Seçim yenilgisi bütün muhaliflerin kimyasını bozmuş durumda, kimse durumu ve yenilgiyi kabullenmek istemiyor, kimse yenilginin temel nedenlerine yönelmek istemiyor. Kimse muhalefetin sorunu ortaya koyuşu, görev belirlemesi ve stratejisi üzerinden tartışmıyor.
Tartışmalar ya taktiklere ya propaganda tekniğine veya
nelerin öne çıkarılması gerektiğie ya da şu veya bunun yanlış yapıldığına
ilişkin düzeyde yürüyor. Kimse stratejik bir yanlışın taktik başarı veya doğru hamlelerle
ortadan kaldırılamayacağı gerçeğini hatırlamak istemiyor.
Ama daha da kötüsü var. Bu taktik ve teknik düzeyde olsun
yenilginin nedenlerini aramak bile iyi sayılabilir. Bir de yenilgiyi kabul
etmeme veya edememe hali var. Bu da komplo teorilerine sarılma, sonuçları seçim
akşamı yapılar birkaç milyonluk bir hile ile açıklama biçiminde ortaya çıkıyor.
Bu da komplo teorilerine sarılmak neredeyse tüm muhalefetin sosyal medya müdavimlerini pençesine almış görünüyor.
Elbet bunlar anlaşılabilir insanı zaaflardır. İnsanoğlu
hatalar ve unutkanlıklar karmaşasıdır.
Bu komplo teorilerine umut bağlayanlar veya yenilgiyi
bunla açıklamaya çalışanlara CHP ve HDP (YSP) sözcülerinin ve seçim güvenliği
ile ilgili olarak görevlendirdiklerinin basın açıklamalarını gösterdiğimizde
bunların da komplonun bir parçası olduğunu bile söyleyenler çıkıyor.
Halbuki biraz düşünseler, destekledikleri partinin
organlarının görevlendirdikleri eğer komplonun bir parçası ise o partilerin
bütün strateji ve adaylarının da öyle olması gerekmez mi?
Ve bizler bu partilerin gösterdiği adayları destekleyerek
nesnel olarak bu komplonun bilinçsiz aracıları olmadık mı diye bile kendilerine
sormaları gerekmez mi?
Hele durumunuz benim gibi ise, yani başından beri yanlış
yapıldığını söylemiş ve farklı bir strateji ve taktikler önermiş bir insan
iseniz, bu durumdakileri biraz aklı selime, hatalı davrandıklarını kabule davet,
yanlış bir politikayı desteklediklerini bunun üzerine düşünmeleri gerektiği şelindeki
bir ima bile, çok saldırgan tepkilerle karşılık buluyor.
Her neyse, bunlara alışkınız.
Çünkü bu küçük bir yenilgi sayılır, bizlerin yaşadığı
dünya tarihsel yenilgiler yanında.
Bizler 1989-90’larda
“sosyalizm” denen bürokratik diktatörlüklerin çüküşünü yaşamış bir kuşağız.
O muazzam çöküşte, “sosyalist” ülkelerin işçilerinin
kapitalizme veya Batı’ya ayaklarıyla oy verdikleri zaman bile “Sosyalist”
ülkeleri savunanların veya onların sosyalist olduğnu söyleyenlerin hiçbiri, bu
dünya tarihsel yenilgi ve çözülüşten sonra olsun, bu ülkelerin sosyalist değil,
bürokratik diktatörlükler olduğunu, Ekim devriminden sonra Rusa’nın geriliği ve
tahrip olmuş ekonomisinden gücünü alan bir karşı devrim yaşandığını söyleyen
teşhisi ve öngörüleri tarihsel olarak olgularla da kanıtlanmış olan Troçki’nin
açıklamalarını kabul etmedi. Gelişmeleri,emperyalizmin propagandası ile, oradaki
halkın bürokratik egemen kasta dolayısıyla o kastın keyfi egemenliği ile özdeşleşmiş
sosyalizm düşmanlığnı emperyalizmin propagandası ile açıklamaya devam ettiler.
En kabadayıları birer liberale veya esoterik denebilecek
akımlara eğilim gösterdiler. Hala o ülkelerden “sosyalist ülkeler” diye söz ediyorlar.
Şimdi de aynı durumları görüyoruz. Erdoğan’a oy veren
işçi sınıfını, yandaş medya propagandasına kapılmakla, birkaç yardıma kendini
satmakla, cehaletle aptallıkla suçlamalar gırla gidiyor.
O zamanlar da “Sosyalist” ülkelerin ayaklarıyla batıya ve
kapitalizme oy veren halklarına benzeri şeyler söyleniyordu.
Komplo teorileri gerçekle yüzleşmekter kaçmanın, basit ve
kolay çözümlerle durumu açıklamanın, kendini kandırmanın aracıdırlar. Bunlara
bu kadar yeter.
*
Yenilgi karşısındaki refleksler bağlamında bir de umut ve
umutsuzluk konusuna değinmek gerekiyor.
Muhalefet saflarında en aklı başında olanlarda bile şu refleksi
görüyoruz: “Evet birinci turda yenildik, hile de yapılmış olsa bunu
engelleyememek de bir yenilgidir. Bunu bir kenara bırakalım. Ama hala
kazanabiliriz. Umudu yitirmemek gerekir. Umudun yitirilmesine yol açacak söz ve
davranışlardan kaçınmalıyız. Şimdi yanlışlar vs. üzerinde durmanın, umutsuzluk
ve moral bozukluğu yaratmanın zamanı değil, şimdi umutları korumalı ve mücadele
azmini beslemeliyiz.”
Türkiye’deki şehir küçük burjuvazisine ve aldınlara
egemen bir ideolojidir bu umut bağımlılığı ve tacirliği. “Ayy umudumuzu
yitirmeyelim”. “Ayyy umutlarımızı koruyoruz” vs. vs.
Hemen şu an aramadan rastgele bir örnek. Twitter’den
“Ümitsizliğe
düşmenizden havlu atmanızdan medet umuyorlar, karşı tarafın elindeki tek koz ve
tek umut sadece bu.
Başka da bir
umutları inanın yok.”
Bir başka örnek:
“Kemal
Kılıçtaroğlu Umuttur, Umut dimdik ayakta”
Böyle yüzlerce binlerce umut bağımlısı sözler
görebilirsiniz.
Sola egemen bir gizli varsayım var burada. Umut yoksa
insanlar mücadele etmezler. Umutları korumak için de gerçeği kabul etmekten ve
onunla yüzleşmekten ise, en azından bunu erteliyerek umudu sürdürmeyi sağlamalıyız
ki insanlar umudunu yitirmeyip ikinci turda da oy kullansın.
Yani umudun olup olmumusu ile mücadele arzusu ve isteği
arasında doğrudan bir ilişki olduğu
arsayımına dayanıyor bütün umut güzellemeleri.
Bu yazıda, aslında eski yazılardan yapacağım bu
hatırlatmada, Doğu Avrupa’nın çöküşünden sonra, aşağı yukarı bugünkü gibi bir psikolojinin
egemen olduğu bir ortamda bu umut ve
umutsuzluk konusunda yazdıklarımı aktaracağım.
Yeni bir yazı yazmaktan ise aktarmakla yetinip bu yazıyı
bu umutsuzluk konusuyla sınırlayacağım ki, yenilgi ve ikinci tur konusunda bu
gibi yan sorunlardan sıyrılmış olarak ayrı bir yazı yazabileyim.
*
1994 yılında Avrupa’da yaşayan, hala şu veya bu biçimde
sosyalizm diyen insanlar olarak “Sosyalizmin
Sorunları” diye bir dergi (Dergi hukuki bir sorun çıkardığından “Kitap dizisi” çıkaralım dedik. Ragıp
Zarakolu’nun Belge yayınları iki sayı çıkabilen bu dergiyi yayınlamıştı.)
çıkaralım ve sosyalizmin sorunları olarak neleri görüyoruz, bunların en azından
bir listesini çıkaralım ve sonra bunları ele alalım diye düşünmüştük ve
derginin ilk sayısının konusunu da derginin adı da olan “Sosyalizmin Sorunları” olarak blirlemiştik.
İşte o sayıda ben de ilk sayıya katkı olarak “Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe
Düşünceler ya da Bilimsel Sosyalizm'den
Ütopik Sosyalizm'e” başlıklı bir yazı yazmıştım.
Bu yazıda bu umut ve umutsuzluk konusunu ele alıyor ve ilk
önce drumun umutsuz olduğundan hareket etmeliyiz, tezini savunuyor ama ayrıca
umutsuzluğun insanların mücadele azmini azalttığı varsayımını sorguluyor ve
eleştiriyordum. Ayrıca bu umut ve umutsuzlukla bağlantılı olarak, sosyalizmin bilimsel
olarak değil, artık ahlaki bir seçim olarak temellendirilmesi ve savunulması
gerektiğini savunuyordum. Bu nedenle de başlığa “Bilimsel Sosyalizm’den Ütopik Sosyalizme” alt başlığını koymuştum.
Elbette yukarıdaki iki önerme kabul edilen varsayıma
bağlı olarak, birbiriyle içten bağlıdır.
Yani eğer umutsuzluğun insanların mücadele azmini
azalttığı gibi bir varsayımınız varsa, durum umutsuz olsa bile umut varmış gibi
gösterirsiniz eğer mücadele etmek istiyorsanız. Halbuki umutsuzluğun mücadele
azmini azaltmadığı hatta esas radikal mücadelelerin umutsuzluktan
kaynaklanabileceği gibi bir varsayımınız veya gözleminiz varsa o zaman gerçeği
yani durumun umutsuz olduğunu kabul etmekten çekinmezsiniz. Ve de gerçek
devrimcidir.
Neyse lafı fazla uzatmayalım. O yazılardan konuyla ilgili
iki bölüm alıntılayalım.
*
“(…)
Durum böylesine umutsuz?
Peki bu durumda ne yapmak gerekir?
Önce kendimize, insanlığa ve ezilenlere karşı dürüst olmak gerekiyor.
Yani, aman “insanlar umutlarını yitirirler; moralleri bozulur bu da
mücadele azimlerini azaltır” gibilerden gerekçelerle kaçamaklar yapmadan
durumun umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, rezaletini açıkça ortaya koymak
gerekiyor. Bunu başarmadan bir tek adım bile atmak mümkün değildir.
Peki bu umutsuzluktan; sosyalizmin, adeta olanaksızlığından hiçbir şey
yapmamak gibi bir sonuç çıkar mı?
Eğer bir "bilimsel sosyalist" iseniz evet, ama bir ütopik ya da
ahlaki sosyalist iseniz hayır.
Bilimsel Sosyalizmin kurucuları Marks-Engels'in günahını almayalım. Onlar
bilimsel olarak dünya tarihi sosyalizme doğru bir gidiş içinde olduğu
kanıtlandığı için sosyalist değillerdi; onlar bu bilimsel kanıtlar olmadan da
sosyalisttiler; inançlarına bir de bilimsel kanıtlar bulmuşlardı. Bilimsellik
sosyalist olmanın bir nedeni değil, o uğurda mücadelenin bir aracıydı. Sonra bu
ikisi yer değiştirdi. İnsanlar, bilimsel olarak sosyalizm tarihin gidiş yönünde
bulunduğu için sosyalist olmaya, ya da sosyalistliklerini böyle ifadelerle
gerekçelendirmeye başladılar.
Bizler de politik kültürümüzü böyle edindik.
Peki, bilimsel olarak, sosyalizmin mümkün olmadığı kanıtlansa, sosyalist
olmamak mı gerekiyor? "Bilimsel Sosyalist" iseniz, yani bizlerin
politik kültüründen bir "bilimsel sosyalist" iseniz öyle.
Ama sorunu şöyle de koyabilirsiniz?
“Ezen var ezilen var. Ben ezilenden yanayım. Bu dünya rezil, iğrenç bir
dünya, bu iğrençliğe karşı, dayanışmacı, eşitlikçi; kara değil insanların
ihtiyaçlarına, hatta yeryüzündeki tüm canlıların ve yaşam koşullarının
dengelerine göre üretim yapan bir düzen gereklidir. Bilimsel olarak mümkün olup
olmadığı beni ilgilendirmiyor. Ben tercihimi siperin bu tarafında yapıyorum. Bu
ahlaki bir seçimdir ve ütopik bir sosyalizmdir; yani zorunluluğu ya da
olanaklılığı bilimsel olarak kanıtlanmamış ve böyle bir kanıtlamaya ihtiyaç
duymayan bir sosyalizmdir.”
Ezilenlerin artık gerekçesini ahlaki bir seçimde bulan bir sosyalizme
ihtiyaçları var ve ancak böyle bir sosyalizm onların mücadelelerine hizmet
edebilir. Bundan sonra “Bilimsel Sosyalizm” muhtemelen, sosyalizme karşı
güçlerin sosyalizmin olanaksızlığını kanıtlamalarının ve ezilenleri bu uğurda
mücadeleden vaz geçmeye çağırmalarının aracı olacaktır.
Böyle bir silahı onların elinden alabilmek için, bizler, onlardan önce, yine
bilimsel sosyalizmle durumun umutsuzluğunu açıkça söylemeli ve tam da bu
umutsuz durum nedeniyle, mücadele etmekten başka yapacak hiçbir şey olmadığı
için insanları sosyalizm için mücadeleye çağırmalıyız.
Elbette bilimsel sosyalizmin teorik araçları, yöntemleri, kavramları bu
uğurdaki mücadelede durumu daha iyi kavrayabilmek; güçleri daha iyi
belirleyebilmek, hatta bizzat ahlaki sosyalizmimize neden olan koşulları
açıklayabilmek için kullanılabilir ama artık gerekçemiz bilimsel değil, ahlaki
bir seçimdir.
Bunun içindir ki bu yazının başlığı bilimsel sosyalizmden ütopik
sosyalizme.
*
İşgale uğramış bir ülke düşünün; o ülkenin bütün ahalisi işgalcilerle iş birliği
içinde ya da ona can atıyor. “Bu işgale direnmek gerekir” diyenleri bir kaşık
suda boğmaya hazırlar.
O işgale direnmek isteyenler ise; işgalciyi kovmak için ne yapacaklarını,
kovmaya güçlerinin yetip yetmeyeceğini; kovsalar yerine ne koyacaklarını, hasılı
hiçbir şeyi bilmiyorlar.
Ne yapılabilir?
İnsanları tam da bu umutsuzluktan dolayı savaşa çağırmak gerekiyor. Evet
bizim durumumuz umutsuz; ama iş birliğine devam ederseniz o zaman hiç mi hiç
umut yok demek gerekiyor.
Daha zengin bir hayat için değil; yok olmamak için mücadeleye çağırmak
gerekiyor.
Sorun sosyalizmi daha kabul edilebilir; daha ehli hale getirmek değildir.
Örneğin "biz fakirlikte değil; refahta eşitlik istiyoruz gibilerden"
ehlileştirmelere açıktan karşı çıkmak gerekiyor. Sosyalizmi “vahşi”leştirmeliyiz;
daha az kabul edilebilir hale getirmeliyiz, "yoksullukta eşitlik"
önermeliyiz.
Zaten sorunların açıkça ortaya konuluşu başka bir öneriye olanak tanımaz.
Bütün bildiğimiz her şeyi unutmamız gerekiyor. Sosyalist bir hareketin
doğup doğmayacağını; doğarsa hangi güçlere hangi örgüt ve mücadele biçimlerine
dayanacağını; hiçbir şey bilmiyoruz. Her şeyi bir öğrenci olarak; içinde
yaşayarak, yeniden öğrenmeyi öğrenmeliyiz.
Ömer Seyfettin bir hikayesinde "vatan bayrağın dalgalandığı yer
değil midir" diye bir söz söyletir ihtiyar forsaya. Bizler de nerede bir
baskı ve sömürü ve ona karşı en cılız da olsa insani bir direniş varsa orada
yer almalı; onun içinde yaşayarak o yeni doğan biçimleri tanımaya anlamaya
çalışmalıyız. Örgütler kurmaya falan kalkmamalıyız. Artık hattı müdafaa yok
sathı müdafaa vardır. Bugün yapılacak iş ordulaşmaya kalkmak değildir. Olamaz
da zaten böyle bir şey. Çeteleşmektir yapılacak iş. Nerede bir direniş varsa; hatta
bu direnişi yapanlar eşkiyalar bile olsa onların yanında yer almaktır.
Kendi problematiklerimizle o küçük direniş tohumlarını boğmaktan
kaçınmalı; aksine onların problematiklerini öğrenmeye, kavramaya çalışmalıyız.
Kapitalist toplumun gözeneklerinde onun zayıf anını kollayan virüsler
gibi, mikroplar gibi yaşamalıyız. Sivrisinekler gibi onu sürekli
vızıltılarımızla rahatsız etmeli; fareler gibi kemirmeliyiz.
Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan
böyle bir sosyalizm tohumu; belki bir olasılık olarak sosyalist bir hareketin
kristalizasyonunda bir maya rolü görebilir.
Unutmayalım, en son kaos teorilerinin kullandığı bir metaforla ifade
etmek gerekirse, Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı Amerika’da bir kasırgaya
yol açabilir. Açar değil, açabilir, bu küçücük de olsa bir olanaktır. O halde
yapılacak iş bellidir: Çin'deki bir kelebeğin kanat çırpışı olmak. Kim bilir
belki Amerika'da bir kasırga kopar!”
Bu yazımın bu son bölümünde de ifade
edilen görüşlere, “çok umutsuz” olduğum gibi eleştiriler gelmişti ve ikinci bir
yazıda bunlara şöyle cevap vermiştim:
„Umutsuzluk
ve Umut
Mektuplara
da yansıyan ama sözlü olarak dile getirilen en önemli eleştiri, yazarın çok
umutsuz olduğudur. Şunu açıkça, tekrar, belirtmeli ki: durum umutsuzdur, yazar
değil. Yazarın çok umutsuz olduğu yönündeki eleştirileri yapanlardan çoğundan,
"durum aslında öyle değildir şöyledir" veya "durum dediğin
gibidir ama ondan öyle değil de böyle bir sonuç çıkarmak gerekir"
gibilerden durumu, duruma ilişkin yargıları ve kabulleri veya çıkarsamaları tartışan
eleştiri gelmedi. Yazarın öznel durumuna ilişkin eleştiri yapanlar nesnel
duruma ilişkin bir tartışmaya çekilmeye çalışıldığında, bundan sürekli
kaçınıldığı görülüyordu. Bu da, aslında, yazıda belirtilmiş son derece insani
bir tepkinin ifadesiydi.
Yazıyı
okuyup da durumu değil, yazarı umutsuz görenler, yani umutsuzluğun nesnel
durumun ifadesi değil yazarın öznel yargısı olduğunu söyleyenler ya da
yazanlar, aslında tamamen nesnel durumu hiç yansıtmayan öznel yargılarını ifade
etmektedirler. Ve eleştiri yazan sosyalistlerin bu, durumun berbatlığını
görmeyen, öznel değerlendirmeleri, nesnel bir gerçek olarak, durumun
çıkışsızlığını, umutsuzluğunu katmerlendirmektedir.
Eğer
bütün sosyalistler, ya da onların ezici bir çoğunluğu yazar gibi
"umutsuz" olabilseydi; ya da yazarın ifadesiyle "Durumun
umutsuzluğunu" görebilseydi, durum daha fazla umut vadedici olabilirdi.
Yazarın
yapmaya çalıştığı aslında tam da budur. O durumun umutsuzluğundan bir mücadele
stratejisi çıkarmaya çalışmaktadır. Yazara göre umut, durumun umutsuzluğunun kavranmasındadır.
Umut umutsuzluktadır.
"Negatif
Diyalektik"
Aslında
durumun umutsuzluğunu görmeyen ya da görmek istemeyip yazarın umutsuzluğu
biçiminde tepki gösterenler gizli bir varsayımı paylaşıyorlar: durum umutsuzsa
mücadele etmenin anlamı yoktur. Ya bu işi bırakmak, ya da intihar etmek
gerekir. Umutsuz bir insan mücadele edebilir mi?
Yazar
bu varsayımı paylaşmamaktadır. Her ne kadar bizler, marksizmin evrimci,
aydınlanmacı yorumlarıyla aşırı yoğrulduğumuzdan, kavramakta güçlük çeksek de
umutsuz bir durumdan da en az umutlu bir durumdan olduğu kadar mücadeleci
gelenekler çıkar. Hatta insanlık tarihinde umutsuzluktan çıkan mücadeleler daha
önemli bir yer tutarlar.
Bizler,
aydınlanmacı zaman ve iyimserlik kavramıyla yetiştiğimizden, kavramakta güçlük
çekebiliriz ama sınıflı toplumlar boyunca; insanların kafasında düzgün doğrusal
değil daha dairesel, çıktığı yere dönen; ya da „artık sonuna gelinmiş zaman“ („Ahir
zaman“) kavramlarının olduğu antik uygarlıklar çağında, binlerce yıl, insanlar
yine de adil, baskısız bir hayat ve toplum özlemi için mücadele etmekten geri
durmamışlardır. Hatta insana zerrece seçim hakkı ve umut tanımaz görünen en
kaderci felsefeler, en keskin, en radikal mücadelelere dayanaklık etmişlerdir.
En radikal isyanlar, kıyamet habercisi Mehdi'lerin öncülüğünde yapılmışlardır.
Mesih'ler "Mahşer günü yakın" diyerek insanları mücadeleye
çağırmışlardır.
Tarih
boyunca hemen bütün ayaklanmalar umuttan değil, umutsuzluktan, yapacak başka
hiç bir şey kalmamasından dolayı patlak vermişlerdir. Umut ise, onlarca,
yüzlerce, binlerce yıl, toplumun derinliklerinde ve ortak hafızasında gizlice
yaşamış bu çiçek, umutsuzluk patlamaya yol açtıktan sonra tekrar yeşerebilecek
bir toprak bulur. Umutsuzluğun yol açtığı ayaklanmalar umudu yeniden yeşertir.
Umudu yaratan umutsuz durumlardır. Umudunuz varsa, kaybedecek bir şeyiniz var
demektir. Ama umudunuz yoksa, artık kaybedecek hiç bir şeyiniz yok demektir.
Tıpkı, köşeye sıkışmış bir kedi gibi her şeyi yapabilirsiniz. Umutsuzluk,
kaybedecek umudun bile olmaması, en radikal eylemlerin; en uzun soluklu
girişimlerin ana koşuludur. Sanılanın aksine, umutsuzluk umuttan daha patlayıcı
ve devrimcidir.
Aslında
Marksizm, Tarihsel Maddecilik, "Frankfurt Okulu" ya da "Eleştirel
Toplum Kuramı" aracılığıyla iyimser; aydınlanmacı; teknik hayranı
özelliklerinden çoktan kurtulmuştur. Ama bu teorik kazançlar ve katkılar, ne
yazık ki binlerce sosyalist için, büyük ölçüde bürokratik ve reformist
sosyalizmin yerleştirdiği önyargılar nedeniyle anlaşılmaz ve bilinmez kalmaya;
dolayısıyla Marksizmin en devrimci yanı ve geleneğinden kopukluk sürmeye devam
etmektedir.
Umutsuz
olarak, reddediş aracılığıyla mücadele geleneği, tarihsel maddeciliğin bu
gerçek dip akıntısı; faşizmin yükselişi esnasında en verimli felsefi ürünlerini
ortaya çıkardı. Benjamin, Marcuse ve Adorno bu çabanın en bilinen isimleridir.
Yazar da geçen sayıdaki yazısında aslında bu geleneğe, bu "negatif
diyalektiğe" dayanmaktan başka bir şey yapmıyordu; yazar sadece faşizmin
yükselişinden de daha dehşet verici bu günkü durumu yaşadığı için; o zaman hiç
tartışılmamış ya da olası görülmemiş birkaç küçük adım atıyordu sadece. Aslında
tarihteki her yeni fikir de küçük adımlardan ibarettir.
Yazarı
umutsuzlukla suçlayanlara ve umutsuzluğun sosyalizmle veya bir mücadele ile
bağdaşmayacağını savunanlara, Herbert Marcuse'nin şu satırları en iyi cevabı
verir ve yazarın tavrını en mükemmel biçimde ifade eder:
"Hiçbirşey
bunun iyi bir son olacağını göstermiyor. Yerleşik toplumların ekonomik ve
uygulayımsal yetenekleri en alttakilere yeni düzenlemeler ve ödünler için
olanak sunacak denli yeterli ve geniştir, ve silahlı güçleri ivedi durumlar ile
ilgilenecek denli eğitimli ve donanımlı. Bununla birlikte, hortlak yine
oradadır, ileri toplumların sınırlarının içerisinde ve dışarısında. Uygarlık
imparatorluğuna gözdağı veren barbarlar ile yüzeysel ve tarihsel koşutluk
soruna önyargı getirmektedir; barbarlığın ikinci dönemi pekala sürekli uygarlık
imparatorluğunun kendisi olabilir. Ama şans şudur ki, bu dönemde tarihsel uçlar
yine de buluşabilirler: en ileri insanlık bilinci, ve onun en sömürülen gücü. Bu
bir şanstan ötesi değildir. Eleştirel toplum kuramının şimdi ve bunun geleceği
arasındaki uçurumu birleştirebilecek hiçbir kavramı yoktur: hiçbir söz
vermeksizin ve hiçbir başarı göstermeksizin, olumsuz kalmaktadır. Böylece,
umutsuz olarak, yaşamlarını Büyük Reddedişe vermiş olanlara ve verenlere bağlı
kalmayı istemektedir.
Faşist
evrenin başlangıcında Walter Benjamin şunları yazmıştı:
Nur
um der Hoffnungslosen Willen ist uns die Hoffnung gegeben.
Salt
umutsuzlar uğrunadır ki bize umut verilmiştir."“
*
Bu yazılar 1994 yılında yazılmış ve „Sosyalizmin Sorunları Kitap Dizisi“nin 1. ve 2. Sayılarında ayınlanmıştı.
Yazıların tamamını şuradan okuyabilirsiniz.
Sosyalizmin
Sorunları Üzerine Tartışmalaın Tarihine Katkı:
https://demirden-kapilar.blogspot.com/2014/09/sosyalizmin-sorunlar-uzerine.html
*
Bir
sonraki yazıda neler yapılabileceği üzerine önerilerimizi ele alalım.
18 Mayıs 2023 Perşembe
Blog:
https://demirden-kapilar.blogspot.com/
Youtube
Kanalı: https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast: https://soundcloud.com/demirden-kapilar
Kitaplarımızı İndirmek
İçin:
https://disk.yandex.com.tr/d/MP0-52MFdgdqBg
https://disk.yandex.com.tr/d/2Vez45Mg7W7wzA
https://independent.academia.edu/DemirKucukaydin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder