Seçimlerden sonra niye yazmadığımı soranlar oluyor.
Yazılacakları ve yazılması gerekenleri seçimlerden önce
yazdım. “Desti kırıldıktan sonra yol gösteren çok olur” derler. Desti
kırılmadan önce ve kırılmaması için yol göstermeye çalıştım.
Seçimlerden önce yaptığım önerilerimin doğruluğunu
seçimlerin ve sonrasındaki gelişmelerin gösterdiğini düşünüyorum.
Ama yine de kısa kısa bazı hatırlatmalar yapalım.
Bir sosyalist olarak benim için seçimler kitleleri bilinçlendirmek,
örgütlemek, harekete geçirmek, var olan güçler dengesinde küçük de olsa bir
etkide bulunarak bunu ezilenlerin lehine çevirip onların hareket alanını
arttırmak için sadece bir vesiledir,
küçük de olsa bir olanaktır.
Ben ancak bu açıdan, yani seçimlere böyle yaklaşmanın, sosyalizm
ve demokrasi mücadelesi açısında doğru olup olmadığı ve yaptıklarımın bu
amaçlara hizmet edip etmediği açısından, doğru veya yanlış önerilerde bulunmuş veya
bulunmamış olarak değerlendirilebilirim.
Seçim vesilesiyle hem ezilen kitlelerin bilinçlenip
örgütlenmesine hem de mobilize olmasına ve böylece var olan güçler dengesini
küçük de olsa etkileyerek dengelerin değişmesine yol açabilecek öneriler
yaptım.
Bu önerileri 19 Nisan 2018 tarihinde yazdığım “Demokratlar
İçin Seçim Stratejisi ve HDP’nin Acil Olarak Yapması Gerekenler”
başlıklı ilk yazıdan (Nisan ayında 7, Mayıs’ta 10, yazı yazdım. Haziran’da yazılarımı
yolladığım mail grupları trollerin şikayetleriyle kapatıldığı ve daha sonra da
“inme” (Schlaganfall) geçirip hastaneye yattığım için yazamadım.) seçimden bir
gün önce son anda ve son bir gayretle yazdığım “Seçim
sonuçlarını YSK ve TRT’nin Önünde Toplanarak İzleyelim”
başlıklı, Erdoğan’ın çetelerinin sokaklara egemen olmasının önünü kesecek ve
CHP yöneticilerinin korkaklığını amorti edecek bir somut eylem biçimi öneren
son yazıya kadar, bütün yazılarım Demir’den Kapılar adlı bloğumda bulunuyor.
(Ayrıca diğer seçimlerde 1979’den 2014 Başkanlık seçimlerine
kadar yazdıklarımı derlediğim Seçim
Yazıları başlıklı kitap şuradan
indirilebilir. Daha sonraki seçimlerde ve anayasa oylamalarında yazdıklarımı
derleme imkanım olmadı, ama bloğumdan kolaylıkla okunabilirler.)
*
Bu seçimler soldaki ve sosyalistlerdeki kafa karışıklığının
ve sahte hayallerin çapını göstermesi bakımından ilginçtir. Bu yaklaşım aslında
bütün sol ve muhalif basına ve kafalara da egemendir.
Bunu en açık biçimde neredeyse herkesin CHP’yi başarısız ve
HDP’yi başarılı bulmasında görebiliriz.
CHP’yi kim başarısız görebilir?
Ama ondan önce şu zihinlere egemenlik kurmuş birkaç
önermenin yanlışlığını, bu önermelere göre düşünüp davranmanın var olan
egemenlik ilişkilerini yeniden ürettiğine değinelim.
*
Birincisi, bir demokrat, bir devrimci, bir sosyalist için, seçimlerde alınan oylar başarının ölçüsü
olmaz.
Bir devrimci ve demokrat için başarının ölçüsü. Ezilenlerin
örgütlenmesine, öz örgütlerinin yaratılmasına, siyasi eğitimine,
mobilizasyonuna, ne gibi katkılar yapılabildiği, seçim vesilesinin bu amaçlar
açısından nasıl değerlendirildiğidir.
Eğer alınan oylar üzerinden tahliller yapıyorsanız, siz
kendinize ne derseniz deyin sorunu tam bir parlamenter budalalık içinde
tartışıyorsunuz ve onu yeniden üretiyorsunuz demektir. Demokratların,
sosyalistlerin, devrimcilerin kendi gündemleri ve sorunu koyuş ve tartışma
biçimleri vardır ve olmalıdır.
Acın sol yayınları bakın. Herkes seçim sonuçları üzerinden
başarı ve başarısızlık tahminleri yapıyor. Bunun kendisinin var olan ilişkileri
yeniden ürettiği üzerin bir tek söz bile yok.
*
İkincisi, seçimler var olan güç ilişkilerini değiştirmez. Var olan güç ilişkilerini yansıtırlar. Seçimler verili andaki güç
ilişkilerinin nicel veya hukuki bir ifadesini sunar.
Ama bu nicel veya hukuki ifadenin kendisi, hukuken, politik
veya moral olarak, ifade ettiği ilişkiler üzerinde de bir karşı etkide bulunur.
Bu güç ilişkisi, var
olan sosyal ve politik güçlerin konumlanışıdır.
Bu konumlanışın sonuçlarıdır oylara yansıyan.
Sonra oylara yansıyan sonuç konumlanışlar üzerinde bir karşı
etkide bulunur.
*
Şimdi bu basit ve en temel, ve de sürekli unutulan, önermeleri
hatırlattıktan sonra gelelim Kılıçdaroğlu veya CHP’nin başarılı mı başarısız mı
olduğuna.
CHP’nin oylarının azalması onun başarısız olduğunu
göstermez.
CHP’nin başarısı, demokrasi özlemindeki yığınları kendi
bayrağı altında toplayıp toplamadığı, onların gerçek öz örgütlenmelerini
engelleyip engellemediği, kafalarını karıştırıp karıştırmadığı, devlet
sınıflarının yedeğine düşürüp düşürmediği açısından anlaşılabilir.
Tabii böyle ele alabilmek için de CHP’nin niteliğine ilişkin
doğru bir sosyolojik ve politik tanımınız olası gerekir.
Elbet CHP’yi bir demokrasi gücü, sol bir parti vs. olarak
görürseniz, CHP’yi başarısız olarak görebilirsiniz.
Tabii yine aynı şekilde seçimlerde alınan oyu ve oyla güç
ilişkilerini değiştirilebileceğini düşünüyorsanız, CHP’yi başarısız olarak
görebilirsiniz.
Ama burada kanıtlanması gerekenler; CHP’nin bir demokrasi
gücü, sol bir parti olduğu; seçimlerin güç ilişkilerinde ve güçlerin
konumlanışlarında bir değişiklik yaratabileceği varsayımlarıdır.
*
CHP yapısıyla ezilen sınıfların ya da kesimlerin bir partisi
değildir.
Keza, ne programıyla, ne stratejisiyle demokrat veya sol
olarak nitelenebilecek bir parti değildir.
CHP bu devletin bir partisidir, bu devletin yaşamasını kendi başına amaç edenmiş bir partidir.
Bu devlet var olduğu sürece ise ne demokrasi olabilir ne de
ezilenlerin konumunda köklü ber değişiklik.
CHP, bu devletin yaşaması için asgari bir hukuk çerçevesi
bulunmasını ve gereğinde bu cihazın merkezi ve bürokratik özüne dokunmayacak
reformlar yapılmasını, yani modernleşmesini savunan bir partidir.
Bu amacına uygun olarak da özellikle Alevileri ve
şehirlerdeki “laikleri” kontrol altında tutmaya, bu politikanın yedeği olarak tutmaya
yönelik bir partidir.
Şimdi eğer bu tespitler doğru ise, CHP hakkında böyle bir
değerlendirme yapan bir demokrat, CHP’nin ne kadar tutarsız olduğunu falan
söyleyip onu eleştirmeye kalkmaz.
Böyle yapmak sadece böyle yapanların ne kadar tutarsız
olduğunu gösterir.
CHP’nin yapısı ve amaçları hakkında böyle bir değerlendirme
yaptığınızda onun başarısını veya başarısızlığını onun kendi amaçları ve yapısı
açısından değerlendirmeniz gerekir.
CHP’yi “demokrat gibi davranmıyor, “tutarsız” davranıyor
diye eleştirmek CHP’nin niteliği hakkında tamamen yanlış varsayımlara
dayanmanın ve onun hakkında sahte hayallere sahip olmanın ve bu sahte hayalleri
yaymanın bir görünümü olur.
*
Öte yandan CHP’nin ne kadar tutarsız davrandığı söylenerek,
sadece onun niteliğine ilişkin sahte hayaller yayılmış olmaz aynı zamanda insanların
fikirlerinin çelişkileri göstererek, argümanlarla değiştirilebileceği türünden
başka hayaller de yayar.
Çünkü rasyonel argümanların insanların fikrini değiştirdiği
görülmemiştir.
İnsanlar ancak çıkarları ile veya eylem içinde değişirler.
İnsanların çıkarlarına aykırı olsaydı matematik aksiyomlar bile tartışma konusu
olurdu. Dayanılması gereken doğru ve Marksist önerme budur. Çünkü insanların
bilince varlığını değil, varlığı bilincini belirler.
CHP’yi doğru tanımlayan ise, onun destekçilerini kazanacak stratejiler, örgüt ve mücadele biçimleri ile
onları etkilemeye çalışır, CHP’nin tutarsızlığını anlatan argümanlarla
vakit kaybetmez.
Sanılıyor mu ki CHP’ye oy veren milyonlar, CHP’nin
tutarsızlığını bilmiyorlar? Boşuna mı CHP’liler “içleri kan ağlaya ağlaya” Baykal’a veya Kılıçdaroğlu’na veya başka
birine oy verirler?
Onlar da herkes gibi her şeyi bilirler, bilirler ama aynı
zamanda tıpkı sendikasının sarı olduğunu bilen ama yine de o sarı sendikayı
terk etmeyen bir işçi gibi davranırlar. Çünkü ne kadar sarı da olsa o sendika
acil bir durumda bir köpeği uzak tutmaya yarayan büyükçe bir sopa işlevi
görebilir. CHP her şeye rağmen Aleviler ve “laikler” için iyi kötü bir savunma
mevziidir. Daha iyisi olmadığı sürece orada kalacaklardır.
*
Şimdi bu gerçeklikler ışığında CHP’ye baktığımızda CHP’nin
başarısız olduğunu söyleyemeyiz.
Aksine son derece başarılıdır.
Önce Gül’ün adaylığının üzerinde çalışarak, sonra İnce’yi
aday göstererek geniş Alevi ve laik kesimleri, hatta solcu ve sosyalistleri
kendi etrafında birleştirmiş ve örgütlemiş, aynı zamanda HDP’yi hem fazla
dışlamadan hem de ulusalcıları kaybetmesine yol açabilecek bir yakınlaşmaya
girmeden yedekte tutmayı, en azından onun tarafsızlığını veya hayırhah bir
tutumunu sağlamıştır.
Bu akıllı taktiklerle CHP, yani bu merkezi ve bürokratik ve
Türklükle tanımlanmış devletin bekasını bir “hukuk (guguk) devleti” bağlamında
savunma stratejisine nüfusun yarısını mobilize edebilmiş ve etrafında
örgütleyebilmiştir.
Az şey midir bu?
Ayrıca bu kadar da değil, geniş yığınları kendisine umut
bağlamış halde tutarak ve bunu canlandırıp güçlendirmekle kalmamış, aynı
zamanda geniş demokrasi özlemindeki yığınları seçim gecesinde olduğu gibi,
kendi kontrolü altında tutabilmiş ve onların hareketsiz kalmasını sağlamış,
sokağa çıkmasını engellemiştir.
CHP’nin yapısı, programı ve stratejisi açısından bunlar son
derece başarılı sonuçlardır.
Hatta kendini demokrat olarak kabul edenlerin CHP’nin
başarısız olduğunu söylemesi bile CHP’nin başarısıdır. Çünkü hem CHP’nin
niteliği hem de seçimler hakkında yanlış hayallerin gücünü ve yaygınlığını
gösterip bunların yayılmasına ve ideolojik bir egemenlik kurmasına da hizmet
etmektedir.
Sonuç olarak, kendi yapısı ve amaları bakımından CHP son derece
başarılı bir politika izlemiştir.
Sadece CHP değil, Kılıçdaroğlu da yine çok başarılıdır.
Bu amaçlar açısından gereğinde kendine rakip olmuş birini
Cumhurbaşkanı adayı yaparak ve onun aracılığıyla geniş kesimlerin mobilize
olmasını sağlayarak ne kadar başarılı bir politikacı olduğun göstermiştir.
CHP’yi başarısız bulanlar aslında ya demokrat değildirler ve kendilerini demokrat sanmaktadırlar ya da CHP hakkındaki yargıları yanlıştır ve onu demokrat sanmaktadırlar.
CHP’yi başarısız bulanlar aslında ya demokrat değildirler ve kendilerini demokrat sanmaktadırlar ya da CHP hakkındaki yargıları yanlıştır ve onu demokrat sanmaktadırlar.
*
HDP’ye gelince. HDP da aldığı oy oranına bakılarak, uğradığı
baskılar da göz önüne alınarak, barajı aşması vesilesiyle başarılı (veya Kürdistan’daki
kimi oy kayıpları göz önüne alınarak, ama yine aydığı oy temelinde başarısız)
olarak görülmektedir.
HDP bu devletin partisi değildir.
Aksine bu devletin ve ulusun demokratik (yani merkezi ve bürokratik
olmayan ve Türklükle tanımlanmayan) bir devletle değiştirilmesini
hedeflemektedir.
En azından deklare edilmiş amacı budur.
Bu amacı açısından baktığımızda HDP son derece başarısızdır.
Tecrit olma durumundan çıkamamıştır.
Geniş laik ve alevi kesimleri toparlayıp muhalefetin fiili
bir öncüsüne dönüşememiştir.
Bu, baskı ve zorluklar sorunu değildir.
Bu strateji, taktikler, örgüt ve mücadele biçimleri
sorunudur.
HDP bunları doğru yapar ama ona rağmen yenilebilir. O zaman
güç ve baskılar bir gerekçe olabilir.
Örneğin HDP daha erken seçim kararı alındığında yanlış
üstüne yanlış yapmıştır. (Yukarıda belirttiğimiz ilk yazımıza bakılabilir.) Hatta
başlangıçta HDP’nin Demirtaş’ı aday göstermeme olasılığı bile vardı. Ama en
azından tabandan gelen tepkiler bu hatayı yapmayı engelledi. Engelledi ama HDP boynunda
hep şu çelişkinin ağır yükünü taşıdı. Kendisine başkan olarak layık görmediği
birini devletin başkanlığına öneriyordu.
HDP stratejik olarak tüm muhalefeti toplayabilirdi. Hemen
daha başta “hodri meydan” gibi kabadayılıklara girmeden, ucuz pazarlıklar
sinyalleri vermeden (seçim döneminin başında yazdığımız yazılara bakınız)
demokrasi bloku oluşturmaya ve onun başını çekmeye girişebilirdi.
Bunu yapmak kendisinin tanınmasını istemek değildir. Fiili
durumlar yaratmaktır.
HDP ise bütün ittifak politikalarını kendisinin kabulü
üzerine oturttu ve desteğini her zaman bir pazarlık sorunu olarak görmeye yol
açacak mesajlar verdi.
Örneğin, erken seçimin hedefi olan ve seçime katılması
engellenen İyi Parti’ye CHP’nin yaptığı öneriyi HDP yapabilirdi. Bu bütün
Türkiye politikasını alt üst ederdi. Bu demokratlıkla çelişmezdi. “Fikirlerinin düşmanıyım ama onları ifade
etmen için canımı veririm”, idari veya hukuki tedbirlerle onların
engellenmesine karşıyım” ilkesi bile yeterdi böyle bir politik hamle için.
Aynı şeyi bağımsız adaylara ve Saadet Partisine, hatta Hüdapar’a
yapabilirdi. (Bütün bunları hem de seçimin birinci turunun özgül niteliğiyle de,
yani olabildiğince çok ve farklı adayın azami katılım sağlaması ve Erdoğan’ın
çoğunluk şansını azaltması gerekçesi ile, temellendirerek önerdik.
HDP böyle bir hamle yapsa, destek teklif ettikleri isterse
reddetsinler ama HDP böylece birdenbire Erdoğan’a karşı bütün muhalefetin
birleştiricisi ve en kararlı öncüsü olduğunu gösterirdi.
Böyle bir tavır, HDP’nin tecridini engelleyebilir, hatta
belki seçim döneminin gerçek yıldızı HDP olabilirdi.
Keza HDP’nin seçim çalışmasını da bir seçim ve propaganda kampanyası olarak ele alması yanlıştı.
Seçimi, bir demokrasi için geniş yığınları örgütleme ve
mobilize etme kampanyası, bunun için bir olanak olarak ele alması gerekiyordu.
Bu nedenle “adil, eşit, özgür ve hilesiz bir seçim” parolası
ve taktik hedefi aynı zamanda geniş yığınları örgütleme ve harekete geçirmenin
aynı zamanda tecritten kurtulmanın esaslı bir aracı olurdu.
Yani eşit ve adil olmayan niteliğine karşı bunu fiilen bir
ölçüde olsun sağlamaya yönelik bir hidif, taktikler ve örgüt biçimleri hem
kitleleri örgütlemenin ve harekete geçirmenin, birleştirmenin hem de tecritten
kurtulmanın bir aracı olabilirdi.
HDP ise çalışmayı tipik bir propaganda ve reklam kampanyası
olarak ele alıp sadece kendine oy verenleri kazanmaya yönelik bir çalışma
olarak yürüttü. Parti çalışması
yaptı.
Bu devletin alternatifi bir iktidarın; hakları ve
özgürlükleri savunan bir devletin tohumu olabilecek örgüt ve mücadele biçimleri
neler olabilir diye en küçük bir sorunu bile olmadı.
Örneğin “adil, eşit, özgür ve hilesiz bir seçim” için tüm
muhalefet partilerine ortaklaşa seçim toplantıları yapmayı önerebilirdi. Böylece
iktidarın sağlamadığı eşit propaganda imkanları karşısında hep birlikte bunu
birbirine sağlayan karşı bir iktidar yaratmayı deneyebilirdi.
Onlar bundan büyük ihtimalle kaçacaklardı. Ama işte bu geniş
yığınları eğitirdi.
Onlar bundan kaçarlarsa, o zaman kendi toplantılarına tüm
partilerden sözcüleri de konuşmacı olarak çağırabilir, devletin vermediği
olanağı ben veriyorum, diyebilirdi.
HDP farklı görüşlerin hakkını ve özgürlüğünü gözeten, onlara
koruma ve imkan sağlayan bir alternatif devletin tohumu olarak davranabilirdi.
Böylece hem kendini tecrit olmaktan kurtarır hem geniş
yığınlarla adil, eşit, hilesiz bir seçim için öz savunma ve öz örgütlenme
grupları kurabilir. Hem de diğer partilerin ne kadar bencil ve demokrasiden
uzak olduğunu kanıtlamış olabilirdi.
Böyle bir çalışmada, seçim propagandalarında görülenin
aksine HDP bayrakları gösterişleri olmazdı ama fiili ve gerçek demokratik kitle
örgütlenmeleri olurdu. HDP’li olmayan insanlar “Adil, Hilesiz, Eşit ve Özgür
bir Seçim” amacında birleştirilmiş ve örgütlenmiş olurdu.
HDP sise bütün çalışmasını bana oy ver propagandası, (“bir oy Demirtaş’a, bir oy HDP’ye” sloganı) üzerinden yürüttü.
(Bütün bu konularda eleştiri ve önerilerimizi daha başta
yaptık yazılarımızla. Ama HDP’liler böyle küçük şeylerle uğraşmazlardı. Anaları
onları büyük işler için doğurmuştu.)
HDP ayrıca adaylarda küçük burjuvazinin hoşuna gidecek isimler
kadar ve onlardan daha fazla Erdoğan’ı tecrit edip ondan oy almayı sağlayacak
taktikler ve uzlaşmalar da uygulayabilirdi ve de uygulamalıydı. Örneğin, bu
çerçevede, bütün Kürt partilerine de ittifak önerebilirdi. Örneğin Hüdapar’a da
başkan adaylığı için destek sunabilirdi. Böylece bütün ulusalcı ve dinci
Kürtleri de kendi bayrağı altında toplayabilirdi. Onların ön yargılarını
yıkabilirdi.
Ayrıca seçim emniyeti için, ipleri CHP’nin eline bırakmayan,
aşağıdan gelme ve tekniğin son sözünü kullanan öz örgütlenmeler yapabilirdi.
HDP böyle bir strateji içinde bilinçlenmiş ve örgütlenmiş
geniş kesimleri, seçim günü daha akşam saatlerinde, sokaklarda olmaya
çağırabilirdi. O zaman devletin çeteleri sokağa çıkmaya ve egemen olmaya
çekinebilirdi. Sokaklardaki kitlelerin varlığı, CHP’yi bu sefer tabanını
kaybetmemek için daha kararlı tutumlara geçmek zorunda bırakabilirdi. Bu da güç
dengelerini etkilerdi.
*
Ayrıca küçük dükkancı hesapları yapmadan, bugünün baş
sorununun Erdoğan’ı yenmek olduğunu, bunun için de ilk turda olabildiğince çok
ve farklı aday ve bunlardan kim kalırsa onun Erdoğan karısında destekleneceği
şeklinde açık ve hedefi net bir stratejiyle geniş kesimlerin güven ve desteğini
alır aynı zamanda geniş kitleleri siyasi bakımdan eğitebilirdi. Bu bağlamda
ikinci tura kaldığı takdirde en geniş kesimlerden oy alabilecek olana oy
verilmesini önerebilirdi. Yani Örneğin Selahattin Demirtaş ve HDP “Bir oy HDP’yi,
bir oy Demirtaş’a” değil, birinci turda meliste çoğunluğu Cumhur ittifakına
kaptırmak için HDP’ye, ikinci tura kalabilmek ve Erdoğan’ı yenebilmek için de
Erdoğan karşısında en çok oy alabilecek olana oy verilmesini isteyebilirdi. Böyle
bir slogan hem birleştirici ve toparlayıcı olur, hem de HDP’nin ve Demirtaş’ın kendilerinin
oy almasını değil de Erdoğan’ın yenilmesini baş sorun olarak gördüğünü en geniş
kesimlere anlatmış olurdu.
Bütün bunları yapmadı ve yapamadı HDP.
Neden?
HDP sosyal olarak, bir liberal aydın ve akademisyenler,
bürokrat sosyalistler (doksanlı yılların gericilik döneminde oluşmuş bürokratik
ve taşlaşmış sosyalist örgütler) ve ulusalcı Kürtler (Çünkü Kürtlerin büyük
bölümü de demokratik bir cumhuriyet aracılııyla Kürtlerin üzerindeki baskıya
son verilebileceği gibi bir kavrayışı yok ve HDP’nin programı da böyle değil
zaten. Kürtlerin büyük bir bölümü Demokratik Cumhuriyet’i bir tür “takiye”,
bağımsız Kürdistan’ı kurmak için geçici bir aşama olarak görmektedir. Demokratik
Cumhuriyet’i savunmak, Kürtlüğün de tanınması ile değil, Türklüğün de
tanınmaması ile olabilir.) partisi olarak kalmaya devam ediyor.
Örgütsel ve hukuksal olarak HDP’de CHP kadar bile bir canlı
tartışma ortamı ve yarışma yoktur.
Bütün bunların sonucu, zerrece yaratıcılık, esneklik,
radikallik, ezber bozuculuk, yıkıcılık yoktur HDP’de. HDP’lilerin beyanatları
bürokratik, ruhsuz, kendilerinin ne kadar mağdur olduğuna ilişkin söylemlerdir.
Kendilerine karşı gaddar değildirler.
Ve muhtemelen bu dönemde de yine mecliste oyalanarak CHP’nin
gördüğüne benzer bir işlev görmeye devam edecektir.
*
Sadece HDP değil, Demirtaş da başarısızdır. Demirtaş da
kendine ve HDP’ye oy isteyen mesajlar verdi.
Demirtaş sık sık görüldüğü gibi, bir tür Kürt
milliyetçiliğinden veya Kürt burjuvazisine dayanan bir çizgiden (2014 Başkanlık
seçimleri, Gezi vs. hatırlansın) bu sefer Türk orta sınıflarının hoşuna gidecek
bir söyleme ve duygusallığa kaymıştır.
Demirtaş’ın bütün mesajları korkmuyoruz, korkmayalım;
yılmıyoruz yılmayalım diye moral vermekten başka bir şey değildi.
Maalesef HDP’nin ruhsuzluğunu dengeleyebilecek bir strateji
ve politik perspektif vermekten uzaktı.
Demirtaş verili ve doğru bir strateji ve politikayı belki
geniş yığınları etkileyebilecek ir şekilde temsil edebilir ama bir politikacı
ve stratej olarak son derece zayıftır.
Demirtaş kendisine oy istiyordu. Aslında bu bile yanlıştı.
Demirtaş HDP’ye oy istemeliydi. Kendisinin alacağı oyun
önemsiz olduğunu, kazanma şansı olmadığını ama insanlardan Erdoğan karşısında
en çok oyu alabilecek olan ve onu yenebilecek olan aday olarak kimi
görüyorlarsa ona oy vermelerini isteyebilirdi.
Böyle bir strateji hem Erdoğan karşısındaki kararlılığı
arttırır hem de yine Demirtaş’ı Erdoğan’a karşı mücadelenin öncüsü yapardı.
Soldaki hafızasızlık aynen Demirtaş7ın söylemine de
yansımıştı.
Sosyalistler için söylem ile oy isteme aynı şey olacak diye
bir koşul yoktur.
Sosyalist ve demokrat seçim taktiklerinde, illa da iyi ve
doğru politikalara oy istenir diye bir sorun yoktur, seçimler ya da oylar değil,
neler söylenip yapıldığına önem taşıdığı için.
Yani sosyalistler bu adam alçaktır ama diğeri daha alçak
olduğundan bize değil bu daha az alçağa oy verelim çünkü bu durumda hareket
alanımız genişleyebilir diyebilirler ve demelidirler. Leninler böyle
davranıyorlardı, Çarın Kara yüzlerine karşı, Kadet’lere oy verilmesini
isteyebiliyorlar ama onlara oy verilmesini söylerken onların ezilenlere karşı
çardan yana olduğunu da söylemekten geri durmuyorlardı.
Sosyalist ve liberallerin söylenen ve istenen oyun çakışması
gerektiği yanlışı, HDP gibi Demirtaş’a da bulaşmıştı. Oy verilmesi istenen ile
söylenen arasındaki ilişkiyi karıştırıyorlardı.
Seçimler arifesinde ikinci tura kalırsa Akşener’e oy verecek
miyiz tartışması vardı. Hiçbir HDP’li çıkıp bizim burada yazdığımız tarihsel
dersleri sıralayarak sorunun nasıl koyulması gerektiğini söylemedi. Yani geniş
yığınların ve HDP’lilerin siyasi eğitimini esas sorun olarak görmedi.
Yani bir sosyalist “Evet
Akşener bir faşisttir ama şu an Erdoğan baş sorundur onu yıkabilmek ve hareket
alanımızı genişletebilmek için Akşener’e oy verilebilir. Onun hakkında en küçük
bir hayale bile kapılmamak gerekir” diyebilen insandır.
Selahattin Demirtaş veya HDP’nin bu gibi taktikleri
uygulayabilecek ne esnekliği vardı ne de böyle taktiklere tepki gösterecek dar
kafalılara direnebilecek cesareti.
*
HDP bunları yapmadı ve yapamadı. Bugün HDP’den meclise
girenlerin geçen dönemden daha başarılı olduğunu söyleyemeyeceğiz.
HDP’nin baştan aşağı değişmesi gerekiyor.
HDP’nin programı yanlıştır. “Kürtlere Statü” programı ile,
yani bir politik birim olarak Türklüğün
tanınmasına itiraz etmemek ve Kürtlüğün tanınmasını istemek ile, bir başarı
kazanma ve Türk çoğunluğu değiştirme ve kazama şansı yoktur. Türkler ancak
Türklüğün de tanınmaması stratejisi ile değiştirilebilir ve kazanılabilir.
Türkleri kurtarmanın, demokrat yapmanın tek yolu budur.
Kürtlerin çektiği acıları Türklere anlatmakla bir sonuç alınamaz. Herkes her
şeyi bilmektedir. Tok açın halinden anlamaz. Kürtler kendilerini kurtarmak
istiyorlarsa Türkleri Kurtarmalıdırlar.
Buna bağlı olarak HDP “Türkiyelileşme”yi batıdaki orta
sınıflara yaranmak olarak algılamaktadır. Türkleri ve Kürtleri Türk ve Kürt
olmaktan çıkarıp, birer demokrata dönüştürüp, demokratların Türklere ve Kürtlere
karşı bir mücadelesini başlatma, Türkleri ve Kürtleri ulusu ve politik
birimleri, Türklük veya Türklükle tanımlayanlar ve böyle tanımlamaya karşı
tanımlayanlar şeklinde bir bölünme yaratmaya çalışmamaktadır.
Örgüt ve mücadele biçimleri konusuna ise hiç girmeyelim.
Seçimi yığınları örgütlemenin, mobilize etmenin ve öz
örgütlenmelerini yaratmanın bir aracı, bir imkanı, bir vesilesi olarak değil;
bir propaganda kampanyası olarak alıp, (Türk’ün Türke Türklük propagandası gibi)
kendi havuzu içinde propaganda yapması, içi boş ama görüntüsü güzel kimsenin
okumadığı ve okumayacağı renkli propaganda broşürlerine paralar yatırması enerjiler
harcaması gibi yanlışları yazmaya bile değmez.
*
Bu vesileyle, seçim sonrasındaki sonuçlara bakıp, doğru tavrın
seçimleri boykot emek olacağı sonucunu çıkaranlara da birkaç söz edelim.
Onlar boykot falan derken, tıpkı CHP’yi başarısız veya
HDP’yi başarılı olarak görenlerin tersinden aslında onları yanlış
değerlendirdikleri türden bir hata yapmış, seçimlere bir vesile olmanın
ötesinde büyük bir anlam yüklemiş olurlar.
Bu sol gibi görünen taktiklerin ardında aslında son derece
sağ bir anlayış gizlidir.
Tekrar hatırlatalım.
Tekrar hatırlatalım.
Birincisi
seçimler ezilenlerin mücadelesinde sadece ezilenlerin siyasi eğitimi,
örgütlenmesin ve mobilizasyonu için sadece küçük
bir olanaktır.
Bizler
iğne deliğinden ışık geçse ondan
yararlanmalı, karıncanın gücünü bile ciddiye
alıp onu kazanmaya çalışmalıyızdır.
İkincisi,
Seçimlerde seçilmenin ve oy almanın bizler için önemi ikincildir, bu olanaktan
nasıl yararlandığımız önemlidir.
Üçüncüsü,
tam da bu nedenle biz bizlere verilecek oyların daha gerici ve faşistlere
yarayabileceği yerlerde daha az tehlikeli olana oy verilmesini isteyebiliriz.
Bu oyu isterken onun gerçek niteliğini gizlememiz, övgüler düzmemiz gerekmez,
tam aksine bunu daha bir vurguyla söylememiz gerekir.
(Kendimi
örnek vereyim. HDP ve Demirtaş’a oy verilmesini istedim ve verdim. Ama başından
beri HDP’nin en büyük eleştirmeni de oldum. Nasl sert eleştirdiğim, onların
gerçek niteliği hakkında hiçbir hayal yaymadığım ve gerçek niteliklerini
açıkladığım da ortadadır. Şu satırlar bile böyle bir çizginin doğruluğunun ve
olabilirliğinin bir kanıtıdır.)
Seçimleri
mücadelede bir olanak olarak görmemenin, onları abartmanın diğer bir biçimi
onları bir tür eşit koşullarda yapılan bir spor müsabakası gibi kavramaktır.
Seçimleri
eşit koşullarda yapılan bir yarış gibi kavramak aslında seçimleri ve burjuva
demokrasisini çok önemsemenin bir yansımasıdır; tersinden bir görünümüdür
Burada sayın Ayşe Hür’ü bir örnek olarak ele alalım.
Sayın Ayşe Hür, bu seçim dönemi boyunca böyle bir çizgiyi
savundu. Bunları daha ziyade Twitter’daki
paylaşımlarıyla dile getirdi.
Birkaç örnek:
“Hayretle izliyorum.
Siyaset bilimcileri sanki sahici bir SEÇİM yapılmış gibi analizler yapıyorlar.
"Seçim tiyatrosu"nda irili ufaklı rollerle taltif edilen(!) siyasi
aktörler de teşekkür turnesine çıkacaklarmış. Bu arada "kasa" her
zamanki gibi "kazanıyor". Afyon yutmuş gibiyiz.”
“Büyük bir hevesle,
faşizmin bir kez daha sandıktan onay almasına katkıda bulunduktan sonra artık
şikayet etmemiz gerekiyor...” (Her halde “etmememiz” olacaktı. Yoksa mantıken hatalı oluyor.)
Ayşe Hür seçimlerin sahici bir seçim olmayacağından
hareketle seçimleri boykot etmek gerektiği onucunu çıkarıyor.
Bunun ardında şu gizli varsayım vardır. Sahici olsa seçimlerle
bir şeyler değiştirilebilir. Yani seçimlerle aslında gerçekte olduğundan fazla
bir değer verme. Çıkarsamaları örtük olarak bu gizli varsayıma dayanmaktadır.
Bu tamamen yanlış bir çıkarsamadır. Tam da seçimlerin hiç de
doğru dürüst bir demokrasi olmadığını söyleyebilmek, geniş kitlelere bunu
aktarabilmek, daha demokratik kitle örgütlenmeleri yaratabilmek için bir olanak
olarak gördüğünüz takdirde, tam da seçimlerin ne kadar eşitsiz ve hileli bir
seçim olduğunu göstermek için bir vesiledir
seçimler.
Yine aynı durumla karşı karşıyayız. CHP’ye soldan yapılan “ihanet”,
“sattı”, “başarısız” eleştirilerin ardında nasıl aslında son derece sağ bir CHP
veya seçim kavrayışı varsa, seçimlere katılmayı reddeden soldan yapılan
eleştirilerin ardında da son derece sağ, aslında onları olduğundan daha fazla
önemseyen bir seçim ve parlamentarizm kavrayışı vardır.
*
Seçim konusunu burada kapatalım.
Ne mi yapmak gerekiyor?
Yine eskisi gibi mücadele edeceğiz. Bu sefer daha zor koşullarda.
Muhtemelen 90’ların Kürdistan’ı bütün Türkiye olacak. Bu aslında bizler için
daha geniş bir cephe demektir de. Yeter ki bunu iyi değerlendirelim.
Büyük umutlara kapılanlar büyük hayal kırıklıkları ve
umutsuzluklar yaşarlar. Bir uçtan diğer uca savrulurlar.
Ne bizim (Türkiye ve Ortadoğu’daki demokrasi mücadelesi) için,
ne de insanlık için bir umut yoktur.
Solcuların sürekli umuttan bahsetmesi de küçük burjuva
kendini dolduruşa getirmenin başka bir biçimidir.
Sanılmaktadır ki insanlar umut olunca mücadele ederler
Ve başta Demirtaş, tüm sol ha bre umuttan söz ediyor, umuda
güzellemeler yapıyor.
Bu aslında aptalca hiç de devrimci olmayan bir yaklaşımdır.
Kötümserlik devrimci bir erdemdir.
Tarih umudun da kaybedilecek bir şey
olduğunu göstermiştir.
Kaybedecek bir şeyi olmayanların, yani umudu bile
olmayanların ancak gerçek değişiklikleri yapabileceği unutuluyor.
Engels’in de dikkati çektiği gibi, en devrimci ve radikal hareketler
en kaderci öğretilerden çıkmıştır.
Yer yüzündü bin yıllık adil düzeni kuracak olan Mesihler, Mehdiler
zamanın sonunda, yani tüm umutların bittiği noktada, ortaya çıkarlar.
Umut bizlere umutsuzlar için verilmiştir.
Herbert Marcuse'nin şu
satırları umut sözcüğüyle geviş getirenlere en iyi cevabı verir:
"Hiçbirşey bunun iyi bir son olacağını
göstermiyor. Yerleşik toplumların ekonomik ve uygulayımsal yetenekleri en
alttakilere yeni düzenlemeler ve ödünler için olanak sunacak denli yeterli ve
geniştir, ve silahlı güçleri ivedi durumlar ile ilgilenecek denli eğitimli ve
donanımlı. Bununla birlikte, hortlak yine oradadır, ileri toplumların sınırlarının
içerisinde ve dışarısında. Uygarlık imparatorluğuna gözdağı veren barbarlar ile
yüzeysel ve tarihsel koşutluk soruna önyargı getirmektedir; barbarlığın ikinci
dönemi pekala sürekli uygarlık imparatorluğunun kendisi olabilir. Ama şans
şudur ki, bu dönemde tarihsel uçlar yine de buluşabilirler: en ileri insanlık
bilinci, ve onun en sömürülen gücü. Bu bir şanstan ötesi değildir. Eleştirel
toplum kuramının şimdi ve bunun geleceği arasındaki uçurumu birleştirebilecek
hiçbir kavramı yoktur: hiçbir söz vermeksizin ve hiçbir başarı göstermeksizin,
olumsuz kalmaktadır. Böylece, umutsuz olarak, yaşamlarını Büyük Reddedişe
vermiş olanlara ve verenlere bağlı kalmayı istemektedir.
Faşist evrenin başlangıcında Walter Benjamin şunları yazmıştı:
Nur um der Hoffnungslosen Willen ist uns die Hoffnung
gegeben.
Salt umutsuzlar uğrunadır ki bize umut
verilmiştir."
*
Biz zaten bu savaşa yenik başladık ve alttaydık. Yine aynı
şekilde savaşa devam.
İçerikte, programda, daha da radikalleşmek teorik ve
entelektüel bir egemenlik için daha çok çalışmak, her şeyi sorgulamak ve daha
yıkıcı olmak gerekiyor.
Biçimde en küçük legal olanaktan bile yararlanan, geniş
kitleleri kapsayacak, pasif ama var olan devlete karşı alternatif bir devletin
tohumu olacak örgüt ve mücadele biçimleri üzerinde yoğunlaşmalı.
Oku ileri atmak için yayı geriye
germek gerekir.
Ben kendi payıma böyle yapmaya çalışacağım.
29 Haziran 2018 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder