Emperyalizm kavramın Hobson ortaya atıyor önce. Rosa Luxemburg’un kavramı ilk ortaya atan kişi olduğu da söyleniyor. Lenin bu kavramı geliştiriyor ve bir tez haline getiriyor. Yani sizce onların tarif ettiğin emperyalizm ile bugünkü emperyalizm arasında nasıl farklar var? Lenin’in tarif ettiği emperyalizm bugün hâlâ güncel mi sizce?
Evet dediğiniz gibi Hobson ama Lenin esas olarak Hilferding’in dayandığı verilere dayanıyor ve onlardan çıkardığı sonuç ve yorum farklı. Rosa’nınki başka bir bağlam ve soyutlama düzeyi.
Ama sorunun son kısmından başlayalım. Önce kısa cevap. Lenin’in tarif ettiği emperyalizm kanımca geçerliliğini sürdürüyor. Ama bu eksik ve bir anlamda da yanlış bir cevap olur. Şöyle açıklamayı deneyeyim. Kapitalizmin evrimini bir piramit gibi düşünelim. En altta genel olarak kapitalizm var. Bunun yasaları geçerliliğin sürdürüyor. Meta üretimi her şeye egemen oluyor her şey metalaşıyor. Artı değeri işgücü yaratıyor. Sermayenin organik bileşimi (yani hammadde ve üretim araçlarının toplam sermayedeki oranı artıyor vs.. Bunlar hâlâ belirleyici. Yeni olgular bunların üzerinde yükseliyor. Örneğin sermayenin organik bileşimi arttığı için, tekeller oluşuyor. Bu tekelleşme banka ve ticari sermayeyle iç içe geçiyor (finans-kapital), sermaye ihracı, sömürgelerin paylaşılması gibi yeni fenomenler ortaya çıkıyor. Bugün bunlar da geçerli.
Kapitalizm ve Emperyalizmin üzerinde özellikle 2. Dünya Savaşından sonra Ernest Mandel’in “Geç Kapitalizm” dediği ve analiz ettiği bir dönem başlıyor. Yeni olgular ortaya çıkıyor. Örneğin eskisi gibi boom ve çöküş gibi 10 yıllık krizlerin yerini 5-6 yıllık bir periyotla canlanma ve durgunluk alıyor. Bunun nedeni işçi sınıfının emeklilik, işsizlik sigortası gibi kazanımları ve bunların, aşırı üretim dönemlerinde talebin birden hızla düşmesini engellemesi krizin şiddetini azaltıyor ama aradaki zaman da kısalıyor. Keza eski sömürgeler bağımsızlıklarını kazanıyorlar ama bu sefer “yeni emperyalizm” diyebileceğimiz, görünüşte siyaseten bağımsız ama fiilen bağımlı ülkeler ilişkisi ortaya çıkıyor. Altın standardının yerini, doların bir uluslararası değişim ve ödeme aracı olmasına bırakıyor. Eşitsiz değişim üzerinden değer aktarımı önem kazanıyor vs. Önceki aşamalar geçerliliğini sürdürüyor ama bu yeni fenomenler de var.
Bunların üzerinde doksanlardan sonra hız kazanan “Globalleşme” denen bir dönem geliyor. Dünya ticareti üretimden daha hızlı büyüyor. Kapitalizmin girmediği köy kalmıyor. İşgücü hariç para ve malların global ölçekte hareketi hem yayılıyor hem hızlanıyor. İşgücü denen metanın, yani işçilerin ulusal sınırlara hapsedilmesi, hem kaçak ve güvencesiz işçiler aracılığıyla zengin ülkelerde, işgücünün yeniden üretiminin masraflarını azaltarak kâr oranlarının arttırılmasını, hem de işçi sınıfının içinde statü farklılıklarını ve bölünmeyi yaratıyor. Bu da dünya çapında bir apartheid rejimi anlamına geliyor vs.. Ama bütün bunlar önceki biçimlerin varlığını ortadan kaldırmıyor. Emperyalistler arası pazar mücadelesi sürüyor. Devlet güçlenmeye ve sermaye ile iç içe geçmeye devam ediyor vs..
Özetlersek, Emperyalizm geçerliliğin sürdürüyor ama bu piramidin yeni basamaklarıyla. Bunu belirtmeyince Lenin’in tanımı doğrudur demek eksik kalıyor. Canlı yaşam fizik yasalarını ortadan kaldırmaz. Toplumu yasaları biyolojinin yasalarını ortadan kaldırmaz. Onun üzerinde yükselir. Benzeri bir bakış gerekir.
Buradan Rosa’ya gelirsek.
Kapitalizmde artı değerin üretilmesi ve gerçekleşmesi arasında bir çelişki vardır. İşçiyi sömürdünüz ve artı değeri ürettiniz ama içinde artı değer olan o malı satmanız lazım gelir ki gerçekleşsin. Marx elbette kapitalizmi analiz ederken, onu bir fizikçinin örneğin yer çekimi yasasını formüle ederken, havanın direncinin veya sürtünmenin olmadığı bir ortamda çekimi incelemesi gibi, soyutlama ile diğer etkilerden arındırarak, onu en saf ve soyut haliyle ele alarak analiz ediyor. Dolayısıyla pre-kapitalist bir çevrenin olmadığı soyut bir kapitalizmde bunu inceliyor.
Rosa, artı değerin gerçekleşmesi için malların kapitalist olmayan bir çevre pazara satılması lazım gelir, aksi takdirde kapitalizm kendini yeniden üretemez diyor. Rosa’nın çıkarsaması yanlış. Saf bir kapitalizmde de artı değer gerçekleşebilir. Ama şöyle bir haklı yanı var. Dediği kapitalizmin gerçek tarihsel hareketini ifade ediyor. Gerçek somut tarihte tam da süreç Rosa’nın dediği gibi olmuştur. Dolayısıyla kapitalizm ve pre-kapitalizmin bir tür simbiyotik ilişkisinden bile söz edilebilir.
Ama olguya bu şekilde bakılırsa, kapitalizm daha doğuşunda bile pre-kapitalist bir pazara sattığından, başından beri bile kapitalizm ve emperyalizm aynıydı demek gerekir. Ve bugün dünyada neredeyse pre-kapitalist bir yer kalmadığından emperyalizm giderek yok oluyor çıkarsamasını yapmak gerekir. Burada temel metodolojik yanlış, farklı soyutlama düzeylerini ayıramamak.
Anti-emperyalist hareketler genelde demokratik ve özgürlükçü olmuyorlar. Ya ulusalcı oluyorlar ya milliyetçi eğilimleri oluyor. Bir yerden sonra da artık insanlığın ortak kazanımlarını Batı ile bir bütün görüp bunları emperyalist saldırı olarak görmeye başlıyorlar. Yani demokrasi ve özgürlük Batı’nın yayılmacılığı ile ilişkilendiriliyor. Sizce bunun sebepleri nedir? Demokratik ve özgürlükçü bir antiemperyalizm nasıl kurulabilir?
Çok ilginç ve önemli bir konuya değindiniz. Ama bu da birçok farklı soyutlama düzeyinde analiz edilmesi gereken bir olgu. Deneyelim bakalım.
Batı demokrasisi ve oradaki hakları yayılmacılıkla bağlantılı olarak açıklamanın bir yanı şu: Geri ülkelerin egemen sınıfları kendi egemenliklerinin ve demokrasi düşmanlıklarının sorgulanmaması için böyle bir ideolojiyi yayıyorlar. Bu sınıf mücadelesinin bir biçimi. Ama burada başka bir gerçek de vardır. Sosyolojik olarak baktığımızda, demokrasi, sınıflı ve sömüren bir toplumda ancak kölelerin sırtında var olabilmiştir. İster Atina demokrasisi ister İngiliz, ABD veya AB demokrasisi olsun, böyledir bu somut tarihte.
Burada şunu gözden kaçırmamalı. Egemenler o çıkarsamalarında demokrasiyi çıkmaz ayın son çarşambasına ertelerler. Yani biz de zengin olalım ki biz de demokrasiye geçelim. Bu gerçek tarihin ve olguların tahrifidir. Bu ülkeler az çok demokratik oldukları için zengin oldular, zengin oldukları için demokratik olmadılar. Çünkü az çok demokrasi, devletin nispi güçsüzlüğü, ezilenlerin daha iyi örgütlülüğü, bu ezilenlerin ve işçi sınıfı direnci daha çok ve yoğun çalıştırmaya imkân tanımadığından, yani mutlak artı değer artışına pek imkân tanımadığından kapitalistleri nispi artı değer artışına, yani daha çok modern teknik ve makinalar kullanmaya zorlar. Batı’nın zenginliği ve teknikteki ileriliğinin temelinde bu vardır.
Demokrasi modern çağda, önce uygarlığa bu çok bulaşmamışlık, dolayısıyla Şark’ın binlerce yıllık devletinin öyle güçlü olmadığı koşullarda, Atlantik kıyılarında ve Kuzey Avrupa’da ortaya çıktı. Magna Carta, özünde, bir şark despotu olmak isteyen krala, aşiret şeflerinin “dur bakalım” demesidir. Bunu Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere adlı eserinde çok güzel açıklar. Sonra bu siyasi üstyapı, uzak dış ticaret üzerinden kapitalizmin gelişimine yol açınca ortaya çıkan yeni sınıf, burjuvazi, politik iktidara ortak olmak için demokrasi bayrağına sarıldı (Tabii o zamanlar adı demokrasi değil, insan hakları, yurttaşlık, cumhuriyet idi.). Sonra iktidarı alınca veya ortak olunca, ezilenleri sattı, demokratik hedeflere karşı mücadeleye başladı. Ama bu sefer tarihe İşçi Sınıfı gibi bir modern üretimin ürünü modern bir sınıf çıktı ve demokrasi bayrağını o ele aldı.
Batı Demokrasisi denen şey işçi sınıfı mücadelelerinin ürünüdür. Tabii emperyalizm aşamasına girişle birlikte bu sefer sömürge ve yeni sömürgelerden gelen artı değerler bu demokrasiyi sürdürme olanağı sağladı. Batının istikrarı denen şey özünde budur. Bu işin bir yanı.
Tabii ulusal kurtuluş savaşlarını verenler, modern işçiler değildi, ya da işçi sınıfı küçük bir azınlıktı, genellikle diğer sınıflar mücadele verdiler. Bunların demokrasiye uzaklıkları ise hem kültürel bir boyut hem de sınıfsal bir boyuta sahip. Köylülük ve diğer alt sınıflarda kültürel bir boyut var. Onlar mehdi beklerler, tanrılaştırma eğilimi taşırlar. Binlerce yıllık devletçilik ve klasik uygarlıklar bunu yerleştirmiş. Öte yandan mücadeleye girdiklerinde ne gördülerse onu uyguluyorlar. Öte yandan bu mücadelelere öncülük eden burjuvazi de demokrasiden, yani işçi sınıfından korkuyor. Bu nedenle demokratik bir ulusçuluk ve program geliştirmekten özenle kaçıyor. Ama sadece bu kadar da değil. Bütün dünyada, ulusal kurtuluş savaşlarının pek demokrasi diye bir sorunu olmadı. Bunda onların mücadelesine, varlığı ve oluşturduğu denge ile imkân tanıyan ve ilham veren Sovyetler’in, bir bürokratik karşı devrim yaşamış ve demokrasi düşmanı bir merkezî bürokratik bir diktatörlüğün ideolojisi ve örneği olması da çok etkili oldu. Ve şunu da eklemeli bürokrasiye karşı savaşmış Marksistlerin bile bir ulus ve ulusçuluk teorisi yoktu. Dolayısıyla kendilerinin demokratik bir ulus tasavvuru bile yoktu. Yani onlar da ulusu dille, dinle, tarihle, gelenekle, ortak tarihle var olan bir şey olarak tanımlıyorlardı. Böyle tanımlamaya karşı da pekâlâ bir ulus tanımı yapılabilir ve demokratik bir ulus da kurulabilir. Bir dil, din, tarih, gelenek körü, tüm yurttaşların tüm bu bakımlardan eşit olduğu demokratik bir ulus da mümkündür. Marksistler bunu hedef olarak koyamadılar. Kendileri de gerici bir ulusçuydular ve gerici ulusçuluğun teorisini ve programını yaptılar. Dolayısıyla gerici bir ulusçuluğun egemenliği ile demokrasi de bir arada yaşayamaz. Yani teorik bir eksikliğin günahı da çok büyük.
Benim son yıllardaki teorik çalışmamın özü bunu açığa çıkarmaya ve sosyalizmin içine işlemiş ulusçuluk virüsünü kazımaya yöneliktir. Örneğin son kitabım olan Marksizmin Yeniden İnşası – Birinci Kitap: Uluslar ve Ulusçuluk Teorisine Giriş bu yönde bir çabadır.[2]
Marksistler ulusçuluğu başka ulusların hakkını tanımamak, başka ulusları baskı altına almak olarak tanımlamışlardır. Bu ulusçuların da ulusçuluk tanımıdır. Ulusçuluk devletlerin ulus ilkesine göre kurulmasını veya her ulusun bir devleti olması ilkesini savunmaktır. Ulusun nasıl tanımlandığı falan değildir. Bu tanım yanlışlığı, ulusları ve ulusçuluğu, kendisine karşı mücadele edilmesi gereken karşı devrimci bir ilke, düzen ve yapı değil, içinde mücadele edilecek tarafsız bir ortam gibi ele almaya yol açmaktadır. Temel sorun buradadır.
Sözünü ettiğiniz ulusal kurtuluş savaşlarının demokrasi diye bir dertlerinin olmaması bununla da ilgilidir. Bu bakımdan bizim günahımızdır, ulusal kurtuluş savaşlarının en gerici biçimiyle ulusal bir devlet ve ulus kurmak hedefine yönelmeleri ve demokrasi diye bir dertlerinin pek olmaması…
Bu demokrasi ve ezilenlerin hareketleri konusu daha derin analiz edilmelidir. Ben 2000lerin başında Özgür Politika’da bu konuyu ayrıntısıyla ele almıştım. Bunu da sonradan Marksist Demokrasi Teorisine Katkı diye kitaplaştırmıştım. Bu kısa konuşmada tüm yönlerini ele alamayız.
Anti-emperyalizm dediğimiz olgu ve aşırı sağın yükselişi arasında bir bağ var. Bir anti-emperyalist çok aşırı milliyetçi de olabiliyor, kökten dinci de olabiliyor, sosyalist de olabiliyor. Bu kavram bir çeşit konforlu alan. Özellikle Anti-Amerikancı olmak. Anti-emperyalist olmak bir itibar sağlıyor. Dolayısıyla çok gevşek bir tarif. Ve komplolara alan açan bir tarif. Kimisi 5000 yıllık Siyonizm diyor, kimisi her şeyin altında CIA’yı arıyor. Siz biraz işaret ettiniz. Bu durum bir teorik açığa denk geliyor. Emperyalizm kavramı hakkında bir büyük teorik boşluk var. Kavramı bu suçları örten durumundan çıkarmak için ne yapmak gerekir, nasıl bir teorik müdahale gerekir?
Çok önemli bir konuya değindiniz. Kanımca teoride ve kavramlarda, en azından biz Marksistler açısından bir problem yok. Sanırım soru şöyle yanlış bir varsayıma da dayanıyor: “Kavramı öyle tanımlayalım ki kötü emellere alet olmasın.” İki yönden yanlış, kötüye kullanılırlık bir kavramı tanımamada ölçü olamaz. Bu bilime bilim dışı, politik ve ideolojik kaygılarla yaklaşmak olur. Ama aynı zamanda biz öyle tanımlar yapar ve kavramlar bulursak, bunlar kötüye kullanılamaz. Burada da burjuva rasyonalizminin dayandığı gizli bir varsayım vardır. İnsanların tavrını akli argümanlar belirler, çıkarlar ve toplumsal konumlar değil. Siz ne yaparsanız, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, çeşitli toplumsal gruplar ona kendi çıkarlarına uygun içerikler verirler ve öyle kendi konum ve çıkarlarını savunmaya çalışırlar.
Akli argümanların insanları ikna edebileceği burjuva rasyonalizminin bir varsayımıdır. Hayır, akli argümanlar ya da tanımlar değil, çıkarlar ve konumlar belirler son duruşmada kavramları, onlara yüklenen anlamları ve ideolojiyi. Biz “insanın düşüncesini belirleyen varlığıdır” derken bunu ifade ederiz. Bunun daha çarpıcı şöyle bir formülasyonu da vardır: “Eğer insan çıkarlarına aykırı olsaydı matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olurdu” diye. Bunları kavramların net tanımlarıyla engellemenin yolu yoktur. Zaten büyük ölçüde bu net tanımlar vardır. Ama kullanılmaz ya da içerikleri değiştirilir. Ayrıca ezilenler ille de doğru ve haklı hedefler için mücadele eder, çıkarlarının her zaman nerede olduğunu bilir, parçanın çıkarıyla bütünün çıkarı, kısa vadeli çıkarla uzun vadeli çıkar özdeştir diye bir şey de yoktur. Ezilenler kısa vadeli, kendi özel durumlarının çıkarlarına göre, tarihsel deneyimlerine göre hareket ederler. Örneğin eğer yenilgi ve programsızlık varsa, ezilenler pekâlâ en gerici demagogların ve güçlerin peşinden de gidebilir. Faşizm büyük ölçüde ezilenlere ve 1929 buhranıyla yoksullaşanlara dayanmıştır. Bugünkü popülizmin de benzer karakteristikleri vardır. Ama faşizmin yükselişini ve zaferini, sosyalist hareketin ve işçi hareketinin başını bağlamış, Sovyet bürokrasisinin tamamen yanlış politikalarından ayrı düşünemeyiz. Dünyanın en örgütlü işçi sınıfı Almanya’da Hitler’e savaşmadan teslim oldu, sözde Sovyetler’in, bürokratik kastın dolayısıyla da Üçüncü Enternasyonal’in işçi sınıfını bölen “sol” politikaları nedeniyle. Tersi sağ politikalar da aynı akıbete İspanya’da uğradı. Bu yenilgiler üzerinde faşizm zafer kazanıp dünyayı bir savaşa çekti. Bugün de benzer bir durum var.
“Gerçekleri” açıklayarak komplo teorileriyle baş edilemez ki komplo teorileri, Nazizm’in Yahudi düşmanlığıyla aynı “enayiler sosyalizmi” özelliği taşır. Sorun somut program ve strateji yokluğudur.
Örneğin komplo teorileri özünde, basının, şirketlerin, devletlerin her şeyi manipüle etmesinden nemalanıyor. Bu özünde yanlış değil. Tamam bu da doğru ama bununla nasıl mücadele edilebilir. Açıklamalar veya tanımlarla değil, somut program ve hedeflerle. Bunlar eksik bugün. Örneğin madem bunlar bizleri manipüle ediyor, gelin şunun için mücadele edelim. Gelin tüm şirketlerin, tüm devletlerin, tüm örgütlerin tüm toplantıları, kararları hesapları herkese açık olsun. Devlet gizliliği, şirket sırları vs. ortadan kaldırılsın. Basın ve yayın üzerinde devlet ve sermayenin egemenliğin kaldırıp, bunu kamuya ve örgütlü halka verelim onlar bunu kendi aralarında nüfus içindeki oranlarına, üye sayılarına vs. paylaşsın ve paylaştırsın. Bir yayın organına ancak böyle örgütlü halk veya nüfus kesimleri sahip olabilsin, şirketler ve devlet değil. Bu gibi somut programlar ortaya koysak onların kaçacak yeri kalmaz. Halbuki biz, tüm sırları ortadan kaldıracak bir programı savunacak yerde, kişisel sırların gizliliği hakkı gibi şeylerden söz ediyoruz. Sanki bu mümkünmüş gibi. Sorun bizde. Bu da programsızlıkla, programsızlık da teorik eksik ve zaaflarla ilgili.
Bugün artık küçük kapitalist ülkeler de aslında emperyalist bir temayüller gösteriyor. Yani 68’deki o ABD figürü dışında artık bir sürü emperyalist merkez ortaya çıkmaya başladı. İşte Çin önemlidir. İşte Türkiye’nin arzuları falan. Rusya nedir bu durumda? Nasıl tarif edilmelidir? Yani kim emperyalist, kim değil?
Bugün bütün kapitalist dünya (ki sosyalist diye bir dünya da yok, eskiden de yoktu ya, bu ayrı bir konu) kapitalist ve aynı zamanda emperyalist ülkelerden oluşuyor. Çin de kapitalist ve emperyalist, Rusya da. Amerika da, AB de. Veya daha küçüklerine gelirsek. İran da, Hindistan da, Brezilya da, Güney Afrika da, Türkiye de… Kimileri gücü olmadığı, küçük olduğu için bunu yapamıyor. Örneğin Türkiye de emperyalist bir ülke, hem de yayılmacı. Tabii kendi gücü kadar. Balkanlar, Kafkaslar, Libya, Irak, Somali gibi bir alanda epey bir yol kat etti. Tipik yayılmacı ve silahlanmaya yönelik bir siyaset uyguluyor. ABD, AB, Rusya ve Çin arasında dünya ölçüsündeki mücadeleler ona belli bir hareket alanı veriyor. Türk devleti de bunu oldukça iyi kullanıyor kendi emperyal hayalleri için. İlerde bir maceraya kalkışabilir. Böyle bir macera belki bu devletin sonunu getirebilir. Osmanlı ve İttihat Terakki’nin hayalleri bir örnektir.
Siz nasıl görüyorsunuz? Çin, ABD, Rusya, Türkiye…
Evet hepsi emperyalist. Ama biz soruna şu açıdan bakmalıyız. Biz ezilenler, eşitlik için mücadele edenler ne yapmalıyız?
Önce, bir devrimci, bir sosyalist, bunlar arasındaki savaşta, iki taraf da emperyalist olacağı için, klasik Sosyalist taktiği izlemeli, yani yenilgici olmalı. “Kendi” devletinin ve burjuvazinin karşısında duracaksın. Bu kolay bir politika değildir. Geniş kitleler başlangıçta savaş sarhoşluğuna kapılır, egemenlerin zafer arabasına biner ve siperlerin karşı tarafında birbirlerinin boğazını sıkarlar. Bu ilkesel bir duruştur, bizler kısa vadeli ve partiyal değil genel ve uzun vadeli çıkarları savunuruz. Bir örnek vereyim. Rusya ve NATO Ukrayna’da savaşıyor. Biz NATO üyesi bir ülkede yaşıyoruz. NATO’nun yenilgisi için uğraşmalıyız. Bu işin alfabesi. Ama politik mücadele, ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesi, sadece ilkesel duruşlar değildir. Somut güçler mücadelesinde nasıl bir taktik izlenmeli sorusu vardır. Biz nasıl egemen sınıflar ve güçler egemen oldukları alanlarda çeşitli çatışan güçlerin dengede olup, biri üstünlük sağlamadan birbirlerini yıpratmalarını sağlayarak üstünlüklerini kurar ve korurlarsa aynı taktik esnekliği onlara karşı göstermeliyiz. Yani iti ite kırdırmaya dikkat etmeliyiz.
Yani taraflardan birinin aşarı bir güç kazanıp diğerini yenmesine imkân tanımamalıyız. Örneğin bugünkü dünyada, saldırgan ve güçlü olan taraf, NATO (ABD ve AB) ve pasifikteki benzeri ülkelerdir (Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda). Bunların karşısında hedef Çin ve Rusya. Nihai hedef Çin. Önce Rusya’yı parçalamalı, tüketmeli.
Bu durumda biz, belki küçük olan ağırlığımızı, Rusya ve Çin tarafına koymalıyız. Bu tavrımızı onları şirin gösterme gibi bir davranışla gerekçelendirmemeliyiz. Açıkça neden böyle yaptığımızı söylemeliyiz. Bunlar da kapitalist ve bürokratik diktatörlüklerdir. Ama ABD ve AB karşısında bir denge oluşturarak ezilenlere hareket alanı sağlarlar nesnel olarak. Kendi niyetleri bu olmasa bile. Bir an için Rusya, İran, Çin’in çok güçsüz olduğu veya olmadığı bir dünya düşünün. Hamas var olabilir miydi? Suriye çoktan Libya gibi olmuştu. Örneğin ben Libgen isimli bir kitap sitesini kullanıyor ve ihtiyacım olan kaynakların çoğunu orada buluyorum. Bu Rusya sayesinde var. Her şeyi özel mülkiyet mihrabında kurban eden ABD ve AB böyle bir imkân bırakır mıydı? Bu küçük bir örnek. Özetle Rusya da emperyalisttir. Ama biz ezilenler olarak iti ite kırdırma taktiği izlemeli, hiçbirinin kesin bir üstünlük sağlamamasına yönelik taktikler izlemeliyiz. Bu da fiiliyatta daha güçsüz olanı güçlü olan karşısında desteklemek anlamına gelir. Biliyorsunuz biri güçlü biri güçsüz iki güç arasındaki savaşta, tarafsızlık güçlüye hizmet eder. ‘Tarafsızım ikisi de kötüdür’ dediğinizde tarafsınızdır zaten, güçlünün tarafındasınızdır. Tarafsızlık mümkün olan bir şey değildir.
Peki hocam son olarak, İsrail-Filistin meselesini sorayım. Şimdi şunu söylemek lazım, dünyanın güvenli bölgeleri var, ikinci dünya savaşından sonra oluşturulmuş olan. Ve güvensiz bölgeleri var, bizim Asya bir şekilde böyle. Artık güvensiz bölgelerden güvenli bölgelere doğru hızlı bir akış söz konusu. Türkiye de bir şekilde ortada bariyer olmuş durumda. Tabii güvenli bölgeler derken şunu kastediyoruz, demokrasinin ve hukukun işlediği, refahı gelişmiş ülkeleri… İnsanlar buralara gitmek istiyorlar bir şekilde. Aynı zamanda ezilen dünya tarafından, tabiri caizse, sürekli suçlanan şeytanlaştırılan ülkeler burası. Garip bir durum söz konusu. Özenilen, beğenilen ve insani yaşamın olduğu yerler aynı zamanda şeytanlaştırılan yerler. Bu kapsamda bizim İslam coğrafyasına da baktığımızda bu ülkelerin önerebildiği bir demokratik yaşam yok esasında ve mücadeleler tamamıyla Batı karşıtı ya da bir şeyin karşıtı olarak gelişiyor. Ancak sulha dair de bir cümle kurulmuyor. Buradan Filistin’e bağlarsak, bütün bunlardan yola çıkarak, siz İsrail-Filistin meselesi hakkında ne söylersiniz? Zaten gençliğinizde Filistin’e de gitmiştiniz. Tüm bunlardan nasıl bir tablo çıkarırsanız bize?
Sorunuzu üç başlık altında ele alalım. Bir, siyah-beyaz bölünmesini konuşalım. İki, İsrail’in mahiyetini ele alalım. Üçüncü olarak Filistin hareketini ele alalım.
Birincisi, bugün tüm dünyada bir apartheid sistemi vardır. Yani ABD, AB, Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerin dışında kalan dünya, etrafı surlarla çevrilmiş koca bir bantustandır. Bu alan çok büyük olduğundan bantustandakiler ileri olanları kuşatmış gibi görülüyor. Bu görsel bir yanılgıdır. Durum tam tersinedir. Biliyorsunuz. Güney Afrika’da güya bağımsız devlet olduğu söylenen, Tsankei gibi, siyahların yaşadığı bölgeler (Bantustan) vardı. Bir de buralardan alınıp şehirlerde çalışan ikinci sınıf siyah işçilerin yaşadığı Townshipler vardı. Bugün “Üçüncü Dünya” (bu da bir alışkanlık, ikincisi yok) koca bir bantustan. Kapitalist ülkelerdeki yabancı gettoları biraz Township’lere benziyor. İnsanlar bu hapishaneden kaçmaya çalışıyor. Batı bunları o hapiste tutup kendi ihtiyacı kadarını alıp ucuz işgücü olarak çalıştırmaya çalışıyor.
Dünyanın siyah ve beyaz bölünmesi diyorum buna. Siyah ve beyaz, politik kavramlardır. Örneğin Almanya’daki yabancı işçi beyaz da olsa siyahtır. Japon örneğin beyazdır. Bu ırkçılığa karşı mücadelede oluşmuş bir terminolojidir. Fiziksel veya biyolojik siyah beyazla ilgisi yoktur. Filistinliler siyah, Siyonistler beyazdır örneğin. Yoksa fiziksel veya biyolojik olarak ikisi de beyazdır.
Ben bu sonuca 1980lerin sonunda Almanya’daki yabancılar hareketi içindeki mücadelede, Doğu Avrupa’daki gelişmeleri gözleyerek ulaştım. Başlangıçta “bizler burada çalışıyor, vergi veriyoruz, tümüyle eşit haklar istiyoruz” diyorduk ve bunun için bir hareket oluşturmaya çalışıyorduk. Türk devleti bundan rahatsızdı. Çünkü o Avrupa’daki işçileri kendi dış politikasının araçları olarak, bir tür beşinci kol olarak kullanmak istiyordu. Yabancıların içindeki burjuvalar (örneğin Hakkı Keskin vs.) “biz çifte vatandaşlık isteyelim. Lobi yapalım” diyorlardı. Ciddi bir kitle mücadelesinden korkuyorlar ve Türk devletine fiili işbirlikçilik yapıyorlardı.
Belli bir radikalleşme vardı. Özellikle ırkçı saldırılar ve öz savunma bunu besliyordu. Ama bir hareket yaratamadık. Bunda Türk sol hareketinin ve Türk sosyalist hareketlerinin oradaki Türk ve Kürtleri, tıpkı Türk devleti gibi, Türkiye’deki mücadeleye tabi kılmaları ve bir lojistik devlet üssü olarak görmeleri de çok etkili oldu. Ama daha önemlisi, Duvar çökünce, Türklerin ve Kürtlerin Almanya’daki konumu biraz yükseldi, Doğu Avrupalılar en alta geçti. Bunun da bir etkisi oldu.
Ama bu dönemde, Demokratik Almanya’daki Almanlar, bantustandan kaçtıklarında hemen Alman vatandaşı oldular (önce tek tek sonra ülkece). Ancak aynı şeyi yapmak isteyen Arnavutlar, oğul vermiş arılar gibi bir gemiye doldurulup püskürtüldüler örneğin. Bu gibi olaylar beni düşündürdü. Bu noktada, Almanya veya Avrupa’da eşit vatandaşlık için mücadele vermenin, doğu Almanların yaptığını yapmak, yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılma mücadelesi vermek olacağı sonucunu çıkardım. Avrupa’ya katılmak veya orada eşit haklar alıp imtiyazlılar arasına katılmak değil, yeryüzünden imtiyazlılığı, yani Avrupalılığı kaldırmak gerekir sonucuna ulaştım. Örneğin Türkiye’nin AB’ye girmek istemesi, yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılma çabasıdır. Bir devrimci ve sosyalistin böyle bir amacı olamaz. O yeryüzünden imtiyazlılığı kaldırmak için mücadele etmelidir. Sorunu böyle koyunca strateji değiştirmek gerekiyor. Örneğin ABD ve Avrupa’daki beyaz adamların aldığı kararlar bizim kaderimizi belirliyor. O halde bizler de bu ülkelerin yönetimini belirlemeliyiz. Nasıl?
Artık ulusal devletler kurmak için değil, tek tek insanların yaptığını, yani bantustandan kaçma girişimini, dünya çapında kitleler olarak yapmalıyız. Yani örneğin, ülkeler olarak ABD ve AB’ye katılma kararları almalıyız. Bunları politik bir program ve harekete dönüştürmeliyiz. Onlar ise bizleri nasıl tek tek yapıyorlarsa aynı şekilde ülkeler olarak da reddedip bizi gettoda kalmaya zorlayacaklardır. O zaman onların ikiyüzlülükleri ve kölelere dayanan demokrasiler oldukları da afişe olur. Bu muazzam bir altüstlük yaratır. Ezilenleri perspektifsizlikten kurtarır. Bu fiilen uluslara ve ulusal devletle karşı savaştır. İnsanlar buna şimdi ayaklarıyla oy veriyorlar. Bilinçli bir politik hareket dönüşmedi henüz. Ama bunun üzerine düşünmeli ve bu gibi stratejileri tartışmalıyız. Ulusal devletler artık yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sisteminin sürdürmenin aracıdır.
İsrail’e gelelim. O bizzat kendi sınırları içinde bir apartheid rejimi uyguluyor. O batılı emperyalistlerin haydut devletidir. Tüm Ortadoğu’nun ve hatta dünyanın başına beladır. İsrail bir Yahudi devleti değildir, bir Siyonist devlettir. Yani faşist bir devlettir. Hitler Almanya’sının yaşama hakkı nasıl yoksa, İsrail’in de yoktur.
Yahudilerin vatanı olduğu demagojisi, Siyonistlerin, Yahudileri kendi amaçları için araçsallaştırmasıdır. Yahudilerin vatanı bulundukları ülkelerdi ve ülkelerdir. Onlar o ülkelerdeki demokratik ve sosyalist hareketlerin içinde ve başında olmuşlardır. Bugün İsrail Siyonizm’ine en açık ve tutarlı direnenler Yahudilerdir. Bunlar şimdilik ve son yarım yüzyılda azınlıkta kaldılar. Ama Hitler’in cinayetlerine kadar Siyonistler Yahudilerin içinde küçük bir azınlıktılar. Aydınlanma ve Fransız Devrimi, Yahudileri içine kapatıldıkları gettodan kurtarıp eşit yurttaşlık verdiği, yani statü farklarını ortadan kaldırdığı için neredeyse bütün Avrupa Yahudileri (Osmanlı’da da öyleydi) demokratik ve sosyalist hareketlerde yer aldı. Sosyalist hareketin neredeyse bütün teorisyenlerinin Yahudi olması bir rastlantı değildir. Bugün Siyonizm’in Yahudilerin de bir kısmının desteğini almasında sosyalistlerin de günahı çok. Gerici ulusçuluğun ulus tanımlarını kabul edip yayarak buna yol açtılar. Ama bu ayrı bir konu. Sadece değinmiş olalım.
Burada Filistin hareketin gelelim. Bu hareket yüzde yüz haklı bir hareket.
Ama şöyle bir perspektifi ve programı yok: “Tamam biz bu Siyonist devleti yıkacağız ve yıktıktan sonra herkesin eşit haklara sahip yurttaşlar olduğu bir devlet kuracağız” demiyor. Böyle demediği için kendini tecrit de ediyor dünyadaki dostlarından. Böyle giderse ilerde çürürler. Sosyalistlerin başına gelen onların da başına gelecek. Şu an büyük mücadele içerisinde oldukları için fedakarlığın, diğerkâmlığın zirve yaptığı bir topluluk olduklarından bu durum tartışılamıyor. Hamas böyle olmasına rağmen Hamas’ı desteklememiz gerekir. Ama yanlışlarını söylemek de gerekir. Çünkü bu yanlışlar ezilenlerin haklı bir mücadelesini geriletebilir. Hamas’ın ister İslamcı olsun ister olmasın “bizim kurduğumuz devlette ister Yahudiler ister Hristiyanlar ister Müslümanlar ister dinsizler olsun, herkes eşit yurttaşlar olacaktır. Devlet insanların dinine eşit mesafede olacaktır.” dese milyarlarca insanın sempatisini kazanabilir.
Bir de İslamcı arkadaşlar için şöyle bir gözlemim var. Şimdi ben İslamcı arkadaşların toplantılarını izliyorum, e-mail gruplarındayım. Hepsinde gördüğüm şöyle bir şey var. Olaylara bilimsel bakamıyorlar, kavramsal araçları yok. Eleştirilerini bütünüyle ahlaki kavramlarla yapıyorlar. Ne bileyim işte, ‘idareciler adil davranmalıdır’ diyorlar mesela. İdareci adil davranmaz. Sen öyle bir devlet cihazını örgütleyeceksin ki en namussuz idareci bile adil davranmak zorunda kalacak. Gördüğüm kadarıyla böyle bir problematikleri yok. Efendim işte ‘zengin cömert olsun, parasını paylaşsın’, zengin parasını paylaşmaz. Sen ondan yüksek vergi almanın yollarını bulacaksın. Vergiyi de sadece devletin rüşvet alabilen memurlarıyla değil yine devletin kontrolü dışında, yani vatandaşların kontrolü çerçevesinde, merkezi idarenin kontrolü dışında kalmış, yöntemlerle toplayacaksın.
Bir de demokrasinin olmazsa olmazı olan, insanları eşit statüde görmek gibi bir dertleri yok. Kendileri Müslüman olarak hukuken ve fiilen hep üst statüdeler. Bunu eşitlemek, kendi imtiyazlarına karşı mücadele etmek perspektifi yok. Hep kendilerinin altta olduğunu söylüyorlar. Alevilerin alt konumlarını dert etmiyorlar mesela. Örneğin diyanetin kapatılması, ibadet kişi ve yerlerinin tıpkı Aleviler ve diğer cemaatler gibi vergiler üzerinden, devletçe değil, cemaatlerin gönüllü bağışlarıyla var olması için mücadele etmek gibi bir bakışları şok. Yani Hamas’ın yanlışı buradaki politik İslam’da da var daha ince biçimde. Bu demokratik mücadeleyi korkunç zayıflatıyor ve güvensizlikleri besliyor.
Bu kıymetli söyleşi için çok teşekkürler hocam.
Ben teşekkür ederim.
[1] Demir Küçükaydın’ın daha detaylı bir biyografisi için: https://demirden-kapilar.blogspot.com/2017/10/ kendini-tantmak-ksa-hayat-hikayem.html
[2] Şu adresten indirilebilir: https://disk.yandex.com. tr/d/br-JXouQiUcVPQ
Bu söylşi "Halka Dergi"de yayınlandı. Lihki şöyledir:
https://halkadergi.org/2024/04/17/demir-kucukaydin-emperyalistler-arasi-pazar-mucadelesi-suruyor/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder