“Merhabalar, ben
Alican Gürkan. Mustafa İlker Gürkan'ın oğluyum ve buradan babamın sağlık
durumunu paylaşacağım. Babam yaklaşık 2 hafta önce karaciğerinde metastaz
yapmış kanser teşhisi ile hastaneye yatırıldı. Yapılan tetkikler sonucunda
pankreas kanseri olduğu tespit edildi ve tedavisine başlandı ancak tedavinin
yan etkileri nedeniyle tedavisi durduruldu. Şu anda Bodrum Acıbadem
Hastanesinde yatmakta ve durumu takip edilmekte. Sağlık durumu ve gelişmelerle
ilgili size buradan bilgi vereceğim. Görüşmek üzere.”
İki gün sonra 29 Şubat’ta şu umutsuz haberi verdi:
“Merhaba, Mustafa
İlker Gürkan'ın sağlık durumu iyi değil maalesef. Pankreas kanserinin
ilerlediği ve çeşitli organlara metastaz yaptığını söylemiştim. Karaciğerindeki
metastazların yaygın olması nedeniyle karaciğer fonksiyonları oldukça zayıf.
Doktorlar bu aşamadan sonra yapılabilecek bir şey olmadığını, tedavinin yan
etkilerini kaldıramayacağını ve tedavinin etkisiz olacağını belirttiler. Kesin
bir süre veremiyorlar ancak hazırlıklı olmamızı istiyorlar. Karaciğer
enzimlerinin bozuk olması ve metastazlar nedeniyle iletişim kurmakta
zorlanıyor. Bu nedenle günde en fazla iki ziyaretçi kabul edebiliyor. Sizlerden
ricamız ziyaret etmek isterseniz ortak arkadaşlarınızla görüşüp ziyaret edecek
kişiyi siz belirlemeniz ve bize bildirmeniz. Daha önce de dediğim gibi herkesin
iyi dileklerini kendisine iletiyorum. Bir gelişme olduğunda yine sizi haberdar
edeceğim. Görüşmek üzere.”
En sonunda da babasının vefat ettiğini yazdı:
“Mustafa İlker Gürkan
08.03.2024 saat 00:50'de gelişen komplikasyonlar sonucu hayatını kaybetmiştir.
Cenaze merasimi ile ilgili detaylar daha sonra paylaşılacaktır. Hepimizin başı
sağolsun.”
Eğer Türkiye’ye gidebilseydim veya orada olsaydım bugün
karşı saflarda olmamıza rağmen, eski bir arkadaşı ve yoldaşı olarak M1’e veda
etmek isterdim.
Ama gitmem mümkün değil.
Hiç olmazsa, bir yazı ile olsun, Mustafa İlker Gürkan’a
(M1’e) veda etmem gerekir diye düşünüyorum.
Aslında bu işi yapabilecek son kişiyim. Gürkan’a hem arkadaş
olarak, hem ideolojik olarak yakın çok insan vardır. Ben ne yakın bir arkadaşı
idim ne de ideolojik ve politik olarak büyük bir yakınlığım vardı. Hele son
yıllarda nesnel olarak karşı saflarda sayılırdık.
Ama öyle görülüyor ki, standart baş sağlığı mesajları
ötesinde kimse bir şey yazmayacak.
Belki örneğin Devrimci
Öğrenci Birliği’nden, Mustafa Lütfü Kıyıcı (M2) bir şeyler yazar diye
umuyordum.
Ama Kıyıcı da sanırım, aralarındaki nedenini ve nasılını bilmediğim,
ama tahmin ettiğim, kırgınlıklar nedeniyle, Gürkan’ın adını anmadan Facebook
sayfasında şöyle bir paylaşım yapmış:
"İnsanlar doğar,
büyür, yaşar ve ölürler". Önemli olan yaşadığı süre içinde olumlu ve
övünülecek deneyimler bırakabilmek ve iyi duygularla anılabilmektir.
İyi/kötü ortak
anılarımız olan, bir arkadaşımız evrene göç etti.
Başımız sağ olsun.
Ailesine ve sevenlerine sabır ve metanet dilerim..”
DÖB’lü diğer arkadaşların yazmaya yatkın olmadığını sanıyorum.
Bu durumda galiba iş başa, yani zurnanın son deliğine düşüyor.
Gürkan’a son bir yazıyla olsun veda etmek gerekiyor.
Bir zamanlar Deniz’le birlikte, DÖB’ü kurmuş, İstanbul’da
öğrenci hareketinin iki önderinden biri olmuş bu insanın, sessizce
uğurlanmasına gönlüm razı değil.
Politik ve ideolojik olarak siperlerin karşı saflarında
bulunmamıza rağmen ve de tam da öyle olduğu için.
*
Yeni kuşaklar bunu anlamayabilirler. Ama biz klasik Marksizm
geleneğinden gelen insanlar olarak, en sert ayrılıkların bile eski dostlukları,
insani ilişkileri yok saymasına yol vermezdik ve vermemeliyiz.
Çünkü, karşındaki insanı, prensip olarak herkesi iyi niyetli
olarak kabul esastır. İnsanlar iyi niyetlerine rağmen nesnel olarak çok karşı
pozisyonlarda olabilirler. Bu nedenle en sert eleştirilerimiz bile niyetlere
değil, nesnel konumlara, savunulan fikirlerin yol açacağı nesnel sonuçlara
ilişkin olur ve öyle olmalıdır.
Karşı taraftaki insanın iyi niyeti veri kabul edildiğinde ise,
o zaman, onu ikna etmek, yanlış olduğunu düşündüğümüz görüşlerini
değiştirebilmek için hala bir olanak var demektir. Ve bu değişim için uğraşmak
görevdir de. Eğer onun görüşlerini yanlış görüyorsan onu yanlışıyla baş başa
bırakamazsın, bırakmamalısın.
Ama bir insan için iyi niyetli olmadığı gibi bir ahlaki
rezerv var ise, (ki bu gibi bir hüküm, o insanı silmek anlamına geleceğinden,
çok ciddi ve kesin deneylerin yaşanmış olması gerekir) zaten insani olarak
ilişki kesilir. Ya da uzaktan, mesafeli
diplomatik bir nezaket ilişkisinden öteye gidilmez. İnsan değer verdiklerini
eleştirir, tartışır ki onu yanlışlarından kurtarabilsin. Değer verilmeyenlerle
tartışmak anlamsızdır.
Bugün ise, siyasi veya ideolojik her hangibir ayrılığa,
daima ahlaki bir düşkünlüğün eşlik ettiği gibi bir yaklaşım var.
Böyle bir yaklaşım, karşı tarafı siyasi ve teorik değil,
ahlaki kriterlerle eleştirmeyi zorunlu bir sonuç olarak getiriyor ve ideolojik
ve teorik tartışmanın yerini kişisel ve ahlaki tartışma ve ithamlar alıyor.
Ama bu aynı zamanda politik mücadelede, en karşı bilinen
saflardan bile insan kazanmanın, insanları en azından tarafsız veya hayırhah
bir pozisyona çekmenin de yolunu tıkayarak tam bir kastlaşmaya yol açıyor. Ve
işte tam da ahlaki eleştiriler, nesnel olarak ahlaksızca bir sonuç veriyor,
çünkü ezlenlerin mücadelesine zarar veriyor nesnel olarak.
Ahlaklı olmak ezilenlerin mücadelesine nesnel olarak zarar
vermemekle mümkündür.
*
Klasik Marksist gelenekten iki örnek verilebilir.
Lenin ölümünden önce hastalığı sırasında, İkinci Kongre’deki
Bolşevik-Menşevik bölünmesinde karşı tarafın öncüsü durumundaki Martov’u
soruyor “Martov da hastaymış” diye merak ediyordu. Martov da, Lenin’in Alman
Genel Kurmayının kurşunlu vagonuyla Rusya’ya gelişinden dolayı Lenin’e Alman
ajanı diye saldıranlara karşı Lenin’in davranışının taktik bir uzlaşma olduğunu
söyleyerek karşısında olduğu Lenin’i savunuyordu.
Diğer örnek konuyu doğrudan tartışan Kıvılcımlı’dan.
Örneğin Kıvılcımlı, Kerim Sadi veya Nazım Hikmet için “Marksizmin Kalpazanı” gibi ağır
sıfatlarla saldırdığı polemikler yazmıştı.
Ama ben bizzat 1970 yılında, Sosyalist gazetesinin bürosunda, Kerim Sadi ve Kıvılcımlı karşılaştıklarında
nasıl birbirlerine sarılıp, genç kuşağı anlamadıkları üzerine (Özellikle
Aydınlıkçıların Osmanlı’dan kalma Rus ve Moskof düşmanlığını okşayan, Sovyet
düşmanlığını kast ederek) devletin yıllarca yapamadığını, şimdiki gençlerin
nasıl yaptığı üzerine, sonraki kuşağı çekiştirdiklerini görmüştüm.
Benim şahitliğime de gerek yok. Kıvlcımlı bizzat kendisi daha
henüz 68 hareketi ortaya çıkmadan önce, ortalıkta sadece TİP ve YÖN var iken, şunları
yazmıştı:
“TİP ve YÖN gibi yeni
güçler yanında ESKİ Sosyalistlerin “Kaç tümeni var?” demiyelım. Eski adsız
birikimin mirasyediliğine düşeriz. Fincancı katırlarını ürkütme bahanesi de
çağını yitirdi. Nitekim şimdi başka bahane uyduruluyor: Eskilerin kırgınlıkları
ile yeni kuşakların kulak tozları, hatta ödleri patlatılmak isteniyor. Aşağısı
sakal, yukarısı bıyık diye tükürülmediğinden cüretlenilmesin. Hikmet
Kıvılcımlı: Nâzım Hikmet’e ve Kerim Sadi’ye ağır saldırmış… Kerim Sadi:
Hikmet’e ve Nâzım’a verip veriştirmedik şey bırakmamış. Nâzım, daha “şâirane”
sözü gümüş sayıp, davranış altınlarıyla onlara taş çıkartmış.. Bu, madalyanın
bilinen bir yüzüdür.
Kimsenin bilmediği,
bilenlerinse, yeni kuşaklardan sakladıkları madalyanın inanılmaz öbür yüzü
vardır: O “üç silâhşör” Eski sosyalist, birbirlerinin yaraladıkları ölçüde
sevmeyi öğrenmişlerdir. Teoride ve pratikte birbirlerinin yanlışlarını yalın
kılınç delik deşik etmekte gözlerini kırpmayan bu üç insan, ilk buluşmalarında,
çocuksu şen kahkahalarla kucaklaşmaktan bir gün geri kalmamışlardır. Özellikle
Eski Sosyalistler bu bakımdan, yeni sosyalistlerarası bağlılıklarda maya rolünü
oynıyabilirler. Yeni kuşaklara, kişisel deve kinleri ve sülâle kan dâvaları
yerine bu eski sosyalist kardeşlik mayası aktarılabilir.”
Keza Nazım’ın şiirlerinde Doktor’u, Doktor’un anılarında
nasıl Nazım’ı kolladığı bir başka örnektir.
Bir başka örnek de Mihri Belli ve Kıvlcımlı’dır.
*
Bugün yeni kuşaklar bu gelenekleri pek bilmiyor. Bilenler de
unutmayı tercih ediyor ya da bu gelenekleri bilen ama aşağıda görüşleri
alıntılanan arkadaş gibi, bunların terk edilmesi gerektiğini savunabiliyor.
Ve bunu savunurken de psikolojik ve ahlaki bir eleştiriye
kolayca kayabiliyorlar. Bir örnek:
"hakikat
fikirlerin çarpışmasından doğar" kıvamındaki hegelci ve sözde diyalektik
gerekçelerle 150 yıldır devam eden bir üslup sorunuyla malul marksizm ve
dünyanın her yerinde 99 parçaya bölünmüş olmasında da bu tartışma üslubunun
payı var.
marksizmin marksist
eleştirisi merakı olan senin de bu sorunu görmek istememen ustalarla aynı
sebepten. tartışmanın harareti ve şehvetine kapılıp ağzına geleni söyleme
lüksünden vazgeçmek istemiyor hiç kimse. ulvi teorik ve politik meseleler
tartışan insanların kahvehanedekiler gibi "hakikat" için değil
"benlik" için tartıştıklarını kabul etmek zor geliyor muhtemelen.
marksistlerin çok
derdi var şol dünyada ama işbu "kıyasıya polemik" geleneğindeki
iletişim tarzıyla herhangi bir derde değil derman bulmak üstüne ortak konuşabilmeleri
dahi mümkün olamayacak.
seçim öncesi
yazdıklarını okumuş ve katılmamış biri olarak sana geri bildirim vermeye dahi
kalkmadım çünkü dinleme ihtimalini görmedim.”
Ben ise, bölünmelerin nedenini, tartışma üsluplarında,
kişisel sorunlarda veya ahlaki veya psikolojik zaaflarda değil, dünyada genel
olarak muhalif hareketlerin gerileme sürecinde olmasına, ama özünde de
Marksistlerin, programsızlığında ve kısmen de buna bağlı olarak ortaya çıkan
muazzam gerileme ve yenilgilerde görüyorum.
Çünkü yükselen bir hareket birleşme eğilimlerini de besler
ve yükseliş dönemlerinde bölünmeler bir arınmaya (katharsis) ve enerjiyi karşı
tarafa yöneltme imkanına da yol açar.
Her bölünme veya birlik somut olarak ele alınmayı gerektirir.
Kategorik olarak birlik iyidir veya bölünme kötüdür diye bir yaklaşam temelden
yanlıştır. Böyle bir yaklaşım, her şeyden önce, her üretimin aynı zamanda bir
tüketim olması gibi, her birleşmenin bir bölünme olduğu temel gerçeğini atlar.
Çünkü sorun neyle bölünüp neyle birleşildiğindedir.
Öte yandan bölünmüş olmak birlikte hareket etmeye engel
değildir. Aksine ittifakları ve birlikte hareket etmeyi mümkün kılar.
Bölünüldüğünde, prensipler üzerine tartışma biter veya önceliğini yitirir ve
onun yerini taktik esneklikler ve ittifaklar alabilir.
Yeri gelmişken, yükselen bir harekette, büyüyen ve yükselen
bir örgütün oportunist gördüklerine nasıl kayıtsız ve şartsızca katıldığını, bu
yazıda Mustafa Gürkan ve DÖB örneğinde göreceğiz.
Ve aynı Mustafa Gürkan’ın, ilk gençliğinde takılıp kalarak,
sorunu bir bölünme veya birlik sorunu olarak görmekten öteye de gidemediğinive
fiilen de gerilediğini.
*
Mustfa İlker Gürkan
adının yanına Parantez içinde (M1) yazdım.
M1, Mustafa Gürkan’ın, Devrimci Öğrenci Birliği’nden (DÖB) arkadaşları arasındaki adıydı.
M1 Amerikan ordusunun
İkinci Dünya Savaşı’nda kullandığı, yarı otomatik piyade tüfeğinin adıdır. Bundan
önce ordularda ateşleme makanizmasına merminin el gücüyle tek tek aktarıldığı, Türkiye’de
eskilerin Kırıkkale ya da Mauser dedikleri tüfekler vardı. İkinci
Dünya Savaşı’nda Amerikan askerleri çok daha seri ateş edebilen bu silah
sayesinde büyük bir ateş gücü üstünlüğü sağlayabiliyorlardı.
Tam adı, tüfeği lik
tasarlayanın adıyla M1 Garand’tır.
Sanırım 60’lı yılların
sonlarına doğru NATO çerçevesinde Türk Ordusuna da verilmiş veya satın alınmış.
Peki bu M1 ile Mustafa
Gürkan’ın ilişkisi ne? Türk Ordusuna yeni gelen bu silahın teknik adını bu genç
insan nereden biliyor?
Çünkü bizler, 68 yazı
veya son baharında, hepimiz, eline silah bile almamış, tüyü yeni bitmiş
delikanlılardık.
Ne biliriz M1’i, ne
biliriz daha sonra Filistin’de öğreneceğimiz AK-47’yi, namı diğer Kalashnikov’u.
Bilmediğimizi iyi
biliyorum, çünkü ilk kez elimize tabanca alıp ateş ettiğimiz günü ve yeri çok
iyi hatırlıyorum.
Deniz ve daha birkaç
arkadaşla ilk kez elimize silahı, DÖB kurulduktan bir süre sonradan, saldırılar
yoğunlaşınca, Tümer Önder arkadaşımızın kendi inisiyatifiyle Tahtakale’den
aldığı, oyuncak silah olarak ithal edilip namlusuna yiv set açılarak imal
edilmiş, yine tahtakalede satılan “kıl mermi” denen 22 kalibrelik mermiler
atabilen, üç beş metrede etkili olabilen, toplu bir tabancayla YİS’in
üstündeki, Kıvılcımlı’nın kitaplarının deposu olarak kullanılan odada almış ve
ateş etmiştik.
Neden Kendine M1 dediğni Gürkan’ın
kendisine hiç sormadım, belki bilen ve yaşayan DÖB’lü arkadaşlar vardır, ama kimi
konuşmalardan çıkardığım kadarıyla, tahminim şöyle.
Gürkan’ın babası subaydı.
O sıra Tük ordusu da NATO çerçevesinde modernleştiriliyor ve M1 piyade
tüfekleri Kırıkkale’lerin, Mauser’lerin yerini alıyordu.
Gürkan bir subay çocuğu
olduğu için o zamana göre modern bu tüfeği muhtemelen babasından veya babasının
arkadaşlarıyla konuşmalarından biliyordu.
Silahlara da özel bir
merakı vardı. Spagetti Wersetrnlerinde Ringo’nin birkaç saliselik bir üstünlük
sağlamak için tabancasının namlusunu nasıl kısalttığından ve böylece silahını
daha hızlı çekip rakibini öldürdüğünden falan söz ederdi.
O zamanlar hepimizin
hayali gerilla savaşı, yani yeni bir Vietnam başlatmak ve gerilla olmaktı. Lin
Piao’nun dünyanın şehirlerini kırlardan kuşatacağız teorisi bizlerin kafasına
tam da denk düşüyordu.
Gerillanın silahı olması
gerekir. Yoksa da düşmandan alınır, daha doğrusu ele geçirilir. Düşman Ameran
Emperyalizmi olduğuna göre ondan alınacak silahlar da M1 olabilirdi.
Ve de Gürkan, “Bizim de dağlarımız var Che Guavera”
diye gür sesiyle, yarı otomatik M1 piyade tüfeğinin tarrakası gibi, güzel
şiirler okuyordu.
Kimbilir belki de bu
nedenle. Adı da M harfiyle başladığından, kendine M1 diyordu. Bu M’deki 1 sayısı
başlangıçta, tüfeğin adından başka bir şey ifade etmiyordu ve bir hiyerarşı
gibi, kendine bir numarayı ve öncülüğü vermek gibi bir anlamı yoktu.
Ama DÖB’te dört Mustafa
vardı. Mustafa Gürkan M1 olunca, diğer Mustafalar da M’le başlayan diğer numaraları
aldılar.
Elbette eskilik
hiyerarşisinde Deniz ve Gürkan’dan sonra gelen, onlardan farklı olarak arka
planda örgütçü nitelikleri baskın olan, Mustafa Lütfü Kıyıcı M2, Mustafa
Karşılayan (Boyboy) M3 ve Mustafa Zülkadiroğlu da M4 oldu.
*
Devrimci Öğrenci Birliği’nin ilk çekirdeğini Deniz ve Gürkan
oluşturuyordu. İkisi de (DÖB’lilerin ezici çoğunluğu gibi) İstanbul
çocuğuydular, şehirliydiler, zeki ve bilgili, güçlü kişilikleri olan genç insanlardılar.
Deniz ve Gürkan, yanlış
hatırlamıyorsam, TMTF olayları sırasında tanışıyorlar. (Bir yerde böyle
okumuştum. Ama yazıyı yazarken baktığımda farklı versiyonlarla da karşılaştım.)
Farklı siyasi ve ideolojik kökenlerden gelmelerine rağmen iyi anlaşıyorlar.
Deniz TİP’ten ve
Kıvılcımlı’nın iyi kötü tedrisatından geçmiş, Kıvılcımlı’yı TİP üsküdar
ilçesine üye olarak önermiş ve bu yüzden TİP’ten dışlanmış bir Marksist.
Sovyetler’i revizyonist, TİP’i pasifist buluyor. Mao’ya ve Che’ye yakın.
Gürkan ise daha ziyade
Yön, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk ve öğrenci hareketi içinde de 1960 öncesi, 28
Nisan olaylarını örgütleyen Kastro Nuri geleneğiyle de bağlantılı. Bu nedenle
Marksizmden ziyade, ulusal kurtuluş haraketleri ve bağlantısızlara daha yakın.
O hareketler gibi de kendine sosyalist de diyor veya ona çok kapalı değil. Ama
mesafesiz de değil.
Sokak Güzeldir’deki şu satırlar bunu kanıtlar:
“Geldiğimde, üniversitede sosyalizm tartışmaları vardı. Tabii hiç
tereddütsüz bizim sürecimizde Alp Kuran, Nuri Yazıcı, Bozkurt Nuhoğlu, Raif
Ertem, Ahmet Güryüz Ketenci, Öcal Okay, Yalçın Önder gibi ağabeylerimizin
katkısı büyüktür. Hukuk birinci sınıf amfisinde kürsüde boykot hakkında
konuşuyorum, biri, meğer sivil polismiş, beni götürmeye kalktı. Öğrenciler
çekip kurtardılar tabii. O sırada biri koluma yapıştı, "Mustafa bir şey mi
oldu" dedi. İşte Deniz ile böyle tanıştık 1967'de.” (S.186)
Deniz’den ve hepimizden
farklı olarak Mustafa Gürkan, Allaha da inanırdı, Müslümandı, hatta oruç bile
tutardı ve zaman zaman kendisinin “Sultan
Galiyevci” olduğunu da söylerdi.
Yine Sokak Güzeldir’de
şunları söylüyor:
“Müslüman ve Kemalist Mustafa Gürkan
olarak geldim üniversiteye. Yoğun bir aile terbiyesi almış bir subay çocuğuyum.
Babam çok iyi bir antiemperyalistti. O zaman emekli, 6. Filo gelince bana bir
kat iç çamaşırı ve para gönderirdi, ne olur ne olmaz diye. Türk ordusunun çok
önemli bir kesimi muvazzaf ya da emekli anti-Amerikandırlar.” (S.186)
*
Aslında bu iki kişi o
dönemin dünyasının müttefik iki gücünün somut ve minyatür bir yansısı
sayılabilirlerdi.
O günlerin TİP’i biraz dünya
politikasındaki Sovyetler gibiydi.
Eski Komünistler (Mihri
Belli ve Kıvılcımlı) Çin ve Küba gibi, daha radikal bir duruşları var. Deniz bu
gelenekten geliyordu ve ilişkide bunu yansıtıyordu.
Yön ve İlhan Selçuk ise
Bağlantısızlar ve henüz barutunu tüketmemiş kurtuluş hareketleri gibiydiler.
Mustafa Gürkan da bu gelenekten geliyor ve yansıtıyordu.
Dünya politikasında, Çin
ve Küba ile Bağlantısızlar ve henüz ulusal bağımsızlık mücadelesi veren hareketler
nasıl birlikte davranıyorlara, Türkiye’deki uzantıları da benzer bir ilişki
içinde sayılabilirdi.
İşte bu iki eğilim Deniz
ve Gürkan’ın şahsında ve arkadaşlığında birleşerek, bir yandan sosyalist diğer
yandan daha ziyade ilerici öğretmenlerin etkisiyle politize olmuş ikisine de
yakın ve örgütçü yanı daha baskın Kıyıcı’nın da katılımıyla, önce Devrimci Hukukçular Birliği’nin, daha
sonra da onun dönüşeceği Devrimci Öğrenci
Birliği’nin (DÖB’ün) etrafında şekilleneceği tohum oldular. Elbet burada
anmadığım ve bilmediğim başkaları da vardır ama bu üç kişi tipiktir.
Kıyıcı yazıyor:
“Ders arasında elimizde Türk Solu, ANT
dergileri varken birileri sataştı. Olay çıktı. Bunun faydası da oldu zamanla
etrafımızda bir arkadaş gurubu oluştu. Lisede Vedat Günyol, Mutluay çifti ve
ilerici hocaların talebeleriyiz.” (68’li olmak nedir?)
Ve bir bakıma bu iki geleceğin
önderinin ve Kıyıcı’nın bir araya gelmesini yine M2, Mustafa Lütfü Kıyıcı anlatıyor:
“Ben üniversiteye 1966-67 döneminde başladım. Okula başladığım dönem
TMTF bir karar almış, «Gençlik liderleri yetiştirilecek» diye. Bunun afişleri
hazırlanmış, üniversite çevresine asılmış. Ben de, Deniz Çamlıbel ile TMTF ile
bağ kurmak için bulunduğu yere gittik. Girişte, sorduk, ne için gittiğimizi anlattık.
Bize ikinci katta bir odayı tarif ettiler. Odaya gittik. Baktık iki kişi
birbirleriyle tabir yerindeyse kavga, dalaş gibi birşey yapıyorlar. Olayı tabii
garipsedik. Bizlerle ilgilenmiyorlar. Biraz bekledik. Onlara şu iş için geldik,
dedik. Onlar öyle uzaktan laubali bir şekilde, bazı formaliteleri yerine
getirmemizi söylediler. Neyse orada bunlarla bir gözaşinalığımız
oldu. Fakülteye geldik. Sonra baktık bunlar da fakültedeler. Bunlardan
birisi Deniz, diğeri Mustafa Gürkan’dı.”
Yani TİP ve Marksizm geleneğinden
gelen Deniz ve 28 Nisan, YÖN geleneğinden gelen Mustafa Gürkan, muhtemelen TMTF
olaylarında tanışıp, öğrenci kitlesiyle bağ kurmak için “gençlik lideri yetiştirme” ilanı asıyorlar ve gelen de kendi
benzerlerini arayan Kıyıcı. Kıyıcı da bu iki eğilim arasında bir yerde.
Sosyalist ama Deniz gibi Kıvılcımlı tedrisatından değil, solcu ve edebiyetçı
lise öğretmenlerinin eğitiminden geçmiş.
(Kıyıcı’nın birlikte
TMTF’ye gittiği bir Deniz daha var: Deniz Çamlıbel. Ama bu Deniz, Samsun Ankara
yürüyüşünde, bizim Deniz’le rekabete girince ve lafta keskin yanlış taktikleri
savununca DÖB’ü oluşturacak olanlardan tecrit oldu ve bir daha pek ortalarda
görünmedi.)
Bugün bakınca, “öğrenci lideri ya da liderler yetiştirilmez,
o olayların içinde kendiliğinden doğar” diyesi geliyor insanın.
Evet öyledir de. Ve tarihin
ince alayı da odur ki, bu ilan tam da öyle olduğunun kanıtıdır.
Aslında böyle iddialı bir
ilan asanlar (Deniz ve Gürkan), bu özellikleriyle, yani öğrenci lideri
yetişitme iddialarıyla ve vizyonlarıyla, birer öğrenci lideri olarak doğuyor,
kendilerini yetiştiriyorlardı.
Çünkü lider olmak önce
bir vizyon, bir program sahibi olmayı ve bunun için inisiyatif göstermeyi
gerektirir. Bu ilan, bir bakıma ilerde görüleceği üzere, bilinçsizce yapılmış
bir kendine gönderme imiş. Öğrenci lideri yetiştirmek için girişimde
bulunurlarken, kendilerini bir lider olarak yetiştirmiş oluyorlardı.
Yetiştirdikleri kendileriydi.
Çünkü ikisi de birer
liderdi.
İkisi de liderdi ve
birbirleriyle rekabet değil, dostluk ve güçlerini birleştirme ilişkisi
içindeydiler. Elbette Deniz varkin Gürkan ikinci keman sayılırdı. Ama deniz
çoğu zaman ya aranırdı ya da hapisteydi, onun yokluğunda birinci keman
Gürkan’dı
*
Bu çekirdeğin etrafında
Devrimci Hukukçular Birliği kurulur. Daha sonra da örneğin AISEC olayında bir
bakanı yuhaladıkları için Cezaevine girdiler.
Sultanahmet Cezevinde
çekilmiş resimde geleceğin dört DÖB üyesi vardır. Deniz, Gürkan, Kıyıcı, Mehdi
Beşpınar. İki genel hükümlü, diğer ikisi de Raif Ertem ve Bozkurt Nuhoğlu’dur.
Yani 28 Nisan Yön geleneğiyle bağlantılı daha eski kuşaklardan iki kişi. Ve o
gelenekle bağlantılı Gürkan. Bir bakıma üç Marksist-Sosyalist (Deniz, Kıyıcı,
Mehdi) üç Kemalist-Bağımsızlıkçı (Raif, Bozkurt, Gürkan). Raif Ertem ve Bozkurt,
hem önceki kuşaktandılar, hem de yakın bir ilişki içinde olmalarına rağmen
hiçbir zaman DÖB üyesi olmadılar. Zaten DÖB’le kanları uyuşmazdı.
Sonra Üniversite
işgalleri, Altıncı Filo olayları.
*
Ben de Mustafa Gürkan’ı
ve DÖB’lüleri, 1968 Ekim ayında tanıdım.
Aslında 68’lilerin en
küçüklerindenimdir. 49’lu çok yoktur. Tek bildiğim Hüseyin İnan’dır. Çoğunluk
45-48 yılları arasında doğanlardan oluşur.
Hem yaşım en küçüktü hem
de üniversitede sol çevrelerle iki yıl gecikmiştim. Bu nedenle Sol çevreleri
bilmiyordum.
Lise son sınıfta
İngilizceden bir yıl beklemiştim.
Üniversitede ilk yılımda
ise, sosyoloji gece bölümünde okuduğum için, gündüz işte çalışıyor geceleri
derslere giriyordum. Dolayısıyla ne öğrencilerle ne de sosyalistlerle bir
ilişki kurma olanağım olmuyordu.
Bu nedenle bütün bu gibi gelişmelere
katılmak için can atmama, bir çevre arayışlarıma rağmen imkansızlıktan hiçbir
adım atamıyordum.
68 yılının Ekim ayının
sonlarına doğru bir gün, artık bana ihtiyacı kalmayan muhasebeci patron beni
işten atmıştı. Bir yandan ne yapacağımı, karnımı nasıl doyuracağımı bilmiyordum
bir yandan da sırtımdan ağır bir yük kalkmış gibiydi. Belki daha iyi bir iş
bulabilir, daha fazla sosyal hayata karışabilidim.
Çınaraltı’nı çok
severdim. İmkan buldukça oraya gider bir şeyler okur insanları seyrederdim. Son
zamanlarda orada neşeli, yüksek sesle konuşan tartışan bir grup görüyordum. Ah
diyordum içimden, şunlarla bir tanışabilsem.
İşte o işten atıldığım
gün yine Çınaraltı’na gittim boş bir masaya oturdum. Orada yine o grup vardı.
Ama bu sefer o grubun içinde, Kadıköy’deki İzmir Karşıyakalıların öğrenci
evinden tanıdığım, hemşehrim Mustafa Karşılayan (Boyboy) da vardı. Beni
görünce, gelsene aramıza diye beni masalarına çağırdı. Körün istediği bir göz,
Allah vermiş iki göz. Tabii hemen gittim oraya oturdum. Kimse bana bir şey
sormadı ve benimle ilgilenmedi. Neşeli, bol kahkahalı, gürültülü muhabbetlerine
devam ediyorlardı.
Daha sonra adının “Polis
Haydar” olduğunu öğreneceğim, daha yaşlıca biri, henüz kim olduğunu bilmediğim
Deniz ve Gürkan ve diğerlerine, “Nazımlar bu işi başaramadı, sizler
yapabilirsiniz ama çok dikkatli olmalısınız” gibilerden bir şeyler söylüyor
sanki onları geleceğin öğrenci ve sosyalist hareketinin liderleri gibi takdis
ediyor ve önerilerde bulunuyordu.
Kimseyi tanımadığım için
oradaki genç insanlara böyle önem vermesi, yüksek beklentiler içinde olması, öyle
bir gelecek biçmesi garibime gitmişti.
*
(Bugün bakınca “Polis
Haydar’ın gerçekten çok ciddi bir uzak görüşlülüğü olduğu çok daha iyi
anlaşılıyor. Aslında onun bu uzak görüşlülülüğünü başka bir yazıda ele almak
gerekir. Çünkü daha sonra DÖB’ü İsmet Demir ile yani İstanbuldaki Öğrenci
hareketinin önderlerini, İşçi hareketinin içinden çıkardığı en radikal işçi
önderiyle tanıştıran da yine bu “Polis Haydar” olmuştur.
Yine Kıyıcı, M2 yazıyor:
“Demir kardeşim, gel ta 68'e gidelim.
Bizlerin ilk örgütü Devrimci Hukuklular Örgütünü kurduk veya kurmak üzereyiz.
Merkez olarak göstereceğimiz yer arıyoruz. Çınar altında oturuyoruz.
Anımsarsın, Haydar isimli Nazım Hikmet şiirlerini ezbere bilen bir kişi var-dı.
O yanımıza geldi. Ondan Nazım dinlemeyi severdik. Deniz ile beni İsmet Abinin
Başkanı olduğu YİS'e götürdü ve tanıştırdı.
YİS zaten Türk Solu dergisinin üst katındaydı. Hiç tereddütsüz
teklifimizi kabul etti ve sendikanın üst katındaki bir odayı bize tahsis etti.
Aynı kattaki bir oda Hikmet Hocamızın kitapları ile dolu idi. O kitaplar
çoğumuzun teorik gelişiminde temel kaynak olmuştur.
Alçak gönüllü, işçinin nabzını tutan, sorunları son derece basit ve
anlaşılabilir halde hitap ettiği kitleye anlatabilen bir yapısı vardı. Bu beni
çok etkilemişti. Biz o zamanlar belki bilgiçlik olsun diye belki ham
ahlatlıktan terminoloji kullanmadan konuşmazdık.
Çok şey öğrendik o "Yarım Pabuç İsmet" abimizden.”)
Kaza Fuat ve Latife Fegan
gibi iki genç aydını da İsmet Demir ile ve dolayısıyla Kıvılcımlı ile
tanıştıran da aynı insandır. Tam bir katalizör.
*
Tekrar kaldığımız yere
dönelim. Ben şaşkın ve hayranlık içinde masalarına oturduğum topluluğu anlamaya
çalışırken, bir ara Mustafa Gürkan, bana dönerek, damdan düşer gibi, “Arkadaş biz Samsun’dan Ankara’ya yürüyüş
yapacağız, bizimle yürür müsün?” diye sordu.
Ben de sanki böyle bir
soru bekliyormuş gibi, “gelirim ama
kaldığım odanın kirasını ödeyip ayrılmam ve uyku tulumunu almam gerekiyor”
dedim.
“Bu ne yürüyüşüdür?” gibi bir soru bile sormadım.
İç güdülerim bana tam da
aradığım insanlar gibi insanlarla karşılaştığımı söylüyordu.
Ve ben de böylece fiilen
daha sonra DÖB’ü oluşturacak çevreye katılmış oldum.
Elbette ben TİP’ten
geldiğimden, ama çalıştığım için sosyal ilişkilerimin yokluğu nedeniyle henüz
strateji ayrılıklarını falan pek bilmediğimden bazı görüşleri yadırgıyordum ama
büyük bir açlıkla öğrenmeye çalışıyordum.
Yine Mustafa Gürkan ile
bir konuşma durumumu açıklar belki.
Birgün konuşurken ben
TİP’i doğru bulduğumu söylediğimde, “o
zaman sen oportunistsin” dedi bana Gürkan. Ben de oportunistin, politik
olarak, yanlış bir politik çizgiyi izlemek anlamına geldiğini, TİP’lilere DÖB’ü
oluşturacaklar arasında öyle dendiğini bilmediğimden, sözcüğü kelime anlamıyla
anladığımdan, “ben çıkarcı değilim, TİP
taraftarıyım” dedim. Gürkan “işte
oportunist olduğunu sen söylüyorsun. TİP oportunist çizgidedir” dedi.
Ben oportunist sözüğünün
politik anlamını bilmediğim için utanmış ve sesimi çıkarmamıştım.
*
Paldır küldür aralarına
katıldığım bu grupla Samsun’dan Ankara’ya yürüdük. Bu yürüyüşün arka planını,
yani 27 Mayıs Milli Devrim Derneği’nde toplanmış tabii senatörlerin (Kadri
Kaplan) Demirel iktidarını yıpratmak için bizi Atatürkçü sloganlarla kullanma
planlarını, bizim de onları kullanarak kendi etki alanımızı genişletme
çabalarımızı, bunun üzerine “Atatürk” değil, “Mustafa Kemal” ve “Tam Bağımsız”
sözcüklerinin isme koyulması biçimindeki uzlaşmaları falan geçiyorum.
Ama ben o zamanlar işin
bu politik yanına pek ilgi duymuyordum. Önemli olan yürümek ve bir hareket
başlatmaktı. Henüz işin ayrıntısıyla ilgiliydim. Arkadaşlar benden ileriydi,
ilişkileri ve kişileri daha iyi biliyorlardı dolayısıyla onlar işin bu yanını
hallederler diye düşünüyordum.
Fakat bu yürüyüş
esnasında biz yürüyüşçüler olarak, çeşiti aşamalarda hangi taktik davranışları
göstereceğimiz konusund birçok tartışmalar ve bölünmeler yaşadık.
Ama esas bölünme noktası
şuydu: Ankara’ya ulaşıp orada kitlesel bir gösteri yapabilmek. Bunun için yolda
çeşitli engellerle karşılaşıldığında taktik esneklikler göstermekten çekinmemek.
Keskinler bu noktada
taktik sorunları prensip sorunları olarak ele alıyorlardı. Örneğin Çorum’a
tutuklanmamak için bayrağı kıvırarak ve aralıklı yürüyerek (Gösteri yürüyüşü
kanununa girmemek için) girmek gibi bir konuda ciddi olarak bölünmüş ve bizler
azınlıkta (sekiz kişi kadar) kalmıştık.
Ben bu ayrılık ve
tartışmalarda, aslında çoğu durumda tam ardında ne gibi hesaplar olduğunu da
anlamadan ve anlamadığım için hep kendi iç güdülerimle davrandım ve iç
güdülerle de olsa hep Deniz ve Gürkan’ın bulunduğu, DÖB’ün çekirdeğini
oluşturacak tarafta bulunduğumu çok sonra fark ettim.
Politik olarak çok geri
olmama ve kimseyi hala pek tanımıyor olmama rağmen iç güdülerim, sezgilerim
beni pek yanıltmamıştı.
Muhtemelen arkadaşlar da
aralarına katılan yeni birisi olarak beni gözlemlemişler ve olumlu notlar
vermişlerdi ki kendiliğinden grubun bir üyesine dönüşmüştüm.
Bundan sonra 1968 kışı ve
1969 10 Haziran olaylarına kadar DÖB’ün iki düzineyi geçmeyen çekirdek
kadrosundan bir üyesi ve militanı oldum.
Bu dönemde Deniz ve
Gürkan DÖB’ün iki önderiydi. Önder deyince bir hiyerarşı canlanmasın kimsenin
gözünde. Herkes aynı göz hizasındaydı. Tecrübesi ve bilgisiyle, inisiyatifleriyle
öne çıkıyorlardı bu arkadaşlarımız. Deniz çoğu zaman tutuklu olduğundan onun
yokluğunda bir numara Mustafa Gürkan’dı.
*
Burada Mustafa Gürkan’ın,
kanımca yaptığı en önemli ve büyük katkıya değinmek isterim.
Bu dönem boyunca bizler İstanul’daki
neredeyse bütün olayların öncüsü ve örgütleyicisi durumunda olduğumuzdan
etkimiz hızla genişliyordu da. Başarıdan başarıya koştuğumuz bir dönemdi. FKF
tabanında bile bize yaklaşanlar ve sempati gösterenler artıyordu.
Bizler böyle güçlü ve
güçlenen bir durumdayken, zaferden zafere koşarken, kendimize hayran zafer
sarhoşlukları içindeyken, bir gün Mustafa Gürkan, Devrimci Öğrenci Birliği’nin böyle gidemeyeceğini, DÖB’ü dağıtarak
FKF’ye kayıtsız yartsız üye olmamızı önerdi.
Ayrıntısını şimdi çok hatırlayamıyorum
ama çok sert ve dramatik tartışmalar yaşandı. Başarıdan başarıya koşan, etkisi
hızla artan, adeta FKF’yi İstanbul’da silmiş önü açık olan bir örgütün lideri
(Deniz o sıralar yine hapisteydi) arkadaşlarına örgütü dağıtalım ve kayıtsız
şartsız gidip FKF’ye üye olalım diyordu.
Ve sonunda herkesi ikna
etti ve biz kendimizi lağvedip FKF’ye katılma kararı aldık. Bir süre sonra da,
kongrede, zaten artık adı değişmiş, DEV-GENÇ’olmuş FKF ve İstanbul örgütü bizlerin
kontrolüne geçmişti.
Bu çok önemli bir
olaydır. Yükselen bir örgütün, diğer gerileyen ve etkisini giderek kaybeden bir
örgüte, kedini dağıtarak ve sıradan üyeler olarak katılma kararı vermesi pek
rastlanan bir durum değildir. Ben şahsen hayatımda hiç rastlamadım desem
yeridir.
Bu arada yazının başında
değindiğimiz konuya, bölünmelerin niçin olduğu sorununa dönersek, şunu
belirtmeli ki, demek birleşme veya bölünmelerin karşı tarafı oportunist,
revisyonist vs. olarak görmekle veya onlara öyle demekle veya terkedilmesi
istenen Marksist polemik diliyle ilgisi yoktur.
Bizler katıldıklarımıza
“oportunistler” diyorduk.
Hareket bir yükseliş
dönemindeyse, gerileme dönemlerinde kemikleşme yaratabilecek böyle sıfatlar, bir
yükseliş döneminde hiçbir engel oluşturmaz güçleri bireştirmek için.
Liderlik demek önceden ve duru görenin bağımsızca aldığı kararı uygulamak için inisiyatif
göstermesi ve bu kararı organ kararı
haline getirmesi demektir.
Bu olayda Mustafa
Gürkn’ın liderliğin bütün bu koşullarını yerine getirdiği görülür.
Bu birleşmeden sonra bizler
FKF’ye üye kabul edildik. (Ben bir iki hafta önce Edebiyatlılar Fikir Kulübü’ne
üyelik için baş vurmuş ve Fikir Kulübü’nün kongresinde bu isteğim reddedilmişti.
Bu sefer hepimiz otomatik olarak bulunduğumuz fakültelerin fikir kulüplerine
üye olmuştuk.)
Bu birleşmenin ürünü
olarak FKF’nin Dev-Genç’e dönüşmesi, Dev-Genç’in gerçek büyümesi ve tüm Türkiye
safına yayılması başladı.
Şimdi bu birleşmeyi
Mustafa Gürkan’ın kendisinden okuyalım.
“Sizlere 68’li yıllarda İstanbul İlerici-Devrimci gençlik hareketi ve
kitlesi hakkında görüşlerimizi sunacağım. 68’lerde kendilerini sosyalist olarak
tanımlayan üniversiteli gençlerin iki örgütü vardı. Kuruluş tarihleri
sırasıyla; Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve “Devrimci Öğrenci birliği”
(DÖB)
Gençlik Kitlesi açısından FKF daha yaygın, DÖB ise gençlik kitlesi ve
kamuoyunda daha etkin örgüttüler. Nedenlerine ve sonuçlarına burada girmiyorum.
Yeri de değil…İdeolojik tutumları itibarıyla FKF “Sosyalist Devrim” şiarını
benimsiyor ve “Sosyalist Türkiye” sloganını kullanıyor, DÖB ise “Milli
Demokratik Devrim” (MDD) diyor ve “Bağımsız Türkiye” sloganını kullanıyordu…FKF
yöneticileri TİP’deki Boran-Aren ekibine ve Doğan Özgüdenin yönettiği ANT
dergisine... DÖB yönetici ve üyeleri ise Mihri Belli, Kıvılcımlı ve Türk solu
Dergisi ile D.Avcıoğlu-İ. Selçuk yönetimindeki Yön ve Devrim gazetesine daha
yakındılar. Hepsini saygı ve sevgi ile anıyoruz. (Geçerken bir Anekdot; Hikmet
Kıvılcımlı TİP üyesi olurken Kıvılcımlı’yı tanıtan ve “kefil üye” olarak 19
yaşındaki TİP Üsküdar İlçe Sekreteri Deniz Gezmişin imzası olduğunu
hatırlatıyorum.)
Geçen sürede FKF içinde ki MDD görüşlerini savunanlar etkili olmaya
başlamışlardı. Bu durum DÖB ile FKF’nin daha sıcak ilişkiler kurmasına yol
açtı. DÖB’lüler bir şeyin daha yaşamsal öneminin, yakıcı biçimde
farkındaydılar. BİRLİK... İlerici-Devrimci Gençliğin Birliği… Ve iki ayrı
örgütte kümelenmenin, birliğe engel, en azından geciktirici etki yaptığının
DÖB’ün etkin kadrolarına göre FKF ile birleşmeliydik. Bu isteğe FKF’den gelecek
itirazları etkisiz hale getirmek için de “kayıtsız şartsız FKF’ye katılma
kararı” almalıydık. Oldukça sert ve fakat dramatik bir görüşme sonucu bu kararı
aldık.
Klodfarer’deki FKF İstanbul Sekreterliğine gittik ve kararımızı
bildirdik. Sağolsunlar FKF’li arkadaşların büyük çoğunluğu çok sevindiler.
Sonra hepimiz T.D.G. Dernekleri Federasyonunu oluşturan çeşitli Fikir
Kulüplerine başvurarak üye olduk. Bu stratejik yaklaşımı ilk ortaya atan kişi
olmakla hep övünmüşümdür.” (7.11.2018, ABC Kritik | Av. Mustafa İlker
Gürkan | Deniz Gezmiş belgeseli ve 68 KuşağıEski Haberler - ABC Gazetesi)
Yine aynı yazıda şunları
diyer:
“FKF-DÖB birleşmesi tarihimizde çok
değerli bir emsaldir. Bu birleşme yöntemi tarihi bir değere sahiptir ve
emsalsizdir. Sol harekette benzeri bir birleşme hiç olmamıştır ve olmamaktadır
da. Bir tarafta kendinden ve iddialarından emin bir grup genç, yani DÖB’lüler
ve diğer tarafta örgütlerine dinamizm ve etkinlik kazandırmak isteyen
üniversite çevrelerinde oldukça yaygın örgütlenmiş bir gençlik gurubu yani
FKF’liler. Ortak akıl bunların birleşmesi gerektiğini söylüyor ama “armudun
sapı-üzümün çöpü” benzeri kaygılar. Son derece doğru bu düşüncenin “tasarıdan
eyleme” dönüşmesine engel oluyordu. DÖB’ün “kitlesellik” ve “etkili hareket”
amacı, “yaygınlaşmak gereğiyle” birleşince bu defa “DÖB’ün örgütsel
özverisinden Birlik, yani kuvvet doğdu ve kuvvetin harekete geçmesi de Türkiye
tarihine emsalsiz bir örnek sundu.
Mesele sizin öznel konumuz ve niyetlerinizde değildir. Mesele; Sizinle
aynı genel ve temel amaçlara yönelik olduğunu söyleyenlerle birlik olabilmek
için öznel iddialarınızdan fedakarlık yapmaktır. Bir anlamda “kendinizi örgütünüzü
feda etmeyi göze almaktır”. Birlik, sosyo politik yaşamda; bir siyasal hareket
için böylesine başat bir ilkedir. Mutlak Özveri gerektirir.”
*
Mustafa Gürkan’ın sonra
birçok yanlışları olabilir ve çoktur da. Ama kanımca, sadece bu birleşmedeki
kritik önemi bile diğer bütün günahlarını unutturacak değerdedir.
Bu birleşmede DÖB’ün
kendini fesh edip koşulsuz sıradan üye olmasında Mustafa Gürkan’ın kritik rolü,
pek bilinmemekte ve bilenler de anmamaktadır.
Çünkü bugünlerin
ideolojik atmosferi ve geçmişin tarihini yazanların bugünkü konumları bu gibi
olguları unutmayı ya da görmezden gelmeyi gerektirmektedir.
İşin kolayı vardır. “MDD
milliyetçidir, darbecidir. Bugünkü ulusalcılığın kökeninde MDD vardır” gibi,
klişeler tekrarlanmaktadır. İşin kötüsü bizzat Gürkan’ın da geçmişi kendi
penceresinden anlatıp herkesi kendisi gibi göstermesi de bunu beslemekte, karşı
taraftakiler de bunda kendilerinin doğrulandığını görüp üzerine
atlamaktadırlar.
Bir örnek:
“Bize cuntacı derlerdi; cuntacılıkla yani
askeri bir darbeden yana olmakla suçlarlardı. Biz de itiraz ederdik. Hiç
tereddütsüz söylüyorum gönlümüzde öyle bir aslan yatıyordu. Yatmıyordu
diyenlerin alayı da yalan söylüyor. Yok, işçi sınıfı, halk demokrasi falan
derlerse, parmak sallarım. Bu ülkenin kaderi değişsin be birader. Yollarında
paldır küldür hurda kamyonlar yerine büyük treylerler yürüsün, fabrika
bacalarından duman çıksın, insanlar sokaklarda gülerek gezsinler...”
(190)
Gürkan kendi yaklaşımını
tüm DÖB’lülere ve Dev-Genç’lilere yayıyor. Gürkan DÖB ve Dev-Genç’in
ortalamasının dışındaydı.
Öncelikle bir Marksist
değildi.
Marks bizzat, kendisinin
esas katkısının, sınıf mücadelesi ve sınıfların varlığı olmadığını, sınıfsız bir
topluma gidişte işçi sınıfının var olan burjuva devletini kullanamayacağını ve
bunu parçalayıp insanların üzerinde yükselmeyecek, bağımsızlaşamayacak, basit,
ucuz bir mekanizma ile olabilceğini söyler. Proletarya Diktatörlüğü denen de
bunun kısa ve o zamanın Fransız Devrimi’nden ilham alan terminolojisiyle
ifadesidir.
(Ayrıca Kıvılcımlı bunu,
Şark Devletiinin ve devletçiliğinin demokrasinin bile aracı olamayacağı
şeklinde geliştirmiştir ve programlaştırmıştır.)
Gürkan ise, içinden
geldiği gelenek gibi hiç böyle bir yaklaşım ve problematiğe sahip değildi. Aksine
o Türk Devletini bir müttefik gibi görüyordu. Bir Marksist için “kendi”
devletine düşman olmak temeldir. Gürkan’da böyle bir yaklaşım yoktu. Formasyonu
buna el vermiyordu. Elbette kimse Marksist doğmuz, mücadele içinde değişir. Ama
o zamanın dünyasında kendi pozisyonu onu n için doyurucu olabiliyordu.
Bizler için taktik bir
ittifak ve geçilmesi zorunlu bir aşama, onun için nihai hedefin kendisiydi.
Bu nedenle sonraki evrimi
kimseyi şaşırtmamalıdır. Elbette o zamanlar bu fark böylesine kalın çizgilerle
belirmiyordu. Ama her mücadelede olur bu. Farklı gerekçelerle benzer
pozisyonlarda bulunanlar arasında gerçek ve derindeki ayrılıklar o günün
sorunları içinde ikinci planda kalır ve flulaşırlar.
Öte yandan yine Dev-Genç
ve DÖB için, özellikle de bu ikiliden Deniz Marksizm-Leninizm ve Kürt sorunu hayati önemdeydi.
Bunu zaten son sözlerinde
de ifade etmiştir.
*
O günün dünyasını ve
koşulları içinde bu tavırları değerlendirmek gerekir.
Örneğin, Soğuk Savaş
vardı ve dünya her an bir atom savaşına gidebilirdi. O dünyada, örneğin diyelim
ki, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk gibilerin, programını gerçekleştirecek, NATO'dan
çıkacak ve Amerikan Üslerini kapatacak bir darbe bile dünya dengelerini alt üst
eder, dünyayı bir atom savaşı tehlikesinden uzaklaştırır, emperyalist ülkelerin
provakasyonlarını ciddi biçimde geriletici bir işlev görebilirdi. Ve o sırada
ABD ve NATO için esas tehlike buralardaydı. Sonraki 12 Mart ve 12 Eylül
darbeleri bu tehlikeyi uzaklaştırma operasyonuydu bir yanıyla.
Ama o günün koşullarında
doğru olan ve olabilecek bu tutumu, devlet sınıflarının demokrasi mücadelesine
karşı kullanmasının aracı olarak kullandığı bugüne taşımak oralarda takılıp
kalmaktır.
68’li olup da ulusalcı
olanların ve de Gürkan’ın başına gelen budur.
Ne değişen dünyayı anlamayı
ne de o dunyayı ele alacak kavramsal araçlarını geliştirmemişlerdir.
Elbette 68’lilerin
çoğunun memur çocuğu olması, “Devlet Sınıfları” ile bağı bunun sosyolojik
temelini de oluşturmaktadır.
*
Bugün bulunduğumuz yerden
baktığımızda ne görüyoruz.
DÖB’ün birbirini
tamamlayan ama farklı arka planları olan bu iki önderinin bugünkü durumlarına
bakalım.
Deniz, asılırken, bir
vasiyet gibi, Marksizm-Leninizm
demiş, Kürtlerin adını haykırmış.
Özel Savaş Dairesi ve Genelkurmay’ın bütün unutturma, zararsızlaştırma,
çabalarına rağmen ezilenler için hala bu devlete isyan etmiş bir insan sembolü
olmaya devam ediyor. En azından sosyalistler, Kürtler, Aleviler ve diğer
ezilenler için bir ikon.
Gürkan’a gelince,
cenazesinde bulunanlar, baş sağlığı dileyenler, eski bazı arkadaşları hariç,
CHP’liler, Kemalistler, Ulusalcılar, Avukatlar.
Bir zamanlar en yakın
arkadaşlarından biri olan Kıyıcı’nın eli bile adını anmaya varmıyor.
Gürkan’ın Profilindeki Pano’da “Balkanlar’da Türk Soykırımının 100. Yılı, Balkan Türklüğünü unutmayalım, Anadolu Türklüğünü savunalım” diyen bir tablo var. Kürtlerin soykırıma uğratıldığı, Anadoludaki Hristiyan nüfusun soykırı ma uğratıldığının yeni yeni öğrenilip tarihe yeni bir ışık altında bir dünyada ve dönemde, Türklerin (Ki Balkanlar’da yenilen ve sürülenler Türkler değil Müslümanlardı. Onlar da çürüyen bir imparatorluğun Hıristiyanlar karşısındaki dayanağı üst statüdekilerdiler) uğradığı soykırımı sorun ediyor.
Arkadaşları ve resimler
arasında Deniz Gezmiş’in yanı sıra Deniz Baykal’ın bir resmi var ve altında “Mekanın Cennet Olsun” diyor. Cennetmekan
Baykal’ın resminin yanına şunları yazmış Gürkan:
“Deniz Baykalın vefatını derin bir üzüntü ile öğrendim. Allah rahmet
eylesin. Özellikle Enerji Bakanıyken ve Sonrasında; Ülkemizde Demokrasi için
yaptıkları, unutulmayacaktır. Işıklar içinde uyusun. Sevenlerine başsağlığı ve
sabır diliyorum.”
Nereden nereye bir Deniz’den
öbür Deniz’e. Deniz Gezmiş ile başlayan bir siyasi mücadele Deniz Baykal’la
bitiyor.
*
Ama trajik olan şudur: Gürkan’a
göre o hep olduğu yerdedir. Hala sosyalisttir, hala anti emperyalisttir, hala Kürtleri
savunmaktadır.
Aslında kendisi
hakkındaki bu yargısı çok da yanlış değildir.
Ama bir tek şeyi hesaba
katmamaktadır. Ternodinamiğin İkinci
Yasası: Entropi.
*
Termodinamiğin ikinci
yasası, buharlı makinalar çağında gazların hareketinin incelenmesinden
çıkmıştır. 19. Yüzyılın, buharlı makinalar çağının ürünüdür. Sonra daha
netleşmiş ve genelleşmiştir.
Kapalı bir sistemde
herşey “düzenden” “düzensizliğe” doğru gider diye ifade edilir
vulgarlaştırılarak. Düzen ve düzensizlik istatistik ortalamaya ilişkin
kavramlardır, günlük kullanımla ilişkisi yoktur. Kırılan bir bardak tekrar
kendiliğinden bir araya gelemez. Eskiyen bir eşya kendiliğinden yenileşemez. Bir
bardak suya bir damla mürkkep damlatırsanız o dağılır ama hiçbir zaman o
dağılmış mürekkep tekrar bir damla olarak bir köşede toplanmaz. Bu olanaksız
değildir ama öylesine küçük bir olasılıktır ki hep diğer olasılıklar geçerli
olur. Bu entropi zaman okunu belirler. Uzayda her yöne gidilebilir. Ama zamanda
geri gidiş yoktur. Bu nedenle zamanı akan bir şey olarak algılarız.
Ama bu kapalı veya izole
bir sistemde geçerlidir. Ve Evren bütünüyle kapalı bir sistemdir. Ancak o
kapalı sistemin içinde izola olmayan, dışardan enerji alan sistemler olabilir
dünya gibi.
Ancak yeryüzündeki yaşam,
jeolojik veya güneşten aldığı elektromanyetik enerjiyle açık bir seistemdir,
burada bu gidişi durdurup, tersine çevirebilmek mümkündür. Enerji kullanarak bu
gidişi yavaşlatmak, durdurmak, hatta belli koşullarda tersine çevirmek
mümkündür.
Bunu başaran da
canlılardır. Canlılar termodinamiğin akış yönüne direnebilir. Ancak belli bir
noktadan sonra gidişi durdurmak için harcayacağı enerji bu gidişi durdurmaya yetmeyince
ölüm gelir.
Sadece yaşam değil,
bizlerin ürettiği nesneler de öyledir, arabalar, evler, eşyalar sürekli eskir. Düzenden
düzensizliğe doğru akışa karşı direnemez. Ancak yeni tamiratlarla, parçaları
değiştirerek, bakım yaparak bu gidiş geçici olarak durdurulabilir veya
yavaşlatılabilir. Harcanan enerji, yıpranma ve bozulmayı, artık karşılayamacağı
noktada bozulur, çöpe atılır, çürür vs..
Termodinemiğin ikinci
yayası, entropi nedeniyle yaşamın ne olduğu sorununu ciddi olarak ilk tartışanlar,
biyologlar değil, örneğin Erwin Schördinger gibi fizikçiler olmuştur.
Yaşam özünde, termodinamiğin
ikinci yasasına geçici de olsa bir direniş veya onu yavaşlatma olarak
görülebilir. Hatta canlılar üreme sayesinde buna sürekli direnebilmeyi
geliştirmişlerdir denebilir.
Yaşam sürekli enerji
alarak, kendini yenileme ve çoğalma olarak tanımlanabilir. Bu sürekli
durmaksızın yapılması gereken bir işlemdir. Bu olmadığı an ölüm gelir.
Ancak sadece canlı yaşam ve
üreyim böyle değildir. Bir de “toplumsal entropi” diyebileceğimiz fiziksel ve
canlılarla ilgili olandan farklı bir entropi daha vardır.
Toplum da üretir. Yani
nesneleri, enerji harcayarak, üretim araçları, enerjiyi kullanacak araçlar
haline getirir. Bu da üretic güçlerde, yavaş veya hızlı ama sürekli bir değişim
demektir. Bu evrimin belki prekapitalist toplumlarda oldukça yavaştı, ama
kapitalist toplumda hızlanmıştır ve hızın hızı da sürekli artmaktadır.
O halde, özellikle bu
yeryüzünden sömürü ve baskıyı kaldırmak için mücadele eden insanların,
sosyalistlerin ve devrimcilerin, özellikle kapitalizm koşullaında, tıpkı bir
canlının bir saniye bile durmaksızın sürekli enerji alıp kendini yenilemesi (Metabolizma)
ve kendi yapranmamış benzerini oluşturması (üremesi, replikasyon yapması) gibi kendini
sürekli yenilemesi gerekir. Ama bu organik değil, bilgi ve yöntemle ilgili, ele
gelmez, ağırlığı veya hacmi olmayan bir dağılma ve çürümedir.
Çünkü toplum sürekli
değişmektedir. Ama sadece değişen olguları izlemek de yetmez, onları ele alacak
kavramsal araçların da sürekli geliştirilmesi gerekir. Toplumda bir
devrimcinin, bir sosyalistin yaşamı ancak böyle olabilir. Bu fiziksel alemdeki,
biyolojik yaşamdan tamamen farklıdır. Toplumun her şeyi sürekli olarak,
toplumsal anlamıyla eskiten evrimine, tıpkı bir canlının kendini yenileyerek fiziksel
entropiye direnmeye çabalaması gibi, kendini sürekli olarak yenileyerek, yani bilgi ve analiz araçlarını genişleterek,
ayakta kalma çabası içinde olması gerekir.
Ve Sadece yenilemesi de
yetmez, yenileme yöntemlerini ve hızını da yenilemesi gerekir. En küçük bir
molayı bile kaldırmaz bu gidiş. Yaşayan bir fosile dönüşmek kaçınılmazdır.
Ne yazık ki,
sosyalistlerin ve devrimcilerin ezici çoğunluğu gençliklerindeki görüşlerine
takılıp kalıyorlar. Biyolojik olarak entropiye direniş ve hayatiyetlerini
sürdürürlerken, sosyolojik olarak çoktan çürümeye başlamış, yaşayan fosillere dönüşmüş
veya ölmüş oluşorlar. Beden o ölmüş, durmuş bilgi ve metodun mezarından başka
bir işlev görmüyor. Biyolojik olarak henüz termodinemiğin ikinci yayasına
direnecek güçleri olsa bile düşüncelerinde ve görüşlerinde çoktan bir çözülüşe
ya da fosilleşmeye girip fiilen ölüyorlar.
İşte Mustafa Gürkan’da da
görülen budur.
Değişmeme anlamında
tutarlıdır. Dünyayı yıllar sonra da aynı şekilde algılama ve aynı şekilde
çözümler önermede tutarlıdır.
Ama bu aslında ölümden,
taşlaşmadan başka bir anlama gelmemektedir.
Gençliğinde ne diyorsa
hala onu demektedir. Ama siz aynı yerde dururken toplum artan bir hızla
değişmektedir. Deniz Gezmiş sizden uzaklaşırken, Deniz Baykal size yaklaşmaktadır.
Mustafa Gürkan 70 yaşında
bile gençliğinde söylediklerini neredeyse birebir tekrarlıyordu.
Facebook sayfasındaki paylaşımlar,
neredeyse kelimesi kelimesine 68’de söylediklerinin bir tekrarıydı.
Onlarcasından sadece
biri.
69’da FKF’nin Dev-Genç
olduğu kongrede, Doğu bizleri “Kitle Çizgisi” dışına düşmekle, yani anarşizmle
suçluyordu.
Bu konu tartışılırken
Gürkan da söz almış ve konuşmuştu. Şu satırları okurken aynı konuşmayı
neredeyse aynı kelimelerle yaptığı geldi gözümün önüne.
“Bu kuşağın baskın niteliklerine gelirsek: Birincisi ‘Kitle Çizgisi’dir.
Kitle çizgisi; Kitlelerle birlikte hareket edebilme duygu ve düşüncesidir.
Hala geçerli bir deyişle “kitlelerden bir kol boyu ilerde” olmaktır. Ne; aynı
düzeyde kalarak Kitle dalkavukluğu ne de kitlerden kopuk bireysellik-küçük
grupçuluk. Aklın ve eylemin kitleleri kavrayacak, tutunacak “Bir kol boyu” bu
nedenle kullanılan bir benzetmedir.”
Kürsüde neredeyse aynı
konuşmayı yaparken, kolunu uzatıyordu.
*
1968-69 yıllarından sonra
ben önce Filistin’e gittiğim, sonra da işçi hareketinde yoğunlaştığım için, DÖB’lü
arkadaşlarımla ilişkim iyice azalmıştı. Ama örneğin Filistin’den geldiğimde, Gürkan,
“Dev-Genç Bölge Yürütmedesin, gel görevinin başına geç istersen” dedi. Ama ben,
giderken Dev-Genç zarar görmesin diye istifa etmiştim, ayrıca öğrencilerden bir
şey çıkmaz, diyerek teklifi geri çevirmiştim
Mihri belli ile
birlikteydi. Mihri Belli ziyaretine gelmiş, sohbet etmiştik. Galiba o sırada ya
da sonra Proleter diye bir yayın çıkarıyordu. Bu isimli bir yayınla Gürkan’ı
bir arada duyunca, işin doğrusu şaşırmış ve olumlu gelişme diye sevinmiştim.
O zamanlar Gürkan herhalde bulunabileceği en sol noktada bulunuyordu. Türkiye müthiş bir kitle politizasyonu ve radikalleşmesinin eşiğinde idi.
Uzun hapislik ve Sürgün
yıllarında hiçbir ilişkim olmadı. Eski arkadaşlarımı hep uzaktan izlemeye
çalıştım.
Yıllar sonra sadece bir
kere, galiba bir ara esnaflık yaparken, bir gazetede, sadece çocuklarım ve
futbolla ilgilneniyorum gibi sözler okuduğumu hayal meyal hatırladığım bir
söyleşisini okumuştum sanırsam. Hayal kırıklıkları yaşamış ve politik
mücadeleden uzaklaşmış olduğunu düşünmüş ve içim acımıştı.
Daha sonra CHP’li ve
Baykalcı olduğun duymuştum.
*
Yıllar sonra 2008’di
sanırsam Zihni ve Şermin Çetiner’in evinde buluştuk. Gürkan da eşi Bedriye ile
geldi.
Başka konular, günlük sorunlar konuşmaları alıp gittiğinden pek politik sorunlara giremedik ama “biz de Kürüleri destekliyoruz deyince, “Hem Baykal hem de Kürtleri desteklemek nasıl oluyor” dediğimde. O bildiğin gibi değil demiş ama konuşmalar onların günlük gailelerine yöneldiğinden sözün gerisi gelmemişti.
Aslında samimiydi de,
Kürtleri nasıl “desteklediğini” kendisinden alıntılarla görelim.
Örneğin Sokak Güzedir’deki söyleşinin sonunda özellikle
şunları ekliyor:
“Hüseyin İnanların Diyarbakır'da
tutuklanmaları üzerine "Türkler ve Kürtler Kardeştir" diye yazdığım
bir yazıdan ötürü "Kürtçülük propagandası" yapmaktan
eski TCK 142/5'ten tutuklandım”
Bir zamanlar Kürt demenin
suç olduğu zamanlarda belki anlaşılabilir bu “kardeşlik” çoktan Türklerin
egemen ve ezen olduğunu gizlemenin ve gözder kaçırmanın aracı olmuştur. Bunun
belli ki farkında bile değildi.
Şu satırlar yine aynı
söyleşiden:
“Bir başka husus; çok açık söylüyorum
bugün Türk ulusunun Kürt unsuru ağır baskı altındadır. Ben Türküyle, Kürtüyle,
Abhazı, Çerkeziyle bütün yurttaşlarımızın ulusal adı olarak "Türk"
adını kullanıyorum. Kim Kürtlere baskı yapıyor? Nasıl yapıyor? Kendilerine
milliyetçi diyenler yapıyor, devlet eliyle onu kullanarak yapıyorlar. Başta ABD
olmak üzere emperyalizmle özellikle gizli servislerle de en yakın ilişki içinde
olanlarda onlar. Bunlar kimi zaman milliyetçi kimi zaman liberal-demokrat, kimi
zaman Müslümancı, kimi zaman Atatürkçüdür. Bu sıfatlarının hepsi tırnak
içindedir. Ama bir sıfatları onların asıl kimliğidir: Amerikancı. Amerikancılar
ABD'nin emir ve talimatıyla Türke Kürtü kırdırmaya çalışıyor. Ilhan Ağabey
(Selçuk) ulusal birliğimizin başlıca düşmanının dinciler olduğunu söyler. Doğru
ama yeterli değil. Ulusal birliğimizin başlıca bir başka düşmanı da soy esasına
dayanan milliyetçilik anlayışıdır. Etnik milliyetçiliği anlamıyorum. Aklım
almıyor, hayretler içinde kalıyorum. Beynimin trafoları patlıyor. Tarsuslu
Paulus... St. Paulus. Kimin bu adam? Anadolu'dan Tarsus'tan. Yani benim
yurttaşım. Benim atam sayılmayacak mı? Paulus'u reddedip de hangi coğrafyaya
vereceğiz? Miletoslu Thales, Halikarnaslı Heredot. Hepsi Anadolu'dan. Bu büyük
tarihsel birikimin mirasçısı kim? Biziz. Bununla övünmeliyiz.”
Fazla söze gerek var mı?
“Türk ulusunun Kürt unsuru” sözleri
bile sorunu nasıl ele aldığını gösterir. “Millet Devletin bir unsurudur” diyen
Genelkurmay tanımı gibi.
Bu “devlet
kürtçülüğü”nden, Özelsavaş kürtçülüğünden başka nedir ki?
Ama en kötüsü de şu:
“Bir soru, Cevat MİT Müsteşar
Yardımcılığından emekli, bugün neler diyor? Biz 1990'larda konuştuğumuzda
"Üç-beş eşkıya demeyin, bu ciddi bir hareket" dediğimde, bana
gülüyordu. Dörtbeş sene sonra yine konuştuk-Cevat Ağabey ile sohbeti karşılıklı
olarak severiz-aynı şeyleri daha şiddetle söylüyor, "Kürt sorunu diye bir
sorun yoktur" gibisinden laflar ediyordu. Şimdi Türk-Kürt kardeşliği
hareketine bayrak olmak istiyor.”
Hasılı sadece devlet
kürtçülüğü yapmıyor, aynı zamanda Devlet’e akıl da veriyor. Çünkü 90’larda,
yani Gürkan’ın Cevat Öneş’e, “Cevat ağabey”ine, “bu ciddi bir hareket” diyerek akıl verdiği zamanlar, Cevat Öneş
MİT’te görevinin başında.
Kıyıcı da anlaşılan
boşuna “anlaşılan cuntacıymışız da
haberimiz yokmuş” diye boşuna tepki vermiyor.
Ve şimdi Gürkan’ın adını
bile niye anmak istememesi haklı değil mi?
*
Ama hayal kırıklıkları
beklentiler ölçüsünde büyük olur.
Kıyıcı ve Gürkan, bir
zamanlar Mihri Belli’nin yanında birlikteydiler.
Mihri, Gürkan’ın
Sosyalizme yaklaşabileceği sınırın azamisiydi.
Kıyıcı için ise, bir
sosyalist olarak, müttefik görülen kesimlere yaklaşabileceği yerin azamisiydi.
Hareket yenilip de gerileme
başlayınca, Kıyıcı aynı yerde kalsa bile Gürkan geldiği mevzilere, hatta daha
gerisine çekildi.
Bütün bunlar Mustafa
Gürkan’ın hiçbir zaman Marksist olmadığını, Marksizmin özünü zerrece
kavramadığını ve hep sosyalist hareketle ilişkiye geçtiği zamanların, onunla
birlikte yürüdüğü zamanların, onun kavrayışını zerrece değiştirmediğini
gösteriyor.
*
Ama Gürkan kendi öznel
değerlendirmeleriyle hala sosyalist olduğunu samimiyetle düşünüyordu.
Vefatındarn birkaç ay
önce yaptığı paylaşımda şunları yazmış (4 Kasım 2023):
“Türkiyenin aktüel-politik gündemi CHP kurultayı…CHP’nin sorunu nedir?..
Sorun; CHP’nin değil Türkiyenin
sorunudur. CHP’nin solunda güçlü bir sosyalist seçenek maalesef
oluşturulamamıştır. Sosyalist harekete şöyle bir kuşbakışı bakarsanız; çok
parçalı, her bir parçası diğeri ile çekişen bir “Hareket” görüyorsunuz…
Güçlü bir sosyalist seçenek
üretemeyen, üstelik parçalanmış sosyalist siyasal hareket, doğal olarak,
toplumu etkileyemez, etkileyememiştir.
Tarih bize öğretiyor ki; Sosyo politik yaşamın ilerlemesinin lokomotifi,
modern zamanlarda, daima, birlik halinde, toplumun hücrelerine kadar nüfuz
etmiş “sosyalist güçler” olmuştur.
Sorun yalnızca sosyal
demokrasinin stratejisinin, taktiklerinin, önderlerinin/önderliğinin doğru bir
hattı izliyor olması değildir. Sorun Sosyalist hareketin parçalanmış ve çekişme
içinde debelenip durmasıdır.
CHP'nin solu dağınık ve güçsüz kaldıkça, sosyal demokrat nitelikte bir
partin sağ'a kayması kaçınılmazdır.
Mesele “sosyalist
harekettedir.”…. Sosyalistler birlik olmadan ve bu birlik doğru bir rota ortaya
koymadan, toplumsal ilerleme ancak bir özlem, bir hayal olarak kalır. İçinde
bulunduğumuz koşullarda ilerlemenin ilk ve temel adımı, sosyalist hareketin
tarihsel gelişmeye ağırlığını koyması, Bağımsızlık ve Demokrasi mücadelesinde
önderliği “feth etmesidir”
Ve bu satırları yazan
Gürkan, Sosyalist bir örgüt ya da hareketin içinde değil, CHP’nin en devletçi,
en karanlık ve kritik işlerin adamı, iyi saate olsunlarla en içli dışlı
kanadından bir Baykalcı.
Yani sözün özü, CHP’nin
sağa kaymasını engelemek için güçlü bir sosyalist hareket lazım.
Tıpkı Devlet kürtçülüğü
gibi devlet sosyalistiliği
Türk Devletini
modernleştirmek, güçlendirmek için kürtçülük ve sosyalistlik gerekir demeye
geliyor o sözlerin cilası kazınınca.
*
Ama bütün bu nesnel
olarak artık karşı devrimci ve devletçi konumuna rağmen, öznel olarak hala
sosyalist olduğuna “büyük insanlık”
için savaştığına inanan ve bunun için dostluk elini uzatan eski bir arkadaş.
Tüm yazılarımı Gürkan’a da
yollamaya çalışıyordum. Sonra birine şöyle bir yankı verdi.
Gürkan’ın bir yazım
üzerine maili:
29 Ağu 2015 Cmt 19:40
“Sevgili Kardeşim, yazıların bana ulaşıyor.. Gerçekten "bu
işlere" kafa yoruyor olman ve bunları da ifade etmen çok olumlu.. Önemli
olan yüreğindeki ateşin sönmemiş olmasıdır. Farklı düşünüyor olabiliriz ama
"büyük insanlık" yönünde "istikametimizi" koruyor olmak çok
değerlidir.. Saygı ve Sevgilerimle..”
Benim Cevabım:
29 Ağu 2015 Cmt 22:05
“Merhaba Gürkan,
Senden haber almak güzel bir şey. Nasılsın? Bir ara rahatsız olduğunu
duymuştum ama duyduğumda epey geçmişti, o ara ben de dışarıya gittiğimden
arayıp en azından bir geçmiş olsun diyemedim. Kusura bakma. Modern hayat böyle
insanı alıp götürüyor.
Umarım şimdi sağlığın iyidir.
Bizim eski arkadaşlardan hemen hiç kimseyi göremiyorum. Sadece bu yaz
bir kere Eyüp Baba’yı gördüm, bazen da Selma’ya yolda rastlıyorum ayaküstü kısa
sohbetler ediyoruz.
Aslında ne kadar isterdim bu yaşta yalnız olmayıp en azından benzer
görüşlerde insanlar olarak bir arada olmayı.
Artık bizleri hiç tanımayan ve ön yargılarla dolu yeni kuşaklara bir
şeyler aktarmaya çalışıyorum. Bu da çok yorucu oluyor tabii. Ayrıca artık
yaşlandık. Hemen yoruluyorum.
Bedriye de iyidir umarım. Kendisine selamlarımı ilet.
Kendine iyi bak.
Selam ve sevgilerimle
Demir”
Gürkan’ın cevabı
29 Ağu 2015 Cmt 22:22
Sevgili ve çok değerli kadim arkadaşım, cevabını aldım.. Sağol..
Denizlide baro başkanları toplantısından dönerken Baro Minübüs'ünün arakasında
uyuyordum..Şoför hatası.. Araç takla atmaya başlamış.. Ben önce aracın içinde
sağa sola savrulmuşum, sonra yan camdan dışarı çıkmışım ve ileride yamaçta bir
kayanın dibine yuvarlanmışım.. Minübüsde gelmiş benim üstüme devrilmiş..Başım
kayanın dibinde olduğu için kafam ezilmemiş.. Ama her tarafım kırılmış,
çiğerlerim ezilmiş, mesanem ezilmiş göğüs kafesim tamamen kırılmış kalça
kemiklerim kırılmış.. neyse uzatmayayım 21 gün'ü damardan suni bakım ve solunum
cihazını bağlı 77 gün komada kalmışım.. Sonra..( 9 saat süren ) Ameliyatımı
yapan Doçent İkibuçuk yılda ancak
kendini toplarsın dedi.. Öğrendi ki şeker hastasıyım.. "biraz daha
sürebilir" dedi..Ve o'nun açıklamasına göre "sigara içmiyor olmam" mucizevi
biçimde iyileşmemi sağlamış... Henüz 1,5 yıldan 14 gün fazla oldu.. Bunu da
aşarız be Demir..Yaşlanmış olmak yaşamın kaçınılmaz bir sonucu.. Ama yaşamın
her evresinden maksimum yararlanmak, zevk almak.. Hani Doktor (Hikmet
Kıvılcımlı) söylerdi ; "işkencedeyken bile haklı bir davayı savunma
gururunu mutluluğunu yaşamak"... Çektiğimiz sıkıntılar,yokluklar, acılar
hep böyle diye düşünmeliyiz.. Biliyorum "Tarihi, sosyal, ekonomik
şartların/ zaruri neticesi bu/ deme bilirim/ o dediğinin nesnenin önünde
kafamla eğilirim.../ Ama bu yürek o dilden anlamaz pek.." diyorsun.. Ben
de seni gözlerinden öperim sevgili kardeşim...”
Benim Cevabım:
30 Ağu 2015 Paz 08:06
“Selam Gürkan,
Böyle ağır bir durum
olduğunu gerçekten bilmiyordum. Çok geçmiş olsun. Mucize gibi bir şey yaşıyor
olman.
Ama bunu atlatacağına
inanıyorum. Çünkü senin bünyen kuvvetlidir. Tabii en önemlisi moral. Moral iyi
oldu mu vücudu çok etkiliyor.
Ben hep moralim bozuk
olduğu zamanlarda büyük hastalıklar geçirdim.
En kısa zamanda
toplarlayacağına inanıyorum.
Şimdi nerelerdesin.
Bodrum mu, Muğla mı? Ev mi Hastane mi? Bakanın var mı?
Olur da yolum oralara
düşerse ziyaret etmek isterim.
Kendine iyi bak.
Dostlukla
Demir”
Gürkan’ın maili:
30 Ağu 2015 Paz 18:04
“Sevgili Kardeşim,
Cevabın için Sağol.. Ben Bodrumdayım.. Büyük Kızım ve Küçük oğlum da
Bodrumdalar.. Bedriye de var ama biliyorsun o görmüyor. artık tamamen görmez
oldu.. Gelirsen Zihniyle haberleşiriz.. Sevgilerimle canım arkadaşım..”
Son mektup bu olmuş.
Şimdi okuyunca Gürkan’ın bana daha sıcak ve sevgi dolu
sözlerle hitap ettiğini, benim ise aynı sıcaklıkla cevap vermediğimi fark
ettim.
Duygularımı dışıma yansıtamam.
Ama şu an çok üzgünüm Gürkan’a aynı sıcaklıkta sözler
edemediğim için.
Güle güle kadim arkadaşım.
Seni yine senin sözlerinle uğurlayayım. Yakında buluşmak
üzere:
“Önemli olan
yüreğindeki ateşin sönmemiş olmasıdır. Farklı düşünüyor olabiliriz ama
"büyük insanlık" yönünde "istikametimizi" koruyor olmak çok
değerlidir..”
13 Mart 2024 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder