23 Nisan 2019 Salı

Kılıçdaroğlu’na Saldırı, Açlık Grevleri ve Demokrasi Mücadelesinin Stratejisi Üzerine


Örgütsüz insan korkaktır. Türkiye’de halk örgütsüzdür dolayısıyla korkaktır.
Çünkü biricik tepeden tırnağa örgütlü biricik güç bu merkezi, bürokratik, keyfi, militer, polis devletidir.
Bu devletin temel işlevi halkı örgütsüz bırakmaktır. Halkın devletten bağımsız, onun bilgisi, kontrolü ve yönlendirmesi dışında örgütlülüğü ve bu devlet ateş ve su gibi, madde ve anti madde gibi bir arada bulunamazlar.
Bu nedenle halk korkaktır. Bu halk devletten sinyal almadan, onun desteğini hissetmeden kılını kıpırdatmaz.
Bu nedenle belli kitle hareketleri ancak bu devlet içinde çatlaklar olduğunda, bir kesim karşı tarafı geriletmek için, barajın kapaklarını biraz açtığı durumlarda ortaya çıkar.
Bizzat kendileri böyle bir iç çatışmanın ürünü olan, Birinci ve ikinci ve Üçüncü Meşrutiyet’ten bugüne kadar bu kural hiç bozulmamıştır.

Ve bu nedenle de devlet içindeki çatlaklar, halk esas olarak örgütsüz olduğundan, ekonomik durumda ve uluslararası durumda sıkışmalar olduğu ve dengeler değiştiği zaman ortaya çıkar ve yeni bir fraksiyon ağırlık kazanır.
Ama o devlet yerli yerinde kendini yenilemiş olarak varlığını sürdürmeye devam eder.
Üçüncüsü dahil meşrutiyetler de, TC’nin kuruluşu da, çok partili rejime geçiş de hep bu çizgiyi izler. Hitler yenilmeseydi TC hala ezeli, tek, ebedi şefler rejimlerinde devam ederdi. İsmet Paşa, bu devlet sınıflarının deneyli ve uzak görüşlü bir yöneticisi olarak, bu değişimi günü ve zamanı geldiğinde yaparak, bu “sünufu devlet”e bu güne kadar gelmeyi mümkün kılan esnekliği sağlamıştır.
Bunları bilen ve Türkiye’de politik mücadele veren herkes, bu örgütsüz olduğu için de son derece korkak, korkak olduğu için kendisine bile saygısını yitirmiş, zayıf gördüğünün Azrail’i kesilen, güçlünün önünde yerlere kapanan Firavun ve Nemrut zamanlarından beri bunu aynı zamanda içselleştirmiş, köleleşmiş halk, öyle kendiliğinden linç yapmak, saldırmak bir yana, yan bakmasının bile mümkün olmadığını bilir ve bilmek zorundadır.
Bu nedenle Kılıçdaroğlu’na yumruk gibi (daha önce Ecevit’e suikast, Özal’a suikast, Mesut Yılmaz’a yumruk vakalarında olduğu gibi. Bütün bunlarda Ecevit, Özal ve Yılmaz kimin neden bunları yaptırdığını biliyorlardı ama bunu açıklamaya bile cesaret edemediler. Mesajı almakla yetindiler. Kılıçdaroğlu’nun da farklı bir refleks göstermesi beklenmemelidir. Çünkü o da aynı mahallenin çocuğudur. Ve “Sokağa çıkmamızı (Sokağa çıkmak suç mu, anti demokratik mi, tam da sokağa çıkma hakkını gaspetmek için değil mi? )istiyorlar, ülke bütünlüğüne (Demokratlara ve demokrasiye değilmiş yani) yapıldı vs. diyerek mesajı aldığını ifade etti bile.) olayları, hala kimi gazetelerin tahriki, içişleri bakanı veya Bahçeli’nin konuşmalarından etkilenenlerin yapması, ülkeyi kamplara bölecek söylemler gibi ifadelerle açıklayanlar naif değilseler bile gerçeği ve gerçek faili, yani bu devleti gözden kaçırmaya hizmet etmiş olurlar.
O gazeteler ve bayanatlar, o korkaklar yığını halka “arkanızdayız” diyerek, fiili bir operasyonel güç tarafından harekete geçirilmeleri için garanti verme işlevi görürler.
Bu halk o kadar örgütsüz ve korkaktır ki, doğrudan görevlilerce örgütlenmediği takdirde o garantiler ve psikolojik tahrik bile harekete geçirmeye yetmez. Bu nedenle savunma bakanından, valisine, Emniyet müdürüne kadar cümle “askeri ve mülki erkan” “olay mahallinde” hazır bulunmalıdır ki, muhalefet liderine saldıracak cesaret bulsunlar.
Bu nedenle “sağduyu” “birlik” çağrıları yapmak değildir demokratların ve muhalefetin görevi. Tam da bu somut vesilerle, Müslüman’ın  beş vakit namaz kılması gibi, bıkmadan ve üşenmeden, bu merkezi, bürokratik, keyfi, militarist polis devletinin, bu kahredici, köleleştirici mekanizmanın parçalanması ve yerine halkın üzerinde yükselmeyecek, ucuz, onun emirleri dışına çıkamayacak, merkezi ve bürokratik olmayan bir mekanizmanın kurulması gerektiğini bilinçlere temel olarak kazımaktır. kısa vadede bir işe yaramasa da bilincin derinliklerine yer eder ve devletin bir zayıflık anında kitleler harekete geçtiğinde dayanılacak bir program ve gelenek oluşur.
Bu işin alfabesidir.
*
Öte yandan bu gibi olayları politik ve toplumsal güçlerin mücadelesi olarak ele alıp kendimizin ne yapacağını tartışmalıyız. yani demokrasi mücadelesinin programını, stratejisini, taktik, örgüt ve mücadele biçimlerinin neler olması gerektiğini tartışmalıyız.
Tartışmaktan, hele düşmanın gözü önünde tartışmaktan korkmamak gerekir.
Çünkü zaten bu devlet her şeyi, neyin ne olduğun bilir. O milyonluk en son teknikle donanmış, modern istihbaratlar, polis, muhtar, kapıcı, muhbir, lümpen boşuna mı vardır? Zaten bu halk aynı zamanda gönüllü muhbirdir. Belki bir kemik kaparım diye herşeyi satmaya hazırdır. Baskı altına alınmışlığının acısını çıkarmak için ilk fırsatta demokratları bu devlete satmak için alesta bekler.
Bu nedenle düşmanın gözü önünde tartışmaktan kaçmak, aslında devletin gözü önünde kalıp, halkın gözü önünde tartışmadan kaçmak, haltan gizli devletin bilgisi dahilinde tartışmak anlamına gelir.
Ayrıca bu halkın siyasi eğitimi için de olmazsa olmazdır.
*
Şimdi, ayrıntılar arasında kaybolmadan bu saldırı olayı nedir, neyin nesidir ona bakalım.
Yıllardır, aslında bir darbeyle iktidarı almış Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğünün en zayıf yerinin Erdoğan olduğunu, onun en geniş muhalif kesimlerin bir araya gelmesi için aynı zamanda çok elverişli bir imkan olduğunu, esas vuruş yönünün, hedefin o olması gerektiğini yazdık. Burada kazanılacak küçük bir başarının bile karşı tarafın içindeki çelişkilerin keskinleşmesine ve gün yüzüne çıkmasına yol açacağını yazdık. Son olarak da örneğin seçimlerden önce şöyle ifade ediyorduk:
“Eğer izlenimlerimiz bizi yanıltmıyorsa, bütün bunların sonucu olarak şimdi diyebiliriz ki, iktidar bu seçimlerde bütün hile ve baskılarına rağmen ciddi bir kayba uğrayacaktır ve bu zaferin bir tek sahibi olacaktır: HDP.(…)
Bu muhtemel sonuç bütün dengeleri değiştirecektir. Bir türbülansa girilmesine yol açacaktır. HDP’nin bu başarısı karşısında ekonomik kriz ve uluslararası durumun da sıkıştırmasıyla hem iktidarla muhalefetin hem iktidarın hem de muhalefetin içindeki çatlakların derinleşmesi, karşılıklı suçlamalar alıp başını gidecektir.
Kürtleri ve HDP’yi baskı altına alma ve tecrit etme politikasının iflası tekrar Kürt sorununu çözme tartışmalarının gündeme taşınmasına yol açacaktır.
Alternatif arayışları artacaktır. İktidarın zayıflığını görenler ufak ufak gemiyi terk etmenin yollarını arayacaklardır. Bu da krizi ve bölünmeleri derinleştirecektir. Yani iktidarın ve hatta resmi muhalefetin krizinde kendini besleyen bir süreç başlayacaktır
Kısaca önümüzdeki dönemde istikrarsız, ekonomik, politik ve ideolojik krizlerin birbirini izlediği ve beslediği bir döneme girilecektir büyük bir olasılıkla.” (“Referanduma Dönmüş bir Mahalli Seçim ve Sonrası Üzerine”)
Şimdi olan budur. İktidar içinde çelişkiler derinleşmeye başladı ve görünür oldu. Erdoğan kısıldığı kapandan, Ergenekon’un elinde rehin olmaktan bu sefer muhalefete elini uzatarak kurtulmak için yoklamalar yapmaya; (Ve CHP bu eli tutup, demokrasi ve insan hakları koşulunu bile öne sürmeden, “milli birlik” diyerek Erdoğan’a bir kurtarıcı ip atmaya ve Kürtlerin (HDP) tecridine hazırdı. Bakınız: Erdoğan’ın Suflörü Abdülkadir Selvi’nin yazdıkları: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Türkiye ittifakı” için elini uzattığı muhalefetin o eli sıkmaya hazırlandığı bir dönemde Kılıçdaroğlu’na yapılan bu saldırıyı geçiştiremeyiz. Bu heyecanlı birkaç gencin saldırısı olarak görülemeyecek kadar “derin” bir iştir” (Gazete Duvar), Eski AKP’liler yeni parti kurma çalışmalarını daha açık ifade etmeye, Gül beyanatlar vermeye vs. başladılar.
Bu arayışlar ise, Ergenekon ve onun siyasi temsilcisi Bahçeli’nin aslında Erdoğan’a yönelen tehditlerine yol açtı. Yani iktidar bloğu içinde çelişkiler derinleşti ve görünür olmaya başladı.
Kılıçdaroğlu’na yapılan bir taşta birkaç mesajdır. Daha doğrusu Bahçeli tarafından ifade edilmiş mesajlara resmi devlet damgası vurulmasıdır.  Bu saldırıların zaten kategorik olarak muhalefeti ve demokratları sindirmeye yönelik olması eşyanın tabiatı gereğidir. Ama daha da somut olarak, sadece Kılıçdaroğlu’na değil, CHP’de daha fazla kitlelerin mobilizasyonuna değer veren ve Kürt demokratik hareketinden pem de uzak durmak istemeyen genç İstanbul ekibine, Erdoğan’a, bugün karar verecek olan Yüksek Seçim Kurulu’na da bir mesajdır.
Kılıçdaroğlu verdiği mesajla mesajı aldığını ifade ediyor: “ Kılıçdaroğlu, "Planlanan bir saldırıydı. Güvenlik önlemi yetersizdi. Amacın CHP'yi sokağa dökmek olduğunu düşünüyorum." (T24) Kılıçdaroğlu bu sözleriyle saldırıya uğradığı saatlerde Maltepe’de miting yapan, tehditlere rağmen maçlara giden, HDP ile fiili bir ittifaka giren, Selahattin Demirtaş hakkında olumlu ifadeleri olan İstanbul’un genç CHP’lilerine uyarı yapıp mesafe koymuş oluyor.
Sesini şu ana kadar çıkarmayan Erdoğan ve bugün karar verecek YSK’nın mesajları alıp almadıklarını ise bugün göreceğiz. Muhalefetin gösterdiği tepkiler korkak ve cansız olduğundan muhtemelen onlar da hizaya geleceklerdir geçici olarak. Ama hizaya gelmeleri krizi derinleştirecektir. Gelmemeleri de ha keza aynı şekilde derinleştirir.
Biz buna karşı muhalefetin ve demokratların elinde çok güçlü bir silah olduğunu, bu her türlü yasanın ve hakkın ayaklar altına alındığı diktatörlükte ancak kitlesel, barışçıl ve toparlayıcı bir mücadele biçiminin bu gidişi engelleyip dengeleri kökten değiştirebileceğini söylüyoruz ve somut olarak hiçbir bayrak taşımadan, hiçbir slogan atmadan, tamamen bir yerde bulunma, seyahat etme hakkı gibi son hak çerçevesinde her gün belli yerlerde ve zamanlarda yığınsal olarak BULUNMA biçimini öneriyoruz. Bu koşullar bir bütündür ve hepsi bir arada olduğunda bir işlev görebilir. Toparlayıcı olmak için hiçbir dni, dili, siyasi eğilimi vs. belirten dolayısıyla diğerlerini dışlayan bir bayrak pankart slogan olmamalıdır. Yani optik ve akustik renksizlik. Renksizliğin rengi. Tıpkı eletromanyetik tayfın yedi renginin bir araya geldiğinde bizlere renksiz veya beyaz ışık olarak görünmesi gibi. Ve bir zamanlar, 68’lerde Paul simon’un şarkısında olduğu gibi Sessizliğin Sesi (“The Sound Of Silence”. Bu aynı zamanda politik haklar alanından en temel haklar alalına geçip, kanunların ve idari kararların etkisizleşmesi anlamı a gelir: bu da kitlesellik sağlar.
*
Bu vesileyle sözü Açlık Grevlerine getirelim.
Konuya vicdan, acıma bağlamında yaklaşmayacağız. Çünkü bunlar politik tartışmalar değildir. İnsanların vicdanlarına, acıma duygularına hitap etmenin hiçbir anlamı olmadığını ve çoğu durumda vicdanları yaralayacak eylemleri ve düşünceleri örtmenin aracı olduğu bilinmez değildir. Bu nedenle konuyu bir politik olarak ele alıp tartışmaya çalışacağız. Ayrıca vicdanlara hitap eden ve acıma bekleyen Türkiye’nin demokratlarının ve politik muhalefetinin köle diline pirim vermemek için de bu gereklidir.
Kendisi üzerindeki tecridin kaldırılması için adeta ölüm orucuna dönen süresiz ve “Süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi” yapan arkadaşların da çok iyi bildiği veya bilmesi gerektiği gibi Abdullah Öcalan’ın stratejisi, Kürtlük üzerindeki baskıya ve Kürtlüğün ezilmesine son vermek için, ayrı bir devlet değil, var olan devletin baştan aşağı değiştirilerek, herkesin eşit yurttaşlar olarak yaşadığı, hiçbir dili, dini, kültürü vs. baskı altına almayan bir Demokratik Cumhuriyet’tir.
Bunu ulaşmak için de ezen ulusun ve hatta bütün Ortadoğu’daki ulusların ezilen çoğunluğun kazanmak gerekir. Bunun için de Kürtlük değil, demokrasi bayrağı ortak bir bayrak olabilir.
Kürtlerin üzerindeki baskı ve şiddeti ortadan kaldırmanın yolu, ayrı bir Kürt devleti değil de aynı “devlet” içinde eşitlik olarak koyulunca burada dayanılacak ve kazanılacak güçler elbette çok farklı olur.
Örneğin ayrı bir devlet kurma amacının egemen ulusun da çoğunluğu kazanmak gibi bir derdi olmaz. Zaten böyle bir amaçla o kazanılamaz. Çünkü tok açın halinden anlamaz. Kimse başkasının sorunu için canını tehlikeye atmaz. El elin eşeğini ıslıkla arar. Vicdanlara hitap etmek, kendini acındırmak hiçbir işleve sahip değildir. aslında bu da Kürt ve Türk, Alevi ve Sünni politikasına burjuvazinin egemen olmasının bir görünümüdür bu acındırma ve merhamet dilenme dili.
Açın Kürt veya Alevi basınına veya liberallerin egemen olduğu sol basına, twittere, paylaşımlara bakın. Bu köle ve dilenci dilinin sola ve demokratlara nasıl egemen olduğunu görürsünüz. Bir strateji tartışmasının yerine vicdanlara hitap eden bir acındırma çabasıyla doludur her yer. Biz Kürtler (veya Aleviler, Müslümanlar, Sosyalistler, Demokratlar vs.) bu kadar acı çekerken, haksızlıklara uğrarken niye harekete geçmiyorsunuz? Vicdanınız sızlamıyor mu? Bütün mesaj özünde budur. Bu politika yapmak ve politik mücadele vermek değildir. Bu acındırma stratejisi, vicdanlara hitap stratejisi, küçük bir aydınlar veya “vicdanlılar” grubunun duygu ve düşüncelerini harekete geçirmekten başka bir işe yaramaz. Ciddi değişiklikleri ise, ancak ya milyonlarca insanın eylemi ya da büyük politik güç ve yer değiştirmeleri sağlayabilir.
O halde modern insanlar, modern demokratlar, işçi sınıfı, soruyu şöyle sorar: Tok açın halinden anlamayacağına., vicdan politikası politika olmadığına göre nasıl bir programım, stratejim, taktik, örgüt ve mücadele biçimlerim olmalıdır ki geniş kitleleri, büyük bir gücü bu yolda harekete geçirebileyim.
Böyle bir tartışmanın yokluğu ile vicdan ve acındırma politikasının egemenliği aynı madalyonun iki yüzüdür.
Ayrı bir devlet kurarak Kürtlerin üzerindeki baskıya son verme program ve stratejisinin egemen ulusun çoğunluğunu kazanmak gibi bir derdi olmaz, ancak ona ayrı devlet kurmaya müsaade etmemenin astarının yüzünden pahalıya geldiği gösterilerek, başka çıkış yolu olmadığı kanıtlanmaya çalışılır.
Bu nedenle ayrı bir devlet stratejisi ister istemez, ihtiyacı olan yedek ve kazanılacak gücü, başka devletlerle iş birliği, onların çelişkilerinden yararlanma noktalarında arar, bu yönde arayışlara yol açar.
Bu ise egemen ulustan kitleler içinde tecridi arttırır. Bu tekrar geri döner aynı türden  arayışları besler ve uzun ve kanı bir süreç sonunda, dünya ve bölgedeki devletlerin ve mücadelenin dengeleri ile, iş egemen ulusun ezilenlerine ve devletine astarı yüzünden pahalıya geldiğinde ancak böyle bir hedefe ulaşılabilir.
Dünyanın en stratejik ve kritik noktasında üç büyük ve eski uygarlık merkezi (Pers (İran), Hitit (Türkiye), Asur (Suriye)) ve bunların devletlerinin yaşadığı bir noktada bu neredeyse olanaksızdır ve ancak bir dünya savaşı veya Ortadoğu’nun diyelim ki öneminin yitmesi, Petrolün bir enerji kaynağı olarak işlevinin kalkması gibi büyük, çağ değiştirici politik ve teknik alt üstlüklerden sonra belki böyle bir sonuç alınabilir.
O halde Kürtlerin (ve dolayısıyla diğer dillerden ve dinlerden olanların) üzerindeki baskının ortadan kalkması için bir Demokratik Cumhuriyet stratejisi biricik başarı vaat eden ve en az kayıp ve kanla, en az düşmanlıkla ulaşılabilecek bir hedeftir. Egemen devletler ve kan emici sülükler dışında herkese kazandırır.
Sanıldığının aksine Öcalan bu stratejiyi, yakalandıktan sonra değil, ta 90’lardan beri savunuyordu. Ve zaten böyle bir arka planı olmasaydı, çok uzun zamandır bizzat kendi örgütüne karşı savunup bir parça anlayış oluşturmasaydı, yakalandığında o korkunç ve elverişsiz koşullarda bu stratejiye gelmiş olsaydı, bütün örgütü parçalanır, Kürt özgürlük hareketi dağılabilirdi.
Doğru bir strateji ve hedef, siz önceden başınıza gelecek felaketleri öngöremezsiniz bile, böyle felaketleri hem engeller hem de başa geldiğinde onların en az zararla, hatta güçlenerek atlatılmasını sağlar. Öcalan’ın yakalanmasının Türk devletinin bürokratlarının umduğu ve beklediğinin aksine Kürt hareketi ve Öcalan için bir son değil, yeniden hızlanmak için bir geri çekiliş gibi bir sonuç vermesinin nedeni budur.
Kürt hareketi hiçbir zaman Öcalan’ı bu genişliği ve derinliği ile kavramadı. Öcalan’ın yokluğunda ne yapacağını bilememesinin ve sürekli kafasını oraya buraya çarpmasının nedeni budur. (Bunun ardında da hareketin doğuş zamanındaki ruh haliyle köylü yoksullara dayanması vardır. Köylüler ancak yarattıkları Taşbaş’ların ardından giderler, onlara Mehdiler, Mesihler lazımdır. Mehdiler ise tartışılmaz. Öcalan’ın fikirlerine koyulan tartışma ve eleştirme yasağı bizzat onun anlaşılmasının önünde de bir engeledir. Burada kendini besleyen bir fasit daire vardır.)
Dolayısıyla Kürt hareketi Öcalan’ın stratejisiyle, buna karşı olan amaç ve strateji arasında salınıp durur: hiçbir uzun vadeli ve istikrarlı politika izleyemez. Aynı anda birbirini izleyerek birbirinin etkisini yok eden bir çizgi izlenir. Öcalan çizgisine uygun her başarının ardından bu çizginin başarılaını yok eden diğer çizginin bir hareketi olur ve onu yok eder. Örneğin 7 Haziran’ı Hendekler ve Özerklik ilanları izler.
Ve yine buna bağlı olarak, Öcalan hiçbir zaman kendisinin serbest bırakılmasını, “barış süreci” denilen dönemde gündeme getirmemiş ve getirenlere ise, demokrasi olduğunda her şey olur demiştir, hatta bu konuyu gündeme getirenleri nazikçe azarladığı bile söylenebilir. Çünkü Öcalan şunu bilir, kendisi mücadele hedefi ve nesnesi olduğu anda kendi yenilgisini ilan etmiş olur.
Bütün mücadele tarihi, Türk devleti ve iktidarlarının ancak sıkıştıklarında, tecrit olduklarında, egemenliklerini ve varlıklarını sürdürmek için bir stratejik değişiklik yapmak, tecritten kurtulmak için ateşkes veya barış gibi adımlar attıklarını veya atabildiklerini göstermiştir.
En son “barış süreci” denilen ateşkes, Öcalan’ın stratejisinin başarısı, legal Kürt hareketinin tecrit edilememesi, Türkiye’nin legal siyasetinde görmezden gelinemeyecek bir güç olması, barajları bir şekilde aşarak Meclise girmesi, belediyeleri alması ve buna paralel olarak Suriye’de YPG’nin birden bütün kuzey Suriye’ye egemen bir güç olarak çıkması nedeniyle Türk devletinin bir strateji değişikliğine gitmesi nedeniyle olmuştur.
Amaç Kürt hareketini yanına çekerek Alevi ve Laiklerin yükselmeye başlayan muhalefetinden tecrit ve Suriye’ye karşı ittifaktı. Öcalan’ın müdahaleleri bu ikisini de engelledi. Kürt hareketi Gezi’nin ilk günlerinde olduğu gibi kimi zaman yalpalasa da bu iki tuzağa düşmedi, (Gezi bu muhalefetin bir isyanla patlamasıydı ve bu anlamda Gezi’yi selamlayan Öcalan olmasaydı, başarıya da ulaşabilirdi Erdoğan ve Devletin hesabı. İlk günlerde A. Türk ve Demirtaş’ın beyanlarına bakarak bu kolayca görülebilir) aksine, devleti kendi oyununa getirerek, hareket alanını ve demokratik güçlerle ilişkisini geliştirdi ve meşhur 7 Haziran başarısını yakalayabildi.
Ve Türk devleti uyguladığı stratejinin de kendisine karşı çalıştığını, Kürt özgürlük hareketinin yeni mevziler kazanmasına yol açtığını görünce, bu sefer tam tersine yani tekrar inkar ve imha stratejisine dönerek aynı hedefe ulaşmaya çalışıyor.
Ve karşı güçlerin bu stratejik dönüşü, maalesef Kürt hareketinin Öcalan’ı çiğnemesi, onun yıllardır izlediği stratejiyi terk edip, kendi gücünü abartarak, demokratik müttefiklerinin eğilim ve karakterlerini zerrece hesaba katmayarak, karşı tarafın gücünü küçümseyerek (Duran Kalkan’ın çok sonraki, Devletin böyle şiddetli geleceğini tahmin etmemiştik anlamındaki sözleri ve Bese Hozat’ın “devrimci halk savaşı” çağrıları hatırlansın) Hendekler ve “Özerklik”  denerek yapılmış (Ki bunlar isyan demektir bunu çocuklar bile bilir) isyan gibi bile olmayan isyanla (İsyan’ın bir tek yasası vardır: hücum, hücum, hücum. Savunma baştan yenilgidir. Hendek ise savunmaydı. Hem de büyük ölçüde mahalli gençlerin sırtına kalmış. “Demokratik Özerklik” ilan ettiysen oraya başka güç ve devletlerin girmesini engelleyecek askeri gücün olması gerekir. Oranın iaşe, ibade, hastahane, vs. tüm günlük hayat düzenini sürdürecek bir örgütün ve gücün olması gerekir. Hasılı İsyan’la oynanmaz!) tamamen Öcalan’a ters bir çizgiye gelinmesiyle kolaylaştı.
Yoksa bunca zaman kaybedilmez bu kadar acı çekilmeyebilirdi. Çünkü Erdoğan-Ergenekon ittifakı aslında sadece bir ateşkes ve rahatlama değil, bir devrim için bile olağanüstü elverişli bir imkan sunuyordu. Çünkü en geniş kesimleri demokratik muhalefetin kucağına atıyordu.
Aleviler ve Laikler kendilerinin kamusal alandan dışlanmaları ve devletin aynı zamanda en gerici İslam’la tanımlanmaya başlaması nedeniyle tıpkı Kürtler gibi bir ezilen ulus durumuna düşmüşlerdi ve Kürtlerle Erdoğan’a karşı açıktan olmasa bile fiili ittifak yapmaya hazırdılar. (Hala da hazırlar, Son seçimlerin gösterdiği gibi. Elbette Türklerin ezici bir kesimim faşistleştiği durumda bunu açıkça yapmaları zordur. Çünkü bu sefer oradaki oyları ve ilişkileri kaybedip tecrit olurlar. Tıpkı Kürt hareketinin de içindeki ayrı bir Kürt Devletini esas hedef olarak alan, Öcalan’ın hedefini bu amaca ulaşmak için bir “takiye” olarak yorumlayan geniş kesimlerle bir türlü kopamaması, ve kopmaya kalktığı takdirde ciddi bir tecrit olma tehlikesini göze alması gibi) Hukukun ve adaletin ve hatta kapitalizmin kutsal mülkiyet hakkının, suçun bireyselliğinin vs. ayaklar altına alınması toplumun en geniş kesimlerini en radikal direniş biçimlerine bile hazır hale getiriyordu. Sadece biraz akıllı bir stratej ive akıllı taktikler ve mücadele biçimleri gerekiyordu.
İktidarın tecrit edilmesi işten bile değildi.
Ama bunun için “Barış” söyleminin ve hedefinin bir kenara atılması, Erdoğan’ı hedefe koyan, Cephenin sınırını demokraside bile deil, daha geride, hak ve adalet, yasaların uygulanması gibi bir noktada çizip en geniş birliği ve mobilizasyonu hedefleyen bir strateji gerekiyordu. En geniş kesimleri bir araya getirecek ve somut direnişe sokabilecek hedef buydu. Bir kere de kitleler somut direnişe girince hızla siyasi olarak gelişirler, örgütlenebilirler ve korkularını atabilirler ve buradan bir devrimci değişim dönemine bile girilebilirdi.
“Barış” hedefi sadece bu güçleri kazanmaktan uzak bir söylem ve hedef deildir, onların kuşkuyla karşılayacakları bir hedeftir. Çünkü her an Kürt hareketinin kendine karşı kurduğu bir tuzağa dönüşebilir. Erdoğan Laiklerin, Alevilerin, hukuksuzluk kurbanı Müslümanların muhalefetinden boğulduğunda pek ala Kürtler ile Barış diyerek bir “ateşkes” yapıp kendi alanını genişletip, Kürtlerin barış söylemiyle muhalefeti bölebilirdi. bu nedenle biz ta balından beri barış acil hedefine karşı çıktık çünkü barış hedefiyle başarıya ulaşılamazdı. Ancak Erdoğan’ı yıkma hedefiyle en geniş cephe bir araya getirilip, Erdoğan-Ergenekon diktatörlüğü yıkıldığında Barış bunun yan ürünü olarak, tıpkı reformların devrimci mücadelenin yan ürünü olmaları gibi otomatikman gerçekleşirdi.
Bütün bu fırsatlar bir miras yedi gibi harcandı. Bütün bu dönem boyunca yazdığımız yazılara bakılsın. Devrimci strateji, taktik, örgüt ve mücadele biçimlerine ilişkin önerilerimiz okunsun, nasıl devasa fırsatların yitirildiği çok daha iyi görülür.
Bizzat bu son seçimde, bir parça akıllıca ve tam da yıllardır önerdiğimize denk düşen bir taktik bile işte şimdi görüldüğü gibi, nelerin kaçırıldığının bir kanıtını oluşturur.
İşte bütün bu yanlışların sonuçları karşımıza nesnel koşullar olarak çıkınca bu sefer Hapistekiler, suskunluğu yıkmak için açlık grevine başladılar.
Ama şimdi de tıpkı “barış” hedefi gibi yine aynı hata yapılıyor.
Ölüm orucu yapan arkadaşları, bir devrimci olarak burada politik olarak eleştireceğim. Vicdan politikasını politika sananlar ve bir politika ve strateji tartışmasından kaçanlar bu satırları, ölümü bekleyen insanları strateji ve politik olarak eleştirmenin vicdansızlığından söz edeceklerdir muhtemelen. Ama esas vicdansızlık sorunu bir vicdan sorunu olarak tartışmaktır. Deniz Geçmiş ölürken bile vicdanlara hitap etmiyor, bir strateji ve teori öneriyordu. Yaşasın Marksizim Leninizm diye teorik bir arka plan ve yaşasın Kürt ve Türk halklarının mücadelesi diye Öcalan’ın izlediği türden bir strateji öneriyordu.
“Ölüm orucu” ifadesi kullanılmasa da (yapılana “ölüm orucu” dememek te  muhtemelen Kürt Özgürlük Hareketi resmen Ölüm Oruçlarına karşı olduğunu ilan etmiş olduğundan bir “Legaliteyi İstismar”. Kanunun veya yasağın alanının dışına çıkma çabası, bir “savaş hilesi” olarak görülebilir) “Süresiz ve dönüşümsüz açlık grevi” “ölüm orucu” demektir. Çünkü süresi yoksa ve dönüşümü yoksa hedeflere ulaşılmadığı sürece ölünmeye devam edilecektir demektir bu fiilen. Bir şeyin adı değişmekle kendisi değişmez.
Hedef: “tecridin kaldırılması” olarak tanımlanmış bulunuyor. Bu fiilen ve hukuken Öcalan ile Avukatların görüşebilmesi, yani yasal haklarının uygulanabilmesi anlamına gelir.
Aslında devlet ve hükümet için bunu yapmaktan kolay bir şey yoktur. Bütün AİH mahkeme kararları, kanun maddeleri ortadadır. Ama yapmıyorsa ortada politik bir karar var demektir.
Nedir bu politik karar?
Kürtleri tecrit ve savaş stratejisinin devamı.
Öcalan’a tecrit bu stratejinin bir parçasıdır. Çünkü Kürt Özgürlük hareketinin bir türlü hazmedemediği Öcalan’ın program ve stratejini başarıyla uygulayamayacağını ve bir sürü hatalar yapacağını bilmektedirler. Elbet bu stratejiden dönüldüğünde, yani örneğin, diyelim ki dış ve iç politikada herhangi bir sıkışıklık ve tecrit durumunu aşmak için bir dönüş yapıldığında, Hiç kimse bunun için direnmese bile, hemen Öcalan ile görüşlerin başlayacağı kimse için bir sır değildir.
O halde gerçek ilişkilere baktığımızda ne görüyoruz?
“Tecrit’e son verilsin” çağrısı, sanki çok kolay elde edilebilecek bir hukuki talep gibi görünmesine rağmen, aslında devleti barış stratejisine, diyaloga dönmeye çağrıdır.
İşte sorun buradadır. yukarıda “Barış” çağrısının ne kadar yanlış olduğunu ve kendine karşı bir tuzağa dönüşebileceğini göstermiştik. Şimdi HDP değil, onlar zaten bu yanlışı sürekli yapma halindeler arkadan hafif hafif devam eden bir fon müziği gibi. Şimdi Cezaevindekiler ve ölüm orucuna yatan arkadaşlar aynı hatayı yapıyorlar.
Tekrar ediyoruz, yıllardır bugünün sorunu “barış” değildir, hedef Erdoğan-Ergenekon egemenliğinden kurtulmak olmalıdır. Bunun da zayıf halkası Erdoğan’dır diyoruz. Erdoğan gittiği veya tecrit olduğu an, ki bu Erdoğan-Ergenekon ittifakının ve diktatörlüğünün parçalanması ve yenilgisi anlamına gelir, zaten bunun yan ürünü olarak barış da gelir, tecrit de kalkar, anti demokratik de olsa kısmen hukuk ve haklar da.
Ama “Öcalan’ın tecridine son verilmesi”, yani aslında “barış” dendiğinde, bu strateji ve program hiçbir şekilde küçük grupların desteği dışında geniş kitlelerin desteğini alamaz. Dolayısıyla barışa ulaşma şansı yoktur.
İşte ölüm orucundakilerin anaları mahpushane kapılarında her türlü polis şiddetine uğruyor. Sosyal medyada bunun videosunu paylaşan küçük bir azınlıktan başka bir şey var mı? Yok.
Ama sadece bu kadar da deildir hedefin sorunlu oluşu ve yanlışlığı.
Bu hedef başarıya ulaştığında, yani Öcalan’la Avukatlar görüştüğünde de başarısı kendisinin yenilgisi, dolayısıyla muhalefetin ve demokratik hareketin yenilgisi anlamına gelir.
(Hatta Öcalan’ın yenilgisi. Zaten muhtemelen bizzat bu nedenle Öcalan görüşmeyi kabil etmemiş ve bir türlü halka açıklanmayan ama devletin çok iyi bildiği görüşmede kardeşine “Neden geldin” diye çıkışmıştır. yani sizler yanlış bir politika ve strateji izliyorsunuz buraya gelip benimle görüşerek beni de bu yanlışınıza ortak etmek istiyorsunuz demiştir zımnen. Muhtemelen açıklanamamasının nedeni de budur. Öcalan uzun vadeli düşünen bir politikacı olarak Hareketin kökten bir özeleştiri ile çizgisini değiştirmesini talep etmektedir muhtemelen.)
Evet bu talep ikinci bir anlamda daha yanlıştır. Neden?
Çünkü Devlet ya da Hükümet, diyelim ki çok tecrit olduğunda, birden bire dönüş yapıp tekrar görüş imkanı sunduğu veya Kürtlere gülücük attığında, bu diğer muhalefet, ama özellikle zaten Kürtleri her zaman Erdoğan’la işbirliğine ve kendilerini satmaya hazır gören Türkiye’nin laik şehirlileri ve Alevileri, (Öcalan’ın Yavuz Selim ve Kürtlerin iş birliğinden söz etmesinin Alevileri nasıl ayaklandırdığı ve Öcalan’ın bunu izale için çabaları hatırlansın) Kürt hareketini kendilerini satmış ve Erdoğan’la ittifak yapmış göreceklerdir.
Dolayısıyla bu hükümetin ve şimdiki devletin isteği kabul etmesi, aslında muhalefeti bölmek için bir manevra olabilir ve muhalefetin bölünmesine, Kürtlerin muhalefetten tecrit olmasına yol açar.
(Erdoğan ile anlaşarak Kürtlerin daha çok kazanç elde edeceğini söyleyen ve bunu isteyen Barzani çizgisi vardır ve bu çizginin elbet Kürt hareketi içinde küçümsenemeyecek bir ağırlığı da vardır. Zaten yapanların öznel niyetlerinden öte bu açlık grevi Barzani çizgisiyle uyumludur. Eylemin biçim ve hedefi, demokratların ve/veya muhalefetin mücadelesini gözetip, on güçlendirip, Erdoğan’ı tecrit edip geniş bir cephe kurmayı, insanları bu yönde mobilize etmeyi hedeflememektedir.)
Yani başarısı aslında yenilgisi olur. Hem de aynı zamanda Öcalan’ın demokrasi aracılığıyla kurtuluş stratejisinin terki ve Kürt hareketi içinde yenilgisi anlamına gelir.
Ama sadece bu kadar da değil, sadece hedef değil, mücadele biçiminin kendisi başarı halinde tecride yol açacaktır. hem de en yakın müttefiklerinden, aydınlardan, vicdanlı insanlardan.
Çok açıktır ki, Türk devleti öyle basit bir şekilde üç beş ölümle geri adım atmaz. (Tabii genel uluslararası ve ulusal durumda başka sıkışmalar nedeniyle bir tecrit durumu yaşamıyor ve karşı tarafı Kürtler aracılığıyla  bölmeye karar vermemişse. , Ama bu durumda başarını başarısızlık olacağına yukarıda değindik.) Devletin geri adım atması için, belki onlarca, yüzlerce ölüm gerekecektir. Ama bu ölümlerin her biri, Kürt Özgürlük Hareketi ile demokratik kamuoyu ve (Siyasi olarak olgunlaşmış ve bu hareketi yanlış bulan ama sesini çıkarmayan, ayaklarıyla protesto eden geniş Kürt kitleleri) muhalefet arasındaki uçurumun genişlemesine, Kürt Özgürlük hareketinin ölümleri engellemek için yeterince çaba göstermediği ve ağırlığını koymadığı suçlamalarının artmasına yol açacaktır.
bu durumda bu yarılma bizzat devletin işleyebileceği bir yarılma olacağından, her ölümle Kürt hareketi biraz daha tecrit olup muhalefet tarafından daha fazla suçlanacağından zaten bir başarı şansı olmayacaktır.
Amka başarısı da bunca tahribattan sonra a) Devlet’in daha vicdanlı görünüp, Öcalan’a bir görüşme izin vermesine b) artık bu amaca ulaşıldığında bile muhalefet ve Demokratik güçler arasında br daha uzun zaman telafi edilemeyecek bir yarılma ve güvensizlik fayı oluşmasına yol açacaktır.
Her halükarda başarısı bile demokratik hareketin zayıflamasına ve Kürt hareketinin tecrit olmasına yol açabilecek bu hareket politik ve stratejik olarak yanlış olduğundan bitirilmelidir.
Bunun için, seçim sonuçları, demokratik muhalefetin önünde yeni imkanlar ve görevler bulunması bir gerekçe olabilir. Böylece yol yakınken bir yanlıştan dönülebilir.
Ama gelelim çok daha korkunç bir sonuca ve yenilgi olasılığına.
Açlık grevinin amaçları ve mücadele biçimi bizzat kendisini tecrit edici, demokratik hareketten ve muhalefetten uzaklaştırıcı olduğundan, bu devletin direnme gücünün artması anlamına gelir. Çünkü ne kadar direnirse, hareket o kadar çok kurban verecek ve o kadar çok tecrit olacak demektir. Bu durumda sayıları yüzleri, binleri bulan ölümler, sadece direnişin değil, tüm muhalefetin bir yenilgisi anlamına gelecektir. Ve hiç geri adım atılmadığında, korkunç kayıplara rağmen aslında yenilgi olacak bir başarıya bile ulaşılamamış olacaktır.
İşte, durum budur.
Burada açlık grevlerinin durdurulması için, ölümlere son verilmesi için imza toplayan, insanlara ve açlık grevcilerine bunun için gereğinde yalvaran ve onların ayağına kapanan bir insan olarak değil, bir açlık grevcisi gibi, onlarla aynı göz hizasından soğuk kanlılıkla bir kurmay tartışması yapan bir politikacı olarak yazıyoruz.
Bunların Açlık grevcilerine veya onların görüşlerine değer verdikerine ulaşıp ulaşmayacağını bilmiyoruz. bilenler mümkünse ulaştırsınlar.
Ama bu sıfatla başka bir yazıda, mücadelenin yükseliş ve gerileme, saldırı ve savunma aşamalarındaki farklı mücadele biçimleri ve taktikler gerektirmesi bağlamında açlık grevlerinin yanlışlığını ele alalım.
Ama bu yazıda Açlık Grevcilerini politik olarak, stratejik ve taktik olarak yanlış yaptıkları, amaçlarının ve mücadele biçimlerinin demokrasi ve haklar mücadelesini zayıflattığı noktasından, politik gerekçelerle bu yanlış eylemi bırakmaya davet ediyoruz. Akıllarına hitap ediyoruz.
Ayrıca akıl yürütmelerin yeterli olmadığı noktada, imza toplayarak, onları demokratik kamuoyunun baskısıyla bırakmaya zorlamayı da, eğer bu kamuoyunun eğilimlerine ve isteklerine biraz değer veriyorlarsa, bırakmayacağız.
Ama bu yazıda insani gerekçelerle değil, tamamen politik gerekçelerle, demokratik hareketin ve muhalefetin zayıf duruma düşmemesi için tüm demokratları ve muhalefeti imza vermeye davet ediyorum. Akli argümanların yetmediği yerde belki imzaların ağırlığı bir işlev görebilir.
İmza vermek için şu adrese gidiniz.
23 Nisan 2019 Salı
Demir Küçükaydın

Hiç yorum yok: