5 Nisan 2025 Cumartesi

Hayaller, Gerçekler ve Önümüzdeki Kritik Günler


Hayaller, Gerçekler ve Önümüzdeki Kritik Günler

“Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; Sadece, devrimci projenin gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif ön şartlarıyla olan bağlarını yitiren değildir. Ama kötü bir devrimci, aynı zamanda, var olan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek şeylerine saplanıp kalan; tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından geçilendir de. Bu anlamda da geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.” 
Ernest Mandel, “Tarihsel maddeciliğin kategorileri olarak Umut ve Antisipasyon”dan alıntı, Ne Yapmalı, sayı 1, Eylül 1985)

ANTİSİPASYON (Lat. anticipātiō)
(Tenis) RAKİPTEN gelen topları önceden sezinleyerek hazırlıklı olma

19 Mart’ta başlayan gösteri ve protestolar başladığı andan itibaren, CHP ve Özgür Özel’in çağrılarını onaylamaktan ve onun ne kadar güzel geliştiği gibi övgülerden ziyade, mümkün olanla var olan arasındaki büyük açıklıktan (makastan) hareketle eleştiriler yaptığımız ve bu açıklığın kapanması için eleştirilerimizi somut önerilerle desteklediğimiz yazılarımızda görülebilir. (Elbette bizim eleştiri ve önerilerimiz CHP veya Özgür Özel’e değildir, halka, kitleye ve işçileredir. Onlara ulaşacak kanallarımız ve gücümüz olmasa bile. Sanki onlar okuyormuş gibi yazarız.)
Bu yaklaşımı “moral bozuculuk” ya da olayların “nasıl güzel geliştiğini kavrayamama” olarak anlayanlar, değerlendirenler ve bu açıdan bizi çok eleştirenler oldu.
Bu eleştirmenler, kanımca Hegel’in “Gerçek olan aklidir, akli olan gerçektir” formülündeki ilişkiyi kavramamışlardır ya da bilerek veya bilmeyerek soruna biraz Prusya Devleti gibi bakmaktadırlar.
Prusya devleti, Hegel’in bu formülünü “Prusya devleti de bir gerçektir o halde aklidir” olarak anlamıştı. Varlığını meşrulaştıracak ve aklileştirecek anahtarı bu formülde bulduğunu düşünüyordu.
Ama yanlış hatırlamıyorsam, Engels’in dediği gibi, önermenin bir de ikinci yarısı vardı: “Akli olan gerçektir”. 
O dönemde devrimci ve demokratlar ise, varoluş ve eylemlerinin gerekçesini bunda buluyordu.
“Geçek olanın akli” olması, gerçekliğin neden öyle olduğunun akılla açıklanabilir ve kavranabilir olduğunu ifade eder, ama “akli olanın gerçek” olması, gerçeğin akli olana göre değiştirilmesini ve onun gereğini.
*
Bu yaklaşım farkı devrimci bir politika açısından son derece önemlidir.
Denebilir ki, tutucular, kendinden memnun olanlar, önermenin birinci yanına, devrimciler demokratlar ikinci yanına göre davranırlar.
Bu farka yakın dünya ve Türkiye tarihinden birkaç örnek verelim.
Troçki’nin “İhanete Uğrayan Devrim” adlı kitabı aslında bu sorunla da ilgili sayılabilir.
Kitap, Sovyetlerdeki kolektifleştirmenin tüm dünyada hayranlık oluşturduğu bir zamanda yazılmıştı ve bu koşullarda akıntıya karşı yüzerek, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik yozlaşmayı ve karşı devrimi ve de bunun yol açtığı toplumsal felaketleri ele alıyor ve rejimi eleştiriyordu.
Kitabında şöyle bir yol izliyordu. Önce diyelim ki, Sovyetlerin Çelik, Kömür vs. üretimlerindeki devasa artışları ele alıp bunun bir başarı olduğunu gösteriyordu.
Ama burada kalmıyordu. Bürokratik yozlaşma ve saçma sapan politikalar, soldan sağa, sağdan sola savrulmalar olmasa, o çelik, kömür vs. üretimlerinin hangi seviyelerde olabileceğini de gösteriyordu.
Yani sadece gerçek olanın akli olduğunu göstermiyor akli olanın da gerçek olması için mücadele ediyordu. Gerçeğe saplanmıyor, onun esiri olmuyor, ona hayranlıkla büyülenmişçesine bakmıyor, ama ona hayallerin aynasında, mümkün olanın aynasında bakarak aslında başarı gibi görünenin büyük bir başarısızlık olduğunu da gösteriyordu.
Bu nedenle biz sık sık yazılarımızda, “gerçeğin özü ancak hayallerin aynasında görülebilir” deriz.
Tipik bir başka örnek İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetlerin kazandığı zaferdir.
Faşist Almanya’yı yenmiştir Sovyetler. Bütün Stalinistler bunun Stalinizm’in devrimciliğinin ve doğruluğunun bir kanıtı olduğu söylemişlerdir ve hala da söylerler. 
Ancak mümkün olanın aynasında bu zafer korkunç kayıplarla elde edilmiştir, zaferde bir yenilgidir ya da yenilgide bir zaferdir, tıpkı kolektifleşme ve sanayileşme hamlesi gibi. Onlar da köylülerin hayvanlarını kesmesi, kulak diye on milyona yakın köylünün sürülmesi, muhalif olan herkesin kamplarda bir tür kölelik sistemi içinde üretimde çalıştırılması ile “başarılmıştı”. O zaman da sağdan sola bir savrulma olmuştu.
Halbuki, dış politikada veya Üçüncü Enternasyonal’de bir parçacık doğru politikalar izlenseydi, yani Almanya’da aşırı sol ve sekter “sınıfa karşı sınıf” taktiği izlenmese, sosyal demokrat ve Komünist işçilerin birliğini sağlama stratejisinden vaz geçilmiş olmasaydı Hitler iktidara gelemezdi örneğin. Yenilinse bile örnek bir mücadele geleneği bırakılabilirdi.
Veya İspanya’da, bu sefer tam tersinden, sağa kayarak, burjuvaziyi ürkütmemek için ezilen ulusların (Bask ve Katalan) ve köylülüğün demokratik taleplerini ertelemek ve bastırmak anlamına gelen “Birleşik Cephe” taktiği yerine doğru dürüst işçilerin ve köylülerin ittifakını esas alan bir taktik ya da strateji izlenebilirse ve Franko diktatörlüğü kurulamasaydı, doğudan ve batıdan kuşatılmış Almanya Dünya savaşı başlatamayabilirdi.
Bütün bunlar mümkündü. (Mümkün olmaması yapılan yanlışların, o yanlışlar da bürokratik yozlaşmanın, o da köylü bir ülkede devrimin tecrit olması ve bu ortamda bir karşı devrimin gelişmesiyle ilgilidir. Ama bütün bu gelişmelere direnenler de vardı. Troçki örneğinde olduğu gibi)
Almanya’da, dünyanın en örgütlü, kültive ve disiplinli işçileri olan Alman İşçileri faşizme teslim edildi. 
İspanya’da, devrim darbeye karşı bir halk ayaklanmasıyla başlamış ve neredeyse tüm İspanya’da iktidara gelmişti sağ hatalarla yenilgi ile sonuçlandı.
Bütün bu yanlışların sonuçları birer nesnel koşul haline gelince, bu yanlışların sonuçları ile mücadele için bu sefer yine benzer savruluşlar yaşanmıştır. Finlandiya’nin işgal edilmesi, Polonya’yı Hitler’le paylaşmak gibi, bugün bile etkileri görülen yanlışlar, başka yanlışların yol açtığı sorunları gidermek için yapılmıştır. Daha sonra bu yanlışları gidermek için de başka yanlışlar birbirini izlemiştir. Yanlışların sonuçları birer koşula dönüşünce yeni yanlışları mazur göstermenin ve yeni yanlışlar yapmanın gerekçesi olmuşlardır.
Bizzat savaşın kendisinde bile bu kadar büyük kayıp verilmesi ve başta Sovyet tümenlerinin yenilmesi ve kaz gibi avlanması da bunlarla ilgilidir.
Bütün bunlar sondaki zafer ışığında değil, mümkün olanların ışığında görüldüğünde gerçeğin özüne varılabilir. Bu gerek aslında çok büyük kayıplar ve felaketlerdir.
Bugün Sovyetler yıkılmışken kimse bu tarihsel deneylere ilgi duymayabilir ama bunlar bu yazıda tartıştığımız hayaller ve gerçekler sorunuyla ilgilidir ve bu sorun sürekli olarak, her durumda ortaya çıkar.
Türkiye’den birkaç örnek verelim.
Örneğin Türkiye’nin bugün son yüz yılda ne kadar kalkındığından söz ediliyor. İttihat terakki ve CHP’nin ilericiliğinden, modernleşme çabalarından bahsedilir. Rakamlara vursanız muhtemelen bugünkü üretim ve ihracat rakamları büyüleyici olarak görünebilir. Hele Sovyetlerin çöküşünden beri, her şey Atatürk’ün bir başarı hikayesi gibi görülebilir. Hala heykelleri duran 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın başlarında yaşamış tek liderdir. Bunan büyük başarı mı olur?
Ama İttihat Terakki diktatörlüğünün olmaması, Atatürk’ün benzeri biçimde bu sistemi sürdürmesi yerine, sadece Ermeni ve Rumların devletin ve İttihat ve Terakki diktatörlüğünün varlığı için katl ve sürgün edilmemeleri halinde, bu ülkenin nerede olacağına göre ölçmeden gerçeğin özüne varılamaz. Örneğin, bugün en azından sadece kalkınma, üretim ve üretkenlik büyüklükleri bakımından İtalya ayarında bir ülkede yaşanıyor olabilirdi.
Diğerlerini saymayalım bile. Onların varlığının nasıl bir demokratik rejimi zorlayacağı, hatta politik İslam’ın bile bu ortamda gelişemeyeceği gibi başka sorunları bir yana bırakalım.
Daha yakın tarihe gelelim.
Kürt sorununda bir parça esnek davranılması veya Öcalan’ın öneri ve tekliflerinin ciddiye alınması halinde veya Özal’ın yapmaya çalıştığı reformların yapılması halinde, bugün bulunulacak yere göre hesaplamak gerekir gerçeğin ne olduğunu görmek için
Hatta bugüne gelelim. Türk devleti, silah sanayi ve silahlara ve asker gücüne dayanan yayılmacılığı veya etki alanının genişlemesi ile övünüyor.
Ama demokratik bir ülke, bütün bunlara ve daha gelişmişine silahsız, demokrasi ve refah “silahıyla” bile erişebilirdi. Bunca can ve mal kaybı olmaz, bunca acılar çekilmezdi.
Bu birkaç örnek yeter kanımca.
İşte bir zamanlar Stalin’i alkışlayanlar (ve hala alkışlayanlar), o başarıların hayallerin aynasında eleştirilmesi karşısında susuyorlar veya buna karşı çıkıyorlardı. 
Bugün aynı mantığı, CHP önderliği ve kitle hareketi ilişkininin değerlendirilişinde görüyoruz. 
Örneğin Medyascope TV’de, Ruşen Çakır ve söyleşi yaptığı “akademisyen” ve uzmanlar ya da yorumcular veya çeşitli mecralardaki liberal ve demokrat yazarlarda da aynı mantığı görüyoruz.
Hepsi aynı metodolojik yaklaşımla maluller: Gerçekliğin aklı olduğunu söylüyorlar, hatta çok akli olduğunu.
Özgür Özel ve CHP övgülerinden geçilmiyor. Boykot ne kadar yaratıcı imiş! Muhalefet inisiyatifi ele almış! Bu kadarını beklemiyorlarmış! Boykot ne kadar etkili ve doğru imiş!
Biz ise, örneğin Boykotun aslında siyası hedeflerin ikinci plana atılması, kitlesel bir hareket içinde örgütlenme yerine, insanları bireysel olarak mücadele etme durumunda bırakması, hareketin yayılması ve örgütlenebilmesi, içerikçe radikalleşebilmesi için yolları tıkaması ve aslında bir geri çekiliş olduğu eleştirisini yaptık.
Bu eleştirilerimiz, başarıdan başarıya koşan Sovyet sanayileşmesi karşısında Troçki’nin bu başarının hayallerin aynasında bir başarısızlık olduğunu göstermesine benziyor.
Ruhları okşamaz ve alıcı bulmaz.
Ama ilerde bir devrimci yükseliş yaşanırsa, bu eleştiriler ve öneriler, bir anda dünyayı yerinden oynatacak bir dayanak noktası olabilirler.
*
Ve şu an eğer boykot başarılı görünüyorsa, iktidarın kendisi açısında aptalca taktiklerinden dolayı böyle göründüğünü yazdık.
Evet belli bir anlamda başarıdır ama başarı karşı tarafın yanlışlarının sunduğu bir başarı ise bu sizi rakibinizin hatalarına bağımlı yapar.
Boykotun yanlışlığı bizim önerdiğimiz biçim karşısında, akli olanın gerçek olanı eleştirisi karşısında görülebilir.
Kitle hareketinin örgütlenmesi, yayılması, genişlemesi için çok kıymetli günler ve güçler boşuna harcanmıştır ve harcanmaktadır. Bu kayıplar, bu yitirilenler göz önüne alınmaz ise başarıdır. Bunların aynasında ise tam tersi geçerlidir.
Elbette kitleler bu deneylerden bir şeyler öğreniyor. Elbette kitlelerin hareketi de bizlere bir şeyler öğretiyor ve bizleri eğitiyor. Ama böyle günlerde, önemli olan bizlerin hareketi nasıl eğiteceğimizdir, Lenin’in dediği gibi. 
Keza CHP’nin haftada bir miting yapmasını, bunu belli yerlerde, örneğin her hafta bir semt ve bir şehir, eleştirdik. Bunun hareketin genişlemesi ve yayılmasını sağlayamayacağını, aynı şekilde çok uzun süre gerektirdiğini ve böyle gidemeyeceğini, ama oldukça kısa zamanda, hareketin gücü boşa gitmeden sonuç almak için en geniş kitlelerin katılmasının sağlanması, bunun için biçimler bulunması gerektiğini söyledik. Bu açıdan bir başarısızlıktır ya da başarısızlığa mahkumiyettir.
Bunların acısı kısa zamanda çıkacaktır.
*
Bütün bu öneriler ve eleştiriler görmezden gelindi.
Herkes var olana şükretmekle, onu övmekle uğraştı.
Karşımızdakinin ne kadar güçlü ve hareket kabiliyetli ve kararlı olduğunu söylemeyi Erdoğan’ı övmek olarak anladılar.
Ama şimdi yapılan hataların sonuçları yavaş yavaş ortaya çıkacak gibi görünüyor.
Hem de sanıldığından kısa bir zamanda.
Çünkü gelişmeler ve bunlar içinde de Bahçeli’nin uyarıları. CHP’yi sıkıştıracak ve muhtemelen hareketin sonuna giden yola girilecektir.
*
Bahçeli geçen hafta üç gün peş peşe yazılar yayınladı. Aslında yazıların üçüncüsü programatik bir belge sayılabilirdi. Birincisi Erdoğan’a bir uyarı ikincisi de onu dengelemek için CHP’ye ve Sokak hareketlerine bir saldırı idi.
Bahçeli için, başını çektiği, devletin en azından bir kanadının, uzun vadeli ama acil projesinin gecikmemesi ve başarıyla ilerlemesi, önceliğe sahip.
Erdoğan’ın önceliği ise, ölünceye kadar iktidarda kalma ve bunu garantileme. Başka bütün projeler bu amaç için kullanışla bir araç olarak görülür.
Bu önceliği onu sürekli ileri gitmeye ve saldırmaya zorluyor. Çünkü en küçük bir gerileme, bir zaaf işareti anlamına geleceğinden, kendi saflarında dağılmaya ve karşı tarafta moral üstünlüğe yol açar.
Bu durum devletin uzun vadeli restorasyon çabasını acilen garantiye alma ve Erdoğan’ın öncelikleri arasında bir çelişki demek ve kitle hareketi bu çelişkiyi derinleştirmiş bulunuyor.
Bu bakımdan kitle hareketinin yükselişi hem Erdoğan’ın hem de Bahçeli’nin projeleri açısından hesaplanmamış bir gelişim.
Bahçeli Hükümetin ortağı olduğundan, ortağına doğrudan çatmaktan veya akıl verir durumda olmaktan ise, muhalefete saldırarak projesini kurtarmaya çalışıyor.
Ama muhalefete çatmaları, aslında “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” anlamı taşıyor.
Bahçeli sokağa çıkmaya çok sert biçimde saldırıyor.
Bunu elbette “düzeni koruyor, bu normaldir” şeklinde eşyanın tabiatı gereği görmek normaldir.
Ama diğer davranışlarıyla birlikte, yani üç ve özellikle üçüncü yazı ile birlikte bunun anlamı değişiyor.
Çünkü bu sokakları mahkûm etmeler, yine aynı sıra yayınladığı, bazı yerleri neredeyse liberal demokrat bir kişinin veya partinin söyleyeceği hedef ve vurguları içeren bir programı, kamuoyuna sunarken, böyle bir sokak uyarısı yapılması, bu uyarının da 7 Haziran sonrası ve 26 Temmuz ile ilişkilendirmesi, bu sokaklara karşı çıkmaya başka bir anlam veriyor.
Aslında CHP’yi bu sokak eylemlerini durdurmazsan, Erdoğan devletin içindeki özel savaş aygıtını harekete geçirip, bir provokasyon ortamı yaratıp, 7 Haziran sonrasında veya 15 Temmuz’da olduğu gibi, ortalığı kan gölüne çevirip, tekrar ipleri ve gücü eline alabilir, devletin bu uzun vadeli projesini de çöpe atabilir diyor.
Muhtemelen bu mesajı, arka plandan başka ve daha doğrudan ve anlaşılır biçimlerde de CHP’ye iletmiş olabilir.
Bir yandan Erdoğan’a ve devletin içindeki kendisinin yürütmeye çalıştığı sürece karşı olanlara bir mesaj, anlamı taşıyor: “böyle bir şeyi denemeyin, ben bu sokak işini durdururum demiş olmak için de Özgür Özel’e sokağı bırak diyor.
(Hatta gazetelere yansıyan, Sedat Peker’i Türkiye’ye çağırması gibi gelişmeler bile bu bağlamda ön almalar olarak görülebilir.)
CHP liderliği muhtemelen bu uyarılardan sonra büyükçe bir virajla hareketin sönmesini sağlayacaktır. Hatta CHP kongresi direniş konusunu gündemden düşürmenin bir aracı olacaktır.
*
Ama CHP ve liderliği, o çok övülen eylemlerle, kıymetli zamanı harcamış bulunuyor.
Bu kısa zamanda hareketin yayılmasını, genişlemesini, örgütlenmesini, kitlelerin örgütlenmeye başlaması ve örgütlenmeyi öğrenmeye başlamasını, biçimlerde daha yumuşak ve örgütleyici, olurken içerik ve hedeflerde daha radikalleşmesini ve uzun soluklu olmasını sağlayacak hiçbir şey yapmadı. 
Ve şimdi, diyelim mesajı aldı Devlet’ten, hangi biçimlerde direnişi sürdürecektir? Ya da sürdürecek midir?
Dostlar alışverişte görsün diye boykot ve her hafta bir yerde mitingden başka ne var?
Yeni ve yaratıcı biçimler bulunmadığı takdirde bu enerjinin boşa gitmesi yerini yorgunluk ve umutsuzluk alması kaçınılmazdır. Eldeki bu biçimler hareketin tatminsizliğini gidermeye yetmez ve bir sonuç almayı sağlamaz.
*
Görüldüğü gibi, düşmanın gücünü doğru hesaplayamaz, uzun vadeli düşünmezseniz olayların gelişimi sizi kötü açmazlar karşısında bırakır.
Biz ise başından beri, hareketin daha geri ama somut hedef ve biçimlere çekilmesi gerektiğinden, ancak böyle bir geri çekilişten bir yay gibi güç alarak ileri gidilebileceğinden söz ettik. 
Yetersiz benzinle yola çıkan araba yarı yolda kalmak zorundadır. Yeterince güç biriktirilmemiş ve uygun yöntemler izlenmemiştir.
Bunun yol açtığı handikaplar, savrulmalar yaratacaktır. Neler olduğunu önümüzdeki günlerde muhtemelen göreceğiz. 
*
Halbuki bizzat CHP’nin eylemleri ve özellikle ikisi, önerimizin ne kadar doğru olduğunun bir kanıtını sunuyorlardı.
CHP mitinglerden farklı olarak iki eyleme çağrı yaptı.
Biri sandıklara dayanışma oyu. Diğeri boykot. İkisi de başarılı sayılabilir.
Ama ikisinin de benzer özellikleri var. Pasif eylemler ve polisle karşı karşıya gelme riski yok. Şu veya bu partiden olmanızın da bir önemi yok. Yani temel insan hakları.  Alışveriş yapmak zorunda değilsinizdir.
Hiçbir resmi ya da politik anlamı olmayan bir sandığa gidip oy vermenin de bir riski yoktur ama dayanışmanızı göstermek için bir fırsattır.
Ama örneğin, tencere çalma gibi eylemler hiçbir yankı bulmadı.
Yani insanlar kendilerini tehlikeye atmayacak ama memnuniyetsizliklerini ifade edecek ortamlar ve kanallar arayışında.
16 milyona yakın insan, dayanışma için sandıklara gitti ve kuyruklarda oy atabilmek için veya oy attıktan sonra saatlerce bekledi.
Bu şu demektir. Bu biçimde bir eylemin daha ilk anda 16 milyonla başlaması bile mümkündür. Değerlendirilmeyen fırsat ve boşa gidecek gücün niceliği ve niteliği hakkında bir bilgi verir. Bunun acısı çıkacaktır muhtemelen.
*
Şimdi bir an için bir hayal kuralım. Özgür Özel’in veya DEM Parti’nin, veya birkaç partinin bir araya gelerek, Saraçhane’nin son günü veya daha öncesinde, şöyle bir konuşma yaptığını düşünelim:
“Değerli yurttaşlar, Erdoğan Rejimi gitmeli ama bunu ancak milyonlarca insanın birleşik eylemi ve direnişi sağlayabilir. 
Ama bunun için şimdiye kadar izlediğimiz yol yetersizdir.
Birincisi böyle her gün mitingler ilanihaye süremez. Bir süre sonra tavsar.
İkincisi böyle mitinglere provokasyonlar ve polisin saldırı tehditleri tepede durmaktadır. Bu da geniş kesimlerin hem katılımı engellemekte hem de riskli bir durum oluşturmaktadır. Çünkü Erdoğan iktidarda kalmak ve iktidardayken ölmek için her şeyi yapacaktır.
Öte yandan buradan katılımcılara baktığımızda esas olarak CHP’ye oy veren bir kitlenin katıldığını ama bu direniş hareketinin diğer toplum kesimlerine yayılmadığını görüyoruz.
Ayrıca gösteriler hala birkaç şehirle sınırlı. Tüm şehirlere, kasabalara, hasılı tüm ülke sathına yayılmış değil. Belli kesimler hala, gönülleri bizlerle olsa da yanımıza gelmekte tereddütlü davranıyorlar.
Bunun için bu protesto ve değişim hareketinin hem genişlemesi hem yayılması hem daha uzun soluklu sürdürülebilir olması için şöyle bir biçim öneriyoruz.
Artık gerçekten tüm Hak, hukuk ve Adalet özlemlilerini, Demokrasi özlemlilerini bir araya getirecek, hiç kimsenin dışlayıcısı olmayacak bir biçim bulmak gerekiyor.
Bu biçim aynı zamanda polisin saldırısı ve provokasyon riskini de sıfıra indirsin.
Bunun yolu şudur: Her gün iş çıkışı saatlerinde, şehrimizin, semtimizin, kasabamızın en büyük meydanında hiçbir bayrak, pankart, afiş vs. taşımadan, hiçbir slogan atmadan, şarkı veya marş çalmadan ve söylemeden, sessizce bulunmak.
Yani gösteri ve toplantı yürüyüşleri kanunu kapsamına girecek hiçbir şey yapmadan, sadece herhangi bir yerde bulunmak, dolaşmak, etrafa bakmak, dinlenmek gibi temel vatandaşlık ve insanlık hakları alanında kalarak bulunmak ve buluşmak.
Böylece dili, dini, mezhebi, siyasi görüşü, yaşı, cinsi, ne olursa olsun herkesin, en çekingen ve korkakların bile, tüm ülke çapında bu protestolara katılması mümkün olacaktır.
Böyle bir hareket daha ilk baştan, dayanışma oylamasının gösterdiği gibi, milyonlarca insanı kapsar. Kaldı ki, böyle bir başlangıç bile hızla onlarca milyona genişleyeceğini de gösterir.
Buna kimse bir şey yapamaz. Ve böyle bir güç karşısında hiç kimse duramaz.
Ülke nüfusunun yarısından çok fazlası her gün aynı saatte, örneğin iş çıkışı ve eve gidiş saatlerinde, hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey söylemeden meydanlarda bulunması ve buluşması, kısa zamanda bu tek adam yükünden kurtulmak için, hem de en barışçıl biçimlerde kurtulmak ve benzeri davranışlar göstereceklerin cesaretini kırmak için yeter.
Yarından itibaren böyle davranmaya başlıyoruz.
(Bu öneriye şöyle bir ek te yapılabilirdi. “Bizlerin demokratik, yani tam dil, din, siyasi görüşler karşısında tarafsızlığımızı ve demokrasi, Hak, hukuk, Adalet özlemimizi belirtmek için üstümüzde bir beyaz mendil, ayakkabı, kuşak, fular, kravat, baş örtüsü, ceket, pantolon gömlek, manto, türban hatta sarık gibi bir şey taşıyalım.
Demokrasinin rengi, tüm renklerin bileşiminden oluşan ve tüm renklere eşit mesafede gün ışığı gibi beyaz olsun.)”
*
Bir an için hayal edelim.
Saraçhane mitingleri örneğin böyle bir eyleme geçişle bitseydi, şimdi halk, kitle hareketi ve Türkiye politikası nerede olurdu?
Muhtemelen milyonlarca insanın katılacağı böyle bulunma ve buluşmalar sonunda iktidar içinde Erdoğan’a “artık git” diyenler çıkmaya, içinden patlamaya başlardı.
Belki tecrit olan Erdoğan şimdiye kadar istifa etmiş olurdu veya başka bir ülkeye iltica ederdi.
Böyle bir eylem, koalisyonun MHP tarafından bozulmasına ve Meclis’in bir erken seçim kararı almasına yol açabilirdi.
Bir erken seçim kararının politik hesaplarla çıkması başkadır, kitle hareketinin sonucunda çıkması başkadır. İkincisi muazzam bir devrimci ve demokratik güç taşır.
*
Tekrar uyarımızı yapıyoruz. 
CHP’nin seçtiği yollar muazzam bir güç ve zaman kaybına yol açmıştır.
Seçtiği yol, geri yerine ileri biçimlerden başlamak, geriye çekilip güç toplamamak, geniş kesimlere yayılmak, şimdi onun hareket alanını daraltmıştır. Bir çatışma ortamı tehlikesi risk oluşturmakta, bu hem Erdoğan’dan kopabilecek Bahçeli’nin onun yanında kalmasına, hem de Kürt hareketi ve kitlelerinin uzak durmasına, ayrıca diğer kesimlere hareketin yayılmamasına ve yayılma olasılığının azalmasına yol açmıştır. Yapabileceği şey CHP’ye oy veren kitleye dayanan mitinglerden, konuyu ve direnişi uyutmak veya gücünü boykotlarla harcamak olabilir.
Bu ise kitle hareketinin hayal kırıklıkları yaşaması ve gerileme demektir. Gerileme ise, fiilen, o yükselişe göre bir yenilgi demektir. 
 Şimdi bu önerimizi bir kere daha, direniş içinde kendiliğinden oluşan arkadaş gruplarına ve sosyal medya gruplarına ve DEM Parti’ye öneriyoruz.
Böyle bir biçimi siz önerin geniş kitlelere.
Kendinizin itici olabileceğinizi ve bu nedenle önerinin sizden gelmesinin onun başarısını olumsuz etkileyeceğini düşünüyorsanız tanınmış ve daha tarafsız insanların böyle bir biçim için ortak çağrı yapmasını veya böyle bir girişimi başlatmasını sağlayabilirsiniz. 
Hareketin devam edebilmesi ve şu yüksek noktasında hem yeni ve hem toparlayıcı ve genişletici, hem ona yeni bir soluk veren, hem uzun soluklu bir mücadele için hem de kısa vadede muazzam güçlerin katılımını sağlayan biçimlerde sürdürülebilmesi için başka bir olanak yok gibi.
Somut önerisi olan varsa söylesin. Hiçbir somut öneri görülmüyor. 
4 Nisan 2025 Cuma
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com

Hiç yorum yok: