1 Temmuz 2024 Pazartesi

Latife Fegan’ın Anıları “Yazmasaydım Olmazdı” Üzerine Yazmasaydım Olmazdı

11 Eylül 2020 tarihinde Ragıp Zarakol’dan bir mail gelmişti:

“Aramızda kalsın... Latife’nin anılarını basıyorum... arka kapak icin 6 satırı gecmeyen kısa bir şey yazar mısın?”

Ben de şu cevabı vermiştim:

“(…) Fakat ben Latife'nin anılarını okumadım. Sadece bazı konuşmalarımız olmuştu ve bir de ilk taslağını yazmaya başladığında biraz okumuştum. Sonra değiştirmiş olmalı. Çünkü iyi bulmamış ve bunu kendisine belirtmiştim. Dolayısıyla yazacağım kısa yazı biraz körleme atış olur.”

Bunun üzerine Ragıp da:

“Senden o zaman kitap çıktıktan sonra yazı bekliyorum.” diye yazmıştı.

Ben de yazma sözü vermiştim.

Latife Fegan’ın “Yazmasaydım Olmazdı” başlıklı anıları bundan bir ay kadar sonra Ekim 2020’de yayınlandı.

Şimdi 2021 Ocak ayı

Bu yazı ile Ragıp’a borcumu ödemeye çalışacağım.

*

Ama zaten Ragıp’a borcum olmasaydı da yazardım ve yazacaktım.

Çünkü yıllardır bu anıların yazılmasını bekliyenlerdendim ve yazılmasının teşvikçilerindendim.

Latife Fegan’ın anılarını bir “suç” gibi görenler olacaktır. Ben de onu bu “suçu” işlemeye teşvik ederlerden biriydim. Dolayısıyla “suç işlemeye teşvik”ten suçlu sayılırım. Bu nedenle de suç olarak göreceklere birkaç notum olacak elbette.

Ayrıca Latife Fegan’ın anılarında anlattığı dönemin önemli bir bölümünü ve olayları ya yakından veya uzaktan izlemiştim ya da anlattığı olaylar ve hayatlarla zaman zaman yolum kesişmişti.

*

Latife Fegan’ın bana okumam ve fikrimi söylemem için yolladığı taslak versiyonun ilk kısımları için ise kendisine şunları yazmıştım:

“(…) çok kuru yazmışsın ve okuyucunun çok şeyi bildiğini var sayıyorsun. Sanırım kendini çok zorlamışsın, rahat olmamışsın. Ben böyle bir izlenim edindim.”

Latife Fegan de bana okuyucunun çok şeyi bildiğini varsaydığının farkında olduğunu ve üzerinde çalıştığını yazmıştı.

Şimdi basılı kitabı okuduğumda ve önceden okuduğum basılanın baş bölümlerini içeren versiyonla karşılaştırdığımda, Latife Fegan’ın gerek anlatım gerek anlatılanlar bağlamında fazla bir değişiklik yapmadığını gördüm.

Dolayısıyla o zamanki fikrimin pek değiştiğini söyleyemeyeceğim.

Kanımca Latife Fegan bu anıları çok daha kanlı canlı bir uslupla, dönemi yansıtan ve ona hayat veren ayrıntılarla yazabilir, olaylar arasındaki bağlantıları daha iyi anlatabilirdi.

Ne demek istediğimi şöyle açıklamayı deneyeyim. Örneğin onca yıl Kıvılcımlı’ların evlerine gidiyorlar. O ev nasıl döşenmişti? Ne gibi eşyalar vardı? Dikkati çeken neler vardı? Neler nelerin ifadesi olabilirdi? Ne gibi konular konşulurdu? Kim neler söylerdi? Böyle yığınla küçük gibi görünen ayrıntı.

Ama bu ayrıntılar bir dönemin insanlarının, hele Kıvılcımlı gibi birinin, nasıl bir ortamda, ne tür bir fiziksel, sosyal ve düşünsel bir ortamda bulunduğunu anlayabilmek için çok değerli ipuçları verebilirdi.

Ya da 1960 sonrasında takıldığı o entelektüel çevreler. Oralardan küçük anektodlar.

Kanımca “ayrıntılar önemlidir”.

Hegel’in dediği gibi “Eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür.” Hayatın nabzı ayrıntılarda atar. Ve de tam bu nedenle “Şeytan ayrıntılarda gizlenir”.

Tabii bunlar benim öznel yargılarım ya da ölçütlerim ya da beklentilerim.

Kimisi de böylesinden hoşlanır.

Kimbilir belki de böylesi daha iyi olmuştur.

Ben olayların içinde geçtiği dünyayı anlamak için, onlara daha geniş bir perspektiften, kuşbakışı ve çağlar ötesinden bakmaya olanak veren, basit, önemsiz, gibi görünen ayrıntılı anlatıları severim. Tam da o ayrıntılardan hareketle büyük genellemeler yapılabilir diye düşünürüm ve öyle yaparım.

*

Anıların biçimsel yanıyla ilgili bu öznel yargılarım sarfı nazar edilirse, elbette Latife Fegan’ın bu anıları yazmasının kendisi bile başlı başına çok önemli ve değerli.

Hatta başlı başına politik bir eylemdir.

*

Yalçın Küçük bir zamanlar, eğer yanlış hatırlamıyorsam, 1930’ların ikinci yarısında doğanların “romanesk bir kuşak” olduğundan söz ederdi.

Burada, kendisi de 1938 doğumlu olduğundan, belki bir tür “kuşak mesiyanizmi”nden veya “kuşak merkezcilik”ten de söz edilebilir. Kuzguna yavrusu, her kuşağa da kendisi güzel veya romanesk görünebilir.

Ama yine de Yalçın Küçük’ün yargısında bir hakikat payı olduğundan söz edilebilir kanımca.

Bunu bizim kuşakla, yani şu Firuzan’ın “47’liler” diye adlandırdığı, muhtemelen ortalaması da öyle olan, 68’liler kuşağıyla kıyaslama içinde açıklamayı deneyeyim.

Latife Fegan 40’ların hemen başında doğmuş (1941) ama şekillenmesi ve entelektüel bakımdan takıldığı çevreler ve de eşi Fuat Fegan da 1937 doğumlu olduğundan o “romanesk kuşak”tan sayılabilir, yani romanı yazılabileceklerden.

Bunlara gençlikleri 27 Mayıs öncesi 28 Nisan olaylarına rastlayan kuşak ta denebilir. 27 Mayıs sonrasının o dünyaya açılan, sosyalizm fikirleriyle karşılaşan kuşağı da denebilir.

Vedat Türkali “Bir Gün Tek Başına” romanında bir bakıma bu kuşağı anlatmaya çalışmıştı.

“Romanesk” olduklarından olsa gerek, bu kuşaktan epeyce romancı ve hikayeci çıktığını söylemek mümkün. Demir Özlü (1935), Sevgi Soysal (1936), Ayla Kutlu (1938), Yılmaz Güney (1937), Ferit Edgü (1936), Oya Baydar (1940) ilk akla gelenler. Kanımca romancı Adalet Ağaoğlu (1929) bile, bu kuşaktan sayılabilir.

Bizim kuşağın (45-50 arasında doğanlar, daha doğrusu içlerinden okuyabilenleri, 68’i gençliklerinde, üniversitede karşılayanlar) romanının yazılabileceğini ve bizlerden iyi romancılar (ya da sanatçılar) çıkabileceğini düşünmüyorum. Çünkü bizler “romanesk” değildik.

Roman kahramanı bireylerin dramları olur. Zaten roman türü, kapitalizm gibi modern, kapitalizm öncesinin bağlarından “özgür” bireyin ortaya çıkışıyla, onun çelişkilerini ve gerilimlerini anlatabilmek için bir tür olarak ortaya çıkmıştır denebilir. Bireyler ve onların dramından önce roman yoktu. Edebiyat özünde lirik veya epikti. Kapitalizmin ortaya çıkardığı modern, her türlü kapitalizm öncesi bağlardan kopmuş bireyin, yine o toplum tarafından belirlenmiş hayalleri ve beklentileriyle, yine o bireyi ortaya çıkarmış olan gerçek toplumsal ilişkiler arasındaki çelişkiyi, bunun ortaya çıkardığı gerilimleri anlatır roman türü.

Çeşitli ülkelerde roman türünün ortya çıkışı ile, kapitalizmin ya da modern ilişkilerin ortaya çıkışı, “moderniteye giriş”  neredeyse paralel bir yol izler.

Ama o kapitalizm ve ortaya çıkardığı tüm toplumsal ilişkiler, aynı zamanda Marksizmi ortaya çıkararak ve onun aracılığıyla, bütün bu dramların varoluş koşullarını anlama ve açıklamanın, dolayısıyla onlara karşı mücadele etmenin de bilgisini ortaya çıkarmıştır.

Bu bilgi ve kavrayış, suyun içinde yaşayıp da suyun içinde olduğunu bilmeyen balıklar gibi, kapitalist toplumun yarattığı sorunları yaşayan ama bunun neden ve niçin var olduğunu bilemeyenlerin yaşadığı dramları yaşamamayı mümkün kılar.

Bizler belki kaderin, yani toplumun gidiş yasalarının ve toplumsal koşulların bilincinde olarak, o kadere, o gidişe bir yandan karşı koyarken, karşı koyuşlarımızın bile o kaderin gerçekleşmesinin, yani o yasaların geçerliliğinin bir aracı olacağımızı görebiliriz. Ve görenler çoktur Troçki gibi, Lenin gibi.

Ama bu “dram değil”, trajedidir.

Yani bizler veya Marksistler için “dram” değil, “trajedi” söz konusu olabilir. “Romanesk” değil, “Trajik” bir kuşak olabiliriz belki.

Ama trajedi yaşayabilecekler de bundan sonra muhtemelen çok az olacaktır. Çünkü yaşadığımız muazzam yenilgi ve gerilemeler, toplumun gidişini anlayabilediğimize ilişkin varsayım ve öngörüleri de yok etti. Herşeyi yeniden kurmak gerekiyor. Gerekiyor ki trajediler yaşayabilecek birileri çıkabilsin.

Bu gibi nedenlerle biz 68 kuşağından olanlar dramlar yaşamadık.

Dram yaşamadığımız gibi yaşadıklarımızı dramatize etmeyi de sevmezdik. Ne yaptığımızı biliyorduk, sonuçlarını biliyorduk ve kendimizin değil, toplumun dramını yok etmeyi misyon edilmiş insanlar olarak “birey”in çelişki, gerilim ve dramlarının bizlerin iç dünyasında faza bir yeri yoktu. Birer bireydik ama birer birey olarak birey olarak kalmayı aşmak, birey olmanın ve bireyciliğin (yani kapitalizmin) ötesine geçmek için bireyler olarak sadece devlet ve sistemle değil, kendimizle de mücadele ediyorduk. Bütün çabamız, “küçükburjuva alışkanlıklardan ve kalıntılardan” kurtulmaya yönelikti, İslam’ın “savaşların en kutsalı, insanın kendi nefsine karşı savaştır” demesi gibi.

Eylem insanları idik. Ahmet Kaya’nın meşhur şarkısında söylediği gibi, fikirlerini hiç sevmediğim ama imgeleri güzel Attila İlhan’ın hoş sözleriyle “sert adamlardık, ışık yontardık, gülüşlerimiz hoyrattı”.

Bir kitle hareketi ve bir radikalleşme dalgasının üzerinde surf yaparken bulmuştuk kendimizi. Entelektüel olarak da Hristiyanların katli ve Osmanlı’nın yıkılışıyla içine kapanmış ve taşralı, entelektüeli köy öğretmeni Mahmut Makal veya Fakir Baykurt olmuş bir ülkenin adeta bir rönesans veya aydınlanma yaşadığı bir ortam da buna eşlik ediyordu.

Az bulunur bir çakışmaydı bu.

Sonradan, ölenlerimizin ardından anlatılanlara, yazılanlara bakıldığında “romanesk” olmayan bu karakterimiz açıkça görülebilir.

Bizler psikolojik gerilim ve dramlarımızla değil, teorik, politik, ideolojik fikir ayrılıklarımızla, onların eyleme yansıyışlarıyla yaşadığımız için, anlatıcıların en zorlandığı nokta, hiç de dramatik olmayan bu hayatlara bir dram katabilmektir.

Ve bu hayatları romanesk yapma, onlara dramatik gerilimler katma çabaları her zaman suni ve yapmacık kalmıştır.

Genellikle bu “dramı” sağlamak için de devletin şiddetine uğramışlığımızdan hareketle bizlere, “ah gençliklerini yaşayamadan öldüler”, “ne zeki, iyi, vicdanlı insanlardı bu devlet onların kıymetini bilmedi” gibi yaklaşımlarla olaylara en ucuzundan bir bir masumiyet ve acındırma katmaya çalışırlar.

Tabii bunu yaparken bizlerin o devleti düşman olarak gördüğümüzü, o düşmanımızın bunları yapmasını normal karşıladığımızı es geçer veya unuturlar ve tam da bu nedenle son derece yüzeysel ve suni kalırlar.

Bizlerin bir “dramından” söz edilecekse eğer, o imgelerde değil ve imgelerle anlatılabilecek psikolojik gerilimlerde ve dramlarda değil, teorik ve ideolojik metinlerde, polemiklerde bulunabilir.

Psikolojik değil, teorik, programatik, politik, stratejik, taktik, “dramlar” söz konusudur. Bunların dramı yazılamaz. Her şey dramatize edilemeyecek kadar açık, şeffaf ve nettir. Bizim kuşağın romanını yazma denemeleri başarısız kalmaya mahkumdur.

Evet “romanesk bir kuşak” değilizdir, ama sadece bu kadar da değil, bizden romancı da çıkmamıştır, artık her gün birer ikişer tükendiğimize, böylece amprik olarak da kanıtlanmış kabul edilebileceğine göre, çıkmayacaktır da.

Bizlerden örgütçüler, eylemciler, savaşçılar, bürokratlaşmış örgüt yöneticileri, iş adamları, gazeteciler, reklamcılar, yayıncılar, gençlikte yaşadıklarının özlemiyle yaşayan bu nedenle yemeğe veya içkiya vuran obezler veya alkolikler ve geçmişe özlemle geçmişte yaşayan nostaljikler vs. çıkmıştır, ama iyi sanatçılar, romancı ve hikayeciler çıkmamıştır.

Bu bir rastlantı değildir. En kabadayımız anılarını yazabilir.

En romaneskimiz Gün Zileli’nin bile yazdıkları, biraz roman tadı verse de son duruşmada bir otobiyografidir. Ve bu otobiyografi bile aslında belli bir politik, teorik ve ideolojik mücadelenin, Aydınlık ve Doğu Perincek ile bitmeyen hesaplaşmasının, otobiyografik bir roman biçimi altında devamından ve o hesaplaşmanın aracından başka bir şey değildir.

Latife Fegan’ın anıları ise romanesk bir kuşaktan sayılabilecek birinin roman tadı vermeyen anıları.

Ama aynı zamanda bir 68’li olmadığı için, eylemci bir kuşaktan birinin kavgalarını bir otobiyografi biçiminde anlatması ve sürdürmesi de değil. Hatta nostalji bile yok.

Anıları yazdığı zaman ve durum (Feminizm ve Kürt Hareketi) ulaştığı bir “zirve” gibi. O zirveden bakarak o zirvenin gölgesi ve ufku içinde kalıyor anıları.

İki arada bir derede. Biraz ondan, biraz bundan. Ne o ne bu.

Belki de bütün bu ve bunun gibi nedenle bana biraz “kuru” geldi.

*

Yıllar ve yıllar önce, yanlış hatırlamıyorsam, sanırım seksenlerin ikinci yarısında, ve yine eğer yanlış hatırlamıyorsam, trenle Latife Fegan İsveç’e ben de yol üzerindeki Hamburg’a gidiyorduk.

Ve yine yanlış hatırlamıyorsam Ergun Aydınoğlu’nun başını çektiği Devrimci Marksist Tartışma Defterleri’nin bir toplantısından sonraydı sanırım.

Ama şu basit ayrıntıyı iyi hatırlıyorum, bu birkaç saatlik ortak tren yolculuğunda, oturacak yer bulamadığımız için trenin restoranına oturmuştuk ve orada Latife Fegan bana (kim bilir belki de ilk kez birine) kitapta “Kıvılcımlı’nın Aşkı” bölümünde anlattıklarını anlatmıştı.

Doğrusu şaşırmamıştım.

Marks’ın sürgünde parasızlık, çocuğunun ölümü gibi zorlukların yol açtığı bir bunalım döneminde evlerinde, eşinin “çeyizi”, bizde “ahretlik” denilen, “Kıvılcımlı’nın “insancıl ev kölesi” diyeceği, Helene Demuth ile ilişkisi, ondan bir çocuğu olması, Engels’in yardımıyla bu çocuğun gizlenmesini, okumuştum. (Bu çocuğun yaşamı, Marks’ın kızlarının sonradan bu konuyu öğrenmeleri vs. konusunda da bir şeyler okumuştum. Ama nerede onu unuttum.)

Hatta yıllar sonra, Bir Londra’ya gidişimde, hazır Londra’da iken, “hacı” olmak için, Marks’ın mezarını ziyaret ettiğimde, Marks’ın bir yanında eşinin diğer yanında da Helene Demuth’un yattığını görünce, muhtemelen bu ilişkiyi bilen birinin böyle bir dizilişi sağlamış olacağını da düşünmüş ve “Marks öbür tarafta da haremi kurmuş” diye şaka yapmıştım.

Lenin’in Inessa Armand’a aşkını duymuşluğum vardı.

Daha sonra “Troçkist” olurken, Deutscher’in Troçki biyografisini okurken de Troçki’nin, eşiyle birlikte evinde kaldığı, ressam Diego Rivera’nin karısı, yine kendisi de ressam Frida Kahlo ile yaşadığı aşkı da sonra yine karısına dönüşünü, hatta ona açık saçık mektuplar yazdığını da okumuştum.

Keza Rosa Luxemburg’un sevgilisi, hayat ve mücadele arkadaşı, örgütçü Leo Jogiches’le yaşadığı inişli çıkışlı ilişkisi sırasında yaşadığı aşk ya da aşklar da vardı.

Bunlar şaşırtmıyordu çünkü çoktan, yine Kıvılcımlı’dan, politik veya teorik olurak ne olursak olalım, hepimizin ve herkesin “turhallı bir hallı” olduğunu, insanın “hatalar ve unutukanlıklar karmaşası” olduğunu, kimseyi tabulaştırmamak ve tanrılaştırmamak, herkesi göklerden yere indirmek gerektiğini öğrenmiştik.

Latife Fegan’ı dinlerken, içimden şaka yollu, “Kıvılcımlı bu alanda da ustaların sadık bir öğrencisi olmuş, onların izinden gitmiş” diye aklımdan geçirmiş, ama bunu kendisine söylememiştim. Yanlış anlaşılabilirdi.

*

Ama şaşırmamamın nedeni sadece bunlar değildi.

Doktor’un 1970’de tekrar çıkarmaya başladığı Sosyalist gazetesi çevresinde, Orhan Müstecaplıoğlu’nun ima yollu “Doktor’un etrafında ingiliz ajanı Fuat Fegan var o da eşi Latife ile Doktor’u kuşatıyor” tarzında sözler ettiğini duymuştum.

Doktor’un gazeteyi çıkarmak için mecburen iş birliği yaptığı bu kişi, aslında ona karşı çalışıyor ve onu sabote ediyordu.

Tabii bu gibi iddialara gülüp geçiyorduk, ciddiye almıyorduk.

Sosyalist gazetesi biraz çıkıp işi götürebilecek kadar insan toplasa, Müstecaplı gibilere muhtaç olmaktan kurtulacağımızı ve bunların eleneceğini düşünüyorduk.

Ayrıca Cağaloğlu’nda esnaflaşmış eski komünistlerin çoğunda belli bir polis fobisi bulunurdu. Bu anlaşılabilir ve bir dereceye kadar hoş görülebilirdi. Çünkü yıllarca sürekli polisin gözaltında yaşamışlardı. Muhtemelen siyası polis ve istihbaratta komünistleri izleyen memurların sayısı, komünistlerden çok fazlaydı.

Ama kendisi de bir esnaf (Serigrafçı) olan Orhan Müstecaplıoğlu’nda, bu polis fobisi saçmalığa varıyordu. Herkese polis diyordu neredeyse. Bu nedenle onun bu tür ima ve sözlerini ciddiye almıyor, hastalıklı davranışlarının bir yansıması olarak görüyorduk.

Bana da “CIA ajanı” dediğini duymuştum daha sonra.

*

Reaksiyonumun ne olacağını merak eden ve bekleyen Latife Fegan’a bunları muhakkak yazmasını, önermiştim.

Bunların Kıvılcımlı’nın da herkes gibi bir insan olduğunu vurgulamak ve tabulaştırılmasını ve dolayısıyla gerçekten dokunulmazlaştırılarak, kutsallaştırılarak öldürülmesini engelleyebileceğini söylemiştim sanırım. Bu anlattıkları özellikle Doktorcular arasında çok yaygın, Doktor’u adeta insan üstü görme eğilimine karşı bir panzehir işlevi görebilir, siyasi eğitimin bir aracı olabilir demiş olabilirim.

Bayşka ne söyledim şimdi tam olarak hatırlamıyorum, şimdi aklımdan geçenleri söylediğimi de sanabilirim.

*

Çünkü Doktor’un izleyicisi olanların, fikirlerinden ziyade onun ahlaki niteliklerini yücelterek, dokunulmaz kılarak, bulutların üstüne çıkararak öldürmeleri beni çok rahatsız ediyordu.

Ta başından beri, Sosyalist gazetesi çevresine gelenlerin ezici bir bölümünün yarı köylü ve esnaf tipler olması. Orada hiç kimseyle bir rezonans kuramamam beni çok rahatsız ederdi.

Onların, Doktor’un fikirleri ve teorik katkıları nedeniyle değil, ahlaki nitelikleri, örnek devrimci hayatı, uzun hapisliği, konuşmamışlığı gibi özellikleri nedeniyle “Doktorcu” oldukları için, “Doktorcu” olduğunu görüyordum. Doktor’u benimsemeleri Teorik ve Politik değil, adeta ikonlaştırılmış bir azize veya evliyaya hayranlıklarıyla ilgiliydi. Onlar için Doktor, bir insan ve devrimci değil, bir “evliya”, bir “aziz”, bir “peygamberdi”.

Ben ise, tek kutsalı hiç bir şeyin kutsal olmaması olan, babamın ve amcamın, bayramlarda bile elini öptürmediği bir aile ve gelenekten geliyordum. Çok farklı dalga boylarındaydık.

Hatta bu nedenle, iyi devrimcilerin, görüşlerinin böyle bir benimsenmesini engelleyici bir tedbir olarak, kendi zaaf ve sıradanlıklarını kasıtlı olarak abartmaları ve göstermeleri gerektiği, böylece kendilerinin örnek ahlaki nitelikleriyle değil, fikirlerinin veya savundukları politikaların içeriğiyle anlaşılmalarını sağlamaya çalışmaları, hatta kendilerine rağmen savunulmasını sağlamaya yönelik olarak itici olmaları gerektiğini düşünüyordum ve kendim de biraz böyle davranmaya çalışıyordum.

Lenin bu yücelterek öldürme konusunda şöyle yazıyordu örneğin:

Devrimci öğretinin içeriğini boşaltarak, devrimci ucunu koparıp atarak ve bayağılaştırarak, büyük devrimcileri ölümlerinden sonra zararsız ikonlar haline getirmeye, deyim yerindeyse azizleştirmeye, ezilen sınıfları "teselli etmek" ve onları aldatmak için adlarına belli bir şan vermeye çalışırlar. Burjuvazi ile işçi hareketi içindeki oportünistler, Marksizmin işte böylesi bir "işlenmesi"nde birleşiyorlar. Öğretinin devrimci yanı, devrimci ruhu unutuluyor, bir kenara itiliyor, çarpıtılıyor. Burjuvazi için kabul edilebilir olan ya da öyle görünen şeyler önplana çıkarılıyor ve övülüyor.

Türkiye gibi küçük burjuva esnaf ve köylülüğün ve bu geleneklerin egemen olduğu ülkelerde, geçmişin yadigarı bu tabakaların teoriyle pek iş olmadığından, bu, o insanların görüşlerinin içeriğini bayağılaştırma yoluyla değil, özellikle onları birer evliya ya da peygamber gibi göstererek, insan üstü bir varlık halıne getirilerek yapılır.

Doktorcuların yaptığı da buydu. Onları anlıyordum elbette ama kabullenemiyordum.

Lenin’in anlattığından farklı olarak, arada büyük bir kuşak farkı ve teorik fark bulunduğundan, Kıvılcımlı yaşarken böyle bir ikonlaştırmaya uğruyordu özellikle bu yarı esnaf ve köylü eğilim arasında.

Bilindiği gibi “Şeyh uçmaz, cemaat uçurur”.

Ve bu yaklaşım ve yöntem bir süre sonra böyle yaklaşanların böyle yaklaşanları kazanmasıyla bir kara delik gibi büyüyor, kendini yeniden üretiyordu.

Kıvılcımlı’nın başına gelen buydu ve hala da budur. Kıvılcımlı’nın örnek davranışları ve bir örnek devrimci olarak hayatı, kendi teorik ve politik katkılarına karşı bir silaha dönüşmüş, onların anlaşılmasını ve tartışılmasını, eleştirilmesini ve geliştirilmesini engellemiştir.

Bu tip ve eğilimdekilerden bir tek kişi olsun, teorik eser vermiş, Kıvılcımlı’nın bir tek eserini veya tezini ele alıp eleştirmiş veya geliştirmiş veya böyle bir çaba içinde olmuş mudur?

Yoktur böylesi.

Herşey, yani örneğin konuşmamışlığı, örnek insani kaliteleri, yığınla ve neredeyse tek eser veren insan olması, onun teorik ve politik katkılarının önüne geçmiş ve onu bir aziz mertebesine yükseltmenin, ikonlaştırmanın ve gerçekte öldürmenin bir aracı olmuştur.

*

İşte Kıvılcımlı’nın Latife Fegan’a “aşkı”, hatta bugünün kavrayışı ve kavramlaştırılmasıyla “tacizleri”, onun başındaki kutsallık halesini alıp, gerçek bir insana dönüştürmeye, onun teorik katkılarını bütün bunlardan soyutlayarak ele almaya yol açabilir ve bu anlamda hayırlı olabilirdi.

Ağacı tersine bükmek gerekiyordu, biraz olsun doğrultabilmek için.

Bunu yapmak için önemli bir işlev görebilirdi Latife Fegan’ın anlattıkları.

Bu anlamda, bu işleviyle, Latife Fegan’ın anıları, politik bir eylemdir

*

O zamanlar, yazıp yazmama konusunda oldukça tereddütlü gibi gelmişti Latife Fegan.

Belki de yazma niyetine destek arıyor veya kimi tanıdıklarının yankılarına bakıp ona göre karar vermek istiyordu.

Belki de yazmaya karar vermişti de bu yankılara göre kararının sağlamasını yapıyordu.

Daha sonra bir defasında Vedat Türkali’nin kendisine “Yazabilecek misin?” dediğinden söz etmişti.

İşin doğrusu ben de Latife Fegan’ın, yazamamasından korkuyordum.

Ama ben, ne olursa olsun, kim ne derse desin ve nasıl karşılanırsa karşılansın yazılmasından yana fikrimi belirtmiştim.

Yazılmalıydı çünkü: “gerçek devrimcidir”.

Sırf bu nedenle bile yazmak gerekirdi.

*

Yazılmalıydı çünkü öte yandan özellikle Kıvılcımlı’yı adeta bir tarikat müridi gibi ele alan ve bir ikona dönüştüren “doktorcu” tiplerinin tabularını yıkar ve onun da “hatalar ve unutkanlıklar karmaşası bir insan” olduğunu göstermeya yarayabilir, Kıvılcımlı’yı bu köylü ve esnaf ruhlu ve kafalı hayranlarının tekelinden kurtarma işlevi görebilir, onların Kıvılcımlı’dan yüz cevirmelerini sağlayıp, bir yanlış anlama ve algılamaya karşı bir katkı olabilirdi.

Latife Fegan’ın anlatacakları, devrimci önderleri, büyük teorisyenleri insan üstü, hatasız varlıklar olarak görmeye son vermeye, hem bu Şark’ın Firavun ve Nemrutlarının binlerce yıldır zihinlere işlediği tanrılaşmış ve tanrılaştırılmış insan tasavvurlarını yıkmaya yarardı, hem de küçük köylü ve esnaflığın, her zaman olağanüstü güçlere sahip bir Mehdi, bir kurtarıcı bekleme ve her devrimci öndere olağanüstü nitelikler atfetmesinin devrimci ve sosyalistler arasında oldukça yaygın etkilerine karşı epey güçlü bir darbe olurdu.

*

Marks’ın Helene Demuth ile ilişkisi, ondan bir çocuğu olması, Engels’in yardımıyla bu çocuğun gizlenmesi Troçki’nin Frida Kahlo ile Lenin’in Inessa Armand’a olduğu söylenen aşkı, Rosa’nın aşkları vs. bilinen tipik örnekler.

Bütün bunlar bu büyük devrimci ve teorisyenlerin, bu özelliklerinden bağımsız olarak, aslında bizler gibi hatalar ve unutkanlıklar karmaşası sıradan insanlar olduklarının en tipik örnekleridir.

Kıvlıcımlı da niye ve nasıl farklı olabilirdi ki?

Ve kim, hangimiz farklıyız ki?

Kendisi bizzat hemen her yerde unutkanlıklar ve hatalar karmaşası insanlardan, “akrebin sokmasının kötülüğünden değil”, son zamanların ifadesiyle, “fıtratı gereği” olduğundan söz edip, her zaman, İslam’ın esirgeyen ve bağışlayan Allah’ı gibi, bir anlayışı ve affediciliği savunmamış mıdır?

Hatta bu yaklaşımını, Latin şairi Terentius’un, Marks’ın çok sevdiği, “İnsanım, insana özgü hiçbir şey bana yabancı değildir” sözlerini kendisi için bir yaşam parolası yaparak dile getirmemiş midir?

Ama Hikmet Kıvılcımlı’nın trajedisini, Marks’ın çok sevdiği ve Kıvılcımlı’nın da birkaç kez vurguladığı ve kendi yaşam parolası yaptığı, mezar taşına da karısının isteği üzerine kazınmış bu sözün başına gelenler, sözlerin tamamen zıt bir anlam kazanması, ve bu anlamıyla mezar taşına kazınması çok iyi özetler.

*

Hikmet Kıvılcımlı, bir “Türk Ulusu” yaratmak için, bir “Türk Dili” ve bir “Türk Tarihi” yaratma projesinin bir parçası olan dil ırkçısı “Türk Dil Kurumu” Türkçesinin, “ona ilişkin”, “onunla ilgili” anlamında kullandığı “ -sel” ve “-sal” eklerinin kulakları tırmaladığı, halk arasında bu eklerin, örneğin gözlük kelimesi yerine “camsal baktırgaç” gibi Uygurca’dan mülhem “uydurca” sözcüklerle alaya alındığı bir dönemde, yani 1960’lar Türkiyesinde, tıpkı “evcil” sözcüğünde olduğu türden ekleri göz önüne alarak “-cil” “-cıl” eklerini “ona ilişkin”, “onunla ilgili” anlamında kullanıyordu.

(Bu konularda, Kıvılcımlı’nın Türkçe’de sözcük üretme ve türetme kalıplarını ve formüllerini ele aldığı “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” başlıklı çok ilginç bir etüdü de vardır.)

Ancak diller yaşar, sözcükler ve anlamları sürekli değişirler. Önceleri alay konusu olan ve kulak tırmalayan “-sel, -sal” ekleri radyonun ve devletin zoruyla zamanla yerleşti ve eskisi gibi kulakları çok tırmalamaz oldu.

Örneğin bugün “cihanşumul” yerine “evrensel”, “milli” yerine “ulusal” artık kulağı hiç de tırmalamıyor. Hatta çok özel bir kategori siyasi eğilimi tanımlamak için kullanılan, muhtemelen dünyanın başka hiçbir ülkesinde kavramsal paraleli ya da benzeri olmayan, “ulusalcı” gibi bir kavram bile var. “Ulusçu” (nasyonalist) değil, “Ulusalcı”.

Dilde anlamsal doğruluk veya gramatik uygunluk vs. değil, ortak kullanım ve anlaşma önemlidir. Eskilerin dediği gibi: Galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evladır.

Bu değişime bağlı olarak Kıvılcımlı’nın “-sel,  -sal” yerine kullandığı “-cil, -cıl” ekleri zamanla kulağı tırmalar oldu. Bu değişim, tam da Kıvılcımlı’nın kitaplarının okunmaya başladığı döneme (1970) denk geldi.

Doktor sanırım bunun farkındaydı ve hemen yeni duruma uymaya da çalışıyordu. Örneğin o dönemde yayınlanan kitabına “Bilimcil Sosyalizmin Doğuşu” değil, “Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu” adını vermekte bir beis görmemişti.

Ama kitapların çoğu daha önce basılmıştı ve şimdi o eski baskılardan elde kalmışlar dağıtılıyor ve okunuyordu.

Biraz da bu nedenle, -cil, -cıl eklerini kullanmak, “Doktorcu” olmanın alameti farikası gibi “doktorcu” politik grupların veya sektlerin kendine özgü diline, aidiyet belirten bir rozete dönüştü.

Bütün bu değişimler sonucunda Kıvılcımlı’nın mezar taşına yazılmış, aslı Kartacalı bir köleyken, sahibi senatör Terentius tarafından azad edilen, Latin şairi ve oyun yazarı Terentius’a (Terence) ait, Marks’ın çok sevdiği ve muhtemelen mezar taşına yazılmasına Kıvılcımlı’nın kendisinin de pek itiraz etmeyeceği “İnsanım, insancıl olan hiçbir şey bana yabancı kalamaz!” sözleri tamamen zıt bir anlam kazandı.

Trentius’un oyununda geçtiği bağlam veya Marks’ın ona yüklediği anlam ne olursa olsun, Kıvılcımlının bu “Tiryaki Sözü”ne yüklediği anlam, insanın tüm zaafları, aptallıkları ve kötülükleri de bana yabancı değildir biçimindedir.

Ama Kıvılcımlı’nın kendisine bunların da yabancı olmadığı çünkü kendisinin de insan olduğu anlamında kullandığı “insancıl” sözcüğü, bugün “insana ilişkin”, “insana özgü” değil, “insan sever”, “insana düşkün” anlamında kullanılmaktadır ya da bu anlama gelmektedir. “İnsancıl” sözcüğü bugünkü anlamı ve içeriğiyle, insanın zaaf ve kötülüklerini içermez. Hatta insana bunlarla zıtlık içinde sadece olumlu bir anlam yükler.

Doktor’un kullanımı ve yüklediği anlamla “insancıl”, bugünün anlamı ve kavrayışıyla insancıl değil, “hayvani” yanları “insancıl” olmayanları da içeren bir “insancıl”dır.

Bugünün kullanımı ve anlamıyla Kıvılcımlı’nın “insancıl” sözcügüne yüklediği, “İnsana ilişkin” anlamının kast edildiği yerde, “insana özgü” sözcüğü daha doğru kullanımdır ve normalde böyle kullanılmaktadır.

Birçok örnek ve eserlerinin tümünün ruhu göz önüne alındığında, Kıvılcımlı bu “insancıl” sıfatını bugünkü yaygınlaşmış ve genel kabul görmüş, “insan severlik” veya “insana düşkünlük” anlamında değil, olumsuzlukları, kötülükleri de içeren “insani durumlar”, “insana özgü şeyler” ve bu insani durumlara yabancı olmama, onları anlama anlamında kullanmıştı.

Zaten sözün gerçek derinliği ve zenginliği bu insani zaaflara, olumsuzluklara da sahiplenme vurgusundaydı.

Ama nasıl Allah’ın sözüne dokunulumaz ise, Kıvılcımlı’nın da “insancıl” sözü aynı şekilde kalmış, bu sözcük tamamen zıt anlamıyla Kıvılcımlı’nın mezar taşına kazınmış ve taşlaşmıştır.

Kıvılcımlı İnsanın zaaf ve hataları bana yabancı değildir, çünkü ben de bir insanım (yani aynı zaaflar ve hatalar bende de vardır, anlamında bu sözü kullanıyorken, mezar taşına “insanım çünkü insanlarla ilgiliyim, insanları seviyorum” gibi bir anlamla mezar taşına kazınıyor, nakşediliyordu.

Belli ki bir tek Allah’ın kulunun aklına “burada “insancıl” ile kastedilen “insana özgü” şeyler, yüzeysel bir insan severlik değil, “insancıl” yazmayalım, “insana özgü” yazalım” dememiş veya demeyi akıl edememiştir.

Haşa “Usta”nın sözlerine dokunulabilir mi?

Bugün o mezar taşındaki “insancıl” sözünü okuyanlar onu Kıvılcımlı’nın kastettiğinin tam zıddı anlamıyla kavramaktadırlar.

Kıvılcımlı’nın trajedisi budur. Hiç anlaşılmamak ve anlaşıldığında da yanlış ve tersinden anlaşılmak.

Bunu yine bu örneğimizde somut olarak görelim.

*

Kıvılcımlı’nın Marks’ı anlatırken bir bakıma ve aslında kendini anlattığı “Karl Marks’ın Özel Dünyası” adlı çalışmasında şunları yazar:

Homo sum…”

Marks’ın en sevdiği tiryaki sözü bu Latince mısradır. İnsancıl olan hiçbir şeyin Marks’a yabancı kalmadığı her davranışında okunur. Yerine ve adamına göre Marks, kimi kahredici bir bela, kimi gözyaşartıcı bir şefkattir.”

Yani “kahredici bir bela” olmak da “İnsancıl”lığa dahildir.

Bu anlam bu alıntıda seziliyor ama yeterince açık görmeyenler olabilir.

Bu anlam anılarında çok daha belirgindir.

“Kimseyi "kişi" olarak düşman bilmedim. Poliste en tabansızca provokasyona düşenleri bile horlamamaya çalıştım. "Herkes, anadan doğma işkenceye dayanıklı olamaz, ya!" diyordum. Tabandaki işçi arkadaşlardan başka herkesin içinde güç sakladığı hıncıyla karşılaştım. (Mihri Belli’nin “Konuşmayanlar konuşanları affeder ama konuşanlar konuşmayanları affetmez” sözünü hatırlayalım. D. K.) Buna yüz defa tanık oldum. Artık alışmam, "tabii görmem" gerekti. 101'inci kez, gene gözlerime inanamayarak şaştım. Devrimcilik inancımdan sonra en güçlü yanım şaşma kabiliyetim olmalı. Her yapılanı, aklım aşırıca olağan sayarken, duyularım "sürpriz" gibi karşıladı. Acı acı gülerek, düşünüyorum: Parti kayıkcağızında bunca safralar varken, bana mı bir yercik çok görülmüş?

         Ne "yercik!" M.B. (kastettiği Mihri Belli.  D.K.) ikide bir

         "- Bunlar Türkiye'de iktidara gelseler, ilk asacakları bizleriz." derdi. O nedenle dişlerini gıcırdata gicırdata "Bunlar"a karşı düşmanlığını sönmez bir kin olarak beslerdi. O genç. Cancağızı da taze olduğundan tatlı, besbelli. Hor görmedim. Ben yaşlı olmakla kalmadım, kanserlileştim de. Kan bir yıldır hiç durmadı. En çok 5 ile 10 yıl arası yaşarım. Çiçeğim burnumda sırım gibi Gençlik Başkanı iken de canımı herkesinkinden tatlı sayamadım. Onun için, yaşlandıkça hoşgörürlüğüm arttı. Marks'ın pek sevdiği: "Homo sum (insanım), insancıl olan hiçbir şey bana yabancı kalamaz."[i] deyimi içimde gittikçe derinleşti. Yılanın ısırması, akrebin sokması ne ise, insanların sınıflı toplum ortamında tepişmeleri ve ısırışmaları, sokmaları da o...(abç)

         "Niş'i akrep ne ez pey'i kin est"
         "Muktezâ'yi tabiateş in est."
         (Akrebin sokuşu kin beslediğinden değil, doğası gereğindendir)
.”

Bu uzun alıntıda çok açık görüleceği gibi “insancıl” sözcüğünde insancıllık yani insan severlik kast edilmemektedir, (Elbette ardında derin bir insancıllık ve bunun ifadesi olmasına rağmen ve tam da bu nedenle, yüzeysel ve yılışık bir insanseverlikten öte, tam da o derin insancıllığı, tüm eksik, zaaf ve kötülükleriyle daha derin bir insan severliği ifade edebilmek için) insani durumlar, insana özgü durumlar kast edilmektedir, “insancıl” sözüyle. “İnsancıl” ““yılanın ısırması, akrebin sokması”nın, bu “insana özgü” şeylerin kod adıdır.

İşte sorun buradadır, söylendiği bağlamdan verilen anlamdan bağımsızlaşıp tamamen zıt bir anlam kazanmıştır “insancıl” sözcüğü ve sadece bununla da kalmamış, bir özel dilin, bir sekte dahil olmanın bir sembolüne de dönüşmüşür.

Ve bu anlamıyla Kıvılcımlı’nın mezar taşına kazınmıştır.

Gerçeklik somuttur” diyen Kıvılcımlı’nın da sürekli vurguladığı bu Marksizm ilkesinin yerini, taşlaşmak ve taşa kazınmak, bir dogma, üstelik tamamen zıt anlam kazanmış bir dogma almıştır.

Yönteme ve öze dönersek, Kıvılcımlı zaaflarıyla ve kötülükleriyle de insana özgülüğü anlamayı kastederken, sadece derin bir insancıllığı dışa vurmamaktadır, aynı zamanda insanlara da kendisinin zaafları karşısında benzeri bir davranışı da önermiş olmaktadır, çünkü bunun örneğini sunmaktadır. Tam da bu noktada büyük bir devrimci ve teorisyen olduğu ortaya çıkar.

Bu nedenle kendisinin insanlardan esirgemediğini kendisiden esirgememek gerekir.

Yani Kıvılcımlı’nın da “insancıl”lığı = “insana özgü yanları”, zaafları, hataları bize yabancı olmamalıdır. Onun insanlardan esirgemediği ondan esirgenmemelidir.

*

Aslında Kıvılcımlı, kişiliği Osmanlı İmparatorluğunda şekillenmiş bir “Osmanlı aydını” olmasına rağmen, sonradan ortalığı kaplayan “Cumhuriyet çocuğu” köylü ve esnaf ruhlu ve kafalı, “doktorcu”ların çoğundan daha modern, açık fikirli, öğrenmeye açık, içten, neyse öyle bir insandı.

Bunu bir iki örnekle görelim.

Kıvılcımlı bizzat kendisi anılarında içtenlikle şöyle yazıyordu:

Yazmak için belirlendirilmişim. Yazmamak elimden gelmiyor. Gelmiyor mu? Burada da bir hayli "sosyal hayvan"ım. Pekâlâ sosyal açıdan, sansüre uğratılan herşeyi yazamıyorum. Hem ne çok şeyler var. Toplum onları bana yasak etmiş. Kalemim de oralı olmuyor. (abç) Yazsam ne çıkar? Kanser beni öteki dünyaya götürdükten sonra, neyime hangi suç ve ceza düşer? Hiç birisi. "Benim için" her şey biter. Derken, yazamıyorum her istediğimi. Demek bu bir ceza yahut korku sonucu değil; başlangıçta, toplumun bir saati kurarca beni kurması var. Artık ne etsem kurulduğundan başka türlü, ölsem işleyemiyorum. Gücüm yetmiyor başka türlü işlemeye. Kalanların beni anlayacaklarını, yadırgamayacaklarını umuyorum. Ne çıkar ummasam? Elimde değil.” (abç)

Kıvılcımlı’nın bu satırlarında yazamadıkları ve kastettikleri içinde muhakkak ki, Latife Fegan’a olan aşkı da önemli bir yer tutuyordur.

Ve Latfe Fegan’ın anıları muhakkak ki, Kıvılcımlı’nın o yazamadıklarının epey bir kısmını oluşturuyor olmalı.

Kim “her şeyi” yazabilir ki?

Kimse.

Hatta çoğu kez başkalarını korumuk için.

*

Kıvılcımlı bir Osmanlı aydını olmasına rağmen, yine de çevresindekilerden çok daha modern ve açık fikirli bir insandı.

Bunu yine anılarında anlattığı aşağıdaki olayda görebiliriz.  Kıvılcımlı ömrünün son günlerindedir. Makedonya’nın başkenti Üsküp’tedirler.

Anılarında A. diye geçen Ahmet Camuşçuoğlu’dur.

Kıvılcımlı yazıyor:

“Her seferinde, kapıdan onbeşlik bir şarapnel mermisi gibi girer girmez patlar:

- Valla, hocam, ben bu memlekette.. Tüüüü! Deli olacağım yani. Anlatsam, aklın almaz. Valla aklım almıyor. Bu ne bu, yahu! Tüüüüü!

Tümcedeki "Tü"lerin -ki pek sıktırlar- "ü"lerini ne denli çok uzatabilirlerse, "A", o denli inanılmaz insanı isyan ettirici şeyler gördüğünü anlatmış olur.

"A"yı, gözlerini aça, belirte en çok çileden çıkartan, ardarda beş on "Tüü!" salvosu ateş ettiren olay: Makedonya'da insanların "seks"i, kapı arkasında, tavan arasına gizleyecekleri, saklı, ayıp bir suç olarak işleyecekleri yerde, "Sokağa dökmeleri"dir.

- Valla, hocam, ben Paris'te böyle rezalet görmedim. Valla ben dayanamayacağım hocam. Tüüüü!.. Ben çok bozuluyorum bu işe!

"A" hükmünü vermiştir. Her kadın parayla satılıyor.

- Genç genç kızlar, be hocam. 14 yaşında, 15-18'ini geçmiyorlar. Geliyor yanlarına biri, hocam, alıyor kızı, hocam. Doğru lokantaya götürüyor be hocam... Hadi, canım. Kültür emperyalizmi iyice sarmış ortalığı. Amerikan filmleri. Her çocuğun elinde kovboy romanları. Hocam, insan çürür böyle! İnsansız sosyalizm nasıl kurulur hocam?

İlk geldiğimiz akşam, bavullarla köprüyü geçer geçmez, otel arayacağız. Ben de şaşırdım. Bütün caddeler tıklım tıklım. Yalnız yaya kaldırımlarda olsa, ne iyi. Arabalara geçecek yer kalmamış. İkişer, üçer, beşer (en çok beşer) kişilik gruplar. Yan yana, hatta üstüste yığılmışlar parkelere. Ne yapıyorlar? Hiç. Duruyorlar. Arasırabirbirlerine de bakıyorlarsa da, en çok kendi grupları içinde halvet olmuşlar. Susuşları bir konuşma, konuşmaları ayrı susuş.

Bekleşiyorlar. Neyi?

"A" sert sert söverce burnundan pıskırttı:

- Müşteri bekliyorlar, valla hocam!

Onları, ayaküstü birbirlerine kızlı erkekli sokulmuş ve uzaklaşmış, kaos içinde çekişip itişen atomlar gibi, ömründe ilk kez görürgörmez. "A" damgasını vurdu:

- Valla billa hocam, bunlar seks alışverişinde! Ben başka bir şey bilmem. Gören göz, kılavuz istemez.

- Fuhuş yasak, hocam. Her yerde seks alınıp satılıyor.

(…)

Onun bu tedirginliğini bir de kendi gözümle görüp anlamak istiyordum. Ama ayakta duracak halim yok. Ya su sökme sıkıştırırsa. Yolda kepaze olmak var. Bir kombinezon düşündüm. Akşam yemeğine inmeden büyük hacetimi (Makedonya'da çıkan Türkçe "Birlik" gazetesinde "Etkinliğimi") bitireceğim. Bahçede akşam zıkkımlanmamız kaç dakika sürer? En çok 1 saat. Uğrarım küçük hacet için lokantadaki yere. Köprüye dek gidip gelmesi ne sürecek?

Görürüm bir daha alıcı gözü ile şu bizim oğlanı çıldırtan açık hava seks pazarını. Dediğimi, zor kötek, yerine getirdim. Sen misin? Bir uçakta, çok yüksek uçulurken öyle olmuştum, bir de bu akşam. Bayılacağım. Bayılamıyorum. Yürüyorum. Can benden çıkmış, dört adım gerimden geliyor yahut önümden gidiyor. Nedir bu hal? Görmez olaydık seks pazarını. İlk akşamki denli mahşer kalabalık değillerdi.

- Bu saat dağılıyorlar, hocam!

Saat 9'da dağılıyorlarsa, demek bu bir gençlerin randevusuz genel buluşmaları. Yaşlı, benden başka tek insana rastlamadım aralarında. Orta yaşlı tek tük kişi bile acele geçip gidiyor. Gençler, dünyanın en aykırı bitnik kılıklarını birbirlerine sergiliyorlar. Birbirleriyle kolkola, bele, omuza el atmalar var. Öpüşmeye rastlamadık. Dönüşte, kimi yaya kaldırım üstü inşaat korkuluklarına sinmiş çiftler oluyor. Mahremce bir düğümü çözmeye çalışıyorlar. Düğüm belki ileride seks olacak. Oracıkta iki gencin birbirine çekinmeden sokuluşu, belki pazarlığı geçiyor. O sıra el ele değenini seçemedik. "A" bile bir ara, derince soludu:

- 14-15 yaşında çocuklar. Bunlarda para da yoktur ki birbirlerini satın alsınlar. En çok bir lokantada yemeğe götürsünler.

Ancak, bizim lokantada ben, belli profesyonel açık "konsomatris"lerden başka böyle gençlere hiç rastlamadım. Evelisi gün bir çifte rastlamıştık. Sülün gibiydiler. Şıklıkları imrenç. Çok güzel şeyler bu Makedon kerataları. İki abulâbut yağlı delikanlıyı masada saklanmış buldular. Gittiler. Olur. Pek aydınlanamadım. Muhakkak burada seks serbesliğin son kertesinde. İyi mi, kötü mü? Şimdilik seksi bir mesele olmaktan çıkarmışlar. Bizlerse, mesele olmayan seksi sevgi yerine koymamaya alışmışız.”

*

“Osmanlı aydını” Kıvılcımlı’nın gençlerin bir buluşma yeri, bir akşam piyasası gördüğü, onların flörtleşmelerini son derece normal, hatta güzel karşıladığı yerde, yanındaki “cumhuriyet çocuğu” Ahmet Camuşçuoğlu seks pazarı ve fahişeler, ahlaki bir çöküş görüyor.

Peki bu Kıvılcımlı’nın anılarında A. Diye sözünü ettiği Ahmet Camuşçuoğlu kim?

Ahmet Camuşçuoğlu, Kıvılcımlı öldüğünde Fuat Fegan ile birlikte yanındaki iki kişiden biridir.

Yaptıkları iş bölümü uyarınca, Fuat Fegan yurt dışında Kıvılcımlı’nın bıraktığı evrakları Türk polisinin vahşi yağmasınden kutarmak için, Latife Fegan’ın uzun uzun anlattığı gibi, çabalarken, Camuşçuoğlu Doktor’un kaçışına yardım etmiş ve ölümünde yanında bulunmuş olmanın manevi ağırlığıyla Türkiye’ye dönüp Doktorcuların başına geçip, Hidayet Kaya, İbrahim Seven, Şakir Dalar, Yalçın Yusufoğlu gibi bir “ekip”le birlikte, daha sonra TSİP ve TKP (B) veya (R) gibi partileri oluşturacak olanlardan biri, hatta birincisi olacaktır.

Bu kafa ve bu “ekip”, kendi tesadüfi varoluşlarını hiçbir şekilde doktorcuarın onayına sunma gereği duymadığı gibi, ellerindeki fiili güçle kimin ne olduğuna karar verip kendi benzererini bir araya toplayıp, kendilerine benzemeyenleri idari ve çok daha kötü yöntemlerle dışlamış ve tecrit etmişlerdir.

Örneğin kendilerinin politikasını eleştiren beni tecrit ve paralize edebilmek için Türkiye’nin belki de feminizmden önceki ilk ve tek feministi olan eşim hakkında da aynı kafayla iftiralar atmışlardı. (Bu dönemin ve bu kafanın yaptıklarının geniş bir anlatımını ve sonuçlarını şu kitabımda bulmak mümkündür: “TKP-B ve TSİP’in Tarih Öncesinin Tarihine Katkı Arkeolojik Bir Kazı[ii]) (Şu adresten indirilebilir: https://www.academia.edu/121695808/TS%C4%B0P_ve_TKP_B_nin_Tarih%C3%B6ncesinin_Tarihine_Katk%C4%B1_Arkeolojik_Bir_Kaz%C4%B1_ )

*

(Yazı buraya kadar gelmiş ve bazı işler nedeniyle bir ara vermek zorunda kalmıştım ki, kısa bir süre sonra, Latife Fegan’ın kitabını eleştiren Selahattin Okur ve Ahmet Kale’ye ait iki yazı peşpeşe çıktı. Daha doğrusu bazı tanıdıklarım belki yazılardan haberim yoktur diye bana yolladı. Gerçekten de yoktu.

Yazıların başlık ve tarihleri şöyleydi:

Selahattin Okur, “Latife Fegan Olayı”, 11.01.2021

Ahmet Kale, “Yazmasaydım Olmazdı” Üzerine - Gerçeklere Tutulan Ayna, 12.01.2021

Yazıları okuyunca içimden, “başlangıçta yazdıklarım bilmeden bunlara cevap olmuş.” diye düşünmüştüm.

Ama bu iki yazıyı eleştirsem bir türlü, eleştirmesem bir türlüydü.

Aslında eleştirmeye ve ele alınmaya bile değmeyecek bütünüyle Latife Fegan’a yönelik, ahlaki düzeyde ve iftira özelliği taşıyan yazılardı.

Özellikle Selahattin Okur’un yazısı, çok kötü bir dille, hakarete varan ifade ve imalarla yazılmıştı. Seviye yerlerde sürünüyordu.

Cevap vermeye değmezdi.

Ama “Latife Fegan’ın anılarına yönelik bu saldırılar, yazdığım ve eleştirdiğim esnaf ve köylü yaklaşımlarının somut bir örneğini sunuyor” demekle yetinmek de olmazdı.

Öte yandan, yazıların gerek içerik gerek biçimce yerlerde sürünüyor olması, onları tekrar, not almak için olsun, okumamı bile engelliyordu.

Bu nedenle, cevap versen bir türlü, vermesen bir türlü olduğundan ve bunlar hakkında yazmak içimden gelmediğinden, başladığım yazıya devam etmeyi erteleyip duruyordum.

Ertelemek için kendime gerekçeler de buluyordum. Örneğin “Biraz soğusun, başkaları da varsa benzer yaklaşımlarda, onlar da eteklerindeki taşları döksünler biraz daha bekleyeyim” diye düşünüyordum.

Ama kısa bir süre sonra, koronavirüs salgını başladı.

Globalleşme çağında salgınlar, vahşi hayvanların yaşam alanlarının iyice daralması ve bunun sonucu olarak, onların insanlarla yakın ilişkiye geçişin, tıpkı Neoloitik Devrim’de olduğu gibi, yepyeni virüs ve miropların insanlara sıçraması olasılığının artması, bunun yeryüzünün neredeyse bir köye dönüştüğü bir çağda olması, dolayısıyla pandemiler gibi konular zaten Kuş Gribi’nden beri dikkatimi çekiyor ve bu konularda okumalar yapıyordum.

Bu nedenle, Avrupa’da ve Türkiye’de herkes günlük politik gelişmelerle meşgulken, daha kimse uyanmadan ve konuyu önemsemeden, bu konuya yönelmenin ve bir sosyalist olarak insanları uyarmanın görevim olduğu sonucuna vardım.

Konuya ilişkin eski bir yazımı tekrar hatırlattığım ve bloğumda “Koronavirüs Salgını Vesilesiyle Globalleşme, Kapitalizm ve Ulusal Devletler” başlıklı yazımın tarihi 28.Ocak.2020[iii]. Dikkat edilsin, henüz “Pandemi” değil, “Salgın” sözü var. Pandemi bile kullanılır olmamış. Dünyü Sağlık Örgütü’nün Pandemi ilanı 11 Mart’tadır.

Bundan sonra neredeyse bir sene boyunca, yazdıklarımın merkezinde pandemi ve pandemi vesilesiyle, sosyalistlerin ne gibi geçişsel talepler, stratejiler, taktik ve örgütlenme biçimleri izlemesi gerektiği gibi konular vardır. (Aslında yazdıklarım ve videolarım, bu yepyeni olgu konusunda çok ilginç ve incelenmesi ve dersler çıkarılması, örnek alınması gereken bir örnek sunarlar.)

Ve neredeyse 2020 yılının tamamını Korona Pandemisiyle geçirdim sayılır.

Ben kaslarıyla sinirleriyle yazan bir insanım. “Demir tavında dövülür” dedikleri gibi, bir yazıyı o tavında olduğu sırada başka bir nedenle (bir hastalık, araya giren bir iş, başka bir yazının, konunun veya işin acil önemi vs.) yazamaz ve bitiremezsem, sonra kolay kolay dönüp devam edemem. Bu nedenle bilgisayarım başlanıp yarım kalmış, tavında dövülememiş veya son noktası vurulamamış yazılarla, doğamamış düşüklerle doludur.

Ve böylece Latife Fegan’ın kitabı üzerine başladığım yazı yarım kaldı, ayrıca sözünü ettiğim Okur ve Kale’nin yazıları da ek bir itici işlev görüyor beni konuya kendimi zorlayarak da olsa tekrar yönelmekten uzak tutuyordu.

Ayrıca epeyce zaman da geçmiş, konu gündemden düşmüştü. Yazsan kim okur, kim ilgilenirdi.

*

Korona salgını, benim için özel olarak aşırı bir tehlike oluşturuyordu. Hem yaşlılığım hem de kalbimdeki 11 stent, yüksek tansiyon, kanser vs. gibi daha bir yığın hastalık gibi nedenlerle, tam topun ağzında bulunan kategoridendim. Ölüm her an kapımı çalabilirdi. Bulaştığı takdirde yaşama şansım yoktu.

Ve yıllardır özellikle Ulus ve Din konularında yaptığımı düşündüğüm ve gelecekte sosyalist mücadele için programatik, stratejik, örgütsel ve taktiksel temelleri oluşturmaya yarıyacak çalışmalarımı olsun gider ayak yazmalı, beynimdekileri sağmaya çalışmalıydım.

Belki sonradan ilgi duyacaklara belli bir birikim bırakabilirdim.

O halde zamanımı ve enerjimi bu alana yöneltmeliydim. Selahattin Okur ve Ahmet Kale’nin yazdıklarını muhatap almamak daha doğru olabilirdi.

Karl Marks, kendisine iftiralar atan Vogt’a karşı, “Herr Vogt” diye en kıymetli zamanlarını ve enerjisini ayırarak koca bir kitap yazmıştı? Neye yaradı? Kitabı okuyan hatta çeviren mi vardı? Ben bile henüz okumamıştım. Sanırım Türkçe’ye de hala çevrilmedi.

Bu gibi düşüncelerle Latife Fegan’ın anıları hakkında yazmak, benim açımdan ikinci plana düştü. Uygun bir arada yazdığım kısmı tamamlar ve görevimi yerine getiririm diye düşünüyordum. Daha acil görevlerim vardı. Dolayısıyla yazacaklarım için okumalara ağırlık verdim. 2022 Yılının ilk yarısı neredeyse tamamen Marksizmin Yeniden İnşası’nın ilk kitabı olan Ulus ve ulusçuluk konusu aldı.

*

Bu arada yaklaşan seçimlerin sosyalistlere ve HDP’ye olağanüstü bir imkan sunduğunu görmüştüm. Sosyalistler veya HDP görevini bir bütün olarak muhalefetin hatalar yapmasını dolayısıyla yenilgisini engellemek olarak tanımlamalıydı. Çünkü sosyalistler veya HDP oylarını vs. arttırsa, büyük bir zafar kazansa bile, muhalefet yenilirse kendisi de yenilmiş olacaktı.

Bu bu durum aynı zamanda muazzam bir olanak sunuyordu. Muhalefetin yenilgisini engelleyecek öneri ve politikalar, sadece Muhalefetin yenilgisini engellemekle kalmaz, HDP’nin tecridini aşmayı da sağlar ve her şeye rağmen muhalefet yenilirse HDP ve sosyalistlerin yenilgiye ortak olmamalarını sağlardı.

Ama bu durum, soruna bambaşka bir bakış gerektiriyor, son derece esnek ve yenilgiye yol açacak politikalara karşı ön alıcı politikalar ve taktikler gerektiriyordu.

Bunları görebilecek ve yapabilecek pek kimse de görünmüyordu.

Bu olağanüstü olanağın değerlendirilebilmesi için, Marksizimn Yeniden İnşası’na yönelik bundan sonraki hayatımın projesini bile bir kenara bıraktım, bütün gücümle yaklaşan seçimlerde yenilgiyi engelleyeme yönelttim.

Bir etkim olmasa bile, bir devrimcinin ne kadar ve nasıl esnek taktikler uygulaması gerektiğinin örneğini sunarak hiç olmazsa bir deney, bir ders bırakabilirdim.

Böylece 2023 yılının yarısına kadar seçimlere yoğunlaştım.

Seçimlerden sonra ise, çeviri programlarındaki ilerlemeler ve onun önüme yepyeni kaynakları okuma görev ve olanağını çıkarması nedeniyle “Nerede Klamıştık?” başlıklı uzun yazımda belirttiğim gibi tekrar okuma ve yazma hazırlıklarına yöneldim.

*

Ama bu arada Lafife Fegan’ın, kendisini saldırılar karşısında savunmayıp yalnız bıraktığımı, kitabı hakkında yazmayacağımı düşündüğünü duydum.

Her şeyi bir yana bırakıp, son bir zorlama ile başladığım bu yazıyı bitirmeye karar verdim.

Ama tarihlere bakınca aradan dört yıl geçtiğini gördüm. Nasıl geçmiş diye bakıca yukarıda özetlediklerimle zamanın geçtiğini gördüm. Şoke oldum. Ben hala bir iki yıl geçti sanıyordum.

Şu an da o ilk başladığım zamanki konsantrasyonum ve hevesim yok.

Aklım, ölmeden Marksizmin Yeniden İnşası’nı hiç olmazsa ana başlıklarıyla yazmakta.

Ama Latife Fegan’ın anıları “Yazmasaydım Olmazdı” üzerine üzerine yazmasam da olmayacak. Yazmasını çok istemiş ve destek vermiştim. Yazmasam yanlış anlaşılacak.

Yazıyı içimden gelmeden, bir görev olarak tamamlayacağım. Sırf sözümü tutmuş olmak için. Aklım başka yerlerde ve mecburen ele alacağım Okur ve Kale’nin yazıları beni itiyor.

Bu nedenle bundan sonra yazım takır tukur olursa, bunu bir angarya gibi hissederek yazmama verin. (15 Haziran 2024 Cumartesi)

*

Evet bu “Ahlak Polisi”, esnaf kafalı, “mahallenin namus bekçisi” çizgi yok olmadı ve Latife Fegan’ın anıları, daha doğrusu kitaptakı “Kıvılcımlı’nın Aşkı” bölümü, bu eğilimin iyice görünür olmasına ve Latife Fegan ve kitabına saldırısına yol açtı.

Tipik iki örnek Selahattin Okur ve Ahmet Kale.

Bu yazıları kısaca alıp eleştirmesek olmayacak.

Önce Selahattin Okur’dan başlayalım.

Selahattin Okur’un “Latife Fegan Olayı” başlıklı yazısını PDF olarak basmıştım ve bu şekilde 32 sayfa tutuyordu. Neredeyse bir broşür veya küçük bir kitapçık boyutunda.

Ancak yazının tamamına isteyenin erişebilmesi için, bu yazıda linkini de vereyim diye arama yapınca yazıyı bulamadım.

Ama aynı yazıya bu sefer sanırım ilgisiz (“docplayer”) bir sitede ama farklı bir başlıkla, “Latife Fegan’ın ‘Latifeleri’” başlığıyla, rastladım.

Bu versiyonda, “Latife Fegan Olayı” yazının başlığı değil, “Birinci Bölüm”ün alt başlığı olarak görülüyor.  İkinci Bölüm de aynı adresteki PDF dosyasının içinde, onun alt başlığı “Yolun Sonu Hüsran” alt başlığını taşıyor.

Şu adresten ulaşılabilir: 

 https://docplayer.biz.tr/210990265-Latife-fegan-in-latifeleri-latife-fegan-in-latifeleri-1-bolum.html

Elim değmişken Selahattin Okur’un başka yazıları da var mı internette diye araştırma da yaptım.

Nasıl Geçti Anlamadım” başlıklı, anılarını derlediği kitabının, kitapçı linkleri vardı.

Bir tarihte Yusuf Küpeli ile yine Almanların “çamur savaşı” dedikleri türden bir tartışması olduğunu hatırlıyordum.

Latife Fegan’a saldırırken izlediği yol, yöntem ve stilin bir başka örneği olabilir diye aradım. Bulamadım.

Yusuf Küpeli ölünce belli ki, yanılmıyorsam Sinbat isimli, sitesi kapanmış. Ondan olsa gerek diye düşündüm.

Ancak Gün Zileli’nin sitesinde “Yusuf Küpeli/Geçmişteki Bazı Olaylar Üzerine (başlık tarafımdan konmuştur, G.Z.)” başlıklı yazıya rastladım.

Gün Zileli’nin şöyle bir notu vardı: “Yıllar sonra, Yusuf Küpeli’nin yazısının kendisinden izin alınmadan yayınlanmasından rahatsız olduğunu bir başka yazısından öğrendiğim için yazıyı kaldırıyorum.

Yazının altındaki yorumlar Küpeli’nin yazısının düzeyi hakkında bir fikir veriyordu.
Keza yine Gün Zileli’nin sitesinde, Selahattin Okur’un Yusuf Küpeli’ye yazdığı cevap vardı. “Selahattin Okur, Y. Küpeli’ye zorunlu cevap

Ancak Gün Zileli’nin başlığa ilişkin şöyle bir notu var:

Gün Zileli’nin notu: Selahattin Okur’un, bu sitede de daha önce yayımlanan Yusuf Küpeli’nin yazısına cevap niteliğindeki yazısını yayımlıyorum. Başlık tarafımdan gereksiz bulunarak değiştirilmiştir. Her iki yazıda da bir düzey düşüklüğü gördüğümü belirtmek zorundayım. (abç) Tarihi olayların daha soğukkanlı ele alınması, bireysel kızgınlıklardan arındırılması her bakımdan faydalı olurdu ama ne yazık ki, her iki yazıda da bu objektifliği ve soğukkanlılığı göremiyoruz. Selahattin Okur’un yazısının başlığında küçük bir oynama yapmamın nedeni, hiç değilse başlıklarda bir objektiflik sağlamaktır. Aynı şekilde, Küpeli’nin yazısının başlığını da kendim koymuştum.)

Okur’un bu yazısını altındaki yorumlarda, okurların önemli bir bölümü de düzeyin düşüklüğüne değiniyor.

*

Gelelim Selahattin Okur’un, Latife Fegan’ın anıları üzerine yazdığı “Latife Fegan’ın ‘Latifeleri’” başlıklı yazıya.

Önce birkaç noktaya açıklık getirmek gerekiyor.

Fikir mücadelelerinin çok basit bir kuralı vardır

Bırakalım bir devrimci, bir sosyalist olmayı bir yana, uygar bir insan, her şeyden önce, polemik yaptığı kişiye mesafeli ve saygılı bir dil tutturmalıdır.

Yani fikirlerini en sert biçimde eleştiribilir. Ama kişiliğine, karakterine karşı son derece saygılı davranmalıdır. Muhatabın kişiliğine yönelik aşağılayıcı, küçük görücü, hor görücü, alay edici ifadelerden kaçınmalıdır.

Belki hukukun bir ilkesi bu konuda iyi bir analoji sağlayabilir.

Hukukta, aksi şahitlerle ve olgularla kanıtlanmadıkça bağımsız ve tarafsız bir yargıyla karara bağlanmadıkça herkes masum ve söyledikleri doğru kabul edilir.

Söylenenlerin doğru olmadığına ilişkin bir iddia varsa, bu iddida bulunan (Savcı veya davacılar) iddialarını kanıtlamakla yükümlüdür.

Kanıtlayamazlar ise iftira atmaktan suçlu duruma düşerler.

Suçlanan kimse masumiyetini ve suçsuzluğunu kanıtlamakla yükümlü değildir. Kanıtlama Suçlayanın görevidir.

Hukukun bu ilkesi, olağan, politika dışı, insanlar arası ilişkinin de bir ilkesidir ve ilkesi olmalıdır.

Herkesi iyi niyetli, söylediklerini doğru kabul etmek gerekir.

Tersine bir iddia varsa, bunu iddiada bulunan kanıtlamak ve bu kanıtların geçerliliğinin, ortada bir yargı makamı olmadığından, en azından tarafsız insanlarca olsun kabul edilmesi gerekir.

Dolaysıyla bunun mantık sonucu olarak, tıpkı bir hüküm olmadığı sürece nasıl herkesi masum ve suçsuz kabul etmek ve buna uygun hitap etmek ve davranmak gerekirse, aynı şekilde, muhatabı saygın bir insan olarak kabul ederek hitap etmek ve davranmak gerekir.

Bunlar işin alfabesi.

Ama Selahattin Okur, Latife Fegan’a karşı böyle davranmıyor ve hitap etmiyor.

Fegan’la alay eden, aşağılamaya, rencide etmeye yönelik ifadeler (hitaplar) kullanıyor.

Delilleriyle görelim.

Selahattin Okur’un yazısında muhatabını 105 kez anıyor.

Adı ve soyadıyla Lateife Fegan olarak (19 Kez) anıyor.

Bundan başka “Latife Hanım” (30 Kez), “Latife Sultan” (14 Kez), “Latife hn.” (42 Kez) geçiyor.

Ama Selahattin Okur’un kullandığı ifedelerin en masumu sayılabilecek “Latife Hanım” bile, her Türkçe bilenin bildiği gibi, bir alay, aşağılama iması taşır. Tam da bu nedenle, “Hanım” veya “Bey” diye biten hitaplarda, bir yanlış anlamaya meydan vermemek için ismin önüne, “Sayın”, “Değerli” vs. gibi bir sıfat konur.

Ama S. Okur’un sonra kullandığı ifadeler kastın tamda bu olduğunu da kanıtlamaktadır.

Okur, “Latife Sultan” ve başka yerlerde de “Hanım” demeyi bile çok görüp “hn.” kısaltmasını koyuyor.

Halbuki bütün bunların yerine, “Latife Fegan” veya “Yazar” gibi mesafeli ve saygılı ifadeler de kullanabilirdi. Bunlar içeriğe ilişkin bir eleştirisi varsa, onu zayıflatmaz, aksine güçlendirirdi, az çok düzeyli bir eleştiri ve tartışmanın örneğini de sunmuş olabilirdi.

Yani Selahattin Okur’un, muhatabına hitaplarında bile bir “ihsası rey” vardır. Muhatabını baştan suçlu, güvenilmez, yalancı, saygılı bir hitaba değmez görmekte ve hitaplarıyla bunu ifade etmektedir.

Böylece, en sıradan hukukun, aki kanıtlanmadıkça herkes masumdur ilkesi gibi, insanlar arası ilişkilerde, aksi kaıtlanmadıkça herkes saygı değerdir ilkesini çiğnemektedir.

Ama sadece bu kadar mı?

Bir polemik veya eleştiri yazısında, karşı tarafın çelişkilerini veya tutarsızlıklarını göstermek için kişiliğine yönelmeden, güzel bir imge ile benzetmeler veya zeka pırıltısı taşıyan iğnelemeler, ironiler, kelime oyunları elbette yapılabilir. Bu gibi süslemeler yazıya bir lezzet katabilir.

Ama Selahattin Okur’un yaptıkları bu kategoriden değil. Görelim.

Selahattin Okur aklınca başlığında Latife Fegan’ın adının anlamını kullanarak polemiklerde görülebilecek türden bir “sanat” ya da gönderme yapmaya çalışmış: “Latife Fegan’ın “Latifeleri”” sözlerini yazısının başlığına koymuş.

Analiz edelim, bakalım ne yapmış?

Latife sözcüğü Türkçe’de mizah, şaka, hoş söz gibi anlamlara gelir.

Latife Fegan’ın kitabı şaka, mizah kitabı değil ve neredeyse kitapta böyle bir şey de yok. Sadece Kitapta değil, Selahattin Okur’un yazısında da şaka ya da mizah yok veya herhangi bir şaka ya da mizah ele alınmıyor. Latife Fegan’ın kitabı hakkında böyle bir iddiası da yok.

Kitapta espriler, şakalar vs., yani “latifeler” olsaydı, böyle bir başlık anlamlı olabilirdi.

Özetle Selahattin Okur, Kitabı tanımladığı “Latifeler” sözcüğü ve bu sözcüğün anlamı olan imge aracılığıyla, kitabı bir mizah, şaka kitabı olarak tanımlamış oluyor. Bu ise ne kitabın içeriğiyle ne de Selahattin Okur’un yazının içeriğiyle uygun.

Yani Salahattin Okur’un yaptığı anlamsız bir ses oyunu. Ses tekrarları (Aliterasyon) gibi bir özelliği var ama bunun da anlamla veya konuyla ilgisi yok. Ses tekrarları genelllikle sesler aracılığıyla bir imge yaratmaya yarar.

Tam da ne Fegan’ın ne de kendi yazısının şaka ve mizahla ilgisi olmadığından, başlık “latifeleri” sözcüğü ya da imgesi, nesnel olarak tıpkı hitapları gibi, karşı tarafla alay etme, aşağılama işlevi görüyor.

Yani başlıkta bir iğneleme, sanat, zekice bir benzetme de yok. Sadece alay ve aşağlama var.

Özetle, gerek başlık gerek Latife Fegan’ın adına eklenen sıfatlar (Hanım, Sultan, hn.) Selahattin Okur’un yazısının düzeyi ve yöntemi hakkında bir fikir verir kanımca.

*

Herşey bu kadar basit ve yüzeysel olsaydı yine de hoş görülebilirdi belki.

Çok daha derin ve kötü kokular var.

Hamlet’in dediği gibi “çürümüş bir şeyler var bu Danimarka Krallığında

Bir polemik veya eleştiride, her şeyden önce karşı tarafı iyi niyetli ve dürüt olarak ele almak gerekir. Onun tüm iyi niyetine ve dürüstlüğüne rağmen nesnel olarak yanlış olduğu gösterilmeye ve muhatap yanlışlarından kurtarılmaya, kazanılmaya çalışılır. Bu işin alfabesidir.

Ancak böyle bir yöntemle, kişilikler, niyetler ve ahlak değil, fikirler, teoriler, varsayımlar, uslamlamalar, tutumlar tartışılabilir ve ezilenlerin siyasi ve teorik eğitimine bir katkıda bulunulabilir.

Halbuki Selahattin Okur, Latife Fegan’ı, daha baştan yalancı olarak, dürüst olmamakla suçlamaktadır. Bütün yazıda Latife Fegan’ın böyle olduğuna yönelik hükümler veya imalar vardır.

Ve Latife Fegan’ı aksini kanıtlamaya, yani yalancı olmadığını kanıtlamaya çağırmaktadır.

Selahattin Okur’un en temel yanlışı, yazının dayandığı temel yanlış mantık budur.

Suçladığını, masumiyetini kanıtlamaya çağırmaktadır.

Halbuki, suç varsa suçu kanıtlamak, Latife Fegan’ın dediklerinin aksini kanıtlamak Selahattin Okur’un görevidir.

Ve kanıtlayamadığı takdirde iftiracı damgasını da yemeyi kabul etmeli sonuca katlanmalıdır.

Ortadaki hukuki bir dava olsa, iftiradan ceza görmeyi baştan kabul etmelidir.

Bunu ilerde çeşitli örneklerle görürüz. Ama bu temel yanlış iyi kavranmalıdır.

Ama Selahattin Okur, daha ilk paragrafta, karşı tarafı dürüst olmamakla, yalan söylemekle itham etmektedir. İlk paragrafı aktaralım:

Latife Hanım, elli yıl sonra anılarını yazmaya karar veriyor. Anılarını “ Yazmasaydım Olmazdı” adı altında yayımlıyor. Söylediğine göre kimsenin anılarını yazması konusunda bir talebi yokmuş ya da varmış ! (Ya da hem varmış hem yokmuş !) Ama Abdülkadir Bey’in (Vedat Türkali’nin) çok istediğini bu nedenle onun talebini geri çeviremediğini söylüyor. “Ona verilmiş sözüm olduğunu söyleyebilirim “diyor. Ve sonra “başka dostlara da...”.Yani umumi istek üzerine.. Daha sonra “verdiği sözleri” unutarak, kendi yazma arzusunun ağır bastığını söylüyor. ”Sonunda Karadeniz kıyılarından Stockholm’e varan ve Türkiye Sol Hareketi içinde bir dönem ve kuşağa tanıklık eden bir yaşamın söyleyebileceği şeyler olabileceği kanısına vardım” diyor. (S.11) Doğru gerekçe budur. Ona buna verilmiş sözler bu işin bahanesi… V. Türkali ve “başka dostlar” onu cesaretlendirmiş olabilir. Neyse ne... Sonuçta Latife Hn Tarihe tanıklık yapmak üzere sahneye çıkıyor. Geriye Tanığın doğru söyleyip söylememesi kalıyor! Buna da yazdıklarının, kanıtlara ve tanıklara dayanıp dayanmadığına bakarak karar vereceğiz. Tanık Doğruyu mu söylüyor yoksa “Yalancı Şahit mi !”. Göreceğiz...

Şimdi bu satırları analiz edelim.

Anılar Selahattin Okura’a göre hangi gerekçeyle yazılmış?

Kendisi şöyle yazıyor:

”Sonunda Karadeniz kıyılarından Stockholm’e varan ve Türkiye Sol Hareketi içinde bir dönem ve kuşağa tanıklık eden bir yaşamın söyleyebileceği şeyler olabileceği kanısına vardım” diyor. (S.11) Doğru gerekçe budur. Ona buna verilmiş sözler bu işin bahanesi…”

Peki Selahattin Oktur, hangi gerekçeleri doğru değil, dolayısıyla yalan olarak tanımlıyor?

Latife Fegan’ın “Vedat Türkali” ve “Başka dostlara” da sözünün olması, bahaneymiş

Bu, “Söz vermek” ve “Tanıklık” gerekçelerinin birbiriyle çelişmeyeceği, hepsinin geçerli olabileceği de mümkündür ve bir suç oluşturmaz ama Selahattin okur bunları birbirine karşı ve birbirini çürüten gerekçeler gibi alıyor. Böyle ele alarak, daha ilk paragrafta “verilen sözlerin” “bahane” olduğunu, gerçek gerekçenin bir dönem ve kuşağa “tanıklık etmek” olduğunu söylüyor.

Ama bunu da sanki bir suçmuş gibi koyuyor. Diğerleri bahane diyor.

Sonra da tarihe “tanıklık” yapmayı gerçek gerekçe olarak aldıktan sonra şunları yazıyor:

“Neyse ne... Sonuçta Latife Hn Tarihe tanıklık yapmak üzere sahneye çıkıyor. Geriye Tanığın doğru söyleyip söylememesi kalıyor! Buna da yazdıklarının, kanıtlara ve tanıklara dayanıp dayanmadığına bakarak karar vereceğiz. Tanık Doğruyu mu söylüyor yoksa “Yalancı Şahit mi !”. Göreceğiz...

Burada

 Tarihe tanıklık yapmaktan söz etmenin hemen hemen her anı kitabı ile ilgili olarak söylenebileceği, bunun bir suç gibi ele almanın yanlışlığı veya saçmalığına girmeyelim bile.

Şimdi bakalım burada ne oluyor?

Selahattin Okur kendisi hem Hakim hem de Savcı olarak kürsüye çıkıyor ve Latife Fegan’ı sanık sandalyesine oturtuyor.  Ve sanığa söylediklerinin doğru olduğunu “tanık” ve “şahit”lerle kanıtlaması gerektiğini öylüyor.

Yani yalan söylemediğini, suçlu olmadığını kanıtla diyor. “Yazdıklarının doğruluğunu tanıklar ve kanıtlarla kanıtla” diyor.

Bu kanıtları aslında bir savcı olarak kendisinin getirmesi gerekirken, masumiyetini kanıtla demiş oluyor.

Öte yandan sadece savcı değil, aynı zamanda bir yargıç olarak, suçsuzluğunun kanıtların sun bakalım, ona göre karar vereceğiz diyor.

Yani savcı olarak da yargıç olarak da yalancılıkla suçladığını, yalan söylemediğini kanıtlamaya çağırıyor.

Eğer ortada bir suçlama var ise, yani yalancılık. İddia makamının iddiasını kanıtlaması gerekir, sanık sandalyesine oturtuların masumiyetini kanıtlaması değil.

Bu en basit hukuk kuralıdır.

Ama bu noktada, kendisi iftira atmış olmaktadır, karşı tarafın dedikerini doğru kabul etmeyerek. Çünkü kendisi bir kanıt getiremez ve getirmemektedir.

Selahattin Okur’un aslında iftira attığını, benim şahitliğim bile gösterir.

Çünkü daha bu yazının başlığında anlattığım gibi, Latife Fegan’ın o söz verdiği “başka dostlar”ından biri de muhtemelen benim.

Ve ben bir başka dostlardan biri olarak, yazacağına söz verdiğini, benim, anıların, özellikle de “Kıvılcımlı’nın Aşkı” bölümünde anlatılanları yazması yönünde telkinlerde bulunduğumu burada ifade ediyorum.

Öte yandan ben bizzat kendim, Lafife Fegan’ın yıllar önce yine bu anıları yazmak söz konusu olduğunda, Vedat Tükali’nin “Yazabilecak misin?” dediğini söylediğini de biliyorum ve bunun şahidiyim.

Yani Latife Fegan’ın yazdıklarının doğruluğnu kanıtlamak gibi bir görevi olmamasına rağmen, dediklerinin doğruluğu benim şahitliğimle kanıtlanmıştır.

Peki bunların yalan olduğunu, bahane olduğnu söyleyen Selahattin Okur, kanıtsız, şahitsiz olarak, Latife Fegan’ın gerçek nedeni gizleyip bahaneler uydurduğunu  söyleyerek bizzat kendisi ne yepmış olmaktadır?

Buna itibar suikastı veya iftira denir.

Gerçeği söyleyen Latife Fegan’dır. Onun gerekçesini gerçek değil, diye suçlayan Selanattin Okur’un yaptığı, iftira atmaktır, çünkü delil ve şahit olmadan gerçeği tahrif etmekle suçlamaktadır.

*

Dahası da var. Kendi iddiasını kendisi çürütmektedir.

Bu paragrafta, anıları yazmanın gerçek nedenin verilmiş sözler değil, bir döneme tanıklık vs. olduğunu, verilmiş sözlerin bahane olduğunu söylerken, bir sonraki paragrafta ve sonrasında tam tersini iddia etmektedir. Yani kendi iddiasını bizzat kendisi çürütmektedir.

Görelim:
Okuyanlar görecektir, Latife Hanımın 60’lar Türkiye’sine dair yazdıkları içinde ilginç bir şey yok. ”Doktor’un Aşkı” hariç. O da zaten bunu ifşa etmek için yazıyor anılarını! Bunun dışında söyleyecek çok fazla bir şeyi yok. O döneme ait o kadar çok şeyler yazıldı çizildi ki…(!) Ama özel olarak Kıvılcımlı ile ilgili olarak söyleyeceklerini merak edenler çıkabilir! Onlara da bir şey diyemeyiz. Yazdıkları için, “Kıvılcımlı Çevresine ilgi duyan kişiler için, gerçekten çok merak edilen bazı olayların gün ışığına çıkmasına yardımcı olabilir ” diyor. (S.11) Asıl burası önemli... 60’lar Türkiye’si bu işin hikayesi. Nedir bu “merak edilen olaylar?” “Kıvılcımlı çevresine ilgi duyan kişiler için hem ilginç olacak (!) hem de merak edilecek!’ Bunları ileride göreceğiz. Ama bunların en başında “Kıvılcımlı’nın Latife Hanım’a olan Aşkı” geliyor. Önce “Kıvılcımlı’nın Aşkı” diye başlayacak, giderek “bu aşk ”, “Kıvılcımlı’nın Tacizine”,” Trajedisine “ dönüşecek. En sonunda da “Kıvılcımlı’nın Latife Hanım’dan, dolayısıyla Fuat Bey’den Özür dilemesi ile Son bulacak”… Bunları ilerde ele alacağız...

Şimdi burada, bir önceki paragrafın tersine, gerçek yazma gerekçesinin “bir döneme şahitlik” olmadığnı, “Doktorun Aşkı” nı anlatmak olduğunu iddia ediyor.

Yani Latife Fegan’ın Vedat Türkali’ye ve Dostlara verilmiş sözler dediği şeyin doğru ve gerçek neden olduğunu kabul edip birinci paragrafın sonundaki çıkarsamasının tam aksi bir hüküm veriyor.

Ve tabii bunu kanıtlamak için bir çabaya da girmiyor. Böyle olmadığını yine Latife Fegan’ın kanıtlamasını istiyor zımnen.

Ama burada da yine, kanıtlamadığı ve kanıtlayamayacağı bir hüküm vererek, iftira atmış oluyor nesnel olarak.

*

Ama daha komiği şu: kanunsuz suç olmaz.

Ortada sadece suç değil, ayıp ya da yanlış olacak bir şey yoktur.

Yani Kıvılcımlı’ın Latife Fegan’a aşık olması ve Latife Fegan’ın bunu anlatması ne bir suçtur, ne bir ayıptır, ne de yanlıştır.

Okur’un yanlışının ne olduğunun daha iyi kavranması için şöyle bir örnek açıcı olabilir.

Uygar bir ülkede veya kentte, sevgililer yollarda öpüşür, koklaşır, birbirlerine sarılırlar. Uygar insanlar da buna bakmazlar bile, hatta tesadüfen bakışları veya yolları bu olaya doğru ise rahatsızlık vermemek için kafalarını çevirirler veya yollarını değiştirirler.

Türkiye’de ise, kanunen suç olmamakla birlikte, birbirine sarılan çiftlere polis veya bekçiler (ve de Okur ve Kale gibi hakımız) suçlu muamelesi çekerler, feodal kafalı mahallenin namusuna düşkün sivil ahlak zabıtaları onları “değerlerimize aykırı” davrandıkları için suçlu ilan edip dövmeye ve linç etmeye veya en azından hakaret etmeye kalkarlar.

Selahattin Okur’un yaptığı da bunlardan farksızdır.

Ortada uygar insanların üzerinde durmayacağı, hatta başını çevirerek rahatsız etmekten çekineceği türden bir olay vardır, Selahattin Okur ise Türk devletinin ahlak zabıtası polisi ya da bekçisi veya mahallenin namusuna düşkün “sivil” namus bekçisi kafasıyla ortada bir suç varmışçasına dövmeye, linç etmeye, hakaret etmeye kalkıyor.

Tam da bu yaptıklarıyla aslında hem suç işliyor hem ayıp ediyor, hem de yanlış yapıyor.

Ama sosyolojik olarak, nesnel olarak, bir esnaf kafasını, dogmatik bir şarklı kafayı ortaya koyuyor.

Doktor’un ölürken notlarında eleştirdiği, Ahmet Camuşçu’nun anlayışı, hortluyor ve Selahattin Okur’un şahsında bu sefer Makedon kız ve oğlanları değil, Latife Fegan’ı suçlu ilan ediyor.

*

Hiç uzağa gitmeye gerek yok ortada ne suç ne ayıp ne de yanlış bir olay olmadığına ilişkin olarak.

Anılar hakkında yazan İsmail Beşikçi ve Gün Zileli’nin yazdıklarına ve onların olayı nasıl gördüklerine bakalım.

Gün Zileli şunları yazıyor:
Latife Fegan'ın, Doktor Kıvılcımlı'nın kendisine olan karşılıksız aşkını hatıratında açıklama yürekliliğini göstermesinin, Kıvılcımlı çevreden çoğu kişi başta olmak üzere, Türkiye sol çevrelerinin tutucu ve ahlakçı tepkisiyle karşılaşacağını tahmin etmek zor değildir. Oysa Latife Fegan, bu olayı sakınımsızca açıklayarak ve Kıvılcımlı gibi, ömrünü sosyalist mücadeleye adamış bir insanın da, yaşına, konumuna rağmen umutsuz bir aşka kapılabileceğini göstererek, sadece teorik kitap ve metinleriyle tanıdığımız Kıvılcımh'yı "tanrılar katından" alıp insanların arasına katmıştır. Liderleri tanrılaştırmaya pek meraklı Türkiye solunun hâkim eğilimi açısından affedilemeyecek bir suç!

Yani ortada son derece insani ve normal bir durum var diyor. Ve bunu Türkiye’deki esnaf kafalı ahlak zabıtası yaklaşımlarına karşı bir örnek olarak da beğeniyor.

İsmail Beşikçi ne diyor?

Hikmet Kıvılcımlı’nın Aşk …

1968 yılı başlarında bir gün, Hikmet Kıvılcımlı, Latife Fegan’a ‘seni seviyorum çocuğum. Nihayet içimde biriktirdiğim duygularımı açıkladım…’ diyerek aşkını ilan ediyor. Latife Fegan çok şaşırıyor. Ne diyeceğini bilmiyor. Hikmet Kıvılcımlı ısrar edince, bunun mümkün olmadığını, evli olduğunu, kendisine çok saygı duyduğunu, ilişkilerinin, baba-kız ilişkisi gibi devam etmesi gerektiğini söylüyor. Latife Fegan, akşam bu durumu hemen Fuad Fegan’a anlatıyor. Feganlar, bundan sonra da, Hikmet Kıvılcımlı’yla ilişkilerini sürdürüyorlar. Baba-kız, baba oğul gibi, ilişkiler Kıvılcımlı vefat edene kadar sürüyor. Aşk olayını da insanlık hallerinden biri olarak anlamak gerekir.

Bu olay, Hikmet Kıvılcımlı gibi yaşı oldukça ilerlemiş, hayatı hep mücadele içinde geçmiş, hayatının her dakikasını devrimci mücadele için harcamış, zindanlarda ömür geçirmiş, üstelik evli bir kişinin de, aşık olabileceğini, aşkını ilan edebileceğini göstermesi bakımından dikkate değer. Bu olayda Fuad Fegan’ın tepkisi, genel olarak Türk erkeğinin göstereceği bir tepki değildir. Gün Zileli’nin de belirttiği gibi, Türk erkeğinin, bu konulardaki tepkisi daha agresiftir. Fuad Fegan’ın, Kıbrıs’daki AKEL saflarında (Emekçi Halkın İlerici Partisi) yetişmiş, sosyalist düşünceyi ve eylemi bu süreçte benimsemiş bir kişi olması, olgun davranışında, baba-oğul ilişkilerinin sürdürüyor olmasında etkili olmuş görülebilir.

Latife Fegan’ın bu olayı açıklaması da dikkate değer bir gelişmedir. Bu gelişme, kanımca, Türk kadınlarının, bu tür olaylarla ilgili davranışlarına uygun bir tutum değildir. Türk kadınları, bu tür gelişmeleri genel olarak gizli tutmaya çalışırlar. Latife Fegan’ın davranışının açık yürekli, cesur bir tutum olduğu açıktır. Bu da, kanımca demokratik değerleri hazmetmekle yakından ilişkilidir.

Yani “Aşk olayını da insanlık hallerinden biri olarak anlamak gerekir.” Diyor. Yani tam da Doktor gibi yaklaşıyor. Ayrıca hem Fuat Fegan’ın davranışını, hem de Latife Fegan’ın bunu anlatabilmesini takdir ediyor.

İşte olağan, normal bir insan tavrı bu olabilir ancak.

Latife Fegan’ı yalancılık ve Provakasyon yapmakla suçlamak değil.

Sanırım Selahattin Okur’un (ve Kale’nin) dayandığı yöntemin yanlışlığı, saçmalığı, iftiraları ve saygısızlığı, çelişkileri hakkında bu kadar yeter.

Yoksa bütün yazıyı cümle cümle, sözcük sözcük, paragraf paragraf ele alarak çelişkilerini, çıkarsamalarının yanlışlıkları vs. göstermek mümkün.

Ama bize de yazık, okuyucuya da.

Ama bu bölüme son vermeden önce Selahattin Okur’un kullandığı yöntemin nasıl saçma ve yanlış ve de çok tehlikeli olduğun göstermek için, bunu etinde hissetmesi için bir örnek vereyim.

Selahattin Okur, Kıvılcımlı ile yakın ilişki kurmaya çalışan biriydi. Fuat ve Latife Fegan’ın Kıvılcımlı’ya daha yakın olmalarını, onun çalışmalarına daha büyük katkı yapmalarını hazmedememiş, onları kıskanmış ve bu kıskançlıklarını içinde biriktirerek şimdi Latife Fegan’ın kitabını bahane ederik Latife ve Fuat Fegan’a saldırmaktadır. Ayrıca kariyerist bir yapısı vardır. Bu nedenlerle sayfa sayfa iftiralar atmaktadır.

Haydi, Selahattin Okur, böyle bir iddianın tersini kanıtlasın bakalım.

Böyle olmadığını, masum olduğunu kanıtlama yönündeki her çabası, kendisinin hakkında daha çok soru işaretleri ortaya çıkarır ve işin aslını bilmeyenlerin “ateş olmayan yerden duman çıkmaz” demelerine yol açar.

Elbette benim böyle bir iddiam yoktur. Burada Okur’un yaptığının ne kadar yanlış olduğunu, etinde hissetmesi için, kendisinin kullandığı silahın sivri ucunu biraz kendisinin etine dokunduruyorum.

Eğer böyle bir iddiam varsa, bunu olgularla, maddi delillerle ve şahitlerle kanıtlamam bana düşer ve kanıtlayamazsam da bir iftiracı durumuna düşmüş olurum. Selahattin Okur gibi.

Herkesi masum insanların söylediklerini doğru kabul etmek gerekir aksi kanıtlanıncaya kadar. Ebet bir insanın doğru söylemediğini aklınızdan geçirebilirsiniz. Ama bunu ifade edemez ve davranış ve sözlerinize yansıtamazsınız kanıtlanıncaya kadar.

Selahhitin Okur’un daha ilk birkaç parafrafta yazdıkları ve yöntemi üzerine kanımca bu kadar yeter.

*

Selahattin Okur’un Latife Fegan’ın anılarına ve Latife Fegan’ın kişiliğine böylesine saldırmasının gerekçesi ne?

1)    Latife Fegan, yazarken zarar verir miyim diye dikkat etmiyor. (“yazarken yazdıklarına biraz dikkat ederdi, onlara zarar verir miyim diye.”)

Şimdi bu önermenin dayandığı varsayımlara bakalım.

Birincisi, Okur’un gerçek ile ilişkisi baştan aşağı anti marksist.

Marksistler “Gerçek Devrimcidir” derler.

Marks da bu önermenin mantık sonucuna kadar giderek, “bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşan alçaktır” der.

Bilimin ham maddesi de olgulardır. Yani olayları, olguları olduğu gibi ele almak her türlü bilimsel ve dolayısıyla gerçeği bulmaya yönelik çabanın başı, alfabesidir.

Şimdi Selahattin Okur ise, anlatılanlar gerçek olsa bile, doktorculara zarar verir mi diye bakıp öyle yazmak, yani gerçeği tahrif etmek gizlemek gerekir icabında diyor ve demiş oluyor.

Yani marksizmin en temel önermelerini bir yana atıyor. Bilime bilim dışı kaygılarla yaklaşmak, dolayısıyla bilimin ham maddesi olan olayları gereğinde gizlemek ve söz etmemek normaldir ve yapılması gereken bir iştir demiş oluyor.

Bu ne genel olarak Marksizmle ne de Doktor’un bıkmadan, tekrar ettikleri ile ilgisiz hatta ona karşı bir ttumdur.

2)    Ama Okur’un birincisi kadar yanlış ikinci varsayımı, Fegan’ın anlattıklarının doktorculara zarar vereceği ön kabulüdür.

Bu kabul de Marksizmle ilgisizdir. Bir Marksist aksine, Fegan’ın anlattıklarını, en örnek Marksistlerin bile, herkes gibi bir insan olduğunu, Kıvılcımlı’nın da eserlerinde hep bunu vurguladığını, kimseyi tabulaştırmaak, taşlaştırmamak gerektiğini anlatabilmek için gayet güzel bir olanaktır. Bundan dolayı gidecekler varsa da gitsinler denir. Çünkü Marksizmi veya sosyalizmi köylü veya esnaflara anlatmak onları marksist yapmaz, marksizmi köylü veya esnef marksizmi yapar, yani marksizm olmaktan çıkarır.

Ama böyle bir reaksiyon vermemesi, bizzat Selahattin Okur’un köylü ve Esnaf marksizminin somut bir örneğin olduğunu gösterir.

Devam edelim bakalam Selahattin Okur’un diğer gizli ve açık varsayımlarını görmeye ve Latife Fegan’a niçin böylesine saldırdığının ardındaki kabul ve çkarsamalara bakalım.

Somuta gelirsek; bugün Türkiye’de Kıvılcımlı’nın Yolunda giden bunu açıkça ifade eden (aralarında yorum farkı olabilir) İki yasal parti ve onlar kadar kuvvetli çevreler var. Bu partilerden birincisi: Halkın Kurtuluşu Partisi son seçimde 96 000 oy aldı. İkincisi Toplumsal Özgürlük Partisi. Üçüncüsü SODAP çevresi, gücü onlardan aşağı değil. Diğerlerini saymıyorum. Şu an Türkiye de 50 yıldan sonra yeşeren, gürleşen bir Kıvılcımlı Hareketi var. Her taraftan pıtrak gibi çıkıyor. Kıvılcımlı’nın tezlerine karşı müthiş bir ilgi var. İslamcı çevrelerde bile Kıvılcımlı’ya karşı bir yöneliş var. Tam da bu zamanda Latife Hanım çıkıyor, bu harekete “ilgi duyan” kişilere, “merak edilen”, “ilgi uyandıracak” bir hikaye anlatıyor: ’’Kıvılcımlı’nın Aşkı”..

Latife Hanım; Bugün Kıvılcımlı’ya ilgi duyan kişilere, ”Bakın sizin ilgi duyduğunuz Doktor, dün neler yaptı? “O bir tacizci, arkadaşının karısına sarkıntılık yaptı” demek istiyor? Dr’u merak eden, ona ilgi duyan kişilerin Doktorcu Harekete olan ilgisini ve merakını önlemeye çalışıyor. Bunun sosyalist literatürdeki adı Provakasyondur !

Önerme önerme gidelim:

1)    Kıvılcımlının görüşlerine büyük ilgi var. Herkes ona yöneliyor.

2)    Latife Fegan Bu anılarıyla bakın kıvılcımlı böyle şeyler yaptı diyor

3)    Böylece onların ilgi ve yönelimini engellemeye çalışıyor.

4)    O halde yaptığı provakasyondur.

*

Birincisi, Kıvılcımlı’nınyolunda gitmek ne demektir?

Kıvılcımlı’nın tezlerini ve fikirlerini ezberlemek, tekrarlamak değildir.

Onları yaratıcı bir biçimde geliştirmek ve uygulamaktır.

Ve bunu yaparken onun devrimci özünü tahrifat ve revize etmeye karşı korumak demektir.

Kimseye kendisi “Kıvılcımlıcı” olduğunu iddia attiği için Kıvılcımlı’nın izinden gidiyor denemez. Bu onların kendileri hakkındaki iddialarıdır. Somut tavırlar içinde böyle olup olmadığına bakmak gerekir.

Halbuki, Selahattin Okur, iddiaları gerçekmiş gibi kabul ediyor. Bunların farklarını “yorum farkı”na indirgiyor.

Ama Marksizmin bize, “Yorum Farkı” denenlerin ardında daha derin toplumsal ve sınıfsal farklar olduğunu bu yorum faklarının onların bir ifadesi ve yansıması olduğunu gösterir.

Selanhattin Okur, bu farkı yokmuş gibi kabul ederek, birbirinden tamamen farklı “doktorcu” çevre ve örgütleri sayarak, “Doktorcu” hareketin büyüdüğü, pıtrak gibi çıktığı sonucunu çıkarıyor.

Birincisi, bunu doğru kabul etsek bile, devrimci bir kabarışın, bir kitle hareketinin yükselişinin var olmadığı bir dönemde, Doktor’a gösterilen ilgi gerçek olsa bile bu hiç de devrimci bir eğilimin göstergesi olmayabilir. Aksine Türkiye’de Genelkurmay, bilinçli bir politikayla, devrimci öndelerin içini boşaltarak, onları devletçi ve milliyetçi politikasının araçlarına dönüştürmek için ciddi bir çaba harcamaktadır. Maalesef Kıvılcımlı da Deniz Gezmiş ve diğer başka devrimciler gibi Genelkurmayın bu politikalarının bir aracına dönüştürülmüştür.

Bunun en tipik örneği, Selahattin Okur’un 96.000 oy aldığın övgüyle belirttiği Halkın Kurtuluşu Partisi’dir.

Bu parti neredeyse yarı faşist bir çizgi izlemektedir. Kıvılcımlı’nın devrimci yöntemini ve programını terk etmiş. Türk devletinin yanında yer almış ulusalcılıkta MHP ve Aydınlık ile yarışan bir partidir.

Ben bizzit Türkiye’de her sene zaten birkaç yüz kişiyle yapılan Taksim’deki 24 Nisan anmalarına karşı, İstihbarat servislerinin yönlendirmesiyle anmaları provake etmek ve engellemek için gönderilen faşistlerin yanında her zaman bu HKP’lilerin de olduğunu görmüşümdür. Hatta birkaç defa, faşistlerin, bu HKP’lilerin provakasyon ve engelleme görevini, kendilerinden daha iyi yaptığını görünce seslerini kesmişlar ve topu HKP’lilere atmışlardır.

Gerçek Marksist ve Devrimci olmaya çalışan bir Doktorcu için bu partinin Doktor’un adını ve resmini bayrak yapması, övünülecek değil, utanılacak bir durumdur ve her vesileyle Doktor’un bu partiyle ilişkisinin olmadığı ve olamayacağı gösterilmelidir.

Diğerlerine gelinci, bunların da bütün küçük örgütler gibi, büyük Kürt hareketinin ortaya çıkardığı nişte yaşayan bürokratlaşmış, aslında Kıvılcımlı ve Devrimci Marksizmle ilgisiz, kendi varlığı kendi başına bir amaç olmuş yapılar olduğu çok açıktır.

Yani Kıvılcımlı’ya bir yöneliş olmadığı gibi, varsa bile bu devrimci bir yöneliş değildir.

İslamcıarın yönelişi de, son duruşmada, Kıvılcımlı gibi bir marksist aracılığıyla kendilerinin İslama dayanmasının doğruluğunun bir teyidini görmeleridir. Yoksa hiç birisinin, İslamcılığı bırakıp, marksizme yöneldiği görülmemiştir.

Yani kabarış varsa devrimci değildir.

Eğer bir kabarış var ve bu gerçekten devrimci ise, Fegan’ın anıları, bu devrimci kabarış ile gelenlerin politik ve teorik eğitimi için hoş gelmiş, sefa gelmiş bir olanaktır. Kimseyi tanrılaştırmamak gerektiini, her devrimcinin programatik, teorik olarakne olursa olsun, hatta mücadelede ne gibi fedakarlıklar ve örnek dravranışlar yapmış ve yapıyor olursa olsun, önü sonu “hatalar ve unutkanlıklar karşmaşası bir insan” olduğunu konu etmek için gerçek bir olanaktır.

*

Selahattin Okur’un her önermesi, her sözü yanlış.

Bunları sadce alt alta yazmak bile yeter:

Latife Hanım’ın bu iddia ve ithamlarını, 50 yıl sonra burjuva dünyasının önüne dökmekten amacı ne olabilir? Bize kalırsa kadın, Ünlü olmak istiyor! Yıllarca Dr’un eserlerini kaçırma ve saklama üzerinden doktor ticareti yaptı, o bitti. Şimdi de “Doktor’un Aşkı’ üzerinden gün­dem olmak istiyor.

Latife Hanım, ‘nasıl olsa canlı tanık yok! Ben iddia ve ithamlarda bulunayım, isteyen inansın, istemeyen inanmasın! ‘, ‘Çamur at izi kalsın.’ demek istiyor.

Bize göre Latife Hanım’ın anılarını yazmasının temel sebebi, Kıvılcımlı’nın güya kendisine olan aşkını duyurmak. Böylesine temel­siz, çelişkili, iddia ve ithamlarda bulunarak dikkatleri üzerine çekmek ve ünlü ol­mak

Böyle daha niceleri var.

İşin kötüsü, buraya aktaramayacağım yerlerde sürünen imalar da var.

*

Bütün bunları yazan için örneğin şöyle denebilir:

Sultan Selahhittin, Latife Fegan’a böyle saldırarak ve ağıza alınayacak ithamlarda bulunarak, Türk devletine, iyi saatte olsunlara ve Genelkurmaya, onların desteklediği esnaf kafalı, ahlak zabıtası bir sosyalizm anlayışıyla selam çakıyor onlar nezdinde prim yapmak istiyor.

Kendisinin mantığıyla ve yöntemiyle, kendisine karşı söylenebilecekler bböyle şeyler olabilir örneğin.

Bunların öyle olmadığın kanıtlamak onun payına düşer.

Başkalarından beklediğini kendisi yapsın bakalım.

Bu kadarı yeter sanırım.

Yazdıkları Selahattin Okur’un içinin aynası denebilir.

“Kişiyi nasıl bilirsin kendin gibi” derler.

Öyle görünüyor ki, Okur’un Latife Fegan için söyledikleri  kendisini tanımlıyor.

Bundan ötesini yazmak içimden gelmiyor.

Okur’un, Fuat Fegan ve doktorcular vs. konusunda yazdıklarını ise, Fuat Fegan ile ilgili olarak düşündüğüm ayrı bir yazıda alabilirim.

*

Gelelim Ahmat Kale’ye. Ahmet Kale de, Doktor’un ölümün’den az önce Üsküp’te yazdığı notlarında, bu işleri sorun olmaktan çıkarmışlar diye olumladığı ve normal karşıladığı, akşam piyasası yapan gençlerin flörtlerini, bir ahlaki çöküş olarak gören Ahmet Camuşçuoğlu’nun ahlak zabıtası esnaf sosyalistliğini sürdüren Selahattin Okur’un izinden gidiyor.

Her ikisinin de bütün eleştirileri ve sorun ettikleri şey, politika ve teori değil, “Ahlak”.

“Ahlak” kavramlarının içeriği de kadın erkek ilişkilerinin ötesine geçmiyor.

Ahlakı böyle anlamanın ve temel sorun olarak görmenin, bir devrimci veya Marksist için, aslında hiç de ahlaki olmadığı gibi bir yaklaşımın izi bile bulunmuyor.

Teorik ve politik sorunları atlamanın kendisinin nesnel olarak en büyük ahlaksızlık olarak ortaya çıktığını görmüyorlar veya görmek istemiyorlar. Çünkü Ahlak, Bilim ve Politika birbiinden ayrılmaz. Bu nedenle bir Marksistin Ahlakı Politik, Politikası Ahlaki, Politikası Bilimsel, Bilimi Politik, Bilimi Ahlaki Ahlaki Bilimsel olmalıdır.

*
Politika olandan ve Bilimsel olandan başlanabilir.

Selahattin Okur’un “Kıvılcımlı’nın yolunda giden” diye, yani “Doktorcu”, dolayısıyla da “devrimci ve Marksist” diye takdis etmiş olduğu örgütlerin 96.000, (neredeyse 100.000) oy alan halkın Kurtuluşu Partisi’nin nasıl yarı faşist görüşleri savunup Doktor’un ve Marksizmin adını lekelediğin yukarıda belirtmiştik.

HKP’nin doktor’un adını lekelediği, politik gerçeğine hiçbir şey demeyip, onları “doktorcu” olarak vaftiz etmenin kendisi en büyük bilim dışılık, yani Marksizm dışılık olduğu gibi en büyük ahlaksızlıktır, çünkü en büyük yanlış politikadır.

Benzeri bir yaklaşımı aynen Ahmet Kale’de de görürüz.

O da Sarp Kuray’ın “Partizan Yolu”nu doktorcu ve devrimci olarak vaftiz ediyor.

“Nihayet övgü yazanların birçoğu da en çok Partizan Yolu’na yöneltilen eleştirilerden memnuniyet belirtiyorlar. Kitapta çok önemli yer tutmamasına karşın, en çok o yön konuşuldu şimdiye dek. Partizan Yolu ile hiç yolum kesişmedi benim. Ancak başlangıçta yüzlerce insanın 12 Eylül zulmünden kaçırılmasını finanse ederek ve örgütleyerek büyük bir hizmetle tanınarak ortaya çıkan bu örgütün, kendi elemanlarınca sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulup, defterinin kapatılamadığı açık. Adı geçen örgütün buralardaki yüzeysel saldırılarda anlatılanlardan ibaret olmaması lazım. Şehitleri var, hapishanelerde ömür çürütmüş elemanları var. Her yönüyle incelenip tartışılması lazım. Herhalde birileri çıkıp sağlıklı bir özeleştiri ile bu konuda gereken dersleri toparlar diye umalım.

Birincisi partizan yolu demek, Sarp Kuray demektir. Sarp Kuray ise, ne Marksisttir ne de Doktorcudur.

Doktor’un adını bu devletin yedeğine düşen politikalar için kullanmaktan ve gerçek niyet ve kalitesini gizlemekten başka bir politik işlevi yoktur, Sarp Kuray’da. Zaten Sarp Kuray’ın bugün bulunduğu yer (CHP) ne olduğunun en asaslı kanıtlarından biridir.

Bir devrimcinin, bir marksistin görevi, tam aksine böyle politikaların n ne marksizm ile ya da ne de Kıvılcımlı ile bir ilişkisi olmadığını bu görünümün tam da bu nedenle daha tehlikeli olduğunu göstermek olmalıdır.

Ama Okur ve Kale böyle şeyleri dert etmiyorlar, Latife Fegan’ın “Kıvlıcımlı’nın Aşkı’na” imişkin anlattıklarını en büyük dertleri yapıp, en bayağı ima ve dokundurmalarla, anılarını Doktorculara karşı bir provakasyon veya “Yeminli Kıvılcımlı düşmnlarına malzeme vermek” olarak tanımlıyorlar.

HKP’nin veya Partizan Yolu’nun teorisi ve politikaları “Yeminli Kıvılcımlı Düşmanlığı” olmuyor anlaşılan.

Neymiş, 12 Eylül’de birçok insanı kaçırmış.

Bu gibi işler her devrimciyim diyenin, imkanı varsa yapması gerekenlerdir.

Bunlar özel bir görev oluşturmaz veya şeref bahşetmez.

Çünkü sorun bu gibi işlerin veya iyiliklerin hangi politikaların aracı olduğu, hangi politikaların gerçek özünü gözlemeye hizmet edip etmediğidir.

Haydi bu esas yanı, yani pratik işlerin hangi politikaların aracı olduğu sorununu bir yana bırakalım bir an için.

Evet devrimcileri dışarı çıkarmış olabiirler, ama o çıkardıklarını zorla ve tehditle kendilerine katılmaya veya kendilerinde kalmaya zorlamaları ne olacak.

Kendilerini eleştiren H. D.’yi işkence ederek özeleştiriye zorlamalarını ne yapacağız.

Hatta Büyük bir olasılıkla, “ben nasıl böyle bir yanlış yaptım da böyle bir örgüte bulaştım” diye düşünerek  ortadan kaybolun, yani bir bakıma kendini böyle bir örgüte bulaştığı için affedemeyip intihar eden veya “kaybolan” Fuat Fegan’ı ne yapacağız?

Mafia’ların alanına giren ve herkesin bildiği veya konuştuğu diğer konulara girmeyelim bile.

Bütün bunlara karşı bir yazı mı yazmışlar bay Okur veya Kale.

Hayır.

Bu işi onlara bırakıyor A. Kale.

Ama Latife Fegan’ın anıları üzerine hemen ahlak zabıtaları olarak kaleme sarılıyorlar.

Bu davranışın neresi bilimsel, neresi politik neresi ahlaki?

Partizan Yolu’nun veya Sarp Kuray’ın, politikalarının özünü açıklamak, kavram siteminin, sözlerinin nereye gideceğini söylemek ve uyarmaktır bir devrimcinin, bir marksistin, bir doktorcunun görevi.

Ortada açık politikalar, davranışlar ve ilişkiler var.

Bunları hiç bir şekilde eleştirmeden adam kaçırmaya hizmet ettiler, şehitleri var demek, politik olmayan şeyleri politik olarak gösterip, yanlış politikaları aklamaktan ve desteklemekten bayşka bir anlama gelmez.

Bizim yaptığımız ise tam aksidir.

Örneğin şağıdaki satırlar yıllar önce, Partizan Yolu adı yokken Sarp Kuray’ın bir konuşması üzerine yazılmış ve bu çevrenin daha sonra ne olacağı öngörülmüştü. olmadan önce yazılmış ve bu örgütün ne olacağı öngörülmüştü.

Yanılmıyorsam 1979 yılında, Vatan Partisi Kongresi’ni gelip orada bir konuşma yapan Sarp Kuray’ın konuşmasını ele alınmış, tüm iç mantığı ve mantık sonuçlarını analiz edilmiş, Sarp Kuray’ın ne Marksizmle, ne Kıvılcımlı’nın görüşleriyle hiç bir bağlantısı olmadığını ortaya koymuş hatta daha sonra nerelere varacaklarını bile öngörmüş ve uyarmıştım

Bir konuk ve Birkaç Temel Konu” başlığı altında yazdığımız, uzun uzun Sarp kuray’ın kavramlarını ve mantığını analiz ettiğimiz yazıya şu satırlarla başlıyorduk:
Vatan Partisi Kongresi'ndeki konukların konuşmaları arasında, en ilgi çekeni -yalnızca konuşmayı yapanın po­litik şöhretinden dolayı değil, içeriğinden dolayı- Sarp Ku­ray'ın konuşmasıdır. Konuşmayı ilginç kılan yan: Bilimsel Sosyalist Öğretiye, büyük bir sıçrama sağlayan Hikmet Kıvılcımlı'nın geliştirdiği bazı kavramların -tabii içeriği tah­rif edilerek- Bilimsel Sosyalist Öğretinin terk edilmesine nasıl örtü yapılabileceğine çok orijinal, çok tipik bir örnek oluşturmasıdır.

Bu uzun yazıyı satır satır aktarmanın gereği yok. Meraklısı bloğumdan okuyabilir. Ama mantığının özünü özetlediğimiz ve gelecekte ne olacaklarına dair çıkarsama yaptığımız ve bugün doğruluğu kanıtlanmış bir öngörüde bulunduğumuz şu bölümü olsun aktaralım:

Sarp Kuray, aktarılan bölümlerdeki sözleriyle, aynı za­manda, her türlü ideolojik mücadeleye kapalı bir sistem oluşturmaktadır. Çünkü, onun kendi mantığı içinde, yazılı teorik mücadele modern bir ortamda mümkün olur, halbuki, tufacı bezirgan politikası, modernliğe atlamayı engellemek­tedir! Vatan Partisi'ndeki yazılı tartışmalar, dergi ve ga­zetelerde yapılan eleştiriler mi? Bunlar, bezirgan medeni­yetin kitapçılığıdır. Sonra barbar dediğin kitapsızadır! . .

Böylece, örneğin Komisyon Raporu'nun teorik bir eleş­tirisi, (yanlış bir açıdan dahi olsa eleştirisi), olanaksız kı­lınmaktadır. Teori düşmanlığı râsyonalize edilmektedir (Aklîleştirilmektedir. )

Burada, Sarp Kuray'ın görüşlerinin -“Doktorcu“ olsun olmasın- diğer bütün küçük-bur juva eğilimlere göre bir ay­rı yanı ortaya çıkmaktadır. Diğer küçük-burjuva „siyaset­ler“ iyi kötü “bezirgânlık konağı“ gibi bir gerekçe bula­madıkları için- bir takım teorik tartışmalara, polemiklere girerler. Teori, strateji, taktik, örgüt konularında görüş ge­tirmeye çabalarlar.

Ama Sarp Kuray'ın bakış açısından, bütün bunlar da gereksizleşirler. Ruhça, inançça, maddece bir ayrılıkları ol­mayıp ta, sırf “bezirgan politikasının tufası” yüzünden ayrı düşenlerle teorik mücadelenin anlamı olabilir mi? Bezir­ganlarla da teorik mücadele yapılamaz, çünkü bir türlü “modernliğe atlanama”maktadır.

Somut siyasî paralolar mı? Varsa eğer, bir tek parola olur: Bezirgânlığa son vermek!

Böylece, Sarp Kur ay ve arkadaşları kitlelere önereceği politik sloganları bile olmayan; her şeyini V. P.'nin çökme­sine bağlamış bir hareket durumunda kalırlar. Teori'ye ya­ban kalışlarıyla ve Marksizme objektif düşmanlıklarıyla, kendilerinin olumlu bir gelişim gösterme yolunu tıkarlar. Kitleye ve teoriye yad (uzak) kalış (bir küçükbur juva kitle hareketi olma şansları dahi yoktur. Çünkü somut politik pa­rolaları da yoktur. Bunu da gündemlerine koymamışlardır) giderek çürüyen, dejenere olan bir sekt olmalarına yolaçacaktır. Kitle'den ve Teori'den uzak duran, her küçük-burjuva hareket yahut çete giderek Lümpen Proleter nitelik­ler göstermeye başlar.” (abç)

Tam da böyle olmuştur.

Bütün bunlar ortadayken, Doktor gibi bir marksist ve devrimcinin adı, Sarp Kuray ve Nurullah Ankut gibi devletçi ve Türk milliyetçisi iki sözümona Doktorcunun adıyla anılır olmuşken, gerçek bir marksistin ve devrimcinin (ve de “Doktorcu”nun) görevi bunların marksizmle ve Doktor’un görüşleriyle bir ilişkisinin olmadığını göstermektir.

Ama sayın Ahmet Kale (veya Selahattin Okur), bunu yapacak yerde, bu işi de onların kendilerine bırakmaktadır.

*

Ahmet Kale’de bu davranış tipiktir.

Politik kve teorik konulara girmez, pratik ve yararlı işlerin adamı olduğunu söyleyerek ama buişleri yaparken belli politika ve teoriyi savunanları dışlayarak, bir susuş ve dışlama üzerinden teorik ve politik mücadele yürütür.

İlk sakıştı hep sözde bir tevazu içinde “yıllarını Kıvılcımlı eserlerinin yayınlanmasına adamış Kıvılcımlı gönüllüsü bir hizmet eri” olduğundan söz etmektedir.

Ama en temel sorunu atlamaktadır. Kıvılcımlı’nın kitaplarını derlemek veya yaymak veya yayınlamak için yapılan bu çalışmalar hengi politikalara hizmet etmektedir? Hangi teoriye hizmet etmektedir?

Soru budur.

 Çünkü suyun başını politika keser. Politika suyunun başını da teori. Teori ise Akademisyenlik değildir. Kitap yayınlamak değildir. Marksizmin kavramlarını, analiz araçlarını daha dakik olarak tanımlamak ve geliştirmektir.

Devrimciler “Namuslu oportunistlerin en tehlikeli oportunisler” olduğunu söylerler.

Yani siz, yiğit, dürüst, çalışkan vs. olabilirsiniz ama bütün bunların gerçek anlamı hizmet ettikleri teori ve politika içinde ortaya çıkar. Yanlış bir teori ve politika içindeki çalışkanlık, fedakarlık, yiğitlik, o politikanın gerçek öznünün görülmesini engelleyebilir ve de engeller. İşte tam da bu nedenle daha tehlikelidir. Ve işte tam da bu nedenle ahlaki olmak demek aynı zamanda doğru bir politikaya ilişkin olmak demektir. Bu da aynı zamanda bilimsel olmak demektir.

Yanlış bir hayatın doğru yaşanamayacağı gibi, yanlış bir politikaya hizmet eden doğru işlerolamaz. Çünkü onlar da yanlış politikaya hizmet ederler ve daha tehlikeli yanlışlara dönüşürler.

Bu nedenle Marksistler eleştirilerini ahlaki düzeyler üzerinden değil, politik ve teorik düzey üzerinden yaparlar. Teorik ve politik olarak doğru olan davranışlar aynı zamanda ahlaki olarak da doğru olurlar. Bizler için ezilenlerin kurtuluşuna gerçekten, nesnel olarak, hizmet eden düşünce ve davranışlar ahlakidir.

Bu nedenle Marksistler tartıyşmaları, hep bu teori ve politika üzerine çekmeye çalışırlar. Sorunu buraya çekebilmek için de karşı tarafın ahlakını vs. tartışmazlar, karşısındakinin doğru söylediğini, ahlaklı olduğunu varsayarlar. Varsayarlar ki sorunun özü görülebilsin.

Ama Sayın Kale ve Okur gibiler tam da yapılması gerekini yapmayarak aslında politik ve teorik tartışmadan uzak durma, buna girmeme politikası ve teorisinin pratik bir örneğin sunuyorlar.

Bir örnek vereyim. Son yıllarda Kıvılcımlı üzerine yazan kimi akademisyenler çıktı. Bunlara dayanarak Kıvılcımlı’nın öneminin anlaşıldığını öylemek, onlarla söyleşiler yapmak, onların yazılarından derlemeler yapmak, ne marksizmle ne de devrimcilikle ilgili değildir. Bunların içeriklerindeki yanlışları ve başyağılaştırmaları bir yana bıraksak bile, bunların hangi politikanın hizmetinde olduğu önemlidir.

Ama örneğin Ahmet Kale, “Kıvılcımlı’yı Anlamak” diye bir derleme yapıp yayınlamış.

Bu kitaptan Kıvılcılı anlaşılamaz. Bir takım malumat edinmek teori değildir. (O malumatın doğru olduğunu var sayıyoruz.)

Eğer tarafsız olarak böyle bir şey yapıyor ise, yani bütün farklı Kıvılcımlı yorumlarını bir arada sunmak istiyorsa, bizim yöntemimizi izlemesi gerekir. Sadece biçimsel sınırlar koyup (Örneğin şu kadar vuruş veya sayfa, Kıvılcımlı hakkında olmak, şu kadar zamanda yollanmak gibi) yollanan yazıları eşit biçimde yayınlamak gibi bir yöntem olabiir. Biz hep bu yöntemi izledik. Kendi görüşlerimizi bir örgütleyici olarak diğerleriyle eşit haklarla sınırladık. Şu veya bu tezi biz seçmedik. Herkesin katılımını sağlamaya çalıştık.

Halbuki bir de bizim yazdıklarımıza bakın.

Ama böyle yapmayıp da, kendi seçtikleriniz olunca ne oluyor. Siz aslında tarafsız bir iyşçi gibi görünme çabanıza rağmen, aslında belli görüşleri dışlamış, ama tarafsız görünerek onları dışladığınızı da gizlemiş, yani dıyladıklarınızla susuş komplosu aracılığıyla mücadele etmiş oluyorsunuz.

Bu işin biçimsel yanı.

Bir de öze ilişkin yanı var.

Bu satırların yazarı, herhalde Kıvılcımlı hakkında en çok yazı yazmış, onu en çok savunmuş, ve eleştirerek de geliştirmeye çalışmış ve aynı zamanda onun katkılarının önemini vurgulamış bir insandır.

70’lerin ortasından beri, neredeyse yarım yüzyıldır Kıvıcımlı hakkında yazmaktadır.

Böyle bir kişi yokmuşçasına “Kıvılcımlı’yı Anlamak” diye bir kitap çıkarmak ne anlama gelir?

Açıkça adını anmadan susuşa getirme, dışlama, yani Doktor’un en çok lanetlediği “Susuş kukmuması”ndan başka nedir bu?

Bu mudur ahlaklı davranış?

Sayın A. Kale ondan sonra çıkıyor, kimi dokundurmalarla Latife Fegan’ı tutarsızlıkla, yalancılıkla ve daha nelerle suçluyor.

Önce TKP’yi Reorganize mi? Diye bir bölüm var. Bu konuyu yazmayı düşündüğümüz Fuat Fegan ile ilgili ayrı bir yazıda ele almayı düşünüyoruz. Onun için aslında şu an kimsenin ilgilenmediği, düşünmediği ve anlayamayacağı bu konuyu geçiyoruz.

Bundan sonra temel önermeleri söşye özetlenebilir.

 

Latife fegan’ın anlattıklarına dayanarak, Kıvılcımlı’ya tacizci demek gerektiğini, tacize uğrayanın ise böyle davranmaması gerektiğini, keza o zaman aldığı notlarında da tacize uğradığına dair bir değinme veya selirti olmadığını, hele Feminist olarak böyle davranmasının anlaşılamayacağını vs. göstererek çelişkili olduğnu, dolayısıyla iftfra ettiğini, Kıvılcımlı yaşamadığına göre de savunmasızbir insanı suçlayarak yanlış yaptığını vs. İddia ediyor.

Kavramların değişimi (o zamalar Taciz olmadığı, belli davranıyşların farklı anlaşılacağı), İnsanların değişimi (O zamanlar feminist olmadığı), insanların farklı duygu ve düşyünceler içinde olabileceği, Bağlamların farklılığı (Not def        terleri ve anıların bağlamlarının farklı olması ve farklı zamanlarda yazılmaları) gibi her şeyi göz önüne almadan ve karıştırarak Latife Fegan’ı eleştiriyor. (“Eleştiriyor” burada en yumuşak ifadedir.)

Yumuşak bir niteleme yaptığımızı aşağıdaki alıntılar gösterir.

“Defter’den yaptığım alıntıların tamamı Kıvılcımlı’nın ölümünden sonraki notlar. Fuat Fegan da Kıbrıs’ta. Yani bu cümleler L. Fegan’ın kendi iradesiyle, hiçbir baskı hissetmeden yazdığı şeyler olmalı. Bu notlarda varsa bir tacizden rahatsızlık duyma hali görülmüyor. Üstelik madem taciz gördüğünüze inanıyor, ayrıca özgür ruhlu, emansipe bir kadın olduğunu da belirtiyorsa, tacizi hemen o zamanda ifşa edip kesin tavır koyması gerekmez miydi?”

Yani “yalan söylüyorsun” demeye getiriyor.

Şimdi Kıvılcımlı yok, iddia edilen olayın üzerinden de 50 ve 52 yıl geçmiş. İki kişinin arasında geçtiği söylenen bir olay için 50 yıl sonra bizlerin “olmuştur” ya da “olmamıştır” deme şansımız yok. Ancak kendini savunamayacak birine 50 yıl sonra neden bu ithamın yapıldığını sormak da hakkımız. Kıvılcımlı olmasa da onun görüşleri için çabalayan, onu devrim öncüsü sayan, onun görüşleri uğrunda hapislerde yatmış, yıllarını kaybetmiş hatta canını vermiş oğulları ve kızları var. Kıvılcımlı’nın Brejnev’e yazdığı mektubun ana teması, savunma hakkının kendisine tanınmaması idi. Şimdi de savunamayacak durumda kendini. Bu durumda L. Fegan ne diyorsa onun doğru kabul edilmesi bekleniyor bizden

Kale’nin anlamadığı şu: Ortada savunulacak veya savunulamayacak bir sorun yok.

Son derece insani durumlar var.

Ahmet Kale’nin tavırları ve olaya yaklaşımı “yeminli kıvılcımlı düşmanlarına” malzeme veriyor.

Ahmet Kale’nin tavırları ve olaya yaklaşımı “Kıvılcımlı düşmanlığını gizli gizli sürdüren kimileri”ne cesaret vermektedir.

Ahmet kale aslında Kıvılcımlı düşmarlarına “işte bu Doktorcular böyle esnaf kafalı, ahlak zabıtalarıdırlar” deme olanağı veriyor.

*

Buraya kadar Kıvılcımlı’nın aşkı üzerinden saldırılara ilişkin yazmak zorunda kaldım. Latife Fegan’ın anlattıklarını anlatmasının teşvikçisi olarak bunları yazmak gerekiyordu

Okuyucunun hemen göreceği gibi aynı olgu, yani Latife Fegan’ın anıları ve “Kıvılcımlı’nın Aşkı” konusunda iki farklı dünya vardır.

Bir yanda bütün bunarın insani durumlar olduğu, bir teori ve politikanın bunlarla tanımlanamayacağı, aksine bu gibi “zayıflıkların bilinmesinin, insanları tanrılaştırmaya karşı bir panzehir, iyi bir eğitim aracı olduğu, esnaf kafalı ahlak zabıtalarını da uzak tutmak gibi bir işlev görebileceği şeklinde burada dile gelen bizim yaklaşımımız. Diğer tarafta anlatılanların gerçek olması halinde Kıvılcımlı’yı lanetlemeye hazır olanlar. Tepkilerinin şiddeti tam da bu durumdan kaynaklanan ahlak zabıtaları. Bunun için yalan olduğunu, provakasyon olduğunu, gavenilmez olduğunu, hatta gerçek olsa ble söylememek gerektiğini söyleyenler.

Bu yaklaşımların hengi sinif ve eğilimlerin, hangi politik hedeflerin yansıması olduğuna okuyucu karar versin

*

Buraya kadar tatsız görevi yerine getirmeye çalıştım.

Bunca geciktiğim için, dilerim Latife Fegan gecikmemi, içimden gelmemesin ve başka ve çok daha önemli konuların gündemimde olması nedeniyle, bu kadar zamanın geçtiğinin farkında bile olamamamı anlar ve gecikmeyi anlayışla karşılar.

Aslında Anıların kendisine ve eleştirisine neredeyse hiç girmedim, giremeyeceğim de.

Ama elbet benim de eleştirilerim ve çok farklı görüşlerim var. Ama şu ana kadar “Kıvılcımlı’nın aşkı” veya anılarda anlatılan olaylar bağlamında değil, anıların tümünün içine yerleşmiş bir zaman ruhu ve dünya görüşü, çıkarılan sonuçlar, bazı olguları tanımlarken kullanılan kavramların veya bazı olayları yorumlarken yapılan yanlışlar gibi.

Ama anıların içinde geçen hemen her konuda yazılmış yazılarım vardır. Gerek olgular gerek olguları tanımlamada kullanılacak kavramlar, gerek sonuçlar konusunda çok farklı düşüncelerde olduğum görülebilir.

Ama bunlar teorik ve politik mücadele alına girerler ve bu anı kitabı bunun için iyi bir vesile değil.

Ayrıca aklım ölmeden bitirmek istediğim diğer konularda.

Son verirken şunu da belirtyim.

Sayın Latife Fegan’ın, anılarında, Doktor’u bir insan olarak anlamaya ve dolayısıyla korumaya da çalıştığı kanısındayım.

1 Temmuz 2024 Pazartesi

Demir Küçükaydın

demiraltona@gmail.com

 

 

 

 

 

 

 



[i] Burada yazarı, söz ve orijinal bağlamı hakkında biraz daha geniş bir bilgileri aktaralım.

Publius Terentius Afer (Terence)

"Homo sum: humani nil a me alienum puto - Ben insanım, hiçbir insan bana yabancı değildir."

Hümanist düşüncenin belki de en ünlü sözü olan bu Latince ‎özdeyiş, Afrika kökenli Romalı bir oyun yazarı olan Publius Terentius Afer’e aittir. (Ölümü ‎İ.Ö.159) Publius Terentius Afer, (ki daha çok Terence adıyla anılır), çocukken ‎bir Roma Senatörü olan Terentius Lucanus’un kölesi idi. Senatör onun güzel bir eğitim ‎görmesini sağladıktan sonra azat etmiş, Terence de , Biraderler, Androslu Kız; ‎Hadım, Kendine Zulmeden, Kaynana, Formiyo adlarını taşıyan 6 komedi ‎yazmıştır ki bunların hepsi zamanımıza kalmıştır.

‎ ‎Akıcı dialoglar ve ince bir mizah ile örülmüş olan bu komedilerin hemen hepsi, başta ‎Menander olmak üzere, bazı Yunanlı yazarlardan serbestçe uyarlama yapılarak ‎yazılmıştır

‎ Bu yapıtların bir özelliği de bugün bile çok sık alıntılanan özdeyişlerle dolu olmasıdır. Yukardaki söz ise Kendine Zulmeden (=self tormentor) adlı ‎oyunda geçmektedir:

‎Oyunda bu sözün geçtiği sahneyi şöyle özetleyebiliriz. Oyunun kişilerinden biri çok ‎varlıklı olduğu halde durmadan, dinlenmeden bütün vaktini hizmetkârlarının yaptıkları ‎türden çalışmalarla geçirmektedir. Bunu gören bir komşusu “sahip olduğu zenginlikleri ‎yeter bulup kendini bu şekilde yormamasını” öğütler. Zengin komşu , nezaketle bu ‎konunun onu ilgilendirmemesi gerektiğini söyleyince, öğütçü komşu cevabı yapıştırır: ‎Homo sum: humani nihil a me alienum puto

Bu özdeyiş birçok dile yerleşmiştir. İşte ikisi:

Almanca: ‎ “Ich bin ein Mensch, also ist mir nichts Menschliches fremd

‎Arapça: “Enti beni adem velâ yu’cud şey’in ademî nerîb alî

 

[ii] Bu ahlak zabıtası Ahmet Camuşçu, daha sonra Türkiye’ye gelir ve Hidayet Kaya, Yalçın Yusufoğlu, İbrahim Seven’in bulunduğu “Ekip”e (Hiçbir tüzüksel sıfatları olmadığı için kendilerini böyle tanımlıyorlar) katılır ve ölümünde Doktor’ın yanında olmanın prestijiyle bir tür halife gibi bu grubun başına geçer, aynı kafayla beni eleştirilerim nedeniyle tasfiye edebilmek ve etkisizleştirebilmek için, eşim hakkında iftiralar atarlar. Linkini verdiğim kitaptan bununla ilgili bölümlerde şunları yazıyorum:
“Yani daha açık ifade etmek gerekirse, TSİP ve TKP-B geleneğinin var oluşu ile, yani bunları ortaya çıkaran “Ekip”in var oluşu ile; Kıvılcım’ın ayrı çıkması, kapatılması ve Demir Küçükaydın’ın otuz yıldan fazla bir süre önce, politik mücadele sahnesinden hapishaneyle tasfiyesi, yani fiilen yok oluşu, diyalektik bir bütünlük oluşturmasın? Tıpkı Ermeniliğin yok oluşu ile bu günkü Türkiye’nin ve Türklüğün var oluşu gibi.

Suskunluk bizzat bu bağın, sessizce, bir susuş komplosuyla itirafının ta kendisi olmasın?

Benim iddiam tam da böyle olduğudur.

*

Peki, bana söylenen ne oldu bu “Ekip” tarafından?

Niçin dışlandığımı 12 Mart boyunca ben hep kendime ve bu "Ekip"ten görüştüğüm esas kişi olan Hidayet Kaya'ya sordum.

Bana hep böyle bir şey olmadığı, dışlanmadığım, bunun benim uydurmam olduğu söylendi.

Ama sonunda, dışlandığım kabul edildi. Ve bana gerekçe olarak söylenen, eşimin "polis ve orospu" olduğu, onun için dışlandığım oldu.

Bunu bana, şu an yaşayan şahitlerin de huzurunda, bizzat yine bu "Ekip" içinde bulunan ve buraya kadar kimsenin adını anmadığı Ahmet Camuşçuoğlu söyledi. (Ki kendisi muhtemelen bu ekibin başındaki kişiydi, peygamberden hırkayı almış halife idi muhtemelen. Ve bu kişinin varlığı hakkındaki suskunluk da ilginçtir ve nedenini doğrusu ben bilmiyorum. Ve bunları söylerken bu “Ekip” adına onların ortak görüşü olarak söylüyordu.)

Hidayet Kaya da son buluşmamızda, değişik bir biçimde aynı şeyleri ifade etti.

Bana, bunun haricinde bir şey söylenmedi bugüne kadar.

Orada bana söylenenlerin, değişik biçimlerde daha sonraki yıllarda, doğrudan veya ima ile başkalarına da söylendiğini biliyorum. TKP-B ve TSİP geleneğinden bazı insanlar konuşmalarımızda bunu baha ihsas ettiler. Ayrıca o zamanı yaşamış bazıları da böyle dendiğini kabul etti ve bu durumdan dolayı üzüntülerini bir şekilde ifade etti.

Şimdi Tarih'teki olgulara girmeden önce, o zamanlar, bu Ekip içinde bulunan herkesi, burada, bana dışlanma gerekçem olarak gösterdikleri, eşimin "polis ve orospu" olduğu konusundaki kanıtlarını sunmaya çağırıyorum.

Kanıt gösteremezler ise, onları bir insan hakkında kesin deliller olmadan iftira ve tecrit etme ve beni de bir sorumsuzca hükümle dışlama davranışları nedeniyle özeleştiri yapmaya çağırıyorum.

Manevi olarak bir cinayet işlediklerini kabul etmelerini öneriyorum.

Davranışlarını, vicdanen mahkum etmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Ayrıca şunu da belirteyim, bu davranış karşısında susanlar da benzer ölçüde sorumluluk taşımaktadırlar.

İstediğim bir ceza değil, yanlış anlaşılmasın. İstediğim, böyle bir davranışın doğru olmadığının kabulü ve devrimcilerin ve insanların vicdanında mahkum edilmesidir.

Hepimiz hata yaparız, olan olmuş geçen geçmiştir. Ama bunlar olmamış, sanki hiçbir şey yokmuş gibi yapmak, bunları prensip olarak veya vicdanen mahkum etmemek olmamalı. Bu insanların hatalarıyla bütünleşmesine ve sonunda tümüyle çürümeye yol açar. Tıpkı Türkler gibi.

Şimdiye kadar yapılan yukarıda uzun uzun gösterildiği gibi, susmak, yok saymak, önemsiz göstermek ve hatta alaya almaktır. Bunlarla hiçbir yere varılamaz.

Bunu yapmadıkça bu "Ekip"ten insanların, geçmiş üzerine sağlıklı bir teorik ve politik tartışma yapması mümkün olmadığını düşünüyorum.

Ve benim niye bu Ekip içinde yer almadığım dışlandığım konusunda, bana bugüne kadar resmen söylenmişlere göre, söyleyebileceğim başka bir şey yoktur.

*

Bana dışlanma gerekçesi olarak resmen söylenmiş olanlara karşılık söyleyebileceğim ise şunlardır:

Eşim "polis" değildi, belediye zabıtasında çalışıyordu. Tıpkı TSİP kurucusu olmuş Aydoğan Gezer gibi. O zamanlar İstanbul belediye zabıtaları arasında sosyalist olmuş bir çevre vardı. Aydoğan Gezer ve benim eşim de bunlardandı ve hatta yakın tanıdık ve arkadaştılar. Bu konuda Aydoğan Gezer her halde bir şeyler söyleyebilir.

"Orospu"luğuna gelince.

Öyle olsaydı bile bu kimseyi ilgilendirmezdi ve bir insanın politik bir hareketten dışlanması için bir gerekçe olmazdı. Hele Kadın hareketinin çok açık olarak gösterdiği gibi, bu toplumda, ezilmiş ve erkeğe ev kölesi yapılmış, bağımsız hareket yeteneği geliştirmesine izin verilmemiş, ekonomik bağımsızlığı olmayan milyonlarca ve milyonlarca kadının, fiilen nikahlı fahişelik yapmak zorunda olduğu bu toplumda, kimse hakkında “orospu” diye konuşmaya ve buradan hüküm çıkarmaya kimsenin ve hele de devrimci ve sosyalistlerin hiç hakkı yoktur. Aksine buna karşı mücadele görevleri vardır.

Kaldı ki, eşim, hayatımda tanıdığım en namuslu ve dürüst insanlardan biriydi.

Tam da böyle olduğu için, var olan toplumun iki yüzlülüklerine ve baskılarına isyan ettiği için, böyle yargılanıyor ve sürekli dışlanıp damgalanıyordu.

Türkiye'de 27 Mayıs'ın hemen sonrasında Kafka, Sartre, Inescou vs. okuyarak oradan sola ve sosyalizme gelen bir aydın kuşağı vardır. Bunların içinden birçok edebiyatçı da çıkmıştır. Demir Özlü'den Oya Baydar veya Sevgi Soysal'a kadar birçok isim sayılabilir. Hatta Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik Birliği çevresinin çoğu bile bu kuşaktandır.

Benden on yaş büyük olan eşim de bu kuşaktandı. Bu okudukları ve bazı yaşadıkları sonunda, o zamanlar, daha dünyada bir kadın hareketinin bulunmadığı zamanlarda, Türkiye'de Feminist sözcüğünün bile bilinmediği, duyulduğunda da solcular arasında orospu ya da lezbiyen yerine kullanıldığı zamanlarda, feminizm doğmadan yıllar önce, Türkiye'de tek başına mücadele eden, feminizmi bilmeden feminist olmuş; başkaları ne der diye şöyle ya da böyle davranmayan, kendine karşı dürüst olmayı esas almış, bugünkü feministlerin, trajik hayatını toprağın altından çıkarmaları gereken, feminist bir kadındı.

Bu nedenle erkeklerin gittiği kahvelere gider oturur, yolda sigara içerdi. Kadınların uğradığı baskı ve eşitsizliğe karşı, tek başına bir kadın olarak mücadele veriyordu. Kendisine niye böyle yaptığı sorulduğunda, "işçiler grev yaptığında destekliyorsunuz ama ben de eğer yolda sigara içemiyorsam, herkesin gittiği kahveye gidemiyorsam ezilmiş olmuyor muyum? Bu da benim grevim niye beni desteklemiyorsunuz, çünkü sizler de Erkeksiniz" diyordu.

Bu eleştirileri kelimesi kelimesine daha sonra feminist hareket bütün sosyalist harekete ve Marksizm'e yaptı ve haklıydı. Ama o feminizmden önce feminist olmuş bir öncüydü.

Bütün öncüler gibi, anlaşılmadan, tecrit edilerek yaşamaya mahkumdu.

Bizim, başkalarını köylülükle suçlayan, esnaf kafalı "Ekip"imiz, bu nedenle ona "Orospu" damgası yapıştırmış meğer.

Ve bu gerekçeyle beni yıllarca dışlayıp tecrit etmişti.

Kim bilir neler çekti artık yaşamayan bu kadın, bu "Ekip"in bütün sol çevrelerde yayılmış bu iftiraları nedeniyle.

Ortadaki insan bir "Orospu" ve "Polis" değil, Türkiye'nin feminizmden önceki ilk feministi, bir öncü ve öncü olduğu için korkunç trajik bir hayat yaşamış, tecrit edilmiş anlaşılamamış bir insandı. Ve inanıyorum ki, kendisine "Orospu" ve "Polis" damgası vuran devrimci "Ekip"tekilerden, bir kat daha devrimci, dürüst ve medeni cesaret sahibiydi. En azından çoğunluğu oluşturanların kahkahalarına dayanacak kadar cesurdu. Çoğunluğa ters düşmemek için ses çıkarmayanlardan değildi en azından.

Tarihsel adaleti böylece yerine getirdikten ve ilgilileri adaletin bu hükmünü tanımaya bu davetten sonra tekrar TKP-B'nin ve TSİP'in tarihine ve kökenlerine girilebilir. Ve arkeolojik kazıya devam edilebilir.”

*

Ek Not: Burada şunu da belirteyim. Yıllar sonra bu ekipten Yalçın Yusufoğlu ile Berlin’de bir karşılaşmamızda, hem TSİP’li eski iki örgüt arkadaşının ve ayrıca benim de arkadaşımın huzurunda kendisine şunu sordum

“Yalçın ağabey, niçin ve eşim Esin hakkında öyle şeyler söylediniz? Ve beni tecrit ettiniz”

Yalçın ağabay sözcüğü sözcüğüne olmayabilir ama tam anlam olarak şunları söyledi.

“Demir bu konuyu açman iyi oldu. Bu benim içimde yıllardır kanayan bir yaradır. Sizi görüyordum uzaktan, normal yaşıyordunuz. Diğerleri böyle diyordu.”

Diğerleri” ile kastettiği Ahmet Camuşçuoğlu, Hidayet Kaya, İbrahim Seven gibiler yani “Ekip”teki diğerleriydi.

Peki siz niye hiç itiraz etmidiniz?”

“Edemedim, bana da “Burjuva Sosyalisti” derlerdi.” dedi.

Hiç yorum yok: