir Küçükaydın


[1] Bunun daha spesifik bir biçimi, 68'lerin devrimcilerini ittihatçı olarak tanımlayarak 68'lerin o muazzam devrimci yükselişini bu günkü ulusalcılıkmış gibigösteren ulusalcı sosyalistlerle aynı 68 kavrayışında buluşmaktır. Deniz'i bir ulusalcı gibi gösteren ulusalcılar ile liberaller aynı madalyonun iki yüzüdürler. Örneğin bir Mustafa Zülkadiroğlu ile bir Rasim Ozan Kütahyalı arasında bu bakımdan bir fark yoktur.
[2] Tabii burada bir antı parantez olarak şunu belirtelim ki, liberal var liberalcik var. Bir tarafta radikal bir demokrasi anlayışına daha yakın Ahmat Altan gibileri, diğer tarafta plebiyen Kürt özgürlük hareketine karşı gizleyemediği bir düşmanlığı sürekli söyleşileri için seçtiği kişilerden sorduğu sorulara kadar her davranışıyla dışa vuran Neşe Düzel gibiler var. Biz burada liberaller derken, genel ortalamayı ya da daha doğrusu tipik özellikleri ele alıyoruz.
[3] Burada şunu not edelim ki, AKP'nin veya burjuvazinin gericiliğinden söz ederken kullandığımız gericilik kavramı ile Kemalistlerinkini de karıştırmamak gerekiyor. Bizim gericilik kavramımız demokratiklikle ve halkçılıkla özdeştir. Kemalistlerinki ise anti demokratizmi meşrulaştırmanın aracıdır; metodolojik olarak da Pozitivist bir düzgün doğrusal ilerleme anlayışına dayalı, o çok sevdiklerini söyledikleri "bilim" dışı bir kavrayıştır.
[4] Elbet Avrupa Birlği içinde farklı eğilimler olduğunu biliyoruz. Ama esas olarak Avrupa Birliği demek, Alman-Fransız ekseni demektir ve aslında Fransa'yı öne sürerek arkada libero oynayan ve Hitler gibi bir "Avrupa Kalesi" oluşturan Almanya demektir. Almanya'nın bu duruşu belirleyicidir.
[5] Biz bir sosyalistin, Avrupa Birliğine girme konusunda, demokrasi ve refah sağlamayacağı için değil, çünkü bu olgularla uyuşmaz, veya tam da bunları sağlayacağı için değil, bunların imtiyazlılar arasına katılmak anlamına geleceği ve imtiyazları yok etmek hedefiyle çeliştiği için karşı çıkması gerektiğini; sosyalistlerin Avrupalılığı ortadan kaldırmayı, yani her türlü ulusal sınırları ortadan kaldırmayı hedef alması gerektiğini söylüyoruz.

Hiç yorum yok: