Örgütsüz insan korkaktır. Türkiye’de halk örgütsüzdür
dolayısıyla korkaktır.
Çünkü biricik tepeden tırnağa örgütlü biricik güç bu
merkezi, bürokratik, keyfi, militer, polis devletidir.
Bu devletin temel işlevi halkı örgütsüz bırakmaktır. Halkın
devletten bağımsız, onun bilgisi, kontrolü ve yönlendirmesi dışında örgütlülüğü
ve bu devlet ateş ve su gibi, madde ve anti madde gibi bir arada bulunamazlar.
Bu nedenle halk korkaktır. Bu halk devletten sinyal almadan,
onun desteğini hissetmeden kılını kıpırdatmaz.
Bu nedenle belli kitle hareketleri ancak bu devlet içinde
çatlaklar olduğunda, bir kesim karşı tarafı geriletmek için, barajın
kapaklarını biraz açtığı durumlarda ortaya çıkar.
Bizzat kendileri böyle bir iç çatışmanın ürünü olan, Birinci
ve ikinci ve Üçüncü Meşrutiyet’ten bugüne kadar bu kural hiç bozulmamıştır.
Ve bu nedenle de devlet içindeki çatlaklar, halk esas olarak
örgütsüz olduğundan, ekonomik durumda ve uluslararası durumda sıkışmalar olduğu
ve dengeler değiştiği zaman ortaya çıkar ve yeni bir fraksiyon ağırlık kazanır.
Ama o devlet yerli yerinde kendini yenilemiş olarak
varlığını sürdürmeye devam eder.
Üçüncüsü dahil meşrutiyetler de, TC’nin kuruluşu da, çok
partili rejime geçiş de hep bu çizgiyi izler. Hitler yenilmeseydi TC hala
ezeli, tek, ebedi şefler rejimlerinde devam ederdi. İsmet Paşa, bu devlet
sınıflarının deneyli ve uzak görüşlü bir yöneticisi olarak, bu değişimi günü ve
zamanı geldiğinde yaparak, bu “sünufu devlet”e bu güne kadar gelmeyi mümkün
kılan esnekliği sağlamıştır.
Bunları bilen ve Türkiye’de politik mücadele veren herkes,
bu örgütsüz olduğu için de son derece korkak, korkak olduğu için kendisine bile
saygısını yitirmiş, zayıf gördüğünün Azrail’i kesilen, güçlünün önünde yerlere
kapanan Firavun ve Nemrut zamanlarından beri bunu aynı zamanda içselleştirmiş,
köleleşmiş halk, öyle kendiliğinden linç yapmak, saldırmak bir yana, yan
bakmasının bile mümkün olmadığını bilir ve bilmek zorundadır.
Bu nedenle Kılıçdaroğlu’na yumruk gibi (daha önce Ecevit’e
suikast, Özal’a suikast, Mesut Yılmaz’a yumruk vakalarında olduğu gibi. Bütün
bunlarda Ecevit, Özal ve Yılmaz kimin neden bunları yaptırdığını biliyorlardı
ama bunu açıklamaya bile cesaret edemediler. Mesajı almakla yetindiler.
Kılıçdaroğlu’nun da farklı bir refleks göstermesi beklenmemelidir. Çünkü o da
aynı mahallenin çocuğudur. Ve “Sokağa çıkmamızı (Sokağa çıkmak suç mu, anti
demokratik mi, tam da sokağa çıkma hakkını gaspetmek için değil mi? )istiyorlar,
ülke bütünlüğüne (Demokratlara ve demokrasiye değilmiş yani) yapıldı vs.
diyerek mesajı aldığını ifade etti bile.) olayları, hala kimi gazetelerin
tahriki, içişleri bakanı veya Bahçeli’nin konuşmalarından etkilenenlerin yapması,
ülkeyi kamplara bölecek söylemler gibi ifadelerle açıklayanlar naif değilseler
bile gerçeği ve gerçek faili, yani bu devleti gözden kaçırmaya hizmet etmiş
olurlar.
O gazeteler ve bayanatlar, o korkaklar yığını halka “arkanızdayız”
diyerek, fiili bir operasyonel güç tarafından harekete geçirilmeleri için
garanti verme işlevi görürler.
Bu halk o kadar örgütsüz ve korkaktır ki, doğrudan
görevlilerce örgütlenmediği takdirde o garantiler ve psikolojik tahrik bile
harekete geçirmeye yetmez. Bu nedenle savunma bakanından, valisine, Emniyet
müdürüne kadar cümle “askeri ve mülki erkan” “olay mahallinde” hazır
bulunmalıdır ki, muhalefet liderine saldıracak cesaret bulsunlar.
Bu nedenle “sağduyu” “birlik” çağrıları yapmak değildir
demokratların ve muhalefetin görevi. Tam da bu somut vesilerle, Müslüman’ın beş vakit namaz kılması gibi, bıkmadan ve
üşenmeden, bu merkezi, bürokratik, keyfi, militarist polis devletinin, bu
kahredici, köleleştirici mekanizmanın parçalanması ve yerine halkın üzerinde
yükselmeyecek, ucuz, onun emirleri dışına çıkamayacak, merkezi ve bürokratik
olmayan bir mekanizmanın kurulması gerektiğini bilinçlere temel olarak
kazımaktır. kısa vadede bir işe yaramasa da bilincin derinliklerine yer eder ve
devletin bir zayıflık anında kitleler harekete geçtiğinde dayanılacak bir program
ve gelenek oluşur.
Bu işin alfabesidir.
*
Öte yandan bu gibi olayları politik ve toplumsal güçlerin
mücadelesi olarak ele alıp kendimizin ne yapacağını tartışmalıyız. yani
demokrasi mücadelesinin programını, stratejisini, taktik, örgüt ve mücadele biçimlerinin
neler olması gerektiğini tartışmalıyız.
Tartışmaktan, hele düşmanın gözü önünde tartışmaktan
korkmamak gerekir.
Çünkü zaten bu devlet her şeyi, neyin ne olduğun bilir. O
milyonluk en son teknikle donanmış, modern istihbaratlar, polis, muhtar, kapıcı,
muhbir, lümpen boşuna mı vardır? Zaten bu halk aynı zamanda gönüllü muhbirdir. Belki
bir kemik kaparım diye herşeyi satmaya hazırdır. Baskı altına alınmışlığının
acısını çıkarmak için ilk fırsatta demokratları bu devlete satmak için alesta
bekler.
Bu nedenle düşmanın gözü önünde tartışmaktan kaçmak, aslında
devletin gözü önünde kalıp, halkın gözü önünde tartışmadan kaçmak, haltan gizli
devletin bilgisi dahilinde tartışmak anlamına gelir.
Ayrıca bu halkın siyasi eğitimi için de olmazsa olmazdır.
*
Şimdi, ayrıntılar arasında kaybolmadan bu saldırı olayı
nedir, neyin nesidir ona bakalım.
Yıllardır, aslında bir darbeyle iktidarı almış Erdoğan-Ergenekon
diktatörlüğünün en zayıf yerinin Erdoğan olduğunu, onun en geniş muhalif
kesimlerin bir araya gelmesi için aynı zamanda çok elverişli bir imkan
olduğunu, esas vuruş yönünün, hedefin o olması gerektiğini yazdık. Burada
kazanılacak küçük bir başarının bile karşı tarafın içindeki çelişkilerin
keskinleşmesine ve gün yüzüne çıkmasına yol açacağını yazdık. Son olarak da
örneğin seçimlerden önce şöyle ifade ediyorduk:
“Eğer izlenimlerimiz
bizi yanıltmıyorsa, bütün bunların sonucu olarak şimdi diyebiliriz ki, iktidar
bu seçimlerde bütün hile ve baskılarına rağmen ciddi bir kayba uğrayacaktır ve
bu zaferin bir tek sahibi olacaktır: HDP.(…)
Bu muhtemel sonuç
bütün dengeleri değiştirecektir. Bir türbülansa girilmesine yol açacaktır.
HDP’nin bu başarısı karşısında ekonomik kriz ve uluslararası durumun da
sıkıştırmasıyla hem iktidarla muhalefetin hem iktidarın hem de muhalefetin
içindeki çatlakların derinleşmesi, karşılıklı suçlamalar alıp başını
gidecektir.
Kürtleri ve HDP’yi
baskı altına alma ve tecrit etme politikasının iflası tekrar Kürt sorununu
çözme tartışmalarının gündeme taşınmasına yol açacaktır.
Alternatif arayışları
artacaktır. İktidarın zayıflığını görenler ufak ufak gemiyi terk etmenin
yollarını arayacaklardır. Bu da krizi ve bölünmeleri derinleştirecektir. Yani
iktidarın ve hatta resmi muhalefetin krizinde kendini besleyen bir süreç
başlayacaktır
Kısaca önümüzdeki
dönemde istikrarsız, ekonomik, politik ve ideolojik krizlerin birbirini
izlediği ve beslediği bir döneme girilecektir büyük bir olasılıkla.” (“Referanduma Dönmüş bir Mahalli Seçim ve
Sonrası Üzerine”)
Şimdi olan budur. İktidar içinde çelişkiler derinleşmeye başladı
ve görünür oldu. Erdoğan kısıldığı kapandan, Ergenekon’un elinde rehin olmaktan
bu sefer muhalefete elini uzatarak kurtulmak için yoklamalar yapmaya; (Ve CHP
bu eli tutup, demokrasi ve insan hakları koşulunu bile öne sürmeden, “milli
birlik” diyerek Erdoğan’a bir kurtarıcı ip atmaya ve Kürtlerin (HDP) tecridine
hazırdı. Bakınız: Erdoğan’ın Suflörü Abdülkadir Selvi’nin yazdıkları: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı”
için elini uzattığı muhalefetin o eli
sıkmaya hazırlandığı bir dönemde Kılıçdaroğlu’na yapılan bu saldırıyı
geçiştiremeyiz. Bu heyecanlı birkaç gencin saldırısı olarak görülemeyecek kadar
“derin” bir iştir” (Gazete Duvar), Eski AKP’liler yeni parti kurma çalışmalarını daha açık ifade
etmeye, Gül beyanatlar vermeye vs. başladılar.
Bu arayışlar ise, Ergenekon ve onun siyasi temsilcisi
Bahçeli’nin aslında Erdoğan’a yönelen tehditlerine yol açtı. Yani iktidar bloğu
içinde çelişkiler derinleşti ve görünür olmaya başladı.
Kılıçdaroğlu’na yapılan bir taşta birkaç mesajdır. Daha doğrusu
Bahçeli tarafından ifade edilmiş mesajlara resmi devlet damgası
vurulmasıdır. Bu saldırıların zaten
kategorik olarak muhalefeti ve demokratları sindirmeye yönelik olması eşyanın
tabiatı gereğidir. Ama daha da somut olarak, sadece Kılıçdaroğlu’na değil,
CHP’de daha fazla kitlelerin mobilizasyonuna değer veren ve Kürt demokratik
hareketinden pem de uzak durmak istemeyen genç İstanbul ekibine, Erdoğan’a,
bugün karar verecek olan Yüksek Seçim Kurulu’na da bir mesajdır.
Kılıçdaroğlu verdiği mesajla mesajı aldığını ifade ediyor: “ Kılıçdaroğlu,
"Planlanan bir saldırıydı. Güvenlik
önlemi yetersizdi. Amacın CHP'yi sokağa dökmek olduğunu düşünüyorum." (T24) Kılıçdaroğlu
bu sözleriyle saldırıya uğradığı saatlerde Maltepe’de miting yapan, tehditlere
rağmen maçlara giden, HDP ile fiili bir ittifaka giren, Selahattin Demirtaş
hakkında olumlu ifadeleri olan İstanbul’un genç CHP’lilerine uyarı yapıp mesafe
koymuş oluyor.
Sesini şu ana kadar çıkarmayan Erdoğan ve bugün karar
verecek YSK’nın mesajları alıp almadıklarını ise bugün göreceğiz. Muhalefetin
gösterdiği tepkiler korkak ve cansız olduğundan muhtemelen onlar da hizaya
geleceklerdir geçici olarak. Ama hizaya gelmeleri krizi derinleştirecektir.
Gelmemeleri de ha keza aynı şekilde derinleştirir.
Biz buna karşı muhalefetin ve demokratların elinde çok güçlü
bir silah olduğunu, bu her türlü yasanın ve hakkın ayaklar altına alındığı
diktatörlükte ancak kitlesel, barışçıl ve toparlayıcı bir mücadele biçiminin bu
gidişi engelleyip dengeleri kökten değiştirebileceğini söylüyoruz ve somut
olarak hiçbir bayrak taşımadan, hiçbir slogan atmadan, tamamen bir yerde
bulunma, seyahat etme hakkı gibi son hak çerçevesinde her gün belli yerlerde ve
zamanlarda yığınsal olarak BULUNMA biçimini öneriyoruz. Bu koşullar bir
bütündür ve hepsi bir arada olduğunda bir işlev görebilir. Toparlayıcı olmak
için hiçbir dni, dili, siyasi eğilimi vs. belirten dolayısıyla diğerlerini
dışlayan bir bayrak pankart slogan olmamalıdır. Yani optik ve akustik
renksizlik. Renksizliğin rengi. Tıpkı eletromanyetik tayfın yedi renginin
bir araya geldiğinde bizlere renksiz veya beyaz ışık olarak görünmesi gibi. Ve bir
zamanlar, 68’lerde Paul simon’un şarkısında olduğu gibi Sessizliğin Sesi (“The Sound Of Silence”. Bu
aynı zamanda politik haklar alanından en temel haklar alalına geçip, kanunların
ve idari kararların etkisizleşmesi anlamı a gelir: bu da kitlesellik sağlar.
*
Bu vesileyle sözü Açlık Grevlerine getirelim.
Konuya vicdan, acıma bağlamında yaklaşmayacağız. Çünkü bunlar
politik tartışmalar değildir. İnsanların vicdanlarına, acıma duygularına hitap
etmenin hiçbir anlamı olmadığını ve çoğu durumda vicdanları yaralayacak eylemleri
ve düşünceleri örtmenin aracı olduğu bilinmez değildir. Bu nedenle konuyu bir politik
olarak ele alıp tartışmaya çalışacağız. Ayrıca vicdanlara hitap eden ve acıma
bekleyen Türkiye’nin demokratlarının ve politik muhalefetinin köle diline pirim
vermemek için de bu gereklidir.
Kendisi üzerindeki tecridin kaldırılması için adeta ölüm
orucuna dönen süresiz ve “Süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi” yapan arkadaşların
da çok iyi bildiği veya bilmesi gerektiği gibi Abdullah Öcalan’ın stratejisi,
Kürtlük üzerindeki baskıya ve Kürtlüğün ezilmesine son vermek için, ayrı bir
devlet değil, var olan devletin baştan aşağı değiştirilerek, herkesin eşit
yurttaşlar olarak yaşadığı, hiçbir dili, dini, kültürü vs. baskı altına almayan
bir Demokratik Cumhuriyet’tir.
Bunu ulaşmak için de ezen ulusun ve hatta bütün Ortadoğu’daki
ulusların ezilen çoğunluğun kazanmak gerekir. Bunun için de Kürtlük değil,
demokrasi bayrağı ortak bir bayrak olabilir.
Kürtlerin üzerindeki baskı ve şiddeti ortadan kaldırmanın
yolu, ayrı bir Kürt devleti değil de aynı “devlet” içinde eşitlik olarak
koyulunca burada dayanılacak ve
kazanılacak güçler elbette çok farklı olur.
Örneğin ayrı bir devlet kurma amacının egemen ulusun da
çoğunluğu kazanmak gibi bir derdi olmaz. Zaten böyle bir amaçla o kazanılamaz. Çünkü
tok açın halinden anlamaz. Kimse başkasının sorunu için canını tehlikeye atmaz.
El elin eşeğini ıslıkla arar. Vicdanlara hitap etmek, kendini acındırmak hiçbir
işleve sahip değildir. aslında bu da Kürt ve Türk, Alevi ve Sünni politikasına
burjuvazinin egemen olmasının bir görünümüdür bu acındırma ve merhamet dilenme
dili.
Açın Kürt veya Alevi basınına veya liberallerin egemen
olduğu sol basına, twittere, paylaşımlara bakın. Bu köle ve dilenci dilinin sola
ve demokratlara nasıl egemen olduğunu görürsünüz. Bir strateji tartışmasının
yerine vicdanlara hitap eden bir acındırma çabasıyla doludur her yer. Biz Kürtler
(veya Aleviler, Müslümanlar, Sosyalistler, Demokratlar vs.) bu kadar acı
çekerken, haksızlıklara uğrarken niye harekete geçmiyorsunuz? Vicdanınız
sızlamıyor mu? Bütün mesaj özünde budur. Bu politika yapmak ve politik mücadele
vermek değildir. Bu acındırma stratejisi, vicdanlara hitap stratejisi, küçük
bir aydınlar veya “vicdanlılar” grubunun duygu ve düşüncelerini harekete
geçirmekten başka bir işe yaramaz. Ciddi değişiklikleri ise, ancak ya
milyonlarca insanın eylemi ya da büyük politik güç ve yer değiştirmeleri
sağlayabilir.
O halde modern insanlar, modern demokratlar, işçi sınıfı,
soruyu şöyle sorar: Tok açın halinden anlamayacağına., vicdan politikası
politika olmadığına göre nasıl bir programım, stratejim, taktik, örgüt ve
mücadele biçimlerim olmalıdır ki geniş kitleleri, büyük bir gücü bu yolda
harekete geçirebileyim.
Böyle bir tartışmanın yokluğu ile vicdan ve acındırma
politikasının egemenliği aynı madalyonun iki yüzüdür.
Ayrı bir devlet kurarak Kürtlerin üzerindeki baskıya son
verme program ve stratejisinin egemen ulusun çoğunluğunu kazanmak gibi bir
derdi olmaz, ancak ona ayrı devlet kurmaya müsaade etmemenin astarının yüzünden
pahalıya geldiği gösterilerek, başka çıkış yolu olmadığı kanıtlanmaya çalışılır.
Bu nedenle ayrı bir devlet stratejisi ister istemez, ihtiyacı
olan yedek ve kazanılacak gücü, başka devletlerle iş birliği, onların çelişkilerinden
yararlanma noktalarında arar, bu yönde arayışlara yol açar.
Bu ise egemen ulustan kitleler içinde tecridi arttırır. Bu
tekrar geri döner aynı türden arayışları
besler ve uzun ve kanı bir süreç sonunda, dünya ve bölgedeki devletlerin ve mücadelenin
dengeleri ile, iş egemen ulusun ezilenlerine ve devletine astarı yüzünden
pahalıya geldiğinde ancak böyle bir hedefe ulaşılabilir.
Dünyanın en stratejik ve kritik noktasında üç büyük ve eski
uygarlık merkezi (Pers (İran), Hitit (Türkiye), Asur (Suriye)) ve bunların
devletlerinin yaşadığı bir noktada bu neredeyse olanaksızdır ve ancak bir dünya
savaşı veya Ortadoğu’nun diyelim ki öneminin yitmesi, Petrolün bir enerji
kaynağı olarak işlevinin kalkması gibi büyük, çağ değiştirici politik ve teknik
alt üstlüklerden sonra belki böyle bir sonuç alınabilir.
O halde Kürtlerin (ve dolayısıyla diğer dillerden ve
dinlerden olanların) üzerindeki baskının ortadan kalkması için bir Demokratik
Cumhuriyet stratejisi biricik başarı vaat eden ve en az kayıp ve kanla, en az
düşmanlıkla ulaşılabilecek bir hedeftir. Egemen devletler ve kan emici sülükler
dışında herkese kazandırır.
Sanıldığının aksine Öcalan bu stratejiyi, yakalandıktan
sonra değil, ta 90’lardan beri savunuyordu. Ve zaten böyle bir arka planı
olmasaydı, çok uzun zamandır bizzat kendi örgütüne karşı savunup bir parça
anlayış oluşturmasaydı, yakalandığında o korkunç ve elverişsiz koşullarda bu
stratejiye gelmiş olsaydı, bütün örgütü parçalanır, Kürt özgürlük hareketi
dağılabilirdi.
Doğru bir strateji ve hedef, siz önceden başınıza gelecek
felaketleri öngöremezsiniz bile, böyle felaketleri hem engeller hem de başa
geldiğinde onların en az zararla, hatta güçlenerek atlatılmasını sağlar.
Öcalan’ın yakalanmasının Türk devletinin bürokratlarının umduğu ve beklediğinin
aksine Kürt hareketi ve Öcalan için bir son değil, yeniden hızlanmak için bir
geri çekiliş gibi bir sonuç vermesinin nedeni budur.
Kürt hareketi hiçbir zaman Öcalan’ı bu genişliği ve
derinliği ile kavramadı. Öcalan’ın yokluğunda ne yapacağını bilememesinin ve
sürekli kafasını oraya buraya çarpmasının nedeni budur. (Bunun ardında da
hareketin doğuş zamanındaki ruh haliyle köylü yoksullara dayanması vardır. Köylüler
ancak yarattıkları Taşbaş’ların ardından giderler, onlara Mehdiler, Mesihler
lazımdır. Mehdiler ise tartışılmaz. Öcalan’ın fikirlerine koyulan tartışma ve
eleştirme yasağı bizzat onun anlaşılmasının önünde de bir engeledir. Burada
kendini besleyen bir fasit daire vardır.)
Dolayısıyla Kürt hareketi Öcalan’ın stratejisiyle, buna
karşı olan amaç ve strateji arasında salınıp durur: hiçbir uzun vadeli ve
istikrarlı politika izleyemez. Aynı anda birbirini izleyerek birbirinin
etkisini yok eden bir çizgi izlenir. Öcalan çizgisine uygun her başarının
ardından bu çizginin başarılaını yok eden diğer çizginin bir hareketi olur ve
onu yok eder. Örneğin 7 Haziran’ı Hendekler ve Özerklik ilanları izler.
Ve yine buna bağlı olarak, Öcalan hiçbir zaman kendisinin
serbest bırakılmasını, “barış süreci” denilen dönemde gündeme getirmemiş ve
getirenlere ise, demokrasi olduğunda her şey olur demiştir, hatta bu konuyu
gündeme getirenleri nazikçe azarladığı bile söylenebilir. Çünkü Öcalan şunu
bilir, kendisi mücadele hedefi ve nesnesi olduğu anda kendi yenilgisini ilan
etmiş olur.
Bütün mücadele tarihi, Türk devleti ve iktidarlarının ancak
sıkıştıklarında, tecrit olduklarında, egemenliklerini ve varlıklarını sürdürmek
için bir stratejik değişiklik yapmak, tecritten kurtulmak için ateşkes veya
barış gibi adımlar attıklarını veya atabildiklerini göstermiştir.
En son “barış süreci” denilen ateşkes, Öcalan’ın
stratejisinin başarısı, legal Kürt hareketinin tecrit edilememesi, Türkiye’nin
legal siyasetinde görmezden gelinemeyecek bir güç olması, barajları bir şekilde
aşarak Meclise girmesi, belediyeleri alması ve buna paralel olarak Suriye’de
YPG’nin birden bütün kuzey Suriye’ye egemen bir güç olarak çıkması nedeniyle Türk
devletinin bir strateji değişikliğine gitmesi nedeniyle olmuştur.
Amaç Kürt hareketini yanına çekerek Alevi ve Laiklerin
yükselmeye başlayan muhalefetinden tecrit ve Suriye’ye karşı ittifaktı.
Öcalan’ın müdahaleleri bu ikisini de engelledi. Kürt hareketi Gezi’nin ilk
günlerinde olduğu gibi kimi zaman yalpalasa da bu iki tuzağa düşmedi, (Gezi bu
muhalefetin bir isyanla patlamasıydı ve bu anlamda Gezi’yi selamlayan Öcalan
olmasaydı, başarıya da ulaşabilirdi Erdoğan ve Devletin hesabı. İlk günlerde A.
Türk ve Demirtaş’ın beyanlarına bakarak bu kolayca görülebilir) aksine, devleti
kendi oyununa getirerek, hareket alanını ve demokratik güçlerle ilişkisini geliştirdi
ve meşhur 7 Haziran başarısını yakalayabildi.
Ve Türk devleti uyguladığı stratejinin de kendisine karşı
çalıştığını, Kürt özgürlük hareketinin yeni mevziler kazanmasına yol açtığını
görünce, bu sefer tam tersine yani tekrar inkar ve imha stratejisine dönerek aynı
hedefe ulaşmaya çalışıyor.
Ve karşı güçlerin bu stratejik dönüşü, maalesef Kürt
hareketinin Öcalan’ı çiğnemesi, onun yıllardır izlediği stratejiyi terk edip,
kendi gücünü abartarak, demokratik müttefiklerinin eğilim ve karakterlerini
zerrece hesaba katmayarak, karşı tarafın gücünü küçümseyerek (Duran Kalkan’ın çok
sonraki, Devletin böyle şiddetli geleceğini tahmin etmemiştik anlamındaki
sözleri ve Bese Hozat’ın “devrimci halk
savaşı” çağrıları hatırlansın) Hendekler ve “Özerklik” denerek yapılmış (Ki bunlar isyan demektir
bunu çocuklar bile bilir) isyan gibi bile olmayan isyanla (İsyan’ın bir tek
yasası vardır: hücum, hücum, hücum. Savunma baştan yenilgidir. Hendek ise
savunmaydı. Hem de büyük ölçüde mahalli gençlerin sırtına kalmış. “Demokratik
Özerklik” ilan ettiysen oraya başka güç ve devletlerin girmesini engelleyecek
askeri gücün olması gerekir. Oranın iaşe, ibade, hastahane, vs. tüm günlük hayat
düzenini sürdürecek bir örgütün ve gücün olması gerekir. Hasılı İsyan’la
oynanmaz!) tamamen Öcalan’a ters bir çizgiye gelinmesiyle kolaylaştı.
Yoksa bunca zaman kaybedilmez bu kadar acı çekilmeyebilirdi.
Çünkü Erdoğan-Ergenekon ittifakı aslında sadece bir ateşkes ve rahatlama değil,
bir devrim için bile olağanüstü elverişli bir imkan sunuyordu. Çünkü en geniş
kesimleri demokratik muhalefetin kucağına atıyordu.
Aleviler ve Laikler kendilerinin kamusal alandan
dışlanmaları ve devletin aynı zamanda en gerici İslam’la tanımlanmaya başlaması
nedeniyle tıpkı Kürtler gibi bir ezilen ulus durumuna düşmüşlerdi ve Kürtlerle
Erdoğan’a karşı açıktan olmasa bile fiili ittifak yapmaya hazırdılar. (Hala da
hazırlar, Son seçimlerin gösterdiği gibi. Elbette Türklerin ezici bir kesimim
faşistleştiği durumda bunu açıkça yapmaları zordur. Çünkü bu sefer oradaki
oyları ve ilişkileri kaybedip tecrit olurlar. Tıpkı Kürt hareketinin de
içindeki ayrı bir Kürt Devletini esas hedef olarak alan, Öcalan’ın hedefini bu
amaca ulaşmak için bir “takiye” olarak yorumlayan geniş kesimlerle bir türlü
kopamaması, ve kopmaya kalktığı takdirde ciddi bir tecrit olma tehlikesini göze
alması gibi) Hukukun ve adaletin ve hatta kapitalizmin kutsal mülkiyet
hakkının, suçun bireyselliğinin vs. ayaklar altına alınması toplumun en geniş
kesimlerini en radikal direniş biçimlerine bile hazır hale getiriyordu. Sadece
biraz akıllı bir stratej ive akıllı taktikler ve mücadele biçimleri
gerekiyordu.
İktidarın tecrit edilmesi işten bile değildi.
Ama bunun için “Barış” söyleminin ve hedefinin bir kenara
atılması, Erdoğan’ı hedefe koyan, Cephenin sınırını demokraside bile deil, daha
geride, hak ve adalet, yasaların uygulanması gibi bir noktada çizip en geniş
birliği ve mobilizasyonu hedefleyen bir strateji gerekiyordu. En geniş
kesimleri bir araya getirecek ve somut direnişe sokabilecek hedef buydu. Bir
kere de kitleler somut direnişe girince hızla siyasi olarak gelişirler,
örgütlenebilirler ve korkularını atabilirler ve buradan bir devrimci değişim
dönemine bile girilebilirdi.
“Barış” hedefi sadece bu güçleri kazanmaktan uzak bir söylem ve hedef deildir, onların kuşkuyla karşılayacakları bir hedeftir. Çünkü her an Kürt hareketinin kendine karşı kurduğu bir tuzağa dönüşebilir. Erdoğan Laiklerin, Alevilerin, hukuksuzluk kurbanı Müslümanların muhalefetinden boğulduğunda pek ala Kürtler ile Barış diyerek bir “ateşkes” yapıp kendi alanını genişletip, Kürtlerin barış söylemiyle muhalefeti bölebilirdi. bu nedenle biz ta balından beri barış acil hedefine karşı çıktık çünkü barış hedefiyle başarıya ulaşılamazdı. Ancak Erdoğan’ı yıkma hedefiyle en geniş cephe bir araya getirilip, Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğü yıkıldığında Barış bunun yan ürünü olarak, tıpkı reformların devrimci mücadelenin yan ürünü olmaları gibi otomatikman gerçekleşirdi.
“Barış” hedefi sadece bu güçleri kazanmaktan uzak bir söylem ve hedef deildir, onların kuşkuyla karşılayacakları bir hedeftir. Çünkü her an Kürt hareketinin kendine karşı kurduğu bir tuzağa dönüşebilir. Erdoğan Laiklerin, Alevilerin, hukuksuzluk kurbanı Müslümanların muhalefetinden boğulduğunda pek ala Kürtler ile Barış diyerek bir “ateşkes” yapıp kendi alanını genişletip, Kürtlerin barış söylemiyle muhalefeti bölebilirdi. bu nedenle biz ta balından beri barış acil hedefine karşı çıktık çünkü barış hedefiyle başarıya ulaşılamazdı. Ancak Erdoğan’ı yıkma hedefiyle en geniş cephe bir araya getirilip, Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğü yıkıldığında Barış bunun yan ürünü olarak, tıpkı reformların devrimci mücadelenin yan ürünü olmaları gibi otomatikman gerçekleşirdi.
Bütün bu fırsatlar bir miras yedi gibi harcandı. Bütün bu dönem
boyunca yazdığımız yazılara bakılsın. Devrimci strateji, taktik, örgüt ve
mücadele biçimlerine ilişkin önerilerimiz okunsun, nasıl devasa fırsatların
yitirildiği çok daha iyi görülür.
Bizzat bu son seçimde, bir parça akıllıca ve tam da yıllardır
önerdiğimize denk düşen bir taktik bile işte şimdi görüldüğü gibi, nelerin
kaçırıldığının bir kanıtını oluşturur.
İşte bütün bu yanlışların sonuçları karşımıza nesnel
koşullar olarak çıkınca bu sefer Hapistekiler, suskunluğu yıkmak için açlık
grevine başladılar.
Ama şimdi de tıpkı “barış” hedefi gibi yine aynı hata
yapılıyor.
Ölüm orucu yapan arkadaşları, bir devrimci olarak burada
politik olarak eleştireceğim. Vicdan politikasını politika sananlar ve bir
politika ve strateji tartışmasından kaçanlar bu satırları, ölümü bekleyen insanları
strateji ve politik olarak eleştirmenin vicdansızlığından söz edeceklerdir
muhtemelen. Ama esas vicdansızlık sorunu bir vicdan sorunu olarak tartışmaktır.
Deniz Geçmiş ölürken bile vicdanlara hitap etmiyor, bir strateji ve teori öneriyordu.
Yaşasın Marksizim Leninizm diye teorik bir arka plan ve yaşasın Kürt ve Türk
halklarının mücadelesi diye Öcalan’ın izlediği türden bir strateji öneriyordu.
“Ölüm orucu” ifadesi kullanılmasa da (yapılana “ölüm orucu”
dememek te muhtemelen Kürt Özgürlük
Hareketi resmen Ölüm Oruçlarına karşı olduğunu ilan etmiş olduğundan bir “Legaliteyi
İstismar”. Kanunun veya yasağın alanının dışına çıkma çabası, bir “savaş hilesi”
olarak görülebilir) “Süresiz ve
dönüşümsüz açlık grevi” “ölüm orucu”
demektir. Çünkü süresi yoksa ve dönüşümü yoksa hedeflere ulaşılmadığı sürece
ölünmeye devam edilecektir demektir bu fiilen. Bir şeyin adı değişmekle kendisi
değişmez.
Hedef: “tecridin kaldırılması” olarak tanımlanmış bulunuyor.
Bu fiilen ve hukuken Öcalan ile Avukatların görüşebilmesi, yani yasal
haklarının uygulanabilmesi anlamına gelir.
Aslında devlet ve hükümet için bunu yapmaktan kolay bir şey
yoktur. Bütün AİH mahkeme kararları, kanun maddeleri ortadadır. Ama yapmıyorsa
ortada politik bir karar var demektir.
Nedir bu politik karar?
Kürtleri tecrit ve savaş stratejisinin devamı.
Öcalan’a tecrit bu stratejinin bir parçasıdır. Çünkü Kürt
Özgürlük hareketinin bir türlü hazmedemediği Öcalan’ın program ve stratejini
başarıyla uygulayamayacağını ve bir sürü hatalar yapacağını bilmektedirler.
Elbet bu stratejiden dönüldüğünde, yani örneğin, diyelim ki dış ve iç
politikada herhangi bir sıkışıklık ve tecrit durumunu aşmak için bir dönüş
yapıldığında, Hiç kimse bunun için direnmese bile, hemen Öcalan ile görüşlerin
başlayacağı kimse için bir sır değildir.
O halde gerçek ilişkilere baktığımızda ne görüyoruz?
“Tecrit’e son verilsin” çağrısı, sanki çok kolay elde
edilebilecek bir hukuki talep gibi görünmesine rağmen, aslında devleti barış
stratejisine, diyaloga dönmeye çağrıdır.
İşte sorun buradadır. yukarıda “Barış” çağrısının ne kadar yanlış olduğunu ve kendine karşı bir tuzağa dönüşebileceğini göstermiştik. Şimdi HDP değil, onlar zaten bu yanlışı sürekli yapma halindeler arkadan hafif hafif devam eden bir fon müziği gibi. Şimdi Cezaevindekiler ve ölüm orucuna yatan arkadaşlar aynı hatayı yapıyorlar.
İşte sorun buradadır. yukarıda “Barış” çağrısının ne kadar yanlış olduğunu ve kendine karşı bir tuzağa dönüşebileceğini göstermiştik. Şimdi HDP değil, onlar zaten bu yanlışı sürekli yapma halindeler arkadan hafif hafif devam eden bir fon müziği gibi. Şimdi Cezaevindekiler ve ölüm orucuna yatan arkadaşlar aynı hatayı yapıyorlar.
Tekrar ediyoruz, yıllardır bugünün sorunu “barış” değildir,
hedef Erdoğan-Ergenekon egemenliğinden kurtulmak olmalıdır. Bunun da zayıf
halkası Erdoğan’dır diyoruz. Erdoğan gittiği veya tecrit olduğu an, ki bu
Erdoğan-Ergenekon ittifakının ve diktatörlüğünün parçalanması ve yenilgisi
anlamına gelir, zaten bunun yan ürünü olarak barış da gelir, tecrit de kalkar, anti
demokratik de olsa kısmen hukuk ve haklar da.
Ama “Öcalan’ın tecridine son verilmesi”, yani aslında “barış”
dendiğinde, bu strateji ve program hiçbir şekilde küçük grupların desteği
dışında geniş kitlelerin desteğini alamaz. Dolayısıyla barışa ulaşma şansı
yoktur.
İşte ölüm orucundakilerin anaları mahpushane kapılarında her
türlü polis şiddetine uğruyor. Sosyal medyada bunun videosunu paylaşan küçük
bir azınlıktan başka bir şey var mı? Yok.
Ama sadece bu kadar da deildir hedefin sorunlu oluşu ve yanlışlığı.
Bu hedef başarıya ulaştığında, yani Öcalan’la Avukatlar
görüştüğünde de başarısı kendisinin yenilgisi, dolayısıyla muhalefetin ve
demokratik hareketin yenilgisi anlamına gelir.
(Hatta Öcalan’ın yenilgisi. Zaten muhtemelen bizzat bu nedenle
Öcalan görüşmeyi kabil etmemiş ve bir türlü halka açıklanmayan ama devletin çok
iyi bildiği görüşmede kardeşine “Neden geldin” diye çıkışmıştır. yani sizler
yanlış bir politika ve strateji izliyorsunuz buraya gelip benimle görüşerek
beni de bu yanlışınıza ortak etmek istiyorsunuz demiştir zımnen. Muhtemelen
açıklanamamasının nedeni de budur. Öcalan uzun vadeli düşünen bir politikacı
olarak Hareketin kökten bir özeleştiri ile çizgisini değiştirmesini talep
etmektedir muhtemelen.)
Evet bu talep ikinci bir anlamda daha yanlıştır. Neden?
Çünkü Devlet ya da Hükümet, diyelim ki çok tecrit olduğunda,
birden bire dönüş yapıp tekrar görüş imkanı sunduğu veya Kürtlere gülücük
attığında, bu diğer muhalefet, ama özellikle zaten Kürtleri her zaman
Erdoğan’la işbirliğine ve kendilerini satmaya hazır gören Türkiye’nin laik
şehirlileri ve Alevileri, (Öcalan’ın Yavuz Selim ve Kürtlerin iş birliğinden
söz etmesinin Alevileri nasıl ayaklandırdığı ve Öcalan’ın bunu izale için
çabaları hatırlansın) Kürt hareketini kendilerini satmış ve Erdoğan’la ittifak
yapmış göreceklerdir.
Dolayısıyla bu hükümetin ve şimdiki devletin isteği kabul etmesi,
aslında muhalefeti bölmek için bir manevra olabilir ve muhalefetin bölünmesine,
Kürtlerin muhalefetten tecrit olmasına yol açar.
(Erdoğan ile anlaşarak Kürtlerin daha çok kazanç elde
edeceğini söyleyen ve bunu isteyen Barzani çizgisi vardır ve bu çizginin elbet
Kürt hareketi içinde küçümsenemeyecek bir ağırlığı da vardır. Zaten yapanların
öznel niyetlerinden öte bu açlık grevi Barzani çizgisiyle uyumludur. Eylemin
biçim ve hedefi, demokratların ve/veya muhalefetin mücadelesini gözetip, on
güçlendirip, Erdoğan’ı tecrit edip geniş bir cephe kurmayı, insanları bu yönde
mobilize etmeyi hedeflememektedir.)
Yani başarısı aslında yenilgisi olur. Hem de aynı zamanda
Öcalan’ın demokrasi aracılığıyla kurtuluş stratejisinin terki ve Kürt hareketi
içinde yenilgisi anlamına gelir.
Ama sadece bu kadar da değil, sadece hedef değil, mücadele
biçiminin kendisi başarı halinde tecride yol açacaktır. hem de en yakın
müttefiklerinden, aydınlardan, vicdanlı insanlardan.
Çok açıktır ki, Türk devleti öyle basit bir şekilde üç beş
ölümle geri adım atmaz. (Tabii genel uluslararası ve ulusal durumda başka
sıkışmalar nedeniyle bir tecrit durumu yaşamıyor ve karşı tarafı Kürtler aracılığıyla
bölmeye karar vermemişse. , Ama bu durumda
başarını başarısızlık olacağına yukarıda değindik.) Devletin geri adım atması
için, belki onlarca, yüzlerce ölüm gerekecektir. Ama bu ölümlerin her biri,
Kürt Özgürlük Hareketi ile demokratik kamuoyu ve (Siyasi olarak olgunlaşmış ve
bu hareketi yanlış bulan ama sesini çıkarmayan, ayaklarıyla protesto eden geniş
Kürt kitleleri) muhalefet arasındaki uçurumun genişlemesine, Kürt Özgürlük
hareketinin ölümleri engellemek için yeterince çaba göstermediği ve ağırlığını
koymadığı suçlamalarının artmasına yol açacaktır.
bu durumda bu yarılma bizzat devletin işleyebileceği bir
yarılma olacağından, her ölümle Kürt hareketi biraz daha tecrit olup muhalefet
tarafından daha fazla suçlanacağından zaten bir başarı şansı olmayacaktır.
Amka başarısı da bunca tahribattan sonra a) Devlet’in daha
vicdanlı görünüp, Öcalan’a bir görüşme izin vermesine b) artık bu amaca ulaşıldığında
bile muhalefet ve Demokratik güçler arasında br daha uzun zaman telafi
edilemeyecek bir yarılma ve güvensizlik fayı oluşmasına yol açacaktır.
Her halükarda başarısı bile demokratik hareketin zayıflamasına
ve Kürt hareketinin tecrit olmasına yol açabilecek bu hareket politik ve
stratejik olarak yanlış olduğundan bitirilmelidir.
Bunun için, seçim sonuçları, demokratik muhalefetin önünde yeni imkanlar ve görevler bulunması bir gerekçe olabilir. Böylece yol yakınken bir yanlıştan dönülebilir.
Bunun için, seçim sonuçları, demokratik muhalefetin önünde yeni imkanlar ve görevler bulunması bir gerekçe olabilir. Böylece yol yakınken bir yanlıştan dönülebilir.
Ama gelelim çok daha korkunç bir sonuca ve yenilgi
olasılığına.
Açlık grevinin amaçları ve mücadele biçimi bizzat kendisini
tecrit edici, demokratik hareketten ve muhalefetten uzaklaştırıcı olduğundan, bu
devletin direnme gücünün artması anlamına gelir. Çünkü ne kadar direnirse,
hareket o kadar çok kurban verecek ve o kadar çok tecrit olacak demektir. Bu
durumda sayıları yüzleri, binleri bulan ölümler, sadece direnişin değil, tüm
muhalefetin bir yenilgisi anlamına gelecektir. Ve hiç geri adım atılmadığında,
korkunç kayıplara rağmen aslında yenilgi olacak bir başarıya bile ulaşılamamış
olacaktır.
İşte, durum budur.
Burada açlık grevlerinin durdurulması için, ölümlere son
verilmesi için imza toplayan, insanlara ve açlık grevcilerine bunun için
gereğinde yalvaran ve onların ayağına kapanan bir insan olarak değil, bir açlık
grevcisi gibi, onlarla aynı göz hizasından soğuk kanlılıkla bir kurmay
tartışması yapan bir politikacı olarak yazıyoruz.
Bunların Açlık grevcilerine veya onların görüşlerine değer
verdikerine ulaşıp ulaşmayacağını bilmiyoruz. bilenler mümkünse ulaştırsınlar.
Ama bu sıfatla başka bir yazıda, mücadelenin yükseliş ve
gerileme, saldırı ve savunma aşamalarındaki farklı mücadele biçimleri ve
taktikler gerektirmesi bağlamında açlık grevlerinin yanlışlığını ele alalım.
Ama bu yazıda Açlık Grevcilerini politik olarak, stratejik
ve taktik olarak yanlış yaptıkları, amaçlarının ve mücadele biçimlerinin
demokrasi ve haklar mücadelesini zayıflattığı noktasından, politik gerekçelerle
bu yanlış eylemi bırakmaya davet ediyoruz. Akıllarına hitap ediyoruz.
Ayrıca akıl yürütmelerin yeterli olmadığı noktada, imza
toplayarak, onları demokratik kamuoyunun baskısıyla bırakmaya zorlamayı da,
eğer bu kamuoyunun eğilimlerine ve isteklerine biraz değer veriyorlarsa,
bırakmayacağız.
Ama bu yazıda insani gerekçelerle değil, tamamen politik
gerekçelerle, demokratik hareketin ve muhalefetin zayıf duruma düşmemesi için
tüm demokratları ve muhalefeti imza vermeye davet ediyorum. Akli argümanların
yetmediği yerde belki imzaların ağırlığı bir işlev görebilir.
İmza vermek için şu adrese gidiniz.
23 Nisan 2019 Salı
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder