Bu imza kampanyasına yorum yazan kimi arkadaşlar, “Bu kampanya niye açlık grevindekilere
yöneliyor. Niye bunu devletten talep etmiyor?” diye soruyorlar ve bu kampanyayı
sanki açlık grevindekilere karşı bir girişimmiş gibi, onu kırmaya yönelik bir “grev
kırıcılığı” gibi görmeye ve göstermeye çalışıyorlar.
Elbette bir talebin karşı tarafa yönelmesi gerektiğini
bilmiyor değiliz.
Keza bizzat grevcilere de yönelen bir çağrının bir “grev
kırıcılık” gibi görüleceğini ve hatta daha ağır sıfatlarla tanımlanacağını da
bilmiyor değiliz.
Peki bütün bunlara rağmen ve bunca politik mücadelede bulunan
bir insan olarak, neden bütün bunları göze alarak böyle bir kampanya başlatmaya
çalışıyoruz?
O nedenle “vur fakat
dinle!”
*
Önce tam da bu kampanyaya itiraz edenlerin istediği şekilde
devleti muhatap alan, ondan grevcilerin taleplerini kabul etmesini isteyen bir
kampanya açtığımızı var sayarak başlayalım.
Hatta var saymaya da gerek yok. Böyle bir bildiri de
yayınlandı. Neredeyse tam da bu kampanyanın başladığı gün, birçok derneğin
imzasının bulunduğu bir bildiri yayınlandı. (Bu bildiriyi aşağıya olduğu gibi
aktardık. Oradan okunabilir.[i])
Hatta bu bildiri biraz bizim açtığımız kampanyanın bir
alternatifi ve eleştirisi gibi de (Örneğin bazı mail gruplarında hiç yorumsuz
olarak bizim bildirimize bir cevap ve eleştiri gibi) yayınlandı. Biz de buna karşı
itirazımızı o mail grubunda ifade ettik. (Bu cevabımızı da yine yazının sonuna
not olarak ekliyoruz[ii].)
Bu bildiri, aynen istendiği gibi hükümete yöneliyor ve ondan
hukuka uymasını (örneğin: “Yasaların eşit
uygulanmasını sağlamak ve cezaevlerinde tutulmakta olan mahpusların yaşam
hakkını korumak devletin görevidir”) vicdanına da hitap ederek (örneğin: “başlatılan açlık grevlerinin ölümlerle
sonuçlanması vicdan sahibi herkes için bir acı kaynağıdır” diyerek) talep
ediyor.
Sorunu tamamen hukuki düzeyde (vicdanlara hitap ederek etkiyi
arttırmak için biraz da acındırmaya çalışarak) ve muhatabı hukuka uymaya davet
eden bir bildiridir bu.
Bu bildiri bizim girişimimizin alternatifi değildir. Tamamen
farklı paradigmaların ürünüdür bu bildiri ve bizim bildirimiz. Bizimkisi
politik diğeri hukuki gerekçelere dayanmaktadır.
Ama bunları birbirinin alternatifi olarak koymak, sorunun
politik olarak ele alınıp konumlanmayı yanlış bulmak ve sorunun hukuki olduğunu
ve böyle ele alınması gerektiğini savunmak anlamına gelir. Bu yanlıştır. O
zaman sorunun adını koyarak bunu tartışmak ve ona göre davranmak gerekir. (Bu
konuyu kısmen son not olarak koyduğumuz metinde ele alıyoruz. Burada pek
girmeyeceğiz.)
Bir örnek verelim. Hukuki gerekçelerle bir itiraz, devletle
ona itiraz eden yurttaşları karşı cepheler olarak değil, aynı bütünün parçaları
olarak görür. Bu zaten bütün bildiriye sinmiştir. Örneğin “açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanması vicdan sahibi herkes için bir
acı kaynağıdır” cümlesindeki herkes, devlet ve hükümeti de kapsamakta ve
onun da bir vicdanı olduğunu var saymaktadır. Veya “toplum olarak altından kalkamayacağımız bir insani kriz aşamasına
varmıştır” ifadesi “toplum” gibi,
kullanıldığı bağlamda ne olduğu belirsiz bir kavram aracılığıyla devleti de
içermekte ve zımnen devlet için de insani bir kriz olacağını söylemiş olmaktadır.)
Bizim girişimimiz ise gerekçesini hukuktan değil, politik
mücadelenin gerçeklerinden almaktadır ve kampanyamız aslında politiktir.
Önce şu sorunu doğru tespit etmek gerekir. Öcalan’ın tecridi
hukuki
değil, politik bir karardır. Keza bu tecride karşı başlatılan açlık
grevi de kendini hukuki olarak değil, politik olarak gerekçelendirmektedir. Hukuk
sadece bu politik gerekçeleri güçlendirmenin, haklılığa vurgu yapmanın bir
aracıdır.
Tam da politik olduğu için hukukun çiğnenmesi devlet ve
hükümet tarafından göze alınmaktadır. Yani devlet ya da hükümet, hukuku
çiğnemenin getirisinin götürdüğünden fazla olduğunu düşünmektedir.
Açlık grevindekiler de aynı şekilde kendi canlarını ortaya
koymanın, bu işin şakası olmadığının gösterilmesinin zaferi getireceği, kaybın
buna değeceği gibi bir kabulden hareket etmektedirler.
Bizler ise bir demokrasi mücadelesi vereye çalışıyoruz, bu
mücadele sonucunda Kürtlerin üzerindeki baskının da kalkabileceğini ve böyle
bir stratejinin daha doğru olabileceğini savunuyoruz.
Bu kararları veren ve savaşan cephelerin içinde değiliz ve
kararların verilmesine katılamıyoruz, onları etkileyemiyoruz. Ama onların
mücadelesinin sonuçları bizleri derinden etkiliyor ve etkileyecek.
Biz pratik olarak bu kararları veren ve mücadele eden
cephelerin dışındayız ama daha geniş anlamda politik ve sosyolojik olarak Grevciler
ile aynı cephedeyiz. Kalbimiz ve tarafımız onların yanında. Grevciler bize
danışmamış olsa da, kendi başlarına gidiyor olsalar da, bu mücadele ve
sonuçları bizlerin mücadelesini ve sonuçlarını da etkileyeceğinden elbette bu
mücadelenin asgari bir kayıp ve azami bir kazançla bitmesi bizim de
çıkarımızadır.
O halde soru şudur. Bizim bulunduğumuz politik cephede bir
taraf kendi kararışla şu veya bu manevrayı yaparken, biz ne yapmalıyız ki, bu
savaşta hem biz hem de bize danışmadan, emri vaki karşısında bırakarak davranan
müttefikimizin ve bizim azami kazanç elde etmesini sağlayalım.
Ve müttefik olarak gördüğümüz güç başarıyı kendi gücü ve
davranışıyla yakalayacağını düşünmekte, bizleri bir yedek güç olarak
görmektedir. Zaten hedefini belirlerken de, o hedefle, yani Öcalan üzerindeki
tecridin kaldırılması, muhalif ve demokratik güçlerin geniş kesimlerinin bu
hedef için harekete geçmek bir yana, bundan uzat duracağını da bilmektedirler.
politik düşünen insanlar sorunu böyle politik güçlerin bir
mücadelesi olarak alır, bunu olabildiğince gerçekçi olarak tanımlamaya çalışır
ve ona göre kendi mücadelesini ve taktiklerini belirler.
*
Böyle ele alınca örneğin o onlarca imzalı bildiri boş düşer.
Çünkü o bildiri, Devleti hukuka uymaya davet ederek aslında hukuka uysan senin
için daha iyi olur demiş olmaktadır. Yani devlete akıl vermektedir. Yani
aslında Açlık grevi yapanlara, demokratlara ve özgürlük hareketin yönelmeyen ve
istendiği gibi devlete yönelen, ondan talepte bulunan bildiri aslında fiilen ve
zımnen devlete bir akıl vermedir. Olaya politik bakanın ise, devlete yani
düşmanına akıl vermesi kendisi açısından saçma olur.
Her halde devletin ya da bu günkü iktidarın aklı kendi
çıkarlarının nerede olduğunu bilir: bize düşen de ona akıl vermek, sen aptalca
davranıyorsun akıllıca davran hukuki ihlal etme değildir. Ama o bildiride
olduğu gibi sorunu hukuki olarak ele alış, ister istemez kendi iç mantığı ile,
devlete akıl vermekten başka bir anlama gelmeyen bir sonuca yol açar. Ama insan
düşmanlarına değil, kendisiyle aynı cephede gördüklerine akıl verir.
Elbet bu toplumda, tıpkı o bildiride ifade edildiği gibi
kendisini o devlet ve hükümetin içinde bulunduğu “toplum” denen bütünün bir
parçası olarak görüp onu düzeltmeye, vicdanlı ve hukuka uygun davranmaya davet
edenler de bulunacaktır.
Ama bizim gibi, bu Türklükle tanımlanmış merkezi, keyfi,
militer, baskıcı devletin ve de bu devletin başındaki Erdoğan-Ergenekon
ittifakının parçalanması ve yenilmesi gereken bir karşı taraf ve düşman olarak
görenler de olacaktır.
Eğri oturalım doğru konuşalım. O hukuki gerekçelere dayanan
bildiri hiçbir gerçek duruma dayanmamaktadır.
Örneğin toplumun (yani Türk ulusunun. Ulus yerine “Toplum”
kavramını kullanmak da milliyetçilerin milliyetçi olduklarını gizlemelerinin
bir yöntemidir) vicdanına sesleniyor.
Gerçek bir duruma karşılık düşüyor mu bu?
Hayır!
Birincisi, bu ülkedeki geniş Türk ve Müslüman kitleler,
sadece egemen ulus ve dinden oldukları ve Kürtlerin uğradığı baskı onları
ırgalamadığı için değil, aynı zamanda giderek faşistleştikleri için de zaten
böyle bir kampanyayı kendilerine karşı düşmanca bir hareket olarak
göreceklerdir.
Evet ne yazık ki gerçektir. Türkiye’de insanlar giderek
devletin ırkçı faşist ideolojisini benimsemiş Müslümanlar ve Türkler haline
gelmektedirler. Bu devlet insanların beynini ele geçirmiş ve onları bu şekilde
örgütlemiş bulunuyor.
Bundan otuz kırk yıl önce, halkın büyük çoğunluğu, “Kürtlerin
de kendi dillerini konuşma hakları vardır. Onlar da insandır” falan derdi hiç
olmazsa.
O zamanlar insanlar Türkiye’de bir Ermeni, Rum katliamı olduğunu
bu günkü gibi inkar etmezler, bilirler ve konuşurlardı.
O zamanlar insanlar, bir insanın dininden, milliyetinden
önce insanlığının önemli olduğunu söylerler, “önemli olan insan olmak” derlerdi,
kimseyi dini, milliyeti nedeniyle ayırmamaya çabalarlardı.
O zamanlar insanlarda, devlete ve devletten gelen her şeye
karşı çok sağlıklı bir düşmanlık ve kuşku vardı. Deniz Gezmiş’i bunun için,
devlete baş kaldırıp meydan okuduğu için severlerdi. Bugün ise, aslıyla ilgisiz
hale getirilmiş, devlete karşı bir isyan geleneği bırakmak için davranmış Deniz’i
onu devletin sevdiği gibi ve devlet seviyor diye seviyorlar. Devlet partisi CHP
deniz posterleriyle yürüyor örneğin.
Eskiden insanlar, hayvanlara iyi kötü merhamet gösterirler,
göstermeseler bile işkence etmezlerdi, onların da “İslam ümmetinden olduğunu”
onları da “Allah’ın yarattığını” söylerlerdi.
Bugün ise artık bu dünyadan göçmüş bu eski kuşakların
çocukları eski çağların dinlerinin insanlara binlerce yılın tecrübesiyle
kazandırdığı ve sağlık gibi, değerini kaybedildiğinde anladığımız bu
özellikleri tümüyle yitirmiş bulunuyor. Bu yitirmenin temelinde ulusçuluk ve
kapitalizm bulunuyor elbette. Ulus ve ulusçuluk ilkesinden; kapitalizmin
dayandığı kar ilkesinden hangi ahlaki ilke çıkarılabilir ki?
Bu işin genel ve evrensel yanı. Bu nedenle kar ve ulus
ilkesiyle yetişen kuşaklar kolaylıkla bir böceği öldürür gibi insanları
öldürebilirler. Ulus ve kar ilkelerine dayanmayan bir toplum için mücadele
etmeden ve bu ilkelerin toplum hayatını düzenlemesine son vermeden bu durumun
değişmeyeceği ama giderek kötüleyeceği açıktır. En demokratik biçimlerinde bile
(Örneğin en son Norveç, Yeni Zelanda’da, ABD’de sık sık görüldüğü gibi) ulus
ilkesi yeryüzü ölçüsünde bir apartheit sisteminin bir savunusundan başka bir
anlama gelmez.
Ama Türkiye’de olan bundan da ötedir. Bu devlet ırkçı ve
faşist bir Türklükle Ulusu, ve devletçi bir İslam’la İslam’ı tanımlar ve tüm
toplumu örgütsüz bırakarak, en küçük bir bağımsız örgütlenme çabasını daha
doğmadan boğarak, halkı her türlü virüs ve mikrobun saldırısına açık çıplak bir
et gibi örgütsüz bırakarak ve kendisi kendi ırkçı ve devletçi kendi suretinde,
Tanrı’nın insanı kendi suretinde yaratması gibi, yeniden yaratarak evrensel
ulus ve kar ilkesinin kamburuna bir de geçmişin, şark devletinin modernize
ırkçı ve devletçi versiyonunun kamburunu yüklemiştir.
Bu nedenle bu halkın yüzde doksanı, kendisini kendi suretinde
yaratan devlet gibi zaten en küçük bir
demokrasinin bile düşmanıdır. Hukuksal ve biçimsel eşitlik diye bir derdi
yoktur. Ne modern Aydınlanma, ne de kapitalizm öncesi dinlerin savunduğu türden
Allah’ın kulluğunda eşitlik kadar olsun, en küçük bir biçimsel eşitlik kaygısı
bile yoktur.
Sizler hiç, bir Türk’ün, kendini Türk kabul etmeyen veya
Türkçe konuşmayan insanlardan alınan vergilerle niye okullarda Türkçe zorla
okutulup öğretiliyor, niye Türk tarihi ve Türk edebiyatı zorla öğretiliyor, bu
adaletsizliktir. Bu bizlerin imtiyazlı olmamızdır. Bu demokrasinin temeli olan
yurttaşların eşitliği ilkesine karşıdır diye en küçük bir itiraz yaptığını
gördünüz mü?
Sizler hiçbir Müslümanın, kendini Müslüman kabul etmeyen veya devletin resmi Müslümanlığından farklı bir Müslümanlık yoruma dayanan Müslümanlardan alınan vergilerle niçin camiler açılıyor, koskoca diyanet adlı mekanizmada binlerce insan istihdam ediliyor? Bu eşitsizliktir. Diyanet kaldırılmalıdır. Devletin dinle hiçbir ilişkisi olmamalıdır. Tüm dinlere eşit mesafede olasının ve onların eşitliğini gözetmesinin biricik yolu budur diyen ve bunun için mücadele eden bir Müslüman gördünüz mü?
Sizler hiçbir Müslümanın, kendini Müslüman kabul etmeyen veya devletin resmi Müslümanlığından farklı bir Müslümanlık yoruma dayanan Müslümanlardan alınan vergilerle niçin camiler açılıyor, koskoca diyanet adlı mekanizmada binlerce insan istihdam ediliyor? Bu eşitsizliktir. Diyanet kaldırılmalıdır. Devletin dinle hiçbir ilişkisi olmamalıdır. Tüm dinlere eşit mesafede olasının ve onların eşitliğini gözetmesinin biricik yolu budur diyen ve bunun için mücadele eden bir Müslüman gördünüz mü?
Bırakalım bu imtiyazlı ve egemen devletin kendi suretinde
yarattığı egemen Müslüman ve Türkleri bir yana, ezilenler bile, Aleviler ve
Kürtler veya diğer dillerden ve dinlerden olanlar bile böyle bir eşitliği hayal
etmekten, bunu program olarak koyup bunun için mücadele etmekten uzaktır.
Bırakalım bu ırkçı ve faşist geniş çoğunluğu, Türkiye’nin
demokrat geçinen liberallerinden ya da ilericilerinden hangisi, böyle bir
programı, yani ulusun Türklükle tanımlanmasına son verme ve merkezi bürokratik
cihazı parçalama gibi asgarinin asgarisi bir programı savunuyor?
Yani Herkes ana dilinde eğitim görsün, resmi dil Türkçe
olmasın, herkes ana dilinde ama tüm dinlerden, tüm dillerden bir heyetin
yazdığı ne Türk, ne Kürt veya başka bir dilin Tarihi ve Edebiyatı olmayan bir
tarih ve edebiyat okutulsun diyen bir liberal olsun gördünüz mü?
Liberali bırakalım, bir sosyalist, bir Marksist gördünüz mü?
Kürtler bile, retorikte ne kadar “demokratik cumhuriyet” deseler de ondan
anladıkları demokratik olmaktan uzak, Kürtlerin okullarda Kürt tarihi ve Kürt
edebiyatı, Türklerin Türk tarihi ve edebiyatı okuyacakları, okulların bölündüğü
ve sonu korkunç bölünmelerle ve kanla bitecek bir Lübnan ya da Balkan için
mücadele ediyorlar.
Hasılı Türkiye’de henüz demokrat yoktur. Demokrasiye en
yakın hareket olan Kürt hareketinin programı bile böyle demokratik bir program
değildir. Çünkü böyle bir demokratik program Kürtlüğün de tanınması, yani
“statü” programı ve mücadelesi değil, Türklüğün de tanınmaması, yani Türklüğün
de “statüsüzlüğü” programı ve mücadelesi demektir. En ileri Kürt hareketi ve
bunun içindeki Öcalan çizgisi bile böyle bir programa galaksiler kadar uzaktır.
O halde hiçbir sahte hayale kapılmadan bu durumu bilerek
hareket etmek, tıpkı bir askeri birliğin araziyi doğru tanıması gibi olmazsa
olmaz şarttır.
Sadece bu devlet değil, en geniş kitleler de sana düşmandır.
Hatta kendine demokrat diyenler de demokrat değildir ve sana dost değildir.
Bir demokrat olarak, bu kanına susamış düşmanlarınla bir
şeyler yapmak, onları değiştirmenin yollarını olanaklarını bulmak
zorundasındır.
Çünkü milyonlarca insanın eylemi olmadan Türkiye’de ve
dünyanın herhangi bir yerinde en küçük bir demokrasi olmayacağına göre, bu demokrasi
diye bir derdi olmayan ve hatta demokrasiye düşman milyonlarca insan nasıl,
hangi yöntemlerle birer demokrata dönüştürülebilir sorusudur soru?
O halde örgüt ve mücadele biçimlerini belirler, bir
demokrasi savaşı yürütürken öncelikle bu temeli veri alarak hareket etmek
gerekmektedir.
Böyle bir temelin olduğu yerde, hukuki gerekçelere dayanan
ve vicdanlara hitap eden bir imza kampanyası, hele fiili bir gücü ve ağırlığı
temsil etmiyorsa (ediyorsa zaten imza kampanyası yapmaz ağırlığını başka
biçimde yansıtır) “Türk’e Türklük propagandası” olmaktan öte gitmez ve kesin
bir başarısızlığa mahkumdur.
Başarısızlığa mahkum bir girişime başlamaktan ise hiç
girişmemek daha iyidir. Çünkü harcanan güç ve enerjinin boşa harcandığı ve
yenilgisi görülünce bu çok daha uzun zamanda ve zor telafi edilebilen moral
bozukluklarına, uzaklaşmalara, özele çekilişlere, reaksiyoner görüşlere
yönelmelere yol açar.
Özetle, o derneklerin bildirisi gibi, diyelim ki Devlet ve
hükümetten açlık grevindeki mahkumların isteklerini kabul etmeyi talep eden bir
imza kampanası açsaydık ve binlerce imza toplasaydık bile bunun hiçbir etkisi
ve politik bir anlamı olmazdı. Kaldı ki, böyle bir girişim imza toplamada da
başarısız olurdu.
*
Bugün gerek Kürt hareketi gerek demokratik hareket hala
hendekler döneminin ve aslında hiç üzerinde durulmayan ve bir başarı gibi
anılan Gezi’nin fiilen buharlaşmasının ve kendisinin yenilgisine yol açmasının yol
açtığı moral bozukluklarından kurtulabilmiş değildir.
Bunları bir yana koyalım.
Şimdi gelelim daha somut kısmına
Varsayalım ki, bir imza kampanyası açtık ve Türk devletinden
açlık grevindekilerin isteklerinin karşılanmasını istiyoruz.
Ne olacaktır?
Birincisi, Türk devleti benim kim olduğumu kendisinin düşmanı
olduğumu bilmiyor mu?
Düşmanının açtığı bir kampanya onu ne kadar etkiler?
Aksine düşmanınız size saldırıyorsa, bu sizin doğru iş
yaptığınız kanısının güçlenmesine hizmet eder. Türk devletinin tepkisi farklı
mı olur? Hayır.
İkincisi böyle bir kampanyaya, zaten bu devletin düşman
olarak fişlediği militan denebilecek çok az bir kesim dışında hiç kimse imza
vermez.
Gerekçeleri şunlar olacaktır muhtemelen:
Kimisi ölümlerin bile etkili olmadığı bir yerde imza
vermenin bir anlamı olmayacağı gerekçesiyle.
Hiç de haksız olmayan bir gerekçedir ama yanlışı şuradadır.
Bir devrimci için hedefin kendisinden ziyade o hedefe ulaşmak için girilen
mücadele, o mücadelenin insanlarda yol açtığı değişimler önemlidir. Evet bir
imza kampanyasıyla bir şeye ulaşılmaz. Ama en azından birçok insan ilk kez bir
medeni cesaret gösterip bir riski göze alıp bir imza atmıştır. İlk kez yalnız
olmadığını başka insanların da olduğunu görmüştür vs..
Bunlar hiçbir zaman küçümsenemez. Ama aşırı sol sekterler,
her toplumda har zaman vardırlar ve bu gibi gerekçelerle sadece imza atmazlar
atabilecekleri de engellerler. Ama bunlar yine de toplumsal ölçülerde küçük bir
azınlık olduklarından haydi bunları geçelim.
Kimisi zaten açlık grevi ve ölüm oruçlarına neredeyse alerjik
bir tepki duymaktadır. Geçmişte Dev-Sol’un yaptıklarında onlarca insan öldüğü
ya da sakat kaldığı ve bu nedenle Açlık Grevleri artık ters bir tepki
yarattığı, toplumda alerji yarattığı bu nedenle, talebini desteklese bile bir
açlık grevini, yanlış bulduğu bir mücadele biçimini destekler durumda olmamak
için imza atmayacaktır.
Sosyal medya böyle itirazlarla dolu. Özel konuşmalar ha
keza.
Bunlar mücadele biçiminin
kendisine duyulan tepkiler.
Ve bunlar olası potansiyel imzacıların çok büyük bir
bölümünü oluşturur.
Yani bırakalım hedeflerinin doğruluğu ve haklılığını bir
yana mücadele biçiminin kendisi bizzat koşullardan ve hedeflerden bağımsız
olarak grevcileri tecrit eden bir özelliğe sahip.
Bütün bu tepkilerden bağımsız olarak koşullar, hedefler ve
bu mücadele biçiminin ortaya çıkardığı sorunlara sonraki yazılarda devam ederiz.
20 Nisan 2019 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Lütfen şu adrese gidip açtığımız imza kampanyasını imzalayınız. Bu
imzalar çok olup belli bir ağırlığa ulaştığı takdirde ciddi felaketler
engellenebilir.
[i] DEKLARASYON
YAŞAMI SAVUNUYORUZ
HUKUK İŞLETİLSİN, KİMSE ÖLMESİN!
Hakkâri milletvekili Leyla Güven’in 8 Kasım 2018
tarihinde tecride karşı başlattığı süresiz dönüşümsüz açlık grevi, 16 Aralık
2018 tarihinden itibaren 50 den fazla cezaevinde yüzlerce mahpusun katılımı ile
yayılmış ve 1 Mart 2019 itibarı ile binlerce mahpusun katılımı ile kitlesel bir
açlık grevine dönüşmüştür.
Leyla Güven’in 161, ilk grubun 123. günü geride
bıraktığı açlık grevleri sürecinde ayrıca 7 mahpus taleplerinin kabul edilmesi
talebi ile yaşamlarına son vermişlerdir.
Bir mevsimi geride bırakan açlık grevleri büyüklüğü ve
sonuçları açısından toplum olarak altından kalkamayacağımız bir insani kriz
aşamasına varmıştır.
Ekim 2017 tarihinde güncellenen ve açlık grevlerinde
hekim tutumu üzerine temel belge olan Dünya Tabipler Birliği (DTB), Malta
Bildirgesi’nin giriş bölümü 1. Maddesinde de belirtildiği üzere “…..Açlık
grevleri genellikle taleplerini başka yollardan ortaya koyma imkânları
bulunmayan kişilerin başvurdukları bir protesto biçimidir….”
Bir hak talebi ya da bir durumu protesto için
başlatılan açlık grevlerinin ölümlerle sonuçlanması vicdan sahibi herkes için
bir acı kaynağıdır.
Açlık grevleri izleme heyetlerinin ve bağımsız
hukukçuların takipleri sonucu ortaya çıkan veriler birçok mahpusun ileri
derecede görme, işitme, tansiyon, dengesizlik, unutkanlık, yüksek ateş sorunu
yaşadığını, sıvı almada zorlandığını ve yaşamlarının kritik bir eşikte olduğunu
göstermektedir.
Geçmiş deneyimler, açlık grevlerinde ölüm riskinin
sadece gün sayısıyla ilişkili olmadığını da göstermektedir. Nitekim açlık
grevlerinde mahpuslardan bazıları açlık grevlerinin birinci ayında, bazıları
ise üçüncü ayında yaşamını kaybetmiştir.
Bugün ise, çoğu, yıllardır cezaevlerinde yeterli besine
ulaşmamış olan, kronik hastalıkları bulunan, sağlık birimlerine ve tedaviye
ulaşma ile ilgili ciddi problemler yaşayan mahpuslar için açlık grevi oldukça
zorlayıcı bir süreçtir ve her an ölümle sonuçlanma ihtimalini barındırmaktadır.
Açlık grevini sürdüren mahpusların sağlığının geldiği
kritik aşama, tıp etiği ilkeleri ve mahpus haklarına dair kurallar
cezaevlerinin bir an önce kapılarını bağımsız sağlık heyetlerine açması
gerektiğini göstermektedir. Çünkü cezaevlerindeki mevcut sağlık birimleri ne
sağlık personeli sayısı açısından ne de cezaevi revirlerinin olanakları
açısından açlık grevindeki binlerce mahpusu takip etme kapasitesine sahip
bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere açlık grevi; Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazına Dair Kanun’un 59, 66, 68 ve 83. Maddelerinde tanımlanan
avukatla, ailesi ve yakınları ile yüz yüze ve telefonla görüşme, mektup
gönderme ve alma hakkının, hükümlü olarak cezaevinde tutulmakta olan tüm
mahpuslara uygulanması gerektiğine dair yasa hükümlerinin; Anayasa’nın 10.
Maddesinde tanımlanan eşitlik ilkesinin, Türkiye Devletinin taraf olduğu
uluslar arası sözleşmeler ve “BM Mahpuslara Uygulanacak Asgari Standart
Kurallar” ın da gereği olarak, tüm hapishanelerde uygulanması talebini
içermektedir.
Yasaların eşit uygulanmasını sağlamak ve cezaevlerinde
tutulmakta olan mahpusların yaşam hakkını korumak devletin görevidir.
Hukuki bir talep ile başlanılmış olan açlık grevlerinin
çözüme kavuşturulması iktidar açısından hiç de zor değildir. Bunun için yeni
bir yasal düzenlemeye dahi ihtiyaç yoktur. Anayasa ve yasaların eşit
uygulanması tek başına yeterlidir.
Bununla birlikte, hiçbir şeyin yaşamdan daha kutsal
olmadığını düşünen bizler, açlık grevlerinin olası ölüm ve geri dönüşü olmayan
sakatlıklar yaşanmadan önce sona erdirilmesi için gerekli insani duyarlılığın
gösterilmesini ve demokratik yollarla çözüme kavuşturulmasını istiyoruz.
Biz aşağıda imzası bulunan kurumlar;
Geçmişte yaşanan acı tecrübelerin tekrar yaşanmaması
için devlete çağrıda bulunuyoruz:
HUKUK İŞLETİLSİN, KİMSE ÖLMESİN!
(İmzalayan 150 Kurumun isimleri alfabetik sıra ile
yazılmıştır.)
İMZALAYAN KURUMLAR
78LİLER GİRİŞİMİ
AVRUPA SÜRYANİLER BİRLİĞİ
ESU TÜRKİYE
CEZA İNFAZ SİSTEMİNDE SİVİL TOPLUM DERNEĞİ (CİSST)
ÇAĞDAŞ AVUKATLAR GRUBU (ÇAG)
ÇAĞDAŞ HUKUKÇULAR DERNEĞİ GENEL MERKEZİ VE TÜM ŞUBELERİ
DEMOKRASİ İÇİN HUKUKÇULAR
DEMOKRATİK ALEVİ DERNEĞİ
DEMOKRATİK BÖLGELER PARTİSİ İSTANBUL
DEVRİMCİ PARTİ
DOĞU VE GÜNEYDOĞU DERNEKLER PLATFORMU
(AMED DERNEKLERİ FEDERASYONU, BİTLİS DERNEKLERİ
FEDERASYONU, DERSİM DERNEKLERİ FEDERASYONU, ELİH BATMAN DERNEKLERİ FEDERASYONU,
KARAKOÇAN DERNEKLERİ FEDERASYONU, MARDİN DERNEKLERİ FEDERASYONU, MUŞ DERNEKLERİ
FEDERASYONU, ŞİRVAN DERNEKLERİ FEDERASYONU, VARTO DERNEKLERİ FEDERASYONU, ÇATAK
DERNEĞİ, ADIYAMANLILAR DERNEĞİ, KAYYDER, VAN GEVAŞ DERNEĞİ, KOZLUK DERNEĞİ,
BİTLİS DERNEĞİ, KARAYAZI DERNEĞİ, ERUH DERNEĞİ, BEKİRAN GENÇLİK DERNEĞİ,
BAĞCILAR BİTLİSLİLER DERNEĞİ, BEŞİRİ DERNEĞİ, EERZURUM KARAYAZI KARAGİVİŞ DERNEĞİ,
GEBZE SİİRTLİLER DERNEĞİ, İSTANBUL BATMAN PETROLSPOR TARAFTARLAR DERNEĞİ,
İKİTELLİ BATMAN KOZLUKLULAR DERNEĞİ, İSTANBUL BATMANLILAR DERNEĞİ, SİLVAN
TAŞPINAR KÖYÜ DERNEĞİ, ŞİRVAN ZİVZİK DERNEĞİ, MUŞ BULANIK MELE MUSTAFA KÖY
DERNEĞİ, BİSMİLLİLER DERNEĞİ, DİYARBAKIRLILAR DERNEĞİ, MUNZUR ÇEVRE DERNEĞİ,
GERGER DERNEĞİ, MALTEPE BİTLİS DERNEĞİ, BAŞAKŞEHİR İŞ ADAMLARI DERNEĞİ)
EMEK PARTİSİ (EMEP)
EŞİT HAKLAR İÇİN İZLEME DERNEĞİ
EZİLENLERİN SOSYALİST PARTİSİ (ESP)
HALKLARIN DEMOKRATİK PARTİSİ İSTANBUL
HALKEVLERİ
HAK İNİSİYATİFİ DERNEĞİ
İMC KADIN DAYANIŞMA DERNEĞİ
İNSAN HAKLARI DERNEĞİ İSTANBUL
İSTANBUL LGBTİ+
İŞÇİ SÖZÜ
KALDIRAÇ
KATILIMCI AVUKATLAR GRUBU (KAV)
KESK İSTANBUL ŞUBELER PLATFORMU (28 ŞUBE)
(EĞİTİM SEN, SES, TÜM BEL SEN, BES, YAPI YOL SEN,
DİVES, TARIM ORKAM SEN, BTS, ESM, HABER SEN, KÜLTÜR SANAT SEN)
KIRK YAMA KADIN DERNEĞİ
MOR DAYANIŞMA
ÖZGÜRLÜK İÇİN HUKUKÇULAR DERNEĞİ
ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRAT AVUKATLAR GRUBU
PARTİZAN
ROSA KADIN DERNEĞİ
SOSYALİST DAYANIŞMA PLATFORMU (SODAP)
SOSYALİST KADIN MECLİSLERİ
SOSYALİST YENİDEN KURULUŞ PARTİSİ (SYKP)
TEVGERE JİNEN AZAD (TJA)
TOPLUM VE HUKUK ARAŞTIRMALARI VAKFI
TOPLUMSAL ÖZGÜRLÜK PARTİ GİRİŞİMİ
TÜRKİYE İNSAN HAKLARI VAKFI
YEŞİLER VE SOL GELECEK PARTİSİ
YENİ DEMOKRAT KADIN
(Federasyonları oluşturan derneklerin isimleri
federasyondan öğrenilebilir.)
[ii] Değerli …,
Aferin, o kadar dernek imzalarını koyarak en azından
bir bildiri yayınlamış. İyidir.
Ama onca imzanın hiçbir etkisinin olmayacağını her
halde imzalayanlar da biliyordur.
Bu devlet insan hayatına değer mi veriyor, bir hukuk mu
var?
Bu devlet bir an önce ölsünler biraz eksilirler,
tohumuna para mı verdik diyen bir devlet.
O metin ise hukuk diye derdi olmayana hukuka davet
metni.
Kötü mü? Değil elbette.
Tamam yasal dernekler ve örgütler bir hukuki çerçevede
böyle bir bildiri yayınlayabilirler. Hiçbir şey yapmamaktan iyidir. En azından
bir not düşmektir.
Ama senin o metni bu kampanyaya karşı bir eleştiri gibi
nazire yaparca yollaman yanlış.
Temel yanlış şurada.
Buradaki sorun, yani Öcalan’ın tecridi, hukuki değil,
politik bir sorundur.
Politik sorunları da politik olarak ele alıp tartışmak
ve neler yapılacağını öyle belirlemek gerekir.
Benim açtığım ve imzacısı olduğum kampanya politik bir
hamledir ve sorunu bir strateji ve
taktik sorunu olarak ele alıp nasıl en başarılı ve en az kayıplı bu iş
götürülürün bir yolunu önermektedir.
Bunun karşısına hukuki argümanlara dayanan bir metni
sanki alternatif gibi koyup buraya göndermen kanımca pek doğru değil.
Bunlar ayrı kulvarların ve paradigmaların
davranışlarıdır. Birbirinin alternatifi değildirler.
Ama senin yaptığın gibi, alteratif gibi koymanın
kendisi elbette politik bir tavırdır.
Sorunun politik olarak ele alınıp yol önerilmesine
karşı çıkan bir politikayı temsil eder ve sorunun hukuki olarak ele alınması
gerektiğini temel bir politika olarak önermiş olur.
O zaman şunu tartışalım, gerçek güçlerin mücadelesinde
hukuki argümanların ne kadar etkisi olabilir?
Sen de bilirsin ki, toplumsal ilişkileri rasyonel ya da
hukuki argümanlar değil, gerçek güçler ve onların konumlanışları belirler.
Rasyonal argümanlarla bir şeyin değişeceğini düşünmek burjuva rasyonalizminin
yaydığı bir hayaldır. İnsanların düşüncelerini varlıkları belirler. Yani mantık
sonucuna götürüldüğünde insan (ya da belli toplumsal güçlerin) ihtiyaçlarına
karşı ise matematik aksiyomlar bile tartışma konusu olur.
O halde konuyu bir güç mücadelesi olarak ele alıp hangi
strateji ve taktik, karşı tarafın zarar görmesini, bizlerin az kayıp vermesini
veya zafer elde etmesini sağlayabilir diye tartışmak gerekir.
Keşke böyle bir tartışma başlasa.
*
Öte yandan bu kampanyaya politik olarak eleştirilerin
olabilir. O zaman böyle imalı bildiri yollayarak yapma.
Bence bu eleştirilerini derhal yaz ve açıkla. Hatta en
sert kelimeleri kullanarak yaz.
Diyebilirsin ki, “sen grev kırıcılık yapıyorsun,
devletten isteyeceğine tutup demokratlardan, Özgürlük hareketinden ve Açlık
grevindekilerden istiyorsun”.
Eh ben de bu kampanyaya başlamadan önce bunca yılın
politik mücadele veren bir insanı ve devrimci olarak böyle deneceğini
düşünmüşümdür her halde.
Daha kötülerini de düşündüm.
Neden bütün bunlara rağmen böyle bir kampanya başlattım
acaba?
“Alçak”, “grev kırıcı”, “hain”, bütün bu olasılıkları
düşündüm, göze aldım ve ona rağmen başladım.
Neden?
Biraz da sen düşün.
Selam ve sevgiler
Dostlukla
demir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder