17 - 18 Ekim tarihinde Marksizm'in ve
Sosyalizmin Sorunlarını tartışmak üzere, iki gün peşpeşe, iki Sempozyum
yapılacak.
İlk gün, Marksizm'in, yani tarih ve
toplum biliminin sorunları ele alınacak.
İkinci gün ise, yani 18 Ekim’de, Sosyalizmin,
yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplumun ve böyle bir topluma ulaşmanın; bu
yöndeki hareket ve çabaların sorunlarının neler olduğu üzerine; en azından bu
sorunların bir dökümünün yapılması, bir bilançosunun çıkarılması yönünde tezler
sunulacak ve tartışmalar yapılacak.
Bulunan noktadan daha ileri gidilebilmesi,
eski tartışmaların, bu konuda önceden söylenenlerin bilinmesi ve eleştirilmesi
ile mümkün olabilir. Önceki deneyleri hor görenler, o tecrübelerden de geri
düşüp, aynı sorunlara takılırlar.
Sosyalizmin Sorunları’nın neler
olduğu üzerine önceden ne gibi girişimler oldu? Ne gibi yayınlar yapıldı? Ne
gibi tartışmalar oldu? Bunlar asgari ölçüde bilinmeden ve eleştiri ateşinden
geçirilmeden, daha ileri gidilemez.
O halde, bu literatürü de derlemek,
bilmek ve eleştirmek, bu sempozyuma paralel bir çalışma olarak yürütülmelidir.
Bu elbette kolektif bir çabanın ürünü
olabilir. Herkes bildiğin, okuduğunu anlatır ve aktarırsa, önceki çabaların
toplandığı bir havuz oluşturulabilir.
Bu bağlamda biz de kendi yaşadığımız
ve içinde bulunduğumuz bir deneyi aktaralım.
Duvar’ın yıkılışından sonra Avrupa’da
sürgünde yaşayan Türkiyeli sosyalistler olarak, Sosyalizmin Sorunları’nı tartışacak bir yayın çıkarmaya karar
vermiştik. Dergi, hukuki nedenlerle kitap dizisi olarak yayınlanmaya
başlamıştı. İlk sayının konusu bizzat bu sorunların neler olduğu; Sosyalizmin
Sorunları’nın bir bilançosunun çıkarılmasıydı.
İkinci sayı Milliyetçilik ve Irkçılık
konusu ile çıktı. Çünkü en önemli sorunlardan biriydi. Üçüncü sayı için de Din
seçilmişti. Ama bu sayı yayınlanamadı. Çünkü doğru dürüst yazı gelmedi. Yani bu
sorun hakkında kimsenin söyleyebileceği bir şey yoktu. Bu yokluğun kendisi en
önemli sorundu ve tamda bu nedenle, bu sorunun sonucu olarak derginin üçüncü
sayısı hiçbir zaman çıkmadı.
Şimdi planlanan Sempozyum bir bakıma
o dergide yapılmaya çalışılanın yeni bir baskısı gibi de görülebilir.
Sosyalizmin Sorunlarını tartışmak üzere o ilk girişim, dünyada Duvar’ın
yıkılışının hemen sonrasında ve Türkiye’de özel savaş rejiminin oturduğu koşullarda
bir girişimdi. Bir “akıntıya karşı” yüzme çabasıydı. Belki de bu nedenle uzun
soluklu olamadı.
Bugün aradan yirmi yıl geçmiş
bulunuyor. Bir zamanların “Sosyalist Ülkeler” denilen bürokratik
diktatörlüklerini hatırlayan bile kalmadı. O zaman doğan çocuklar, Gezi’yi
yaşadılar. Özel savaş Rejimi bitti ve Kürt Hareketi yükselişini yaşıyor.
Belki bu koşullar daha uzun soluklu
ve kalıcı bir girişime temel olabilir.
Bilmiyoruz. Ama denemekte yarar var.
Halkın dediği gibi, “yenilen pehlivan
güreşe doymaz”.
*
Aşağıda Sosyalizmin Sorunları dergisinin ilk sayısının ağırlıklı konusu
olan Sosyalizmin Sorunları üzerine yazdığımız yazı yer alıyor. Onu izleyen ikinci
yazı, bu yazıya gelen eleştirilere cevap olarak yazılmış açıklamalardan
oluşuyor ve ilk yazıda geçer ayak değinilmiş veya bilindiği var sayılarak
üzerinde fazla durulmamış konulara girdiği için birinci yazının devamı gibidir.
Bu yazı da derginin ikinci sayısında yayınlanmıştı.
Sosyalizmin Sorunları üzerine önceki
tartışmaların tarihine küçük bir katkı olarak, ikisi bir bütün oluşturan bu
metinleri tekrar yayınlıyoruz.
11 Eylül 2014 Perşembe
Demir Küçükaydın
Sosyalizmin Sorunları Üzerine Sere Serpe Düşünceler ya da
Bilimsel Sosyalizm'den Ütopik Sosyalizm'e
Giriş
Frankfurt'ta yapılan toplantıda, "Sosyalizmin Sorunları"nı tartışma
niyetiyle çıkacak bu derginin ilk sayısının ağırlıklı konusunun bizzat bu sorunların neler olduğunun bir
dökümü olması gerektiğinde bir görüş birliği oluşmuştu. Herkes "Sosyalizmin Sorunları"ndan ne
anladığını; neleri sorun olarak gördüğünü yazar; böylece hem sorunların bir
dökümü; bir bilançosu çıkarılmış, hem de yayının bundan sonraki sayılarının
gündemi de az çok belirmiş olur diye düşünülmüştü.
Sorunun böylece düşünülüp
belirlenmesinin ardında, bizlerin, Sosyalizmin
Sorunları’nı ortaya koyma yeteneğinde olduğumuz varsayımı vardır. "Sosyalizmin Sorunları"nı çözmenin
pek kolay olmadığı yönünde, ifade edilmemiş de olsa bir “konsensüs”
olduğu söylenebilir. Buna karşılık “Sosyalizmin
Sorunları”nın ortaya koyulması; bir tür dökümünün yapılması noktasında bir
zorluk olabileceğine dair en küçük bir kuşku bile yoktur.
Kanımca, ilk sorgulanması gereken bu gizli varsayımdır. Ve en son söylenecek
olanı en başta söylemek gerekirse; "Sosyalizmin
Sorunları"nı tartışıp bir ölçüde de olsa çözümü yönünde yol kat
edebileceğimizi düşünen bizler, "Sosyalizmin
Sorunları"nı ortaya koyabilmenin önündeki en büyük engel; dolayısıyla
büyük ölçüde sorunun kendisiyiz.
Burada kısa bir açıklama yapmak
gerekiyor. “Bizler” derken, ister İkinci Dünya Savaşı, ister 68 kuşağından
olsun; ister Anarşist, ister Komünist, ister Feminist olsun; Duvar’ın
yıkılışına kadar olan dönemde sol politik kültür içinde yetişmiş herkesi
kastediyorum. Daha sonraki kuşaklardan katılanlar için de durum değişmez. Bugün
solcu olan tek tük insanlar da ister istemez bizim politik kültürümüzün mirası
tarafından şekillenmektedir. Özetle bugünün dünyasındaki sosyalist tipini
kastediyorum. Yani bizleri. Diğerleri ise, henüz yok. Bir gün olacak mı? Umut
edilir.
Bunun için, "Sosyalizmin sorunları" üzerine bir şeyler
karalamaya geçmeden önce; bizlerin sosyalizmin
sorunları üzerine tartışma yürütebilmesinin zorluklarından ve sorunlarından;
ama bundan da önce, sosyalizmin sorunları üzerine yazı yazmakta kendi
karşılaştığım zorluklardan söz etmek istiyorum.
Sosyalizmin
Sorunları Üzerine Bir yazı Yazabilmenin Sorunları
Sosyalizmin sorunları üzerine bir
yazı yazmak istiyorum. Peki, bu yazının muhatabı kim olabilir? İnsan bir yazıyı
yazarken kafasında, soyut da olsa, bir okuyucu tipi vardır. Onun belli şeyleri
bildiği, belli sorunları ve perspektifleri olduğu var sayılır. Aksi takdirde
yazmak olanaksızdır.
Eskiden, (aslında çok eski de değil
beş yıl önce, ama şu an öyle uzak bir geçmişe ait görünüyor ki) örneğin şu "Birlik mi Rekompozisyon mu? " başlıklı derleme
kitaptaki yazıları yazarken zaten o toplantılarda gördüğüm, tartıştığım ve
yıllardır tanıdığım ortalama bir Türkiyeli sosyalist tipinin varlığına göre
yazardım.
Ne kolaymış o zamanlar yazı yazmak! Muhatap
belli, Türkiyeli Sosyalistler! Ve onlarla yine onların yani Türkiye Sosyalist Hareketi'nin Sorunları.
Ama bu gün, Sosyalizmin Sorunları (Sosyalist hareketin bile değil, ki artık
böyle bir şey yok; hele Türkiye sosyalist hareketinin hiç değil, böyle bir şey
de hiç yok) söz konusu olunca ne kadar zor. Kafamda soyut ya da somut hiç bir
muhatap yok.
Kimler olabilir bu muhataplar diye
düşünüyorum. Siperin öte tarafındakilerle işimiz
yok (ve zıt anlamda onlarla işimiz
çok. ). Kuşağımın sosyalistlerinin büyük çoğunluğu şimdi oradalar.
Bu tarafta kalanlara bakıyorum. Bunların
içinde hala radikal konumları savunabilenlerin bir kısmı bir örgütsel çalışma
içindeler. Ama bu “politik radikallik”, Sosyalizmin
Sorunları söz konusu olduğunda müthiş bir tutuculuğa dönüşüyor. Çünkü onlar
için sosyalizmin sorunları değil, çoğu kez kendi örgütlerinin ve kısmen de
yakın gördükleri örgütlerin sorunları söz konusu ya da “Sosyalizmin Sorunları”
onlar için bunlardan ibaret.
Bu bakımdan sosyalizmin sorunları, kaybedecek bir şeyi, örneğin bir örgütü,
hareketi, derneği olanlarla tartışılamaz. Bunlar özgürleştirici araçlar
değillerdir sosyalizmin sorunlarını tartışabilmek için, prangalardır.
Böyle olunca, onları onore etmek için
onların sevdiği kavramlarla ifade edersek: sosyalizmin sorunları "sırtında yumurta küfesi olanlar"la
tartışılamaz. Tartışmak istesen onlar tartışmazlar, böyle “moral bozucu” sorunlarla “kaybedecek
zamanları” yoktur. Onlar “iş”
yaparlar ve “moral bozucu entelektüeller”
değildirler.
*
Sonra bir başka sorun daha var. Bu,
bir örgüte angaje insanlara, sosyalizmin sorunlarının umut kırıcılığını, ciddiyetini
görmeyen arkadaşlara, durumun ne kadar
umutsuz ve ciddi olduğunu niye göstermeye çalışayım ki?
Çalışsan zaten kimse görmez; ama
görse daha mı iyi olacak? Hayır.
Hiç olmazsa illüzyonlarla da olsa bir
umudu var; bir şeyler için çabalıyor ve bu çaba ve umut onların hayatına bir
anlam veriyor. Aslında yaptıkları kötü de değil: kimisi reformist bir kitle
partisi aracılığıyla bir manivela yakalamaya çalışıyor; kimisi “Başkan Gonzales”i
hapisten çıkarmak için uğraşıyor. Ne güzel, ezilenlerden yanalar ve umut
içindeler.
Bu iğrenç dünyada, iğrençliklere
dayanabilmek için daha fazla şansları var. Belki de tam bu nedenle onlar sosyalizmin
sorunlarının ciddiyetini kavramaktan tartışmaktan uzak duruyorlar. Bir tür
kendini koruma içgüdüsü belki. Bunu yıkmaya ne hakkım var? Anamın Allah’a
inancını yitirmesini istemem. Ne dayanılmaz olundu onun için yaşam. Bu
arkadaşların dini de bu. Onların da yitirmesini istemem. Ne güzel, hiç olmazsa
kendilerini kandırabiliyorlar.
Biz mi? Biz, şeytanın aklına uyup o “günah
meyvesini” yemiş ve Cennet’ten kovulmuşuz bir kere. Geri dönüş yok. İnsanlık
gibi, onun trajedisini içimizde yaşayarak sonuna kadar, gidebildiğimiz kadar
gideceğiz. Onlar ise hiç olmazsa öyle yaşasınlar, bizler gibi hayatı bir yük
olarak sırtlarında taşımak zorunda kalmadan. Durumun gerçekten umutsuzluğunu
görüp ayakta kalabilmek çok zor. Bu ancak, sinizm ile ermişlik sınırlarının
birbirine karıştığı bir bıçak sırtında başarılabilir. Kimsenin bu işkenceyi
yaşamasını istemeye hakkım yok. Evet, aslında yazdıklarımı inanmışların
okumasını veya ikna olmasını da istemiyorum.
*
Peki, o halde niye yazıyorum?
Bu rezil dünyayı değiştirebilmenin, onun
ne kadar rezil, durumun ne kadar umutsuz olduğunu bilmekten başka yolu
olmadığını düşündüğüm için. Gelecekte bir sosyalizmin canlanışının, ancak, gerçeğin
gözlerinin içine korkusuzca bakmaktan geçtiğine inandığım için. "Gerçek devrimcidir" diye düşündüğüm
için. Aslında bizlerden sonra, eğer olursa, bir sosyalizm idealinin canlanışını
yaşayacaklar için. Yani hiç tanımadığım, nasıl bir şey olacağını tasavvur bile
edemediğim bir muhatap için. Bu ise öylesine zor ve olanaksız ki...
Eskiden, kapitalizm öncesinde, tekniğin
bir kaplumbağa hızıyla değiştiği o "eski
güzel günlerde” yaşlılar toplumun tecrübelerinin yoğunlaşmış ifadesiymişler.
Kapitalizm ise onları alıp, değersiz yükler olarak yaşlılar gettolarına
kapatıyor. Yaşlılığın bu değersizleşmesi, sadece kapitalist ekonominin
yasalarından, üretken işgücü ötesindekinin bir yük olarak görülmesinden
doğmuyor. Aynı zamanda tekniğin olağanüstü hızlı değişiminden de kaynaklanıyor.
Bu hızlı değişim ve değişimin de
medya aracılığıyla, moda deyimiyle "gerçek
zamanda" hızla yaygınlaşabilmesi sonucu kültür ve politika ilişkisi
tersine dönmüş durumda. Eskiden politika kültürün önünde giderdi. Kültürel
değişmeler için önce politik değişmeler yapmak gerekirdi. Şimdi ise kültürel
değişmeler öyle hızlı yaşanıyor ki, politika onları izlemekte zorlanıyor. (Hatta
kültürel değişimler, politikayı bir araç olarak kullanıyor. 68 politik hareketi
modern kapitalizme uygun kültürde tipler yaratmaktan başka bir iş görmedi). Kültürel
değişmeler öylesine hızlı ve yeni yetişen kuşakları öylesine kavrıyor ki, arasında
10 yaş bulunanlar, eskinin birkaç yüzyıllık farklılıklarını yaşıyorlar. İnsanların,
örgütlerin, değerlerin, çok hızlı bir “moral
yıpranması” karşısındayız. Artık sadece makineler hızlı bir “moral yıpranma” yaşamıyor, insanlar, alışkanlıklar,
düşünceler, taktikler, örgütler de.
Bir örnek belki açıcı olur. Lenin'in Iskra'sı ve bir gazete aracılığıyla bir
örgüt yaratma girişimi, 1960'ların bizleri için bile hala bir anlam taşıyor ve
bir örnek oluşturabiliyordu. Bizler, hala, okuma
kültürünün insanlarıydık. Saatlerce bir konu üzerine tartışmalar
yapabilirdik.
Ama bugünün ve yarının kuşakları için
beş saniyeden fazla süren bir resmin can sıkıcı bulunduğu; CNN veya Müzik
TV'nin seyircisi olarak büyümüş “gösteri
toplumunun” çocukları veya geleceğin sosyalistleri için bunlar hiç bir şey
ifade etmeyecektir. Onlar belki örgütlerini Cyberspace'da kuracaklar; onların okuma alışkanlığı olmayacak
vs., vs..
Bu nedenle yazacaklarım, geleceğin
kuşaklarının sosyalizminin değil, ancak benim sosyalizmimin sorunları olabilir.
Onların karşılaşacakları problemler hakkında tecrübelerimi aktarmam olanaksız. Bizler belki iyi nalbant olduk. Daha
doğrusu tam nalbantlığı öğrenmiştik ki, yeryüzünde nallayacak beygir kalmadı. Traktörler
ortalığı kapladı. Gelecek kuşaklar için yazmaya kalkmam, traktör tamircilerine
nalbantlık tecrübelerini ve nalbantlığın sorunlarını anlatmaya kalkmaktan başka
anlama gelmeyecektir. Muaviye ile Ali taraftarları arasındaki savaşta; Ali
taraftarı hareketin sorunları beni ne ölçüde ilgilendirdi ki? Geleceğin
sosyalisti için de, eğer öyle bir şey olursa tabii, bizlerin sosyalizm
sorunlarımızın benzer bir durumu olacaktır.
Hadi diyelim ki, onlar nalbantlığın
sorunlarına da bir ilgi duydular. Muhtemelen yazdıklarımızı hiç anlayamayacaklar.
Örneğin nalbantlıktan söz ettim, bu benzetme onlara bir şey ifade etmeyecektir.
Çünkü nalbandın ne olduğunu bilmeyecekler. Ya da sınıflar savaşı ordular savaşı
eğretilemesinden hareketle “strateji”den,
“taktik”ten söz ettim; onlar bunları
okuyunca "militarist kafalı herifler"
diye düşünecekler.
Hâsılı gelecek kuşaklarla bir diyalog
olanağı da yok.
Ama ben bir “sosyal hayvan”ım, birilerini düşünerek yazmam gerekiyor; ya da
yazabilmek için öyle düşünmem gerekiyor. Muhatabını bilmeden, bilebildiklerinin
ise okumasını bile istemeden nasıl yazılabilir? Sanki bir muhatap varmış gibi
yazmak gerekiyor. Geriye tek yol kalıyor: kendimle konuşur gibi yazmak. Kendiyle
konuşana deli derler. Öyleyse, sosyalizmin sorunları üzerine aşağıdaki satırlar
bir delinin kendisiyle konuşmalarından başka bir şey değildir.
Durum umutsuzdur ama ciddi değildir.
Sosyalizmin
Sorunlarını Tartışabilmenin Sorunları
Bizler sosyalizmin sorunlarını ortaya
koyabilir; ona yeni bir soluk verecek sorular
sorabilir; cevaplar verebilir miyiz?
Bırakalım sorunlara cevap vermeyi, acaba
bu sorunlardan bir kaç tanesini, bundan on yıl sonra da "evet bu
sosyalizmin bir sorunudur" denebilecek tarzda, başlıklar halinde olsun sıralayabilir miyiz?
Bazı arkadaşlar: "ömrü billah sosyalizmin sorunlarını
tartışacak değiliz ya, bir süre tartışır ama belli bazı geçici sonuçlara
eriştikten sonra, bir yandan geri kalanları da tartışırken, diğer yandan
politik faaliyete, eyleme, örgütlenmeye girmemiz gerekir" anlamında
düşüncelere sahipler.
Sanılanın aksine, bugün dünyadaki en
zor işlerden biri sosyalizmin sorunlarını ortaya koyabilmek ve tartışabilmektir.
Burada eklemek gerekiyor: “bir sosyalist için” diye.
Sosyalizm diye bir derdi olmayanlar
ya da sosyalizme düşman olanlar için ise dünyanın en kolay ve herhalde en
zevkli işi sosyalizmin sorunlarından söz etmek olmalı. En kolay iş, çünkü bir
toplumsal hareket, bir düşünce akımı, bir ideal olarak sosyalizm bir sorun
olmaktan çıkmış bulunuyor. Görünürde böyle bir "tehlike" de yok.
Peki, bizler, sosyalizm idealine
bağlı insanlar, için sosyalizmin sorunlarını tartışabilmenin ne gibi güçlükleri
var?
Birinci ve en büyük güçlük: nesnel
olarak insanlığın sosyalizme hiç bir zaman olmadığı ölçüde acil ihtiyaç içinde
bulunmasına rağmen insanların bunun bilincinde olmaması; bunun için düşünmemesi
ve bir mücadeleye girmemesidir. Yani bu ideale yönelik ne bir toplumsal hareket; ne
de bir entelektüel canlanma var.
Bu toplumsal ve tarihsel koşullar
altında Sosyalizmin Sorunları üzerine
bir tartışma, yaygın; dünyadaki aydınları kapsayan; canlı bir toplumsal
hareketle bin bir görünmez bağ içinde bir tartışma olmayacaktır.
Bu demektir ki, bu tartışma fiilen,
sosyalistlerin küçük gettosunda yapılabilir. Bunun da ne ölçüde verimli; ufuk
açıcı olabileceği herhalde en iyi ortaçağ manastırları ya da Yahudi
gettolarındaki düşünsel akımların tarihinde görülebilir. Tek sonuç: ilerde
geniş yığınları değil ama kimi belli bir alanda uzmanlaşmış tarihçileri, semiyotikçileri
ilgilendirebilecek bir kireçlenme ve fosilleşmedir.
Öncelikle bu tehlikenin bilincinde
olmak; bu tartışmadan fazla umutlu
olmamak, mütevazı beklentiler
içinde olmak gerekiyor. Böyle olunca belki bir iki küçük sağlıklı soru
sorulabilir.
Bütün zorluk sadece bu koşullardan
doğan zorluk olsaydı gene iyiydi. Bir de bizlerden gelen; bu tartışmayı bu
dergi sayfalarında yürütmeye kalkanlardan gelen zorluklar var.
Bu dergiye yazanlara; toplantılara
katılanlara bakınca şu görülür. Kadın, Aydın, Genç (30 yaşın altında insan)
yoktur. (İki kadın arkadaşın ve bir aydının yazıları bu gerçeği gizlememeli). Bir
iki istisna haricinde katılanlar dünyanın altmışlı yıllarının ya da Türkiye’nin
yetmişli yıllarının radikalleşmeleriyle sosyalizm idealine bağlanmış ve hala bu
ideale bağlılığını sürdürmeye çalışan erkek Türk Sosyalistleridir. Ve bunların
hemen tamama yakını Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde exil (sürgün) yaşamı
sürdürmektedir.
Kadın yoktur, çünkü bizlerin geleceği
yoktur. Ezilen bir cins olarak kadınların kendilerine daha fazla olanaklar
sağlayacak; ezeli baskıyı biraz olsun hafifletecek gelecek vadeden oluşumları
sezip, onlara eğilim gösterme yetenekleri vardır.
Bu dergi sayfalarından yeni bir fikir
çıkması olanağı hemen hemen sıfırdır. Çünkü 30, hatta 35 yaşının altında kimse
yoktur. Tarih boyunca bütün büyük düşünceler; devrimci fikirler hep 30 yaşın
altındaki, hatta 25 yaşın altındaki insanlarca yazılmış, ortaya koyulmuştur.
Aydın yoktur. Gerçi yazanların çoğu
üniversitelerdeki yükselen radikalleşmeden geldiği için yüksek okul mezunu
olduğundan kelimenin geniş anlamında aydın sayılabilirler ama bu aydın yokluğu
gerçeğini gizlememeli. Daha ziyade “militan”,
“kadro” tipi söz konusudur. 1960’ların
Türkiye’sini yaşayan bilir. Her aydın kendini sosyalist addederdi.
Bu, 70’lerin kitlesel sosyalizme
yığınsal akışının habercisiydi. Tarih boyunca hep öyle olmuştur zaten; aydınlar
yığınlardan 10 - 20 yıl önce eğilimi görüp fikirsel planda yolu açarlar; on, on
beş yıl sonra da yığınlar aydınların dediklerine ayaklarıyla oy verirler. Geçen
yüzyılın sonu ve bu yüzyılın başında Avrupalı aydınların sosyalizme akışı savaş
sonrası gelişmelerin ön habercisiydi. Tersinden bir örnek de 60’lar
sonrasındaki doğu Avrupa’dır. 1968’e kadar doğu Avrupa’da aydınlar rejimi
soldan eleştirirlerdi. 1968 Çekoslovakya işgalinden sonra doğu Avrupalı
aydınların kitlesel bir sağa kayışı; “Avrupa
Kültürü”ne bağlılıklarını bir ideoloji haline getirmeleri 1980’lerin sonu
ve 90’ların başındaki doğu Avrupalı yığınların eylemlerinin habercisiydi.
Sonuç olarak, sosyalizmin en azından
kısa vadede geleceği yoktur ve bu aydın yokluğu canlı ve yaratıcı bir
tartışmanın en büyük engellerinden biridir.
Ve nihayet bu dergiye yazanların
hemen tamamı Avrupa’da yaşamasına ve bulundukları ülkelerde ırkçı baskılara
maruz kalan bir Türkiyeli topluluğu bulunmasına rağmen, çıkaranlar arasında göçmen hareketinin sosyalistleri yoktur.
Yazarlar exil (sürgün) Türklerdir. Getto içinde getto. Türk gettolarının içinde
bile değildirler. “Türk sosyalisti”dirler. Avrupalı değildirler; Avrupa’daki
göçmen de değildirler. Türkiye’de de yaşamayan Türk sosyalistleridirler. Ruhsal
durumları; politik kültürleri; problematikleri; eğretilemeleriyle... Tabii bu
da durumu iyice umutsuzlaştırıyor.
Sonuç olarak orta yaşlı; erkek, exil (sürgün), Türk sosyalistleri, Dünya
ve Türkiye’de sosyalist bir hareket ve
düşünce canlılığının olmadığı koşullarda, üç katlı bir getto içinde ne ölçüde “Sosyalizmin Sorunları”nı tartışıp; bu sorunların en azından bir
bilançosunu çıkarıp; bazı sorunları çözmek bir yana; hiç olmazsa bir iki sorunu formüle edebilirler? Okuyucu
takdir etsin.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de
iyiydi. Bir de öznel zorluklar var.
Bunların biri bizlerin yaşından
geliyor. Max Planck bir yerde, yeni bir teorinin fizikçiler arasında egemen
olmasının, yeni teorinin eski teori taraftarlarını kazanması ve ikna etmesiyle
olmadığını; eski fizikçiler kuşağının biyolojik ömürlerini tamamlaması ve
onların yerini yeni bir kuşağın almasıyla gerçekleştiğini yazar. Fizik gibi bir
alanda böyle olan, toplum bilimleri ve ideolojiler alanında çok daha böyledir. Bizler,
her ne kadar söz düzeyinde sık sık yenileşmek gerektiğinden söz etsek de, yeni
durumları ve onları açıklayabilen teorileri kavrama ve kabul yeteneğinde
değiliz artık. Yani bizlerden yeni durumun bir kavranışı ve yeni bir yaklaşım
beklemek bir yana, bizlerin böyle bir yaklaşım varsa bile, onu kabullenmemiz, anlamamız
çok zor.
Zorluklar bu kadar olsaydı gene de
iyiydi. Bizlerin sosyalizm anlayışlarından; bizim politik kültürümüzden ve
ideolojik formasyonumuzdan gelen zorluklar da var.
Birincisi, bizlerin Sosyalizmle
Marksizm’i özdeş görme alışkanlığımızdır. 60'lı ve 70'li yılların Türkiye’sinde
sosyalistlikle Marksistlik aşağı yukarı fiili bir özdeşlik içinde bulunduğundan,
sosyalizm ve Marksizm gibi kavramları birbiri yerine kullanmak pratikte pek bir
sorun yaratmıyordu. Doğru değildi ama pratikte pek bir probleme yol açmıyordu.
Bugün hala bu alışkanlıkla
sosyalizmin sorunlarını tartışmaya çalışmak, Marksizm’in sorunlarını tartışmak
biçiminde ortaya çıkıyor. Marksizm ise sosyalist akımlardan sadece biridir.
Sosyalizm adı altında sadece
Marksizm’in sorunlarını tartışmak ise, ütopik, liberter, feminist vs. sosyalistlerle
ortak bir tartışmanın, diyalogun yollarını kapamakta; tartışmayı Marksistlerin
gettosuna ve özel dilinin içine hapsetmektedir.
Marksizm ise hiç bir zaman olmadığı
kadar, bugün, diğer eşitlikçi ve dayanışmacı, yani sosyalist öğretilerden gelen
eleştiriler karşısında güçsüzdür ve onlar tarafından eleştirilmeye müthiş bir
gereksinimi vardır.
Marksizm’i sosyalizmin yerine koymak
yanlışıyla sorun bitmiyor. Bir de Marksizm diye bildiklerimizin Marksizm’le
ilgili yanlış bilgilerle donanmış olması var. Bizler 60'lı ve 70'li yılların
radikalleşmeleriyle sosyalist olup Marksizm’i tanıyanlar onun suyunu hiç bir
zaman kaynağından içmedik. Suyunun suyuyla tanımaya başladık; zaman içinde
kaynağına doğru yaklaşma eğilimi gösterdik.
Diğer yandan kültürel birikimimiz de
büyük ölçüde onu kaynağından içip hazmetmeye uygun değildi.
Dolayısıyla Marksizm diye bildiklerimizin
büyük bir çoğu, onun revize edilmiş; işçi bürokrasisinin ya da köylülüğün ya da
burjuva sosyalizminin çıkarlarına uydurulmuş; bayağılaşmış versiyonlarından ve
bunlarla ilgili yanlış anlamalardan oluşmaktadır. Bunun sonucu olarak da, sosyalizmin
sorunları üzerine bir tartışmanın; yanlış anlaşılmış bir Marksizm’in sorunları
üzerine tartışmaya dönüşmesi; ya da sorunların bu yanlış anlaşılmış Marksizm’e
göre tanımlanması muhakkaktır.
Bir örnek vereyim. Frankfurt'taki
hazırlık toplantısında herkesin kafasındaki soruları şöyle kısa başlıklar
altında sıralaması istendi. Bir arkadaş, artık emperyalist kuşatma altında
sosyalizmin nasıl kurulabileceği gibi eskiden üzerine hiç düşünülmemiş yepyeni
bir sorun ortaya çıkmıştır gibilerden bir sorun saydı. Hem de bunu söyleyen
arkadaş okuyup yazanlardandı. "Tek ülkede sosyalizm olur mu?" gibi
yeryüzünde en çok sosyalistin canına mal olmuş bir tartışmanın, hiç
anlaşılamadan ve yok sayılarak böyle sorun formülasyonları; sosyalizmin
sorunları üzerine bir tartışmanın, biz Türkiyeli sosyalistler arasında ne gibi
muazzam engellerle karşı karşıya bulunduğu konusunda bir fikir verir herhalde.
Ama bizler sadece yanlış anlamaların ve
yanlış bilgilerin kurbanı değiliz; bizler metodik düşünme alışkanlığından da
yoksunuz. Yine aynı toplantıda, Sosyalizmin
Sorunları diye sıralananlar, sosyalist mücadelenin örgüt, taktikler ve mücadele biçimleri alanlarına ilişkin, hatta
esas olarak her derde deva bir örgüt yapısı ve demokrasisine ilişkin sorunlardı.
Sanki sosyalizmin olanaklılığı, gerekliliği, onu gerçekleştirebilecek güçler, bir
programımızın olup olmadığı gibi sorunlar yokmuşçasına; sanki bunlar
halledilmişçesine, sıralananlar hep örgüt
sorunuyla sınırlıydı.
Sorunları tartışmanın zorlukları
sadece bizlerin yanlış anlamalarından da kaynaklanmıyor. Bizler bir de insanız.
“Unutkanlıklar ve hatalar karmaşası”
insanlarız. Dolayısıyla sosyalizmin sorunlarını tartışırken geçmiş ve
geleceğimizin yüküyle bunları yaparız. Durumun ciddiyetini ve umutsuzluğunu
kendimize bile itiraf etmekten kaçınırız; illüzyonlar yaratırız. Örneğin
geçenlerde sosyalizmin sorunlarını bir grup arasında tartışırken, Çek
Cumhuriyeti'nde eski komünistlerin biraz fazla oy alması bir sürü arkadaşı
müthiş umutlandırmıştı.
Elbet bunlar anlaşılabilir; “insani durumlar”dır; ama o insani
durumlar sosyalizmin sorunlarının tartışılmasının önündeki en büyük engellerden
biridir. Orada artık sosyalizmin değil; bu
dünyada hala sosyalist olarak kalmaya çalışan sosyalistlerin psikolojik
sorunları söz konusudur.
Bütün bu psikolojik; Marksizm’i
yanlış anlamalarla; sosyalizmin yerine koymalarla; yeni teorilere karşı
dirençle malul; Türk-Erkek-Orta Yaşlı-Exil sosyalistlerin, sosyalizm yönünde ne
bir entellektüel canlanmanın ne de bir toplumsal hareketin bulunmadığı tarihsel
koşullar içinde sosyalizmin sorunlarını ufuk açıcı bir şekilde tartışmasını ya
da bu sorunları formüle edebilmesini beklemek herhalde ölü gözünden yaş
ummaktan farksızdır.
Ama yine de denemeye değer. Can
çıkmadan umut çıkmaz. Ya da can çıkmadan huy çıkmaz: bu dünyada yapabileceğimiz
başka bir iş yok.
Sosyalizmin Sorunları ya da
Zorlukları
Sosyalizm kavramı, eşitlikçi ve
dayanışmacı bir toplum; böyle bir
toplum ideali; bu hedefe yönelik toplumsal hareketleri kapsar. Bu anlamda,
anarşizm ve anarşist hareketler, feminizm, ütopik sosyalizm gibi akım ve
hareketlerin hepsini kapsar bu kavram.
Sosyalizmi, eşitlikçi ve dayanışmacı
bir toplum olarak, en genel özellikleriyle tanımladığımızda ise "Sosyalizmin Sorunları": eşitlikçi
ve dayanışmacı bir toplumun kurulabilmesinin sorunları demektir.
İlk soru ve sorun şöyle formüle
edilebilir: sosyalizm, yani eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum gerekli
ve mümkün müdür?
Mümkün olup
olmadığından önce gerekli olup
olmadığına bakalım.
Sosyalizmin gerçekleşebilmesi, her şeyden
önce onu gerekli bulan ve onun için mücadeleye hazır bir toplumsal kesimi var
sayar. Ezenler için sosyalizm hiç de gerekli değildir. “Gereklilik”ten ancak bu ezilenlere ilişkin anlamda söz edilebilir.
Ezilenler açısından tarih boyunca; yani
sınıflı toplumlar tarihi boyunca, “Orpheus'çuluk”tan, Batıni tarikatlara ve
modern sosyalist parti ve hareketlere kadar hep “gerekli” olmuştur. Daha doğrusu onlar tarafından, sezgi düzeyinde
bile olsa bir gereklilik olarak kabul görülmüştür.
Tarih boyunca böyle olması, bundan
sonra da öyle olacağını garantilemez ama.
Ezilenlerin sosyalizmi, bir
gereklilik olarak gelecekte görmemesi olasılığı, ne yazık ki ortaya çıkmış
bulunuyor. Elbette ezilenlerin ve yoksulların kendi konumlarına bir tepkileri daima vardır ve olacaktır. Ama
bu tepki otomatik olarak eşitlikçi bir toplum idealine ve ona dayanan hareketlere
yol açmaz; çoğu kez baskı ve sömürüye uğrayanın baskı ve sömürüyü yapanlar
arasına katılma çabasına yol açar.
Son yılların bütün önemli toplumsal
hareketleri bu özellikle donanmıştır. Bütün doğu Avrupa ulusları zenginler
arasına, Avrupalılar arasına katılmak için duvarları yıktılar. Bu hareketlerin
hiç birinden, kendi iç dinamiğiyle olsun eşitlikçi bir toplum idealine yönelik
bir hareket doğmadı. Doğmaması bir yana, böyle eğilimleri de gelişimi içinde
boğdu geçti.
Marks, Engels, Lenin zamanında
devrimler; yığınların sokağa çıkması onları eğitiyordu, bugün sersemleştiriyor.
Bu Doğu Avrupa'daki bürokratik diktatörlükler nedeniyle sosyalizmin diskredide
olmasının yol açtığı geçici bir durum mudur? Yoksa kökleri derinde bulunan daha
genel bir eğilimin bu çakışma nedeniyle pekişmesi midir? Henüz kesin bir şey
söylenemez.
Ancak şu görmezlikten gelinemez. Kapitalizm,
bütün diğer üretim yordamlarından farklı olarak bir geniş yeniden üretim
yordamı. Sürekli değişiklikler, teknik yenilikler aracılığıyla emek üretkenliği
ve toplumun zenginliği muazzam ölçülerde artıyor. Öyle ki bu artış, hayatın var
oluş koşullarını bile tehdit edebiliyor. Bu artış sonucu ortaya çıkan toplumsal
zenginliğin çok büyük bir bölümü küçük bir azınlığın elinde kalsa da, geri
kalanı, en alt tabakaların bile hayat seviyesinde belli bir değişmeye yol
açabiliyor. Bu durumda yeryüzündeki milyonlarca yoksul ve baskıya uğrayan
insanın şöyle düşünme olasılığı gelişiyor:
"Evet sosyalizm güzel bir şey
ama hiç bir başarı şansı yok. Şimdi onun için mücadeleye başlasak, bir sürü
zulüm ve baskıyla karşılaşacağız. Hadi diyelim ki, bir ülkede olsun
sömürücüleri başımızdan attık. Bu ülke kapitalist ülkeler denizinde tecrit
olacak. Kapitalist ülkeler onu tıpkı dün Irak'a, Somali'ye, Panama'ya
yaptıkları gibi muazzam güçleriyle ezip geçerler. Diyelim ki onların
çelişkilerinden yararlanıp bir süre ayakta kalabildi. Onların tehditlerine
göğüs gerebilmek için ulusal hasılasının büyük bölümlerini savunma gibi
harcamalara ayıracak. Bu onun gelişmesini, refaha kavuşmasını engelleyecek. Yoksullukla
birlikte rüşvetten bürokrasiye kadar bütün problemler teker teker bizi feth
edecek. Biz belki bir iki nesil, bir gün bütün bunların son bulacağı umuduyla
en büyük fedakarlıkları yapacağız. Ama bütün bunlar karşı tarafın zenginliği
karşısında hiç bir işe yaramayacak. Muhtemelen çocuk ve torunlarımız bizler
gibi umutsuz bir dava için hayatlarını feda etmektense kısacık ömürlerinde
belki konfor içinde yaşama umuduyla tekrar kapitalizmi seçecekler. Eh madem
dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz, onca acıya ve çabaya ne gerek var. Hikayede
olduğu gibi: “biz bu boku niye yiyelim?”
* "
Bunun geçici bir ruh hali olduğu umut
edilir, ancak geçici olmama olasılığı çok güçlüdür.
Benzeri durumlar aslında Tarihte de
vardır. Herhangi bir uygarlığa karşı devrimci, eşitlikçi baş kaldırılar
genellikle o uygarlığın doğuş ve gelişme
aşamalarında ortaya çıkıyor. Ancak o uygarlık bir kere kendini
pekiştirdikten sonra, zenginliği ve gücüyle ezilenlerin değiştirebilme umutlarını
tümüyle kırınca, ihtilalcı ve savaşçı partiler ortadan kaybolup onların yerini
sufilik biçiminde kişinin kendi ruhunu kurtarmaya yönelik eğilimler ortalığı
kaplıyor.
Bizler kapitalizmin ömrünü doldurduğu
gerekçesiyle de hareket ediyorduk. Marks-Engels 1848'lerde böyle olduğunu
düşünmüşlerdi; 48 yenilgisinden sonra onun dinamizmine ve yayılışına bakarak bu
öngörülerinin yanlış olduğunu söylemişlerdi. Sonra emperyalizm aşamasına
girince; evet o zaman değildi ama şimdi öyle oldu dendi. 1917 devrimi, 1929 buhranı,
İkinci Dünya savaşı ve savaş sonrası kimi gelişmeler bu öngörüyü doğrular
gibiydi, ama şimdi görüyoruz ki, Ekim Devrimi, 2. Savaş sonrası devrimler,
kapitalizmin ömrünü doldurmasından ziyade gençliğinden; henüz gücünü
pekiştirememesinden dolayı ortaya çıkmışlar. Aslında tam da artık gençliğini
yitirdiği dönemde ona meyden okuyacak güç yok.
Bu durumu açıklayabilmek için İslam
tarihi bir örnek olabilir. İslam uygarlığı doğduktan sonra, Abbasiler dönemine,
hatta onun ortalarına kadar, sürekli silahlı partilerin direnişinin tehdidi
altında kalmıştır. Tıpkı kapitalizmin son iki yüzyıl boyunca yaşadığı gibi. Hatta
Karamıtalar, Sovyetler Birliği benzeri eşitlikçi bir devlet bile kurmuşlardır. Ancak
bütün bunların hepsi teker teker ezilmiştir. Sonunda tıpkı bugünkü kapitalizm
gibi İslam Uygarlığının gerçekten çürümeye başladığı dönemde artık ona karşı
hiç bir devrimci güç kalmamıştır. Sonraki Batıni ayaklanmalar da, aslında bu
kuralı doğrular. Onlar İslam Uygarlığının yeni girdiği bölgelerde; henüz
yeterince oturamadığı bölgelerde, örneğin Anadolu'da ortaya çıkarlar. İhtilalcı
hareketlerin yerini ise Sufilik almıştır; tasavvuf almıştır. Ta kapitalizmin
doğuşuna ve modern sınıfların ortaya çıkışına kadar da bu durum süregelmiştir. Bugün
de benzer Sufilik eğilimleri son derece yaygın.
Eğer böyle ise, yani kapitalizme
karşı güçlü direnişlerin çağı bitti ise; bugün gözlenen baskı, sömürü ve
yoksulluğa karşı tepkinin içe kapanma ya da ezen ve sömürenler arasına
katılmaya çalışma biçimine dönmesi geçici değil de tarihte görülen türden bir
eğilimin ifadesi ise, sosyalizmin en büyük sorunu bir sorun olmaktan çıkması
olacaktır. Onu gerekli gören toplumsal gruplar, hareketler, sektler değil ama
yığınsal partiler olmadıkça, ortada ne sosyalizm ne de onun sorunları olabilir.
Bu tehlike, sosyalizmi gerekli
addeden, onun için mücadeleye hazır bir sınıf, tabaka veya hareketin olmaması, sadece
yukarıda sözü edilen tarihsel eğilimle de ilgili değil. Muhtemelen başka
süreçler de, şu "gösteri toplumu"
gibi kavramlarla ifade edilen süreçler de pek uğurlu olmayan eğilimlere yol
açıyor.
Huxley'in "Cesur Yeni Dünya"sına
doğru bir gidiş var. Kapitalist uygarlığın bu kitapta anlatılan bir topluma
giderek daha çok benzediğini görüyoruz. Öyle bir dünyada Gammalar hiç bir zaman
Alfaların egemenliğine son vermeyi düşünmüyordu. Bugünkü gösteri toplumu
giderek öyle bir topluma benziyor. Saraybosna'da üzerlerine bomba yağarken
Müzik TV'den Michael Jackson dinleyerek dans eden gençler imgesi, böyle bir
toplumun şimdiden gerçek olduğunu kafalara balyozla vuruyor. Eskiden imgeler, hayaller
gerçekliğe benzerdi. Artık gerçek hayallere benziyor. Hayalleri insanlar değil,
insanları hayaller oluşturuyor. Sonra bu hayallere göre oluşmuş insanlar yeni
hayaller yaratıyor.
Son yıllarda felsefi, ya da
sosyolojik en çarpıcı düşünce ve kitapların medyaya ilişkin olması ve bunların
son derece kötümser sonuçlara ulaşmaları bir rastlantı olmasa gerek. Bu gidişin
sonuçlarının ne olacağı şimdiden bilinemez, ama yığınlar arasında eşitlikçi bir
toplum fikri ve hareketinin oluşması bakımından pek de hayırlı olmadığı ortada.
Sosyalizmin gerekliliği sorusu böylesine problemlerle yüklü. Ama sosyalizmin
sorunlarını tartışabilmek için, bu problemlerin olmadığını var sayarak, mümkün olup olmadığı sorusuna geçelim.
Sosyalizm
mümkün mü? Büyük bir olasılıkla artık değil
Sosyalizmin olanaklılığı her şeyden
önce insanlığın devamını var sayar. Ama
insanlığın var olabilmesi pek zayıf bir olasılıktır artık.
Kapitalist geniş yeniden üretim, bulunduğu ortamı dönüştürerek sonunda
dönüştürecek bir şey kalmayınca kendisi de yok olan bakteriler gibi o müthiş
üretim gücüyle hayatın ve insan
toplumunun var oluş koşullarını ortadan kaldırıyor. Ve belki de çoktan
kaldırdı bile. Bu geri dönüşü olmayan (irreversible) süreçlerde muhtemelen kritik değerler çoktan aşıldı bile. Tarihsel iyimserlikle malul biz
sosyalistler, bu sorunun önemini görmeme ve küçümseme eğilimindeyizdir daima. Ancak
Amerikanvari bir benzetmeyle ifade edilirse: bir gökdelenin tepesinden aşağıya
hızla düşen bir adama, düşme olayının sonuna kadar hiç bir şey olmaz. Bugün
insanlık da bir gökdelenin tepesinden hızla aşağı düşüyor ve muhtemelen bütün
zorluklara rağmen sosyalizm paraşütünü açsa bile çok geç kalmış olacak.
Tarih yitirilmiş fırsatlar
mezarlığıdır, tıpkı insan hayatı gibi. İnsan varlığının sürdürülmesi muhtemelen
yitirilmiş bir fırsat artık. İnsanlığın var oluşu mümkün değilse, sosyalizm de
mümkün değildir.
Diyelim ki, abartıyoruz, yanılıyoruz,
insanlığın önünde daha birkaç on ya da yüzyıllık zaman var bu hayatın maddi
koşullarının tahribi gidişini durdurabilmek için. Yine mümkün mü? Burada da
başka bir sorun ortaya çıkıyor:
Marks-Engels'in bütün teorisinin, yani
bilimsel sosyalizmin özü, sosyalizmin kapitalizm aracılığıyla mümkün hale geldiği
varsayımına dayanıyordu. Kapitalizm bir yandan emek üretkenliğini dolayısıyla
da zenginliği, refah olanağını; diğer yandan da işçi sınıfı aracılığıyla bu
refahı topluma eşit olarak dağıtacak özneyi yaratıyordu. Onlar haklı ve doğru
olarak yoksulluk; üretici güçlerin az
gelişmişliği düzeyinde sosyalizm olamayacağı varsayımından hareket
ediyorlardı. “Yoksulluk temelinde sosyalizm kurmaya kalkmak, bütün eski
pisliklerin yeniden ortaya çıkmasına yol açar; bir kışla sosyalizminden başka
bir sonuç vermez” diyorlardı. Tarih bu görüşün doğruluğunu da kanıtladı. Troçki
de Sovyetlerin yozlaşmasını bütünüyle Marks'ın bu görüşüne dayandırmıştı.
Yoksulluk temelinde bir sosyalizm, bütün eski pisliklerin yeniden ortaya
çıkmasına yol açacaksa, kışla sosyalizminden başka bir şey olmayacaksa, sosyalizm
insanlık için yitirilmiş bir olasılık demektir. Neden ve nasıl?
Şu an yeryüzünde hiç bir sosyalist
hareket yok. Sosyalist bir devrim ve bunun bütün dünyayı kaplaması, şöyle
iyimser bir tahminle yarım yüz yıl alsın. 50 yıl sonra yeryüzündeki insan
sayısı, herhalde bugünkünün bir kaç katı olacak. Emek üretkenliğinin azlığı ya
da teknik gerilik nedeniyle değil, yeryüzünün maddi kaynaklarının sınırlılığı
nedeniyle yeryüzündeki o kadar insanın temel ihtiyaçları bile karşılanamayacaktır.
Bu sınırlı kaynaklar üzerine, insanlar, uluslar, nesiller, çeşitli gruplaşmalar
arasında muazzam çatışmalara yol açacaktır. Demokrasi belli bir refah düzeyini
var sayar. Böylesine bir kıtlık temelinde ise, toplumsal eşitliği, tüm topluma
iradesini bilek gücüyle dayatan bir otorite sağlayabilir. Ama bu otoritenin
ortaya çıkması ise, kışla sosyalizmine geri dönüşten başka bir şey olamaz. Az
ekmeği eşit dağıtmak için, insanlar ekmek kuyruğuna gireceklerdir, ekmek
kuyruğuna girenlerin başında bir bekçi olacaktır ve ilk ve çok ekmeği de
muhtemelen o bekçi alacaktır. Böylece bütün pislikler tekrar geri dönecektir.
Denebilir ki, abartıyoruz, durum o
kadar vahim değil, yeryüzünün kaynakları o kadar sınırlı değil. Bir an için
bunu kabul edelim. Ama bu durumda da, en azından, "zenginliklerin gürül gürül aktığı", demokrasinin ötesindeki
özgürlükler alemi, yani komünist toplum yitirilmiş bir fırsattır. Yeryüzünün
kaynakları bugün bile, yeryüzündeki tün insanlara zenginliklerin gürül gürül
aktığı bir toplumu bahşetmeye yetmez. Çin ve Hindistan'daki iki milyar insanın
sıradan bir Avrupalı ya da Amerikalı'nın yarısı kadar su, yakıt, çelik, elektrik
tüketimini hesaplayın. Yeryüzü birkaç haftada yaşanmaz olur.
Bunun bir tek yolu var, insanlığın
büyük bir bölümünün yok olması. Yeryüzü bir kaç milyar insana böyle bir toplumu
bahşedebilir. Komünizm ancak insanlığın büyük bölümünün yok olmasıyla tekrar
bir tarihsel olanak olarak ortaya çıkabilir. Varoluşu insanların çoğunun yok
oluşuna bağlı bir komünizm ise sosyalist bir düşünce ve hareketin hedefi olamaz.
Komünizmi istemek, yeryüzünde bir katliam istemekle özdeştir. Bu, Ispartalılarınki
gibi, köleleri kılıçtan geçiren bir düzen istemektir. Komünizm artık
yoksulların ideali olamaz, yitirilmiş bir olanak olarak. Bu nedenle
sosyalistlerin kendilerini komünist olarak tanımlamamaları da gerekiyor. Komünizm
ideali artık bundan sonra muhtemelen, kapitalizmden canı yanan zengin ulusların
ve bunların emekçilerinin bir ideali olabilir.
Burada gereklilik ve mümkünlük
bölümüne bir nokta koyalım. Bu alanda sosyalizmin nasıl aşılmaz sorunlarla
malul olduğu ortada. Şimdi hem gerekli hem de mümkün olduğunu var sayalım. Yani
insanlar sosyalizmi gerekli görecek; onun için savaşma gücünü kendinde bulacak
ve ne teknik gelişme ne de yeryüzünün kaynakları eşitlikçi ve dayanışmacı refah
toplumunun kuruluşu için bir engel teşkil etmeyecek. Burada özne
sorununa geçelim. Bunu hangi özne gerçekleştirebilir?
Cevap, en azından klasik biçimiyle
İşçi Sınıfı'dır. Gerçekten de kapitalizmin yeryüzünde büyüttüğü tek toplumsal
grup işgücünü satarak yaşayabilenler kitlesidir. Ancak, ekonomi politik bakımından aynı konumda olmak otomatikman aynı sosyolojik ve politik özelliklere yol
açmaz. Bu sadece bir olanağın yolunu
açar o kadar. Evet, kapitalizm insanları ücretliler haline getiriyor ve
eşitliyor ama aynı zamanda onları bölüyor
da.
Biz sosyalistler, biraz da
özlemlerimizin ifadesi olarak, kapitalizmin işçileri çoğaltma ve birleştirme
eğilimi üzerine vurgu yaptık hep; onun bölücü eğilimlerini ise daha ziyade
yanlış bilince, bilinçsizliğe, burjuvazinin propagandasının etkisine, eski
üretim biçimlerinin kalıntılarına vs. dayanarak ya da bu noktalara vurguyu
yaparak açıklamaya çalıştık. Aslında, kapitalizmin işçileri birleştirme eğilimi
aynı zamanda bölme eğilimiyle birlikte var olmaktadır. Tıpkı artı değerin düşme
eğilimi gibi. Kapitalizmde bu eğilim vardır ama, bu eğilim aynı zamanda kendine
zıt eğilimleri de yaratır ve kendine zıt eğilimlerle birlikte bulunur.
Evet, kapitalizm bugün dünya çapında,
tarihte hiç görülmemiş bir güç, iktisadi bakımdan türdeş konumda bir toplumsal
grup yaratmıştır ve bunu her gün yaratmaktadır da. Ne var ki, bu güç şimdi
tarihindeki en büyük bölünmeyle maluldur.
19 yüzyılda, en azından batı Avrupa
ve kuzey Amerika'daki toplumsal olayları açıklamak için, işçi sınıfı, burjuvazi,
büyük toprak sahipleri, küçük burjuvazi; burjuvazi içinde de finans, sanayi, ticaret
burjuvazisi gibi alt bölünmeleri açıklayan kavramlar yetiyordu. Bu kavramlarla
Amerikan İç Savaşı'ndan, Bonapartizme, Çartist hareketten, 1848 devrimlerine
kadar bütün önemli tarihsel olayları esas olarak açıklamak mümkündü. Tersinden
ifade edersek: bu kavramlar olmadan 19 yüzyıl batı Avrupa tarihini anlamak
mümkün değildir.
Yirminci yüzyılın tarihini ise, sadece
bu kavramlarla açıklamak olanaksızdır. 20 Yüzyılın tarihini anlamak için
sosyalist (sosyal demokrat) ve komünist partilerin ve "sosyalist"
denmiş devletlerin toplumsal yapısını açıklayan bir teoriniz olması gerekir. Böyle
bir teoriniz olmadan, ne faşizmi, ne Stalinizmi, ne savaş sonrası refah
döneminin reformist "sosyal devlet" politikalarını yani tarihe yön
veren temel olayları açıklayamazsınız. Bu da İşçi Sınıfı içi
bürokrasi (sendika ve devlet bürokrasisi, aşağı yukarı sosyal
demokratlarla komünistlere ve Sovyetler, Çin, Doğu Avrupa'ya denk düşer)
kavramı olmadan olanaksızdır.
Ama günümüzün tarihini anlamak için
bu kavramlar yetmez artık; daha doğrusu bundan sonrasının yaşayacağımız tarihi.
Çünkü, dünya işçi sınıfı, zengin ve fakir
ülkeler arasında muazzam bir bölünmeye uğramıştır. Bu lanetli bölünmeyi
kavramadan, bu yönde kavramlarımız olmadan en azından Sovyetlerin ve doğu
Avrupa'nın çöküşünden beri yaşanan olayları; hatta bizzat bu çöküşün izlediği
yolu anlamak olanaksızdır. Körfez savaşından, Somali'ye; Berlin Duvarı'ndan
Eski Yugoslavya’daki savaşa; AİDS'ten Dünya Nüfus Konferansı'na; İslamiyet’in
yükselişinden Brezilya Ormanları'na kadar birçok olayı bu bölünme ile biraz
olsun kavramak mümkündür ama.
Bu bölünmenin lanetli sonuçlarının ne
olacağını biraz kavramak için; işçilerin zengin-fakir ya da siyah-beyaz olarak
bölünmesinin en canlı örneği Güney Afrika'ya bakmak gerekir. Beyaz işçiler hiç
bir zaman, siyah işçilerin hakkı için savaşmadılar hata aksine, onların
kendilerine rakip olmaması için; kendi zümre çıkarlarını korumak için; burjuvazinin
üretim tekniklerine bağlı ihtiyaçlarından doğan kimi ayrımcılığı hafifletici
tedbirlere bile en sert biçimde karşı koydular. Benzer şekilde, bugün Avrupa'da
veya zengin herhangi bir ülkede, yeryüzünde
işgücünün serbest dolaşımını savunan, (küçük devrimci, çoğunlukla da
anarşist ve troçkist, gruplar dışında) hiç bir beyaz işçi örgütü yoktur. Bir de
geçen yüzyılda, beğenmediğimiz İkinci Enternasyonal için böyle bir talebin
olmamasının bile düşünülemeyeceğini göz önüne getirelim, aradaki fark daha iyi
görülür. Bırakalım serbest işgücü dolaşımını talep etmeyi, beyaz işçiler, toplumun
en ırkçı ve ayrımcı kesimlerinden birini oluştururlar.
Bu durum yanlış bilinçle, ırkçı
propagandayla filan açıklanamaz. Ortada tıpkı Güney Afrika'daki türünden ama bu
sefer dünya ölçüsünde bir bölünme vardır. Ortada yanlış bilinç değil beyaz
işçiler zümresinin kendi zümre çıkarlarını savunması vardır.
Bu durumda, yeryüzünün beyaz
işçilerinin, yani şu zengin ülkelerin işçilerinin sosyalizm için mücadele
etmesi, ölü gözünden yaş beklemek olur. Onlar elbette kendi hakları için, burjuvaziye
karşı mücadele ediyorlar ve bunu oldukça iyi da yapıyorlar, ama bu kendi zümre
çıkarları için mücadeleden başka bir anlama gelmiyor. Bu zümre çıkarı uğruna
mücadelelerin ise, dünya işçi sınıfının genel çıkarı mücadelesine dönüşmesi
olanaksız gibi. Bu, kendi imtiyazlarından fedakarlık etmek anlamına gelir. Yeryüzünde
tarih boyunca hiç bir toplumsal grup
kendi imtiyazlarından genelin çıkarı için vaz geçmemiştir, aksine bu
yöndeki girişimlere en kanlı direnişleri göstermiştir.
Beyaz işçinin, yeryüzünde eşitlikçi
bir düzen için mücadele etmesi demek, bugünkü iki üç odalı evinin bir odasını
Bombaylı ya da Somalili bir aileyle paylaşması demektir. Hiç bir işçi bunun
için devrim falan yapmaya kalkmaz. Ama o evinin bir odasını, “mademki hepimiz
insanız ve bütün insanlar eşittir” diyerek paylaşmak isteyen, “mülteci” ya da “Emigre”ye (Göçmene) karşı her şeyi yapmaya hazırdır.
Beyaz işçiler belki sosyalizm de isteyebilirler.
Ama bu onların yeryüzündeki imtiyazlarını koruyan ve aynı zamanda meta
üretimine değil de planlı bir ekonomiye dayanan ama ırkçı bir sosyalizm
olabilir. Bunun için önceki bölümde bir refah ve bolluk toplumu olarak
sosyalizmin ya da kısa adıyla komünizmin artık dünyanın yoksulları tarafından
istenemeyeceğini söyledik.
Ama zengin ülkelerin işçileri; yani
şu en modern ve kültive olmuş; varolan kapitalizmden daha ötede bir toplumu
örgütlemeye yetenekli tek toplumsal güç, artık nesnel olarak yeryüzünde bir
sosyalizmi istememe eğilimindeyse, şu soru ortaya çıkıyor: sosyalizmi hangi güç
gerçekleştirebilir?
Yeryüzünün siyah işçileri mi? Onlar
ise yüzden fazla ulusa ve onun içinde ayrıca zümrelere bölünmüş durumda. Bütün
yeryüzünün geri ülkelerinde senkronize bir devrim olanaksızdır. Birinde ya da
bir kaçındaki devrim ise hemen hemen hiç ayakta kalma şansına sahip değildir. Tüm
kapitalist dünyanın boykotu ve askeri tehdidi karşısında yaşayamaz.
Marks, Engels, Lenin, Troçki, Lüxemburg
gibi klasik sosyalistlerin hiç birisi, ileri ve zengin ülkelerde bir sosyalist
devrim olmaması, bunun olanaksızlığı üzerine düşünmediler bile. Onlar için
Rusya gibi geri ülkelerde bir sosyalist devrim, bu ileri ülkelerdeki sosyalist
devrime bir itilim verebilecek fazladan gelmiş bir olanaktı adeta. Rus devrimini
yapanlar da, ileri ülkelerde bir devrimin olanaksızlığını düşünmemişlerdi. Onlar
bütün stratejilerini, ileri ülkelerin işçisi devrim yapıncaya kadar zaman
kazanmaya, ayakta kalabilmeye dayandırıyorlardı. Hatta Lenin, Rusya'da bir
demokratik devrimin Avrupa'da bir sosyalist devrimi kışkırtacağını, eğer bu
olmazsa, bırakalım sosyalist bir devrimi bir yana, Rusya'da bir demokratik
iktidarın bile ancak bu olasılıkla ayakta kalamayacağını düşünüyordu 1905'lerde.
Şimdi aynı mantığa bağlı kalarak
soruyu şöyle sormak gerekiyor: Geri bir ülkedeki bir sosyalist devrim ileri
ülkelerdeki sosyalist bir devrimi kışkırtamayacağına göre ne yapmak gerekir? (Hatta
devrimi kışkırtmak bir yana ancak kendine karşı saldırıyı kışkırtabilir. Böyle
bir devrim ayakta kalabilmek için dünyanın diğer yoksul işçilerini kazanmak, dolayısıyla
dünya çapında bir düzen önermek ve de beyaz işçilerin varolan imtiyazlarını
tehdit etmek zorundadır. ) Böyle bir soruya Marks, Engels, Troçki, Lenin, Lüxemburg,
hepsi normal olarak, "bu umutsuz bir durumdur, yapacak bir şey yoktur. İnsanlık
tarihinin zengin ve sanayileşmiş ülkelerin işçilerinin yeniden devrim
yapabilecekleri bir dönemini beklemek gerekir" bir cevap verebilirlerdi.
Yeryüzünde sosyalizmi istemeye istekli
tek güç, dünya işçi sınıfının siyah işçiler zümresidir. Yeryüzü işçilerinin
büyük çoğunluğunu oluşturan bu zümre sosyalizmi nesnel olarak isteyebilir ama
bunu kurmaya gücü yetmez. Bunu yapabilecek beyaz işçiler ise istemez. Çıkmaz
buradadır.
Aslında bu çıkmazı biz sosyalistler
hariç, yeryüzündeki milyonlarca insan, günlük pratik hayattaki deneyleriyle
görüyor, hissediyor, seziyor. Bu nedenle de yeryüzünde eşitlikçi bir toplum
uğruna mücadeledense, kişisel olarak ya da Doğu Almanlarda olduğu gibi uluslar
halinde, gemisini kurtaran kaptandır deyip, zenginlerin arasına katılmaya
çalışıyor. Katılamazsa da "dertsiz başına" bir de sosyalizm deyip
"dert açmak" istemiyor.
*
Hadi diyelim ki, beyaz işçiler
hakkında yanıldık ya da dünyanın işçilerinin bölünmesi öyle önemli değil, ya da
siyah işçiler bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede.
Ne yapacağımızı biliyor muyuz? Hayır.
Önce bir programımız yok. Eskiden vardı, ama artık yok. Nasıl burjuva devleti
ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise, aynı
şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları
da sınıfsız bir topluma gidişte bir araç olarak kullanılamaz. Otobanlarıyla;
turizmiyle; televizyonuyla bugünkü uygarlık sınıfsız bir toplumun oluşumuna
hizmet edemez.
Bu ders birçok sorunları beraberinde
getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş dönemi sadece
burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle (proletarya
diktatörlüğü) sınırlı kalamaz; aynı zamanda bütün
bu maddi uygarlığın dönüştürülmesini içeren bir geçiş dönemi de gereklidir.
Hatta bugün gelişmiş olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor olacağı yerlerdir.
Ama bu aynı zamanda bizim programımız
olmadığını da ortaya çıkarır. Başka bir
uygarlığı programlaştırmamız gerekiyor. Bir anlamda “mutfak reçeteleri” yazmak gerekiyor. Marks “geleceğin mutfağı için reçeteler yazmam” diyordu. Ama biz gelecekte yaşıyoruz. Meşhur
deyimiyle “gelecek çoktan başladı”. Ama
bu da, yeniden dairenin kapanması ve ütopizme geri dönüş olmuyor mu?
*
Bir diğer zorluk, tarihten geliyor. Tarihsel
maddeciliğe göre, yeni olan, var olan üretim ilişkileriyle çelişkiye düşünce
doğar. Ama soyut bir kavram olarak TOPLUM'un tarihinde böyledir bu. Somut
tarihte ise “Toplum” diye bir şey yoktur.
Uygarlıklar, Uluslar, İmparatorluklar vs. vardır. Ve o somut tarihte, bir
düzeni yıkan gücün onun içinden çıktığı hiç görülmemiştir. Kapitalizm ya da
Burjuva uygarlığı antik uygarlıkların bağrında, onu yıkarak çıkmadı. O tabiri
caizse dünyanın “kenarlarında” ayrı
biçimde, o güne kadar oluşmuş uygarlıkların yarattıkları koşulardan
yararlanarak; onların üzerinde ama aynı zamanda dışında; Batı Avrupa'da -o
zamanlar Avrupa Dünya'nın "kenarı"ydı- ortaya çıktı.
Aslında bütün insanlık tarihi öyledir.
Bir üretim biçimi; kendine uygun üretim ilişkilerini ortaya çıkarınca
tutuculaşır, bir denge kazanır; kendi içinden kendini yıkacak unsurlar çıkamaz.
İnsanlık ilk bahçeciliği Anadolu, Kafkaslar'da keşfetmiştir. Ama bu
bahçecilikten, tarım uygarlığına geçiş, Mezopotamya'da gerçekleşmiştir. Tarım
uygarlıkları Nil, İndus, Dicle, Frat, Ganj, Sarı Nehir kenarlarında gelişmiş
ama büyük ticari ve demire dayalı uygarlıklar; Anadolu, İran, Akdeniz
kıyılarında ortaya çıkmıştır. Kapitalizm Akdeniz değil Atlas Okyanusu kenarında
otaya çıkmıştır. Bütün bunlar eşitsiz gelişim ile özetlenebilir. Ama bu özet
bir sorunu gizlememeli. Eğer böyle ise, kapitalizmin yerini alabilecek bir
uygarlık da ABD, Japonya ya da Avrupa'da değil, başka bir yerde; onun bağrında
değil, onun dışında ortaya çıkabilir.
Bu durumda şöyle bir soru da ortaya
çıkıyor: eskiden dünya büyüktü ve “kenarlarda” bir yerlerde yeni bir şeylerin
doğabilmesi için hala bir olanak vardı. Bugünkü küçücük dünyada; Coca Cola'nın
girmediği bir köy bile kalmamış dünyada bu olanak yitirilmiş değil midir?
Yani kapitalizmin kendi içinden
değişimi mümkün görülmediği gibi; dışından bir şeyin oluşup onun yerini alması
olasılığı da ortalıkta görülmüyor.
*
İşte sosyalizmin problemleri bunlar. Bunlar
ki, aslında problemler kataloğunun çok küçük bir bölümü. Ama "barut yoktu" gibilerden temel bir
bölümü.
Durum böylesine umutsuz?
Peki, bu durumda ne yapmak gerekir?
Önce kendimize, insanlığa ve
ezilenlere karşı dürüst olmak gerekiyor. Yani “aman insanlar umutlarını
yitirirler; moralleri bozulur bu da mücadele azimlerini azaltır” gibilerden gerekçelerle
kaçamaklar yapmadan durumun, umutsuzluğunu, çıkışsızlığını, rezaletini açıkça
ortaya koymak gerekiyor. Bunu başarmadan bir tek adım bile atmak mümkün
değildir.
Peki, bu umutsuzluktan; sosyalizmin, adeta
olanaksızlığından hiç bir şey yapmamak gibi bir sonuç çıkar mı? Eğer bir "bilimsel sosyalist" iseniz evet; ama
bir ütopik ya da ahlaki sosyalist iseniz hayır.
Bilimsel Sosyalizmin kurucuları
Marks-Engels'in günahını almayalım. Onlar bilimsel olarak dünya tarihi
sosyalizme doğru bir gidiş içinde olduğu kanıtlandığı için sosyalist değillerdi;
onlar bu bilimsel kanıtlar olmadan da sosyalisttiler; inançlarına bir de
bilimsel kanıtlar bulmuşlardı. Bilimsellik sosyalist olmanın bir nedeni değil, o
uğurda mücadelenin bir aracıydı. Sonra bu ikisi yer değiştirdi. İnsanlar, bilimsel
olarak sosyalizm tarihin gidiş yönünde bulunduğu için sosyalist olmaya, ya da
sosyalistliklerini böyle ifadelerle gerekçelendirmeye başladılar. Bizler de
politik kültürümüzü böyle edindik.
Peki, bilimsel olarak, sosyalizmin mümkün
olmadığı kanıtlansa, sosyalist olmamak mı gerekiyor? "Bilimsel
Sosyalist" iseniz, tabii bizlerin politik kültüründen bir "bilimsel
sosyalist" iseniz öyle.
Ama sorunu şöyle de koyabilirsiniz? “Ezen var ezilen var. Ben ezilenden yanayım.
Bu dünya rezil, iğrenç bir dünya, bu iğrençliğe karşı, dayanışmacı, eşitlikçi;
kara değil insanların ihtiyaçlarına, hatta yeryüzündeki tün canlıların ve yaşam
koşullarının dengelerine göre üretim yapan bir düzen gereklidir. Bilimsel
olarak mümkün olup olmadığı beni ilgilendirmiyor. Ben tercihimi siperin bu
tarafında yapıyorum. Bu ahlaki bir seçimdir ve ütopik bir sosyalizmdir; yani
zorunluluğu ya da olanaklılığı bilimsel olarak kanıtlanmamış ve böyle bir
kanıtlamaya ihtiyaç duymayan bir sosyalizmdir.”
Ezilenlerin artık gerekçesini ahlaki
bir seçimde bulan bir sosyalizme ihtiyaçları var ve ancak böyle bir sosyalizm
onların mücadelelerine hizmet edebilir. Bundan sonra “Bilimsel Sosyalizm” muhtemelen, sosyalizme karşı güçlerin,
sosyalizmin olanaksızlığını kanıtlamalarının ve ezilenleri bu uğurda
mücadeleden vaz geçmeye çağırmalarının aracı olacaktır.
Böyle bir silahı onların elinden
alabilmek için, bizler, onlardan önce, yine bilimsel sosyalizmle durumun
umutsuzluğunu açıkça söylemeli ve tam da
bu umutsuz durum nedeniyle, mücadele etmekten başka yapacak hiç bir şey
olmadığı için insanları sosyalizm için mücadeleye çağırmalıyız.
Elbette bilimsel sosyalizmin teorik
araçları, yöntemleri, kavramları bu uğurdaki mücadelede durumu daha iyi
kavrayabilmek; güçleri daha iyi belirleyebilmek, hatta bizzat ahlaki
sosyalizmimize neden olan koşulları açıklayabilmek için kullanılabilir ama
artık gerekçemiz bilimsel değil, ahlaki bir seçimdir. Bunun içindir ki bu
yazının başlığı “Bilimsel Sosyalizmden
Ütopik Sosyalizme”.
*
İşgale uğramış bir ülke düşünün; o
ülkenin bütün ahalisi işgalcilerle işbirliği içinde ya da işbirlikçiliğine can
atıyor. Bu işgale direnmek gerekir diyenleri bir kaşık suda boğmaya hazırlar.
O işgale direnmek isteyenler ise; işgalciyi
kovmak için ne yapacaklarını; kovmaya güçlerinin yetip yetmeyeceğini; kovsalar
yerine ne koyacaklarını, hasılı hiç bir şeyi bilmiyorlar.
Ne yapılabilir?
İnsanları tam da bu umutsuzluktan
dolayı savaşa çağırmak gerekiyor. Evet, bizim durumumuz umutsuz; ama işbirliğine
devam ederseniz o zaman hiç mi hiç umut yok demek gerekiyor.
Daha zengin bir hayat için değil; yok
olmamak için mücadeleye çağırmak gerekiyor.
Sorun sosyalizmi daha kabul
edilebilir; daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin "biz fakirlikte
değil; refahta eşitlik istiyoruz gibilerden" ehlileştirmelere açıktan
karşı çıkmak gerekiyor. Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul edilebilir
hale getirmeliyiz; "yoksullukta eşitlik" önermeliyiz.
Zaten sorunların açıkça ortaya
konuluşu başka bir öneriye olanak tanımaz.
Bütün bildiğimiz her şeyi unutmamız
gerekiyor. Sosyalist bir hareketin doğup doğmayacağını; doğarsa hangi güçlere
hangi örgüt ve mücadele biçimlerine dayanacağını; hiç bir şey bilmiyoruz. Her
şeyi bir öğrenci olarak; içinde yaşayarak, yeniden
öğrenmeyi öğrenmeliyiz.
Ömer Seyfettin bir hikayesinde "vatan bayrağın dalgalandığı yer değil midir"
diye bir söz söyletir ihtiyar forsaya. Bizler de nerede bir baskı ve sömürü ve
ona karşı en cılız da olsa insani bir direniş varsa orada yer almalı; onun
içinde yaşayarak o yeni doğan biçimleri tanımaya, anlamaya çalışmalıyız. Örgütler
kurmaya falan kalkmamalıyız. Artık hattı müdafaa yok sathı müdafaa vardır. Bugün
yapılacak iş ordulaşmaya kalkmak değildir. Olamaz da zaten böyle bir şey. Çeteleşmektir
yapılacak iş. Nerede bir direniş varsa; hatta bu direnişi yapanlar eşkiyalar
bile olsa onların yanında yer almaktır.
Kendi problematiklerimizle o küçük
direniş tohumlarını boğmaktan kaçınmalı; aksine onların problematiklerini
öğrenmeye, kavramaya çalışmalıyız.
Kapitalist toplumun gözeneklerinde
onun zayıf anını kollayan virüsler gibi, mikroplar gibi yaşamalıyız. Sivrisinekler
gibi onu sürekli vızıltılarımızla rahatsız etmeli; fareler gibi kemirmeliyiz.
Gerekçesini insanlığın umutsuz durumundan ve ahlaki bir seçimden alan böyle bir sosyalizm tohumu; belki bir
olasılık olarak sosyalist bir hareketin kristalizasyonunda bir maya rolü
görebilir.
Unutmayalım, en son kaos teorilerinin
kullandığı bir metaforla ifade etmek gerekirse, Çin'deki bir kelebeğin kanat
çırpışı Amerika’da bir kasırgaya yol açabilir. Açar değil, açabilir, bu küçücük
de olsa bir olanaktır. O halde yapılacak iş bellidir: Çin'deki bir kelebeğin
kanat çırpışı olmak. Kim bilir belki Amerika'da bir kasırga kopar!
01.08.1994
Hamburg
*
Sosyalistlerin ve Sosyalizmin Sorunları
(Eleştirilere cevap biçiminde konuları açmaya devam çabası)
Geçen kitapta yer alan
"Bilimsel Sosyalizmden Ütopik sosyalizme" başlıklı yazıya gelen
eleştirilerin hemen hepsi mektuplar, eleştiriler, tartışmalar bölümünde yer
alıyor. Bu yazıda, kısmen o mektuplardaki yanlış anlaşılmış veya anlaşılmamış
konular açıklanmaya, kısmen de orada kısaca değinilip geçilmiş, ya da hiç
değinilmemiş bazı konular açılmaya çalışılacaktır.
Bu kitap dizisi, her sayısında belli
bir konuya ağırlık verecektir ama, genel olarak sosyalizmin sorunlarının
tartışılması ve bir genel bilanço çıkarılması çabası, kanımızca her sayıda
sürdürülmelidir. Biraz da bu anlayış ışığında, aşağıdaki yazı, sosyalizmin
genel sorunları üzerine genel bir tartışmayı daha fazla kışkırtma çabası olarak
değerlendirilebilir.
*
Yanlış anlamalar: Kuşaklar, Politik Kültür ve Uslup
Sorunları
Geçen kitapta, yazar, sosyalizmin
sorunları üzerine yazı yazmanın sorunlarından söz ederken, gelecek kuşakların
anlamayacağı; bugünkü kuşakların ise okumayacağını yazıyordu. Ama orada yine de
iyimser, gizli bir varsayım varmış: yazar kendi kuşağımdan ya da içinde
yetiştiği politik kültürden olanların en azından neler yazdıklarını
anlayacağını düşünüyormuş. Yazar aynı politik kültür içinde şekillendiği
sosyalistlerin çoğu tarafından da anlaşılamamış. Gelen mektupların çoğu bunu
gösteriyor. Hatta en basit uslup sorunları bile anlaşılmamış, ya da yazar
anlatamamış, veya o kültürden iyice kopmuş.
Yazar, o yazısında örneğin: gelecek
kuşakların kendisini anlayamayacağını, nalbantlık, traktörlük benzetmeleriyle
açıklamaya çalışıyordu. Gelen mektuplar daha canlı örnekler sunuyor kuşaklar
arası kopukluğun korkunç boyutları üzerine. Problemin çapını anlatabilmek için
Devrim Güneş'in mektubu daha somut bir örnek olarak kullanılabilir. Unutmamalı
ki Devrim Güneş, duvar yıkılışı öncesinin politik kültürüyle şekillenmiş
biridir ve kuşak farkı çok büyük değildir. Gelecek kuşaklarla ortaya çıkacak
problemleri düşünmek bile olanaksız; varın siz tasavvur edin.
Örneğin Devrim Güneş şöyle yazıyor:
"Küçükaydın "Gelecekte bir
sosyalizmin canlanışının ancak, gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmaktan
geçtiğine inandığım için. Gerçek devrimcidir diye düşündüğüm için." diyor
ve sorunun çözümünün " gerçeğin gözlerinin içine korkusuzca bakmakta"
geçtiğine inanıyor. Bense gerçeğin devrimci olup olmadığı bir yana, gerçeğin
gözlerinin içine bakarak bir şeylerin değişeceğini düşünmek idealistçe bir
yaklaşımdır diye düşünüyorum. Neden? Bireylerin gözünün içine bakmak, onları
değiştirmek için yeterli midir? Hayır! Üstelik bu durumdaki insan edilgen
insandır. Edilgen insanın da bu konuda devrimcilikten daha çok sufilikle
özdeşleştirilebileceğine inanıyorum. Sorunları görmek, gerçekliği kabul etmek
ve realiteye uygun çıkış yollarını bulmak politikanın olmazsa olmaz
gereklerindendir. Görmek, yorumlamak yetmiyor bizim farkımız değiştirme
kaygısını taşıyor olmamız ve bu değişimin olabilirliğine inanmamız. Ancak
Küçükaydın'ın yaklaşımı biraz farklı; O umutsuzluk yüklü bir gemi. Son bir
çırpınışla " Ama yine de denemeye değer can çıkmadan umut çıkmaz. Ya da
can çıkmadan huy çıkmaz. Bu dünyada yapabileceğimiz başka bir iş
yok." diyor. Küçükaydın
zorunluluktan söz ediyor ve bu dünyada yapabileceği başka bir işi olmadığı için
bu kavgaya devam diyor. Üzüldüm. Benim yapacak o kadar çok işim var ki aslında.
Zaten o işleri başarabilmek için sosyalizm istiyorum Sadece benim için değil
bütün insanlar için istiyorum."
Bu aktarılan paragrafta öylesine çok
yanlış anlama iç içe bulunuyor ki, hiç olmazsa bunlardan bazılarını göstermek
yerinde olur. Bu, yanlış anlama olasılıklarının çapı hakkında (hem de aynı
politik kültürden insanlar arasında) bir fikir verebilir.
Örneğin, yazarın yazdıklarından
gerçeğin gözlerinin içine bakmakla bir şeyin değişeceği gibi bir anlam çıkar
mı? Orada sadece; her türlü bilimsel ya da pratikle ilgili herhangi bir
çabanın; her türlü politik faaliyetin olmazsa olmaz bir koşulundan söz
ediliyordu. Bu kadar zor mu bunu anlamak? Lütfen!.. Ola ki yazarın dili
sürçmüştür. Belki yanlış anlamaya müsait bir iki laf etmiş te olabilir, (kaldı
ki böyle bir durum yok) o zaman bile böyle hataları görmezlikten gelmek
gerekmez mi. Hani halkımızın dediği gibi: "söyleyen arif değilse dinleyen arif olsun!" bari.
Sonra Sayın Devrim Güneş diyor ki,
"gerçeğin devrimci olup olmadığı bir yana". Yani bu fikri de
pek tutmadığı, ama şimdilik eleştirmeye değer görmediği, belki de konuyu
dağıtmamak için, geçiştirdiğini ima ediyor. Keşke eleştirisini bu noktada
yapsaydı. Daha ciddi bir konuya değinmiş olurdu, hem de pek yanlış anlama
olmadan.
Burada Sayın Devrim Güneş'e bir sır
verilebilir. O fikir, yani "gerçek devrimcidir" fikri yazarın
değildir. Yazar onu Marks-Engels'ten öğrenmişti. Bunu herkesin, en azından
kendisiyle aynı politik kültürde (yani şu duvar yıkılması meselesinden önce)
yetişmiş sosyalistlerin bildiğini düşündüğünden bunu belirtme gereği bile
hissetmemişti. Belli ki yanılmış. Ama eleştiri yazara değil de Marks-Engels'e
yapılsa daha iyi olur. Yazar sadece onların iyi bir talebesi olmaya çalıştı ve
çalışıyor.
Yazar hani yazısında "can
çıkmadan huy çıkmaz"; "yapacak başka işimiz yok"
falan diyor ya, onlar da anlaşılmamış. Ve bu anlaşılmamışlık, kuşaklar
arasındaki kopukluk hakkında çok somut bir örnek oluşturduğundan biraz daha
üzerinde durulmaya değer.
Yazarın çocukluğunda, milattan önce,
yani şu sinema, televizyon, medya, kapitalist yarışma ve kendini övme
reklamcılığı insanları henüz yoğurmamışken. İnsanlar, başkalarına fırsat
bırakmadan kendileriyle alay ederler, kendilerini aşağılarlar; çok ciddi önemli
işler yaptıklarına inansalar bile, onu önemsiz göstermeye çalışırlardı. Örneğin
Devrim Güneş gibi, onlar da "bütün insanlar için sosyalizm"
isterlerdi, ama "kendim için sosyalizm istiyorum" veya "yapacak
işim olmadığı için" veya "elimden başka bir iş gelmediği
için" derlerdi. Tabii onları dinleyenler de, aslında onların kendileri
için sosyalizm istemediklerini, ama tevazularından dolayı öyle dediklerini
bilirlerdi. Ayrıca herkes, kendi için sosyalizm istemenin bir gerçeklik payını
içerdiğini de bilirdi. Ama böylece herkes aynı kültürde olduğu için bir
anlaşmazlık çıkmazdı.
Ama o zamanlar başka bir dünya vardı.
Bu dünyanın başkalığı şöyle bir kıyaslamayla daha iyi anlaşılabilir. Bugün
herhangi bir spor karşılaşmasına gidin. İnsanlar takım ya da sporcuların
taraftarıdırlar. Futbolcular örneğin bir gol atsa, taraftarlar çılgınlar gibi
alkışlar ve bağırırlar; golü atan futbolcular sevinçten ne yapacaklarını
bilmezler vs., vs.. Her gün televizyonda böyle yüzlerce sahne görürsünüz.
Ama bir zamanlar başka davranırlardı
insanlar. Yazarın çocukluğunun geçtiği Ege kasabalarında, Homeros'un anlattığı
türden yağlı pehlivan güreşleri olurdu. O güreşlerde, güreş başlamadan önce
cazgır, güreşçileri "alta düştüm diye gönüllenme, üste çıktım diye
böbürlenme" gibilerden manilerle güreşe davet ederdi. Bir pehlivan
diğerini yendi mi, o pehlivanı tutanların (ki o zamanlar insanlar ya da
takımları tutmak diye birşeyler de yoktu, belki sempatilerden söz edilebilirdi)
bırakın aşırı sevinç gösterileri bir yana, alkışlamak bile ayıptı. Güreşçiler
de yendikleri zaman öyle fazla sevinç gösterileri yapmazdı. Yapanlar ayıplanır,
görgüsüz kabul edilirdi.
İşte, yazar o satırlarda,
çocukluğumda tanıdığı artık o unutulmaya yüz tutmuş kültüre sahiplenerek
derdini anlatmaya çalışıyordu. Yani kendisiyle alay ediyordu. Tabi her alay
gibi onda da bir gerçeklik payı vardı. Çünkü ilk okulu bitirdiği gün babasının
Çetin Altan'ın Taş köşesini kıvırıp, gazeteyi eline verip "bunu her gün
okumalısın oğlum" dediği günden beri politikaya ve sosyalist politikaya
angaje bir insandı. Bunun dışında ne bir dünyası, ne de bir hayatı olmuştu. Bu
nedenle kendi durumuna dışarıdan bakması çok zordur; ve başka bir seçim yapacak
durumda da değildir. İşte bu nedenle son derece sübjektif olabileceği olasılığını
göze batırmak; kendi konumuna belli bir mesafeden, biraz dışarıdan
bakabilenlerin söyleyebileceklerini ifade edebilmek için "yapacak başka
işimiz yok" falan diye yazıyordu.
Yazara şöyle bir eleştiri
yapılabilirdi ve bu daha akıllıca bir eleştiri olurdu: kendini aşağılar gibi
yaparken aslında övdüğü söylenebilirdi. "Yapacak başka işim yok"
demek, aynı zamanda, ben hayatımı sosyalizm mücadelesine adadım bundan sonra da
adayacağım anlamına da gelirdi. Onun da, kendi kuşağından bir sürü devrimci
gibi, bu işlerin bilmem nesi olduğundan, kendini aşağılarmış; kendiyle alay
edermiş gibi yapıp aslında kendini övdüğü söylenebilirdi. Bu yorum pek de boş
olmazdı. Ne yazık ki Devrim Güneş'te bu türden bir eleştiri yok.
Bu farklı anlayışın, bu kültür
farkının somut bir yansıması eleştirmenin isminde bile görülebilir.
Eleştirmenin kendisine seçtiği isim ile eleştirdiği metni anlayamaması arasında
bir ilişki var aslında. Örneğin Devrim Güneş'in hakiki adı Ali, Veli, Ahmet,
Mehmet türünden çok rastalnan sıradan bir isim, soyadı da öyle. Ama yazıda
kullanılan isim Devrim Güneş. Hem Devrim, hem de Güneş. Çok devrimci, çok
mücadeleci, çok sosyalist isimler. Bu Devrim Güneş için son derece olağan
normal bir şey olsa gerek; belli ki o inancının gücünü mahlasıyla da ifade etmek
istiyor.
Yazarın bu bakımdan oldukça şansı
var. Adı Demir. Proletarya gibi, ya da onu çağrıştıran bir isim. Bilinir
Proletaryanın esas çekirdeği metalürji işçileridir. Metaller içinde de en
önemlisi demirdir. Sonra çelik çekirdekleri falan da hatırlatıyor. Eh soyadı da
fena sayılmaz. Arada küçük burjuvaziyi anıştıran bir Küçük var ama onu atınca
Aydın kalıyor. Aydın bilimle, hem aydınlanmayla, hem aydınlarla ilgili. Eh
proletaryaya bilinci de aydınlar götürdüğünden aslında son derece Leninist bir
kombinasyon oluşturuyor. Ama yazar böyle isimlerin değerini anlamadığımdan,
bundan 20 yıl önce bile, gizli bir devrimci örgüt kurarken, herkes kendine çok
devrimci proleter isimler alırken, tutup Bahattin Harman gibi, hem din ile
ilgili, esrar içip kafa bulmayı çağrıştıran bir isim almıştı.
Eskiden insanlar babaları onlara
gurur duyacakları isimler takmışsa bile, şair ya da yazarsalar kendilerine
kendilerini hor gören isimler takarlardı: örneğin “Fuzuli” gibi. Koca şair
kendine "gereksiz" adını veriyordu. Devrim Güneş de bir gün
yazılarında Devrim Güneş gibi gereksiz değil de, örneğin "Gereksiz"
gibi gerekli bir isim kullanırsa yazarın ne dediğini ya da en azından ne
demediğini anlar.
Ne yazık ki, sorun sadece değerlerin
ve kültürün değişmesinden doğan anlama zorluklarıyla da sınırlı değil, bir de
yazının siyasi ve edebi yönlerinin de anlaşılamaması söz konusu. Zorlukların
çapının daha iyi görülebilmesi için yine şu "alışmışız, yapacak işimiz
yok" meselesi örnek olarak kullanılabilir. Yazar başta "niye
bu yazıyı yazıyorum öyleyse" diye soruyor. Son derece, insani ve öznel
bir noktadan yola çıkıyor. Ona önce da "huy çıkmaz veya umut çıkmaz
diye" bir cevap veriyor. Bu cevap da son derece özneldir, ama
öznelliğini öylesine göze batırır ki, o öznelliği yaşayanların nesnel durumunun
ifadesidir. Ancak bu henüz politik cevap değildir, geçici, evrensel insani
boyutla ilgili bir cevaptır. Esas cevap yazının son cümlesindedir. Şu kaos
teorilerinin "kelebek kanatı çırpıntısı" olmak metaforu. Bu
ise nesnel durumdan çıkarılmış bir sonuçtur ama aynı zamanda yazarın başta
sorduğu "niye yazıyorum" sorusunun gerçek ve politik cevabıdır.
Yazı öznelden nesnele gider, sonunda da nesnelden öznele döner. Diyalektik bir
şekilde yazıda nesnellikler öznellikler; öznellikler de nesnellikler haline
dönüşür. Yani küçük de olsa o yazıda kendi kendini yaratan bir sistem
kurulmuştur
Yazarın yazılarını çoğu, kendi içinde
bir sistem oluşturup, kendi üzerlerine kapanırlar. Yani Hegel'in sistemi ya da
Marksizm gibidirler. Aslında yazı bu niteliğiyle de; çok gizli bir başka mesaj
içerir. O bu sistem olma niteliğiyle, artık büyük teorik sistemlerin mümkün
olmadığını söyleyen zamane anlayışlarına ya da post-modern anlayışlara karşı
bir mesaj verir. Hegel, Marks geleneğine bağlılığını ifade eder. Yani dolaylı
olarak; niteliğiyle "büyük anlatı"ların bittiğini
olanaksızlığını söyleyenlere; ya da çok moda olan global veya bütüncül teorik
sistemlerin totaliter baskıcı rejimlere yol açtığı gibi anlayışlara karşı durur
ve bizzat varoluşuyla kendini bizzat bir karşı delil olarak ortaya koyar.
*
Sonra şu sivrisinekler, fareler,
mikroplar metaforları da hiç anlaşılmamış. Bir kaç ipucu da bu konularda
verilebilir.
Birincisi orada, "Kapitalist
toplumun gözeneklerinde onun zayıf anını kollayan" sözleriyle,
Marks'ın bezirgan sermayeyi ve Yahudiliği tanımlamasına, onun "toplumun
gözeneklerinde (mesanelerinde)" sözlerine bir anıştırma yapılır.
Yahudilerin, dünyanın dört bir yanına sürülmelerine rağmen binlerce yıl ayakta
kalıp varlıklarını sürdürmüş oldukları noktasından hareketle; önümüzdeki uzun
yıllarda bizlerin de benzer durumda olabileceğimiz fikri verilir. Buna
hazırlıklı olmak gerektiği vurgulanır.
İkinci ipucu: Mikrop, Sivrisinek,
Fare gibi genellikle iğrenç hayvanlar bir sembol olarak benimsenir. Bununla da
bir taşta birkaç kuş vurulmaya çalışılır.
Birincisi, "biz sosyalistler
önümüzdeki uzun yıllarda normal burjuva toplumu tarafından bu iğrenç yaratıklar
gibi görüneceğiz. Ezilenler bile bizi böyle algılayacak. Aslında bizler de,
modern toplumu bir şehre benzetirsek, onun lağımlarında, çöplüklerinde,
bataklıklarında varlığımızı koruyabileceğiz. Yani toplumun en alt, marjinal, en
alt tabakaları arasında" denmiş olur.
İkincisi, bu iğrenç yaratıklar gibi
olmamız gerektiği söylenerek. Aslında sosyalistlerin varlığını sürdürmesinin
mümkün olduğu ifade edilmiş oluyor. Bir şehrin temizliği ancak lağım ve
çöplükleri varsa mümkün olur. Lağım ve çöplük varsa orada fareler ve mikroplar
da olacaktır. Hep altta kalsalar, bastırılsalar, görülmeseler bile var olmaya
devam edeceklerdir.
Üçüncüsü, bu yaratıklar benimsenerek,
ezilenlerin tipik bir geleneğine anıştırmada bulunuluyor. Ezilenler,
ezilmelerine karşı ilk tepkilerinde kendilerini ezenlere benzemeye çalışırlar.
Örneğin siyahlar beyazlara benzemeye çalışır: Malcolm X, Malcolm X olmadan önce
saçları beyaz adamınki gibi düz olsun diye saçlarını ütüler. Kadınlar erkeklere
benzemeye çalışır: George Sand, erkek adı alıp pantolon giyer. Sömürgeler
gelişmiş ülkelere benzemeye çalışır: Atatürk'ler, Mao'lar, Nasır'lar, hepsi
Batı Uygarlığı gibi olmayı hedef koyar. İkinci aşamada ezilenler ezenlerin
onlara yükledikleri kimlikleri yüceltirler. Örneğin siyahlar, siyah güzeldir
der. Kadınlar kadıncıl değerleri yükseltmeye çalışır. Geri ülkeler batılı
ülkeler gibi olma hedefinden vaz geçerler. (Bu sürecin çok başındayız ama
örneğin İslam'a, "kendi kültür ve değerlerine" yönelimin böyle bir
yanı da var kanımca. İslam'ın yükselişinin bu tarihsel yanı ayrıca incelenmeye
değer.) Kanaken, beyaz adamın küfürü
iken, ezilen yerlinin gurur duyduğu kendi kendini tanımlaması olur. Ya da
Türkiye'de olduğu gibi Kürt aşağılama iken, Kürt'ün gururla söylediği bir sıfat
olur. Eh modern toplum da bizleri fareler mikroplar gibi göreceğinden;
ezilenlerin o geleneğine dayanılarak, mikroplar gibi, fareler gibi denerek
aşağılayıcı sıfatlara sahip çıkılır.
Ama yazar burada da kalınmaz. Çünkü
"Siyah güzeldir" demek, ya da kadıncıl değerleri yükseltmek vs. aslında
ezenin değerlerinin zıddıdırlar, dolayısıyla onun ufku içine hapistirler; onu
aşma, başka bir şey oluşturma yeteneğinde değildirler. (Dolayısıyla politik
islam da ne denli batı karşıtı olursa ve görünürse görünsün aynı hastalıkla
maluldür.) İşte o iğrenç yaratıklara sahip çıkılır ama onlar olumlanmaz. Sadece
demistifize edilmeye çalışılır. Siyahı aşağılayıcı ya da yükseltici bir anlamda
da kullansanız aslında onu mistifize etmiş, yabancılaşmış, onun esiri olmuş
olursunuz. Bu tuzağa düşmemek için o hayvanlar yüceltilmez, onlara olumlu anlam
verilmez. Nötr olarak kullanılır. Olumsuz bir anlam da verilmez. Tabiri caiz
ise boş düşürülürler.
Bu açıklamalardan sonra Devrim
Güneş'in yazıyı başka bir ışık altında okuyacağı ve yazarın ne demek istediğini
daha doğru olarak anlayacağı umulur. Bu uzun açıklamalardan amaç Devrim
Güneş'in eleştirisini somut bir örnek olarak kullanarak, ezilenlerin ortak
hafızasının kuşaklar arasında aktarılmasının günümüzde ortaya çıkan
zorluklarının biraz olsun somutlanabilmesidir.
Yani sosyalizmin sorunlarını açma
çabasıdır. Ayrıca yazar kendisini saçma iyimserliklerden ve ham hayallerden
kurtardığı için Devrim Güneş'e gerçekten teşekkür eder.
Umutsuzluk ve Umut
Mektuplara da yansıyan ama sözlü
olarak dile getirilen en önemli eleştiri, yazarın çok umutsuz olduğudur. Şunu
açıkça, tekrar, belirtmeli ki: durum umutsuzdur, yazar değil. Yazarın
çok umutsuz olduğu yönündeki eleştirileri yapanlardan çoğundan, "durum
aslında öyle değildir şöyledir" veya "durum dediğin gibidir ama ondan
öyle değil de böyle bir sonuç çıkarmak gerekir" gibilerden durumu, duruma
ilişkin yargıları ve kabulleri veya çıkarsamaları tartışan eleştiri gelmedi.
Yazarın öznel durumuna ilişkin eleştiri yapanlar nesnel duruma ilişkin bir
tartışmaya çekilmeye çalışıldığında, bundan sürekli kaçınıldığı görülüyordu. Bu
da, aslında, yazıda belirtilmiş son derece insani bir tepkinin ifadesiydi.
Yazıyı okuyup da durumu değil, yazarı
umutsuz görenler, yani umutsuzluğun nesnel durumun ifadesi değil yazarın öznel
yargısı olduğunu söyleyenler ya da yazanlar, aslında tamamen nesnel durumu hiç
yansıtmayan öznel yargılarını ifade etmektedirler. Ve eleştiri yazan
sosyalistlerin bu, durumun berbatlığını görmeyen, öznel değerlendirmeleri,
nesnel bir gerçek olarak, durumun çıkışsızlığını, umutsuzluğunu
katmerlendirmektedir. Eğer bütün sosyalistler, ya da onların ezici bir
çoğunluğu yazar gibi "umutsuz" olabilseydi; ya da yazarın ifadesiyle
"Durumun umutsuzluğunu" görebilseydi, durum daha fazla umut vadedici
olabilirdi. Yazarın yapmaya çalıştığı aslında tam da budur. O durumun
umutsuzluğundan bir mücadele stratejisi çıkarmaya çalışmaktadır. Yazara göre
umut, durumun umutsuzluğunun kavranmasındadır. Umut umutsuzluktadır.
"Negatif Diyalektik"
Aslında durumun umutsuzluğunu
görmeyen ya da görmek istemeyip yazarın
umutsuzluğu biçiminde tepki gösterenler gizli bir varsayımı paylaşıyorlar:
durum umutsuzsa mücadele etmenin anlamı yoktur. Ya bu işi bırakmak, ya da
intihar etmek gerekir. Umutsuz bir insan mücadele edebilir mi?.
Yazar bu varsayımı paylaşmamaktadır.
Her ne kadar bizler, marksizmin evrimci, aydınlanmacı yorumlarıyla aşırı
yoğrulduğumuzdan, kavramakta güçlük çeksek de umutsuz bir durumdan da en az
umutlu bir durumdan olduğu kadar mücadeleci gelenekler çıkar. Hatta insanlık
tarihinde umutsuzluktan çıkan mücadeleler daha önemli bir yer tutarlar. Bizler,
aydınlanmacı zaman ve iyimserlik kavramıyla yetiştiğimizden, kavramakta güçlük
çekebiliriz ama sınıflı toplumlar boyunca; insanların kafasında düzgün doğrusal
değil daha dairesel, çıktığı yere dönen; ya da artık sonuna gelinmiş zaman
kavramlarının olduğu antik uygarlıklar çağında, binlerce yıl, insanlar yine de
adil, baskısız bir hayat ve toplum özlemi için mücadele etmekten geri
durmamışlardır. Hatta insana zerrece seçim hakkı ve umut tanımaz görünen en
kaderci felsefeler, en keskin, en radikal mücadelelere dayanaklık etmişlerdir.
En radikal isyanlar, kıyamet habercisi Mehdi'lerin öncülüğünde yapılmışlardır.
Mesih'ler "Mahşer günü yakın" diyerek insanları mücadeleye
çağırmışlardır.
Tarih boyunca hemen bütün
ayaklanmalar umuttan değil, umutsuzluktan, yapacak başka hiç bir şey
kalmamasından dolayı patlak vermeşlerdir. Umut ise, onlarca, yüzlerce, binlerce
yıl, toplumun derinliklerinde ve ortak hafızasında gizlice yaşamış bu çicek,
umutsuzluk patlamaya yol açtıktan sonra tekrar yeşerebilecek bir toprak bulur.
Umutsuzluğun yol açtığı ayaklanmalar umudu yeniden yeşertir. Umudu yaratan
umutsuz durumlardır. Umudunuz varsa, kaybedecek bir şeyiniz var demektir. Ama
umudunuz yoksa, artık kaybedecek hiç bir şeyiniz yok demektir. Tıpkı, köşeye
sıkışmış bir kedi gibi her şeyi yapabilirsiniz. Umutsuzluk, kaybedecek umudun
bile olmaması en radikal eylemlerin; en uzun soluklu girişimlerin ana
koşuludur. Sanılanın aksine, umutsuzluk
umuttan daha patlayıcı ve devrimcidir.
Aslında Marksizm, Tarihsel
Maddecilik, "Frankfurt Okulu" ya da "Eleştirel Toplum
Kuramı" aracılığıyla iyimser; aydınlanmacı; teknik hayranı
özelliklerinden çoktan kurtulmuştur. Ama bu teorik kazançlar ve katkılar, ne
yazık ki binlerce sosyalist için, büyük ölçüde bürokratik ve reformist
sosyalizmin yerleştirdiği önyargılar nedeniyle anlaşılmaz ve bilinmez kalmaya;
dolayısıyla marksizmin en devrimci yanı ve geleneğinden kopukluk sürmeye devam
etmektedir.
Umutsuz olarak, reddediş aracılığıyla
mücadele geleneği, tarihsel maddeciliğin bu gerçek dip akıntısı; faşizmin
yükselişi esnasında en verimli felsefi ürünlerini ortaya çıkardı. Benjamin,
Marcuse ve Adorno bu çabanın en bilinen isimleridir. Yazar da geçen sayıdaki
yazısında aslında bu geleneğe, bu "negatif diyalektiğe"
dayanmaktan başka bir şey yapmıyordu; yazar sadece faşizmin yükselişinden de
daha dehşet verici bu günkü durumu yaşadığı için; o zaman hiç tartışılmamış ya
da olası görülmemiş birkaç küçük adım atıyordu sadece. Aslında tarihteki her
yeni fikir de küçük adımlardan ibarettir.
Yazarı umutsuzlukla suçlayanlara ve
umutsuzluğun sosyalizmle veya bir mücadele ile bağdaşmayacağını savunanlara,
Herbert Marcuse'nin şu satırları en iyi cevabı verir ve yazarın tavrını en
mükemmel biçimde ifade eder:
"Hiçbirşey bunun iyi bir son
olacağını göstermiyor. Yerleşik toplumların ekonomik ve uygulayımsal
yetenekleri en alttakilere yeni düzenlemeler ve ödünler için olanak sunacak
denli yeterli ve geniştir, ve silahlı güçleri ivedi durumlar ile ilgilenecek
denli eğitimli ve donanımlı. Bununla birlikte, hortlak yine oradadır, ileri toplumların
sınırlarının içerisinde ve dışarısında. Uygarlık imparatorluğuna gözdağı veren
barbarlar ile yüzeysel ve tarihsel koşutluk soruna önyargı getirmektedir;
barbarlığın ikinci dönemi pekala sürekli uygarlık imparatorluğunun kendisi
olabilir. Ama şans şudur ki, bu dönemde tarihsel uçlar yine de buluşabilirler:
en ileri insanlık bilinci, ve onun en sömürülen gücü. Bu bir şanstan ötesi
değildir. Eleştirel toplum kuramının şimdi ve bunun geleceği arasındaki uçurumu
birleştirebilecek hiçbir kavramı yoktur: hiçbir söz vermeksizin ve hiçbir
başarı göstermeksizin, olumsuz kalmaktadır. Böylece, umutsuz olarak,
yaşamlarını Büyük Reddedişe vermiş olanlara ve verenlere bağlı kalmayı
istemektedir.
Faşist evrenin başlangıcında Walter
Benjamin şunları yazmıştı:
Nur um der Hoffnungslosen Willen ist
uns die Hoffnung gegeben.
Salt umutsuzlar uğrunadır ki bize
umut verilmiştir."
Marksizme Veda mı?
Yazara yöneltilen bir diğer eleştiri
de, onun Marksizm’e veda dediğidir. Yazının başlığı bile "Bilimsel
Sosyalizmden Ütopik Sosyalizme" değil miydi?
Bu eleştiri de yazılanın ne olduğunu
hiç anlamamakla maluldür. Yazı dikkatlice okunursa yazarın tümüyle tarihsel
maddeciliğin klasik, otantik kavramlarına, kategorilerine dayanmakta olduğu
görülür.
En genel anlamıyla yazarın anlatmaya
çalıştığı nedir aslında? Bunu yine Tarihsel Maddeci geleneğin eğretilemeleriyle
açıklamaya çalışalım. Bilindiği gibi, Marks, Devrim'i hep bir Doğum'a benzetir.
Çok yerinde bir benzetmedir bu. Doğum dediğimiz şey de, ister bir civcivin
yumurtasının kabuğunu kırması, isterse memelilerdeki gibi bir süreç olsun,
Devrim denen o mucizenin doğadaki bir örneğidir.
Marks'ın örneğine bağlı kalırsak,
Marks sosyalizmin normal bir doğumla dünyaya geleceğini düşünüyordu. Lenin ve
Troçki de aynı geleneğe bağlıydılar. Bizzat yazar da, doğumun başlangıcının pek
normal olmasa da, bir süre sonra normal bir doğum olacağını son yıllara kadar
düşünüyordu: Normal doğum demek, ileri ülkelerde sosyalist devrimlerin olması
demektir.
Ama doğada bütün doğumlar normal
geçmez, bazı doğumlarda çocuk “ters gelir”;
veya doğarken geçeceği “havsala” çok
dardır, geçemez; veya yumurtanın kabuğu kalındır, içindeki civciv onu kıramaz.
İşte o zaman, memelilerde anasıyla
birlikte yavru da ölür gider. Tek çıkış yolu, “Sezaryen” yapmak olur. Toplum'da Sezaryen ise, uzaydan başka bir
uygarlığın gelip, insanlığın sosyalizmi doğurmasına yardım etmesi olabilir.
(Belki UFO hikayeleri böyle bir beklentinin bilinçsiz ifadesidirler.)
Peki, ileri ülkelerde sosyalist
devrim olma olasılığı kayboluyorsa veya kaybolmuşsa ne olur?
Bizim ustalardan hiç bir bunun
üzerine düşünmedi, böyle bir olasılığı hesaba katmadı. Şimdi bu ihtimal;
yeryüzü işçi sınıfının siyah-beyaz bölünmesi nedeniyle ortaya çıkmış bulunuyor.
Bu, örneğimize bağlı kalırsak, çocuğun ters gelmesi demektir. Sırf geri ve
yoksul ülkelerdeki bir devrimle veya sosyalizm girişimleriyle sosyalizm çocuğu
doğamaz. Uzaydan birilerinin gelip çocuğu çevirmesini de beklemek mümkün değil.
İşin kötüsü, tarihe baktığımızda,
toplum tarihinde bir tek bile “normal doğum” olmadığını görürüz. Bu nedenledir
ki bütün uygarlıklar yıkılmıştır. Bunu Kıvılcımlı da, ki kapitalizm öncesindeki
devrimlerin temel yasalarını bulmuştur, teslim ediyordu. Sadece, Kıvılcımlı da,
ustaların geleneğine bağlı olarak, Kapitalizm'le birlikte işlerin değiştiğini,
insanlığın sosyal devrimi bulduğunu söylüyor, çağına uygun iyimser beklentiler
içinde bulunuyordu. Ne yazık ki, Tarih bu beklentileri haklı çıkarmadı.
İşte bugünkü kapitalist
uygarlık, tıpkı antik uygarlıkların
durumuna dönmüştür. Antik çağlarda, bir türlü doğuramayan, can çekişen o
uygarlıkları öldürecek barbarlar vardı. Ama artık onlar da yok.
Troçki de, bir yerde, sosyalist
devrimin ileri ülkelerde değil de önce geri bir ülkede, Rusya'da
gerçekleşmesinin ortaya çıkardığı, bizim tersinden gelme şeklinde ifade
ettiğimiz, durumu Tarihin yumağının
tersinden, yani yumağın ortasındaki ucundan, açılmaya başlaması imgesiyle
ifade ediyordu. O bunu yazarken, bir gün ileri ülkeler işçisinin sosyalist
devrimi yapıp, yumağı normal, dışarıdaki ucundan açacağı beklentisindeydi. Ama
bu gün ortada böyle bir beklenti için hiç bir neden yok artık. Durumun
korkunçluğunu en iyi Güney Afrika benzetmesi verir: Güney Afrika'nın beyaz
işçileri hiç bir zaman siyahlar için veya onlarla birlikte savaşmadılar, aksine
hep onlara karşı durdular.
Bir yumağı tersinden açmaya kalkın
bakın, ortaya sadece çözülmez bir Gordiyos
Düğümü çıkar. Eskiden öyle düğümleri, barbar İskender'ler çözemeseler
bile hiç olmazsa kılıçlarıyla kesermişler. Bugünün dünyasında uzaydan gelecek
İskenderleri bekleyecek halimiz de yok.
Tarih'e böyle bakıldığında, iyimser, ilerlemeci
"Devrimler tarihin lokomotifleridirler" (Marks, Kıvılcımlı)
önermesinden ziyade; "Devrimler tarihin imdat frenleridirler"
(Walter Benjamin) önermesinin durumu daha doğru ifade ettiği görülür.
Ama bütün bu sorunlar Tarihsel
Maddeciliğin sorunlarıdır. Yani tarihsel
süreci yönlendiren ve temel eğilimlerini belirleyen yasaların neler olduğuna
ilişkin sorunlardır. Bütün bu sorunlar üretici güçler, ilişkiler, sınıflar,
devrim gibi temel kavramlarla ele alınır. O Tarihsel +söylemektedir. Tarihsel maddeciliğin bulduğu yasalar; toplum
tarihinin eğilimleri artık bizi buna zorluyor demektedir. Ama bu da çelişik bir
durum yaratmaktadır.
Bu çelişik durumu kavramak için,
Fizik tarihinden bir örneğe başvurulabilir. Galiba Heisenberg, yüzyılın
başında, bir fizikçiler kongresinde, Kuantum Teorisine göre nedenselliğin
olamayacağını kanıtlayan bir konferans verir. Kongreden sonra, bir başka
fizikçi, "Konuşmacı nedenselliğin niçin olamayacağını nedenleriyle çok
güzel açıkladı" diye özetler konferansı ve çelişkiye dikkati çeker.
İşte yazar da, artık sosyalizm için
mücadelenin Bilimsel Sosyalizm'de, ya da Tarihsel Maddecilik'te gerekçesini
bulamayacağını Tarihsel Maddeciliğe dayanarak açıklamaktadır ya da bunu iddia
etmektedir. Aynı paradoksu şöyle ifade etmek mümkündür: Bilimsel sosyalizmden
ütopik sosyalizme, bilimsel sosyalist (Marksist, Tarihsel Maddec) bir yazıdır.
Ne Kaos teorileri, ne de Yeni-Malthusçuluk söz konusu değildir.
Yeni Malthusçuluk ve Gezegen Çapında Apartheit
Bu vesileyle Yeni-Malthusçuluk ithamı
üzerine bir kaç söz. Biz sosyalistler, nüfus
sözünü duymayalım, hemen pirelenir, ardında Malthusçuluk aramaya başlarız.
Yeni-Malthusçuluk ithamı da böyle bir şey. Bilindiği gibi, Malthus, Nüfus
geometrik, yiyecekler aritmetik diziyle artıyor diyordu. Marks da ona karşı,
ortada biyolojik ya da fiziksel bir olgu değil; üretim ilişkilerine bağlı,
toplumsal bir olgunun sözkonusu olduğunu söylüyordu. Sonra da tarımsal
üretkenliğin, yani Malthus'un yiyecek kaynakları dediği şeyin niye yavaş
arttığını, bunun rantla, toprak tekeliyle ilişkisini; sanayide ise fazla nüfus
gibi görünen şeyin aslında tam da aşırı üretimden; yani fazla ürünlerden ortaya
çıktığını kanıtlıyordu. Yazar da bütünüyle Marks'a katılmaktadır, sorun bu
çerçevede kaldığı sürece.
Ama yazar, Tam da Marks'ın dediği
doğru olduğu için; yani kapitalizm tarımsal ürünleri sanayi üretiminde olduğu
gibi devasa ölçülerde arttırabileceği ve hatta arttırdığı için ortada bir
problem görmektedir. Marks, Kapitalist üretim sürecini incelediği Das
Kapital'de, yeryüzünün sınırsız ve sonsuz olduğu noktasından
hareketle bütün analizlerini yapmaktadır. Ama şu dünya dediğimiz şey, büyükçe
bir uzay gemisinden başka bir şey değildir. Bir uzay gemisinde sermayenin
hareket yasalarını incelemeye kalktığınızda; fiziksel sınırlara toslarsınız.
Hem de tam Marks'ın dediği doğru olduğu için; yani kapitalizm bir genişleyen
yeniden üretim yordamı olduğu için; yiyecek üretimi gereğinde nüfusun on misli
hızla arttırılabileceği için. Malthus'un değil, Marks'ın dediği doğru olduğu
için.
Elbet bugün de yeni-Malthusçular var
ve onlar da yeryüzünde nüfusun fazla olduğundan söz ediyorlar; hatta yeryüzünün
sınırlılığından; ama onlar buna dayanarak, aslında üçüncü dünya'nın
yoksullarını katletmenin teorisini yapıyorlar. Açlığın hüküm sürdüğü hiç bir
üçüncü dünya ülkesinde metre kareye düşen insan sayısı Avrupa veya Japonya
kadar yüksek olmamasına rağmen, üçüncü dünyada nüfus patlamasından ya da
aşırılığından söz ediyorlar. Bu ayrı bir konudur, yeryüzü kaynaklarının
rasyonel ve eşit bir kullanım ve dağılımndan kaçmayla ilgili bir sorundur. Ve
bu niteliğiyle aslında yazarın ileri sürdüğü; gezegen çapında Apartheit'ın
ideolojik bir ifadesidir.
Yeni Malthusçuluğa karşı çıkış,
eskisine karşı çıkış gibi olamaz. Eskisinde, hayır kapitalizm üretimi nüfustan
çok daha büyük hızlarla arttırabilir; sorun az üretimden değil, aşırı üretimden
veya toprak tekelinden çıkmaktadır deniyordu.
Yeni Malthusçuluğa eskisine karşı
çıktığımız argümanlarla karşı çıkamayız artık: örneğin, aşırı lüks,
kapitalizmin yarattığı gereksiz üretimler olmasa yeryüzü bütün insanlara her
türlü ihtiyaçlarını karşılayacak kaynakları sunar gibisinden. Böyle bir karşı
çıkış, yeni Malthusçuluğun; gezegen çapındaki apartheitin ideolojik egemenliği
altına girmek; ona onun varsayımlarıyla karşı çıkmak demektir. Bu karşı çıkış,
ilkesel değil, ampirik düzeyde bir karşı çıkış olur. İstatistiksel olarak;
ampirik düzeyde haklı da olabilirsiniz. Ama sadece onun ideolojik egemenliğine
hizmet etmiş olursunuz. Ampirik olarak yetersiz olduğu kanıtlandığında yeni-Malthusçuluğun
çıkardığı sonuçları da kabul etmiş olursunuz. Zaten öyle düşündüğünüz içindir
ki, ona ampirik düzeyde karşı çıkmaktasınızdır. Dünyanın beyaz işçilerinin
zümre çıkarlarını savunanlar; ya da hala onlardan bir şey umanlar bu tür
argümanlar vermeye eğilimlidirler; zaten ancak bu türlü argümanlarla beyaz
işçiyi kazanabileceklerini bilirler veya sezerler.
Ama sorunu, politik kaygılardan uzak;
beyaz işçiyi kazanıp kazanmamaya bağlı olarak değil, ilke düzeyinde, başka bir
değer sistemi açısından, aşağıdaki gibi koyduğunuzda, maalesef beyaz işçi size
selam bile vermeyecektir.
Biz bugün şunu demeliyiz: Varsayalım
ki söylenenler doğrudur. Yeryüzünde nüfus fazladır, kaynaklar sınırlıdır: Peki
bundan ne sonuç çıkarmak gerekir. Önerilenlerdeki gibi, kısırlaştırmalar, doğum
kontrolleri, AİDS gibi biyolojik veya hakiki atom bombalarıyla bu nüfusun
imhası ya da Güney Afrika rezervuarlarındaki gibi bu insanların çitlerin ardına
hapsedilmesi midir çözüm? Hayır, yeryüzündeki bütün kaynaklar bütün insanların
en azından temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere eşit olarak dağıtılmalıdır.
Sorun ancak böyle koyularak, yeni Malthusçuluğun
ideolojik egemenliğine; yeryüzü ölçüsündeki apartheita karşı güçlü bir mevzi
oluşturulabilir
Aslında yazarı Malthusçulukla
eleştirenler, yeni-Malthusçulukla aynı varsayımları paylaştıkları için gizli
yeni-Malthusçudurlar.
Bu tür ilkesel, ahlaki bir karşı
çıkışa sosyalistleri nesnel koşular zorlamaktadır. Sosyalistler bunu
görebilmeli; argümanlarında, düşünüş tarzlarında bizzat kendi eski
anlayışlarına karşı son derece şüpheli yaklaşmalıdırlar. Sosyalizmin
sorunlarının sadece duvarın yıkılışından değil, Burjuva Uygarlığının krizinden kaynaklandığını; bu uygarlığın kimi varsayımları içinde
kalmış sosyalizmin krizinin de aslında burjuva uygarlığının krizinin bir
yansıması olduğunu görmelidirler.
Bunu anlatabilmek içindir ki yazının
başlığı, "bilimsel sosyalizmden ütopik sosyalizme" idi. Bunun
içindir ki, artık, bilimsel değil ancak ahlaki argümanlar getirilebileceği
söyleniyordu. Çünkü klasik biçimiyle Marksist argümanlar, giderek zengin
ülkelerin işçilerinin zümre çıkarlarını korumanın araçları olma eğilimi
göstermektedirler. İlerde zengin ülkelerin işçileri arasında Klasik biçimiyle Marksizm’in
yeniden popüler olduğu görülürse hiç şaşılmasın. Zengin ülke işçisine hiç bir
fedakarlık önermeyen klasik anlayış onlara bir çok argüman sağlayabilir. Kimse
olmaz demesin. Marksizm’in özü diyalektiktir ve onda her şeyin kendi zıddına
döndüğü çok görülmüştür.
Ama yeni-Malthusçuluk veya apartheit
konusunda sorunun ilke düzeyinde koyulması pratik programatik olarak ortaya
aşılmaz bir engel çıkarır: Yeryüzündeki
kaynakları var olan tüm insan nüfusu arasında temel ihtiyaçlara göre
paylaştırmak önerisi fiilen ekolojik
bir askeri komünizm önermektir. Her şeyi karneye bağlamak demektir. Bu ise
batı ya da zengin ülkeler işçilerinin
büyük bir çoğunluğunun hayat şartlarında ve konforunda bir düşüş anlamına
gelir. Bu da esas korkunç çıkmazı, yani
işçi sınıfının bölünmüşlüğü ve batı işçi zümresinin böyle bir hedef için
mücadele etmeyeceği, aksine ona bütün gücüyle karşı duracağı gerçeğini
ortaya çıkarır.
İşte durumu umutsuz yapan budur. Bu
durumdan çıkışın yolu; belki batı işçisini kazanırız diyerek, klasik anti-Malthusçu
argümanlarla, hayat seviyesinde bir düşüşten hiç söz etmemek değildir. Bu
politikanın hiç bir çıkışı yoktur. Beyaz işçiler hiç de aptal değil.
Sosyalizmin eşitlikçilik olduğunu onlar pekala biliyorlar. Yeryüzü ölçüsündeki
bir eşitlikçi düzen isteminin pratik sonuçlarının ne olacağını da. Batılı işçi,
bayrağına eşitlik yazdığı gün, Seylan'lı ya da Filipinli işçinin "eşitiz
madem yiyelim badem" diyeceğini de. Onun için sosyalistlere hiç yüz vermiyorlar.
Zaten sadece beyaz işçilerin ekonomik, politik çıkarlarını savunan sol örgütler
onlar arasında bir parça yuvalanabiliyorlar. Beyaz işçiler arasında
yuvalanabilen örgütlerin, aynı zamanda ister Marksist, ister anarşist olsun,
ırkçılığa en kör, hatta gizli ırkçı örgütler olması hiç de bir rastlantı
değildir.
Zengin ülkelerin sosyalistleri, çocuk
kandırır gibi, işçileri aptal zannederek, onlardan sosyalist olmalarını
istiyorlar. Tabiri caiz ise, onlara zenginlikte eşitlik öneriyorlar. Ama o
işçiler biliyorlar ki, eşitlik varsa fakirlik de var. Bu nedenle sosyalistlere
zerrece itibar etmiyorlar. Tabii sosyalistler işçilerden hiç bir yankı
bulamayınca da, bu sefer bütün enerjilerini yoksul ülkelerdeki devrimci
hareketlerle dayanışmaya adıyorlar. Hâlbuki o işçilere, eşitlik olduğunda
durumlarının kötü olacağını gizlemeden, yoksullukta eşitlik önerseler; hiç
olmazsa işçiler onlara itibar etmese bile saygı duyarlar dürüst ve açık
konuştukları için. Ve böyle bir saygı, kritik bir tarihsel durumda, en azından
belli bir bölüm işçinin tercihlerini ve yeryüzündeki dengeleri etkileyebilir.
Sosyalizm ve Paylaşma
Burada, M. Erkan'ın tartışmak
istediği konuya geçilebilir. Şu yoksulluğun ve zenginliğin paylaşılması
meselesine. M. Erkan "esas olarak, özetle, "sosyalizm yoksulluğun
paylaşılması olmalıdır" anlamına gelen sözlerin üzerine" diyor.
Eleştirilen metinde ise aynen şöyle yazılıyordu: "Sorun sosyalizmi daha
kabul edilebilir, daha ehli hale getirmek değildir. Örneğin "biz
fakirlikte değil; refahta eşitlik istiyoruz" gibilerden ehlileştirmelere
açıktan karşı çokmak gerekiyor. Sosyalizmi vahşileştirmeliyiz; daha az kabul
edilebilir hale getirmeliyiz; "yoksullukta eşitlik"
önermeliyiz."
Açık ki, M. Erkan da o paragrafta
neyin tartışıldığını ve vurgulandığını tam anlamamış; kendi kafasını meşgul
eden bir soruna göre yorumlamış. M. Erkan yazıdan, bir sosyalizm anlayışının
tartışıldığı sonucunu çıkarmış. Yazar ise orada, sosyalizm derken, sosyalist
toplum anlayışını değil; sosyalizm için mücadelenin çağrısının, vurgusunun
niteliğinin ne olması gerektiğini tartışıyor. Orada geleceğin sosyalist toplumu
değil, bugünün koşullarına göre çağrının niteliği ve en fazlasıyla belki bir
geçiş döneminin zorlukları söz konusudur. Sosyalizm sadece sosyalist toplum
anlamında değil, sosyalizm uğruna hareketler, ideolojiler vs. anlamlarında da
kullanılır. Söz konusu olan böyle bir kullanımdır.
Önce bir yanlış anlamaya yol açmamak
için şunu belirtmek gerekiyor: yoksulluğun ya da zenginliğin paylaşılması
farklı şeyler değil, bir ve aynı şeydir. Zenginliği paylaştırdığınızda
fakirliği paylaştırmış olursunuz. Bardağın yarısı dolu veya yarısı boş demek
gibi bir durum söz konusudur. Ama bu bir ve aynı eylem, fakirler açısından
zenginliğin paylaşılması olarak; zenginler açısından da fakirliğin paylaşılması
olarak görülür.
Sosyalizmi zenginliğin ya da
yoksulluğun paylaşılması olarak tanımlamak yanlıştır. O bir sınıfsız toplum
olarak sınıflı topluma göre ya da sınıfsız toplumun başka biçimlerine göre
tanımlanabilir. Sosyalizmin belirleyici özelliği; paylaşmanın hangi kritere
göre yapılacağıdır. Bu kriter de, çalışmadır,
emektir: kapitalizmde çalışmadan, ama çalıştırarak; veya topraklarınız veya
büyük paralarınız olduğu için büyük zenginliklere el koyabilirsiniz. Ama
sosyalizmde, toplumsal zenginlikten alacağınız payı emeğinizin miktarı
belirler. Çalışmayana ekmek yok! Sosyalizmin özü budur.
Ama emeğe göre dağılım, ürünlerin belli bir bolluğunu var sayar.
Emeğinizin karşılığında ne alacağınıza siz karar verirsiniz. İsterseniz, kötü
yemek yer güzel ayakkabılar alabilir, isterseniz çıplak dolaşır bütün paranızı
kitaba verirsiniz, isterseniz en iyi yemekleri yersiniz hiç bir gazete bile
almazsınız. Ama bütün bunlar, en azından bugünkü gelişmiş kapitalist
ülkelerdeki kadar ürün ve hizmet bolluğunu var sayar. Bu komünizmdeki gibi
gürül gürül akan bir bolluk olmasa da.
Ancak böyle bir bolluk yoksa, örneğin
ekolojik nedenlerle sınırlamalar getirilmek zorundaysa, bu hizmet ve ürünleri
insanlara eşit olarak dağıtmanın tek yolu karne olacaktır. Bunun adı da “askeri komünizm”dir. Bunda ihtiyaçları
toplum belirler. İhtiyaç burada temel ihtiyaçlar anlamındadır artık, komünist
toplumdaki, kişinin kendisinin belirlediği anlamda değil.
M. Erkan'ın örneğinde olduğu gibi,
"et kaynaklarının et oburlar arasında "dengeli" ve
"adil" paylaşılmasını savunmak" sosyalizm bile değildir, askeri
komünizmdir. Böyle bir öneri, fiilen, etin karneye bağlanması demektir. Etin
karneye bağlanması ise, beyaz işçi için kesinlikle bugünkü refah ve konforundan
bir gerileme demektir. Yani, M. Erkan aslında tam da "yoksulluğu
paylaştırıyor".
Burada aşılmaz bir engel
ortaya çıkar sosyalizm uğruna mücadele bakımından. Bu aşılmaz engeli daha da
somutlamak için bu sorunların sistematik olarak tartışıldığı Mandel'in "Marksist
Ekonomi El kitabı"ndan bir bölümü aktaralım:
Mandel kitabının geçiş dönemi
bölümünde, var olan üretici güçlerin bütün insanlığın (o zamanki insanlığın,
60'lardı galiba) beslenme, konut, sağlık gibi temel ihtiyaçlarını karşılamaya
yeteceğini kanıtlamaya çalışır. Ama bu çaba bile bugün için, kabul edilmez
argümanlarla doludur. Örneğin "Nükleer enerjinin üretim alanında
kullanılması, dünya enerji kaynaklarının azalması meselesine insan oğlunun
zekasının verdiği ilk cevaptır." gibi sözlerden sonra:
"Bugünden itibaren, nükleer
enerji, maden kömürünün nadir bulunduğu ya da nakledilmesinin güç olduğu,
hidroelektrik enerjinin nükleer enerjiden daha pahalıya mal olduğu az gelişmiş
bazı bölgelerde sanayileşme masraflarını azaltabilecektir" (s. 254) der. Ya da kimya sanayinin
büyük bölümünü gübre üretimine yöneltmekten söz eder. Yani bu koşullarla, o
zaman insanlığın temel ihtiyaçlarını giderebilecek bir gelişme seviyesinde
olduğunu söyler üretici güçlerin. Bu argümanların bu gün ne kadar geçerli
olacağı ve bir solcunun artık bu argümanları getiremeyeceği konusunu bir yana
bırakıp, bugün de Mandel gibi, yeryüzünün kaynaklarının ve üretici güçlerin
gelişme seviyesinin; yeryüzündeki ekolojik dengeyi bozmadan; yaşam koşullarını
tehlikeye atmadan; insanların beslenme, barınma, sağlık gibi en temel
ihtiyaçlarını; M. Erkan'ın bir çift sağlam pabucu ile bisikletini de buna
ekleyelim, karşılayacağını varsayalım. O zaman bile, Mandel, şunları yazıyor:
"Fakat ihtiyaçlara göre dağılım
üzerine kurulmuş bir ekonominin böylesine" doğrudan doğruya" girişi
(...) aşılmaz iki engelle karşılaşacaktır.
"Önce insanlığın ihmal
edilemeyecek bir kısmı için, halen tatmin edilmekte olan ihtiyaçlar, bu basit
ihtiyaçları bol bol aşmaktadır. Sanayice ilerlemiş ülkelerdeki halkların
çoğunluğu sadece yiyip içmekle, iyi kötü barınmakla, çocuklarına okuma yazmayı
öğretmekle ve sağlıklarını korumaya çalışmakla hiç bir şekilde yetinmiyorlar.
(...) Bu insanlar evlerini dekore etmek, çeşit çeşit elbiseler giymek, yorucu
ev işlerinden kurtulmak, -ısınma, çamaşır yıkama gibi- eğlenmek, seyahat etmek,
okuyup öğrenmek, hastalıklara karşı daha iyi korunmak, ömürlerini uzatmak,
çocuklarını daha iyi yetiştirmek istiyorlar.
"Aslında çok gerekli olan bu
ihtiyaçlar (ki emtia sanayii, şüphesiz bunlara, suni ihtiyaçlar ya da suni bir
şekilde arttırılmış ihtiyaçları da eklemiştir) en ileri kapitalist ülkelerde
kısmen sağlanmıştır. Basit olmayan bu ihtiyaçların tatmin edilmesini sağlayan
sanayi kollarının toptan kaldırılması, sanayileşmiş ülke halklarının büyük bir
kısmının hayat seviyesinde bir azalmaya yol açacaktır. Bu, adeta bir
"sefalet sosyalizmi" olacak, para ile sağlanan ihtiyaçların yerini
karne usulü ve çeşit bakımından sınırlı ürünler alacaktır."
"Böylesine "bir
sosyalizm" beşeri imkânların genel bir gelişmesini sağlamak şöyle dursun,
bugünkü ileri kapitalist ülkelerde yaşayan ortalama vatandaştan daha basit ve
az tatmin olmuş bir insan yaratacaktır.
"Öte yandan, azgelişmiş ülke
halkları da, Duessenbery'nin gösterdiği gibi, "taklit ve gösterişin
etkisi" sayesinde, çağdaş tekniğin yarattığı muazzam imkânların bilincine
varmışlardır. Onlar da ileri ülke halklarının medeniyet ve konfor seviyesine
erişmek için can atıyorlar. Tıpkı sanayice gelişmiş ülkelerin halkları gibi,
onlar da, bolluğun yerini kıt kanaat geçinmenin aldığı bir keşiş sosyalizmini
kabul etmeyeceklerdir." (S. 262-263)
Mandel o zamanlar bile, hâlihazır
üretken güçlerin bütün insanları modern konforla donatamayacağını düşünür. Ve
Sanayileşmiş ülke çalışanlarını hiç bir fedakârlığa zorlamadan; hatta onların
yaşam seviyesinde de gelişmeler sağlayarak geri ülke halklarının yaşam
seviyesini düzeltecek modeller üzerine düşünür. O da Klasik bir Marksist olarak
sanayileşmiş ülke işçi sınıfı sosyalizm demedikçe; (ve daha az konforlu bir
hayat için hiç bir işçi sınıfının sosyalizm demeyeceğini bildiği için)
sosyalizmin bir hayal olduğunu çok iyi bildiğinden sanayileşmiş ülke işçisinden
hiç bir fedakarlık istemez.
Mandel bu hesapları yaptığında
yeryüzünün nüfusu bugünkünün belki dörtte biri bile değildi. O hesaplarda
Nükleer enerji, kimya sanayii olumlu faktörlerdi ve yeryüzü pratik olarak
sonsuz kabul ediliyordu.
İşte bugün Mandel'in "aşılmaz
engel" dediği durum realitedir. Zengin ülkenin halkları
bugünkü konforlarından vazgeçmek zorundadırlar. Fakir ülkelerin halkları da bu
konfora ulaşmayı istememek zorundadırlar. Bu nedenle, sosyalistler, bu aşılmaz
engeli, zengin ve fakir ülkelerin işçilerine açıkça söylemekle
yükümlüdürler. İşte yazıda "artık
yoksullukta eşitlik" önermeliyiz diye anlatılmak istenen buydu. Bununla,
bugünkü çıkmaz; bu çıkmaz içinde sosyalizmin yeni stratejisi, ve bunun ahlaki
ve ütopik niteliği göze batırılmaya çalışılıyordu.
Eğer bu yayın düzenli olarak yaşamını
sürdürebilirse, daha somut verilerle bu son derece hayati konuyu gelecek
sayılardan birinde ele almak çok yararlı olur.
Komünist Toplumun Bolluğu
Burada Ergun Aydınoğlu'nun
eleştirisine geçilebilir. Ergun'un gelecek tasavvuru üzerine temel eleştirisi
şu:
"O içinde yaşamakta olduğumuz
toplumun "zenginlik", "büyüme" kavramları ile bir muhtemel
komünist toplumun gerçekleştirilme olanaklarını yargılamakta"
Ne yazık ki bu eleştiri hiç doğru
değil. O yazıda, bırakalım komünist toplumu, daha kapitalizm şartlarında başka
bir uygarlığı programlaştırmaktan söz ediyordu yazar, başka bir üretim
biçimini değil sadece. Orada aynen şöyle yazıyordu:
"Ne yapacağımızı biliyor muyuz?
Hayır. Önce bir programımız yok. Eskiden vardı ama artık yok. Nasıl burjuva
devleti ezilenler tarafından sınıfsız bir topluma gidişte kullanılamaz ise,
aynı şekilde bugünkü uygarlığın maddi araçları da sınıfsız bir topluma gidişte
bir araç olarak kullanılamaz. Otobanlarıyla, turizmiyle, televizyonuyla bugünkü
uygarlık sınıfsız bir toplumun oluşumuna hizmet edemez.
"Bu ders bir çok sorunları da
beraberinde getiriyor: sınıfsız bir topluma, yani sosyalizme geçiş dönemi
sadece burjuvazinin egemenliğini kırmaya yönelik bir geçiş dönemiyle
(proletarya diktatörlüğü) sınırlı kalamaz: aynı zamanda bütün bu maddi
uygarlığın dönüştürülmesini içeren bir geçiş dönemi de gereklidir. Hatta bugün
gelişmiş olan ülkeler böyle bir dönüşümün en zor olacağı yerlerdir." (S. 50-51)
Alıntıda açıkça görüldüğü gibi,
bırakalım komünist toplumu, sosyalist toplumun bile bugünkü zenginlik ve büyüme
kavramlarıyla kurulamayacağı; tam da bu dönüşümü sağlamak için bir geçiş dönemi
gerektiği (ki bu yeni bir görüştü ve asıl tartışılması gereken önermeyi
oluşturuyordu) söylenmektedir. Ancak bundan bir kere söz edildiği, zaten her
sosyalistin Ergun'un sözünü ettiği farklı zenginlik kavramları anlayışında
olduğu kabul edildiğinden, yazma ekonomisi bakımından, tekrar edilmemişti.
Yazarın tezi aslında Ergun'unkinden
çok daha erken başlayan ve radikal bir dönüşüm öngörmekte ya da savunmaktadır.
Yazar, bütün bu dönüşüm koşullarında bile artık komünist bir toplum için
tarihsel fırsatın kaçtığını, ya da insanlığın küçük bir bölümünün büyük
çoğunluğu yok etmesiyle böyle bir olanağın tekrar ortaya çıkabileceğini ifade
etmektedir.
Ergun'un yanılgısı, uçak, turizm,
otomobil, moda vs. ile sembolize edilen bugünkü kapitalizmin zenginlik
anlayışının terk edilmesiyle, insan başına daha az enerji, çelik, kumaş vs.
gerekeceği kanısında. Bu oldukça yanlış bir anlayıştır. Komünizm adı üstünde
zenginliklerin gürül gürül akmasını gerektirir. Emeğin ortadan kalkmasını
gerektirir. Mutlak bir bolluk demektir. Ancak o koşulda, işbölümü ortadan
kalkabilir. Bu ise, pratik olarak, en azından bütün temel ihtiyaçların ve hatta
daha fazlasının robotlar tarafından üretilmesi demektir. Evet belki otomobil
ortadan kalkacaktır ama diyelim adam başına yüz tane; otomobilden çok daha komplike,
çok daha fazla metal gerektiren, çok daha fazla enerji gerektiren robot
gelecektir.
Ergun, bugünkünden bile daha az bir
toplam tüketim için, bugünkünden çok daha fazla üretilmesi gerektiğini; bu az
tüketilecek şeylerde kesin bir bolluk olması gerektiğini kavramıyor. Emek
kategorisinin ortadan kalkmasının ancak o zaman mümkün olabileceğini anlamıyor.
Bu bolluğun nasıl bir şey olduğunu
bir örnekle daha iyi kavramak mümkün olabilir.
Örneğin Dil'i ele alalım. Kelimeleri,
hiç bir sınırlama olmadan, istediğiniz kadar tüketebilirsiniz. Orada mutlak bir
bolluk vardır. Ama bolluk var diye bütün kelimeleri ha bre kullanmanız gerekmez
elbette. İhtiyacınıza göre, kullanırsam biter mi diye hiç düşünmeden
kullanırsınız. Hatta anlatmak istediğiniz konuya ne kadar hakimseniz ve kelime
hazneniz ne kadar zenginse, o kadar az kelimeyle, o kadar sadelikle derdinizi
anlatabilirsiniz. (Sadelik, ancak gelişmenin çok yüksek bir aşamasında ortaya
çıkan bir şeydir ve basitlikle karıştırılmaması gerekir. Basitlik hiç değildir.
Altamira mağaralarındaki hayvan resimleriyle, Picasso'nun boğası birbirine çok
benzer: ama biri basittir diğeri sade. Biri kıtlığın, diğeri, resim söz konusu
olduğu için, muazzam kaynaklara egemenliğin ürünüdür.) İşte komünist toplumda
da, o sadeliğe ve az tüketime ulaşmak için maddi zenginliklerin tıpkı dilde
olduğu gibi muazzam bir bolluğu söz konusu olması gerekir. Ancak bu koşulda,
nasıl konuşmada emek kategorisi yoksa toplumdan emek kategorisi yok olabilir.
Yani emeğin artık olmadığı,
zenginliklerin gürül gürül aktığı toplumun insanı, bütün değişiklikler veri
kabul edildiğinde bile bugünkü bir ortalama ileri ülke vatandaşından çok daha
fazla enerji ve kaynak tüketmek zorundadır. Bu ise artık tarihsel olarak
kaçmış, ya da eğer insanlık yaşarsa yüzlerce yıl sonra tekrar ortaya
çıkabilecek bir olanaktır.
Ergun'un eleştirisindeki İşçi sınıfı
bölünmüşlüğü, Beyaz işçilerin devrimci potansiyeli gibi konulara ise ilerde
başka bir yazı çerçevesinde girmeyi düşünüyorum. Şimdilik bu kadar!
11.05.95
Demir Küçükaydın
*
Marksizm ve Sosyalizmin Sorunları
Sempozyumu ile ilgili linkler şunlardır:
E-Mail:
Blog:
Mail Grubu:
Twitter:
Facebook Etkinlik
Facebook Grup:
* Bu
hikaye şöyledir. Bir köylü traktör alır ve pazara kasabaya giderken bir başka
köylüsüne gel seni de götüreyim der. Giderlerken yolda kocaman bir manda boku
görürler. Traktörü olan diğerine "Ye şu boku vereyim sana bu traktörü
der". Öbürü de Traktörü alabilmek için oturup boku yer. Akşam dönerlerken
ikisi de durumdan hoşnutsuzdur. Bu sefer başka bir bok gördüklerinde, traktörün
yeni sahibi olan, eski sahibine "ye şu boku vereyim sana traktörünü
geri" der. Bu sefer de o boku yer ve traktörü geri alır. Artık köye
gelirlerken traktörün sahibi, "yahu sabahleyin traktör benimdi, şimdi gene
benim; sen yanımda oturuyordun, şimdi gene ordasın. Peki biz bu boku niye yedik?" der.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder