“Esirgeyip
bağışlayan Allah’ın adıyla”
(Biz bu yazıyı yazdığımızda Barış Atay tutuklanmamıştı veya bizim bundan haberimiz yoktu. Biz insanlrın istediği fikri özgürce savunmasından yanayız ve bunlara idari veya hukuki engeller getirilmesinin düşmanıyız. Bu nedenle Barış Atay'ın tutuklanmasını protesto ediyoruz. Yazı yanlış anlaşılmasına yol açabilecek bu talihsizliği göz önüne alarak okunmalı.)
Reaksiyon dönemlerinde tüm toplumla birlikte demokratlar ve sosyalistler de çürüme eğilimi gösteriyorlar.
Reaksiyon dönemlerinde tüm toplumla birlikte demokratlar ve sosyalistler de çürüme eğilimi gösteriyorlar.
90’lı yılların özel savaş dönemi sosyalistleri de çürüttü. Sosyalist
hareketin en güzel ve olumlu gelenekleri unutuldu. O yıllarda ve sonrasında sosyalleşenler
bu unutulmuşluğun somut örnekleridirler.
2011 sonrasında Erdoğan’ın ele geçirdiği devlet tarafından
ele geçirilişi ile birlikte yeni bir çürüme dönemine girildi. Bu çürüme sadece “İslamçılar”ı
değil, “İslamcılar”a karşı olanları da iyice çürüttü. Bunu her an her yarda
görüyoruz.
Tüm toplumu kavrayan bu gibi çürümelere, bu “akıntıya karşı”
durmak çok güçtür.
Ama “güçlük imkansızlık değildir”.
Aşağıdaki satırları madenciyi tekmeleyen Yusuf Yerkel’in “özür”üne
karşı Barış Atay söylemiş:
“Hepiniz ağlayarak
hesap vereceksiniz, o gün geldiğinde, affedeni, acıyanı yargılamaktan vazgeçeni
de unutmayacağız. Yok öyle torunlarla emeklilik, hepimiz kardeşiz, kavga
istemiyoruz, falan. Herşey yeni başlıyor. Bu ülkeye, insanına yaptıklarınızın
hesabını vereceksiniz”
Daha sonra da Ahmet Hakan topa girmiş ve Barış Atay’ı hedef
gösteren bir yazı yazınca da Barış Atay bu sefer de ona karşı da şu sözleri
etmiş:
"16 yıllık bu
iktidar ve her koşulda halka karşı tetikçi olarak kullandığı herkes, aynı Yusuf
Yerkel gibi ağlayarak, yalancı bir utanç içinde özür dileyecek fakat yine de
yargılanacak. Sen de onlardan birisin"
(Burada Yerkel’in özürünün ne kadar özür olduğu veya Ahmet Hakan’ın
ucuz kahramanlık taslaması ayrı konular ve bizim konumuzla ilgisi yok. Yerkel’in
özür dilemediğini ve Ahmet Hakan’ın hedef gösterdiğini kabul ediyoruz. Atay’a eleştirimiz
bu kabullere rağmendir.)
Bu gibi sözler birçoklarının, özellikle canı yanmışların
yüreğini soğutabilir.
Muhtemelen soğutuyor da.
Ama bunlar Barış Atay’da ifadesini bulan bu tavırların ve
anlayışın yanlış olduğu gerçeğini değiştirmez.
Peki neresi yanlış?
Ona geçmeden önce aşağıdaki yazıda savunacağımız yaklaşımı yine bizzat barış Atay somutunda şöyle ifade edelim:
Peki neresi yanlış?
Ona geçmeden önce aşağıdaki yazıda savunacağımız yaklaşımı yine bizzat barış Atay somutunda şöyle ifade edelim:
Öncelikle bizim kişilerle sorunumuz yoktur ve olamaz. Biz fikirlerle
ilgiliyiz.
Buradaki eleştirimizin de aslında Barış Atay’la ilgisi
yoktur.
Barış Atay o fikirlerin taşıyıcısı ve fiili bir uygulayıcısı
olduğu için bu yazıda söz konusu edilecektir. Fikrini değiştirirse bu
eleştiriler Barış Atay’a bir eleştiri olmaktan çıkar ve o fikirleri
savunanların bir eleştirisi olarak kalır.
*
Barış Atay nerede yanlış yapıyor?
Bunun için daha önce yazdığımız bir yazıyı buraya
aktaracağız.
Soruna yaklaşım önemlidir. Yöntem bir kere kavranınca farklı
somut durumlara kolaylıkla uygulanabilir.
Aşağıda iki yazı yer alıyor. Daha doğrusu yazı içinde yazı. Her
iki yazı da başka bir bağlamda yazılmıştır ama orada savunulan yaklaşım buraya
da uygulanabilir.
Dileriz ki bu yazılarda dile getirilen yaklaşımlar başta
sosyalistler ve HDP olmak üzere tüm muhalefetin yaklaşımlarına egemen olur.
Kenan Evren’in Ölümü ve Tepkiler Üzerine Düşünceler
Kenan Evren’in ölümü ve 12 Eylül üzerine okuduklarım beni
korkunç rahatsız ediyordu.
12 Eylül’ün acısını iyi kötü çekenlerdendim ama Kenan
Evren’e karşı hiçbir hınç ve kızgınlık duymuyordum.
O kendi görevini yapmıştı biz kendi görevimizi.
Onun amacı Türk devletini ve milletini korumak ve yaşatmaktı
bizim amacımız onu yıkmaktı. Düşmanımdı. Siperin karşı tarafındaydı.
Yine 12 Eylül’ün çok acısını çekmiş bir arkadaşla konuşurken
o da aynı rahatsızlıkları duyduğunu, Kenan Evren’in hiçbir önemi olmadığını;
aslında bu tür tepkilerin 12 Eylül’ün acısı çekmemişlerden gelmesinin manidar
olduğunu da ekledi.
Evet, aslında Kenan Evren’in cezalandırılmamış olmasına
üzülmek veya “Devlet Töreni” yapılıp yapılmamasını sorun etmek; “geberdi” diye hashtaglar
koymak vs. bir devrimcinin sorunu olamaz.
Bu devlet bizim düşmanımız ise onun kendisi için darbe
yapmış birisine devlet töreni yapmasını eleştirmemiz, bizlerin o devleti
benimsediğimiz anlamına gelmez mi?
O keskinliğin ardında aslında böylesine tutucu ve gerici bir
anlayış yok mudur?
Devrimciler olaya şöyle bakarlar:
“O bizim düşmanınız
olan sistemin basit bir figürüydü. Önemli olan o sistemi değiştirmektir. Bu
sistemin nasıl değişeceği üzerine bir strateji ve taktik tartışmasıdır bizim
yapacağımız. Örneğin Kenan Evren’e kızıp intikam isteyecek yerde; neden
1970’lerdeki, Türkiye tarihinin en büyük ve kitlesel radikalleşme ve
politizasyon dalgası ve yükselişinden bir demokratik devrim çıkaramadık?”
diye kendi hatalarımızla acımasızca yüzleşmek olabilir.
Ya da örneğin “12
Eylül sabahı, bütün devrimcilerin ailelerinin “Sokağa çıkamaz olmuştuk” diyerek
12 Eylülü desteklemeleri ve en azından hayırhah bir tarafsızlık durumuna
geçmelerinin nedenleri” üzerine düşünmek olabilir.
Ya da örneğin, “Devrimcilerin
ele geçirdikleri mahallelerin neden yıkmak istedikleri düzenden daha az anti
demokratik olmadığının tarihsel ve toplamsal nedenlerini” araştırmak olur.
Ya da bütün bunlar arasındaki bağlar, bunların ardındaki
tarihsel nedenler vs. üzerine düşünmek olabilir bir Kenan Evren’in ölümünün
devrimcilere yüklediği görev.
Kenan Evren’in ölümü vesilesiyle, daha önce yazdığımız bir
yazıyı tekrar yayınlayarak sorunun metodolojik köklerine
yönelelim ve bir zamanlar en sıradan devrimcilerin bildiklerini tekrar hatırlatalım.
O yazıda da yine şimdi söylemek istediklerimizin çoğunu
söylemiştik. HDP’nin kazanması için çalışmaktan yeni yazı yazacak zamanımız
olmadığı için tazeliğini koruyan bu yazıyı tekrar yayınlayalım.
12 Mayıs 2015 Salı
Teori ve Politika
(12 Eylülcülerin Yargılanması Karşısındaki Tavırlar Üzerine)
Çok uzunca bir süredir, kimi sosyalistlerin geçmişte
yaşananlara (12 Mart, 12 Eylül vs.) ilişkin intikamcı bir tonla söylediklerini
okudukça; bu konuda sosyalist teorinin tüm öncüllerinin ve mantık sonuçlarının,
eski güzel geleneklerin unutulduğunu acıyla gördükçe; buna karşı bir şeyler
yazmak gerekir, keşke biri yazsa diye aklımdan geçirmeden edemiyordum. Kimseden
ses çıkmayınca gene iş başa düştü diye uygun bir zaman bulmaya çalışıyordum.
Geçenlerde “Sosyalist Yeniden Kuruluş” isimli bir girişimin
toplantısını izledim.
Oradaki kimi konuşmaları dinleyince, artık geciktirmemeli sorun çok daha derinde ve metodolojik
diye düşünüp hemen yazmaya karar verdim.
Toplantıdaki konuşmacılar, öncüllerini, bildiklerini de
unutmuşlardı.
Çoğu, söyledikleri sözlerin nereye gideceğinin, mantık
sonuçlarının ne olacağının bile farkında değildi. Bilgeliğin son perdesi olarak
söyledikleri veya üzerine tartışılması gereği bile duymadan kabul ettikleri
aksiyom derekesindeki temel görüş şöyle özetlenebilir: “Eğer “Sosyalist” veya “devrimci” veya kurulmak istenen toplumun örneği
ilişkiler, şimdiden kurulamazsa veya böyle kişilikler şimdiden oluşmazsa, bu
girişimin de diğerleri gibi başarısızlığa uğrayacaktır”.
Marksizm’in tam da bu görüşlerle çatışma ve mücadele içinde
doğduğunu unutmuşlardı. Kendilerini Marksist sanıyorlardı hala ve aslında
Marksizm’in kendisine karşı mücadele içinde doğduğu görüşleri savunuyorlardı ve
bunun farkında bile değildiler.
Bu temel yanlış, idealizmdi; (Burada ahlaki bir idealizmden
değil, felsefi idealizmden söz ediyoruz. Düşüncelerin insanların konumunu
belirlediği gibi bir yaklaşımdan söz ediyoruz) yani varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği ön
kabulü.
Bu metodolojik temel
yanlış itirazsız egemenliğini sürdürüyor ve her yerden yedi başlı ejderha
gibi bir başını çıkarıyordu.
Gerçi Türk solunda onun köylü, esnaf veya küçük burjuva toplumsal
temeline bağlı olarak, bu idealizmin her zaman derin kökleri olmuştu.
Örneğin sınıfların nesnel toplumsal bölünmeler değil de
bilinçle oluşan bölünmeler olduğu yönündeki yaklaşım; bunun “halk safları”nı
politik ve ideolojik kriterlerle belirleme biçiminde ortaya çıkması örnek
olarak verilebilir.
Yani düşüncenin
varlığı belirlemesi.
Böylece nesnel olarak ezilen sınıflarda yer alanlara karşı
ikna değil, imha politikalarının yerleşmesi ve içine kapanıp sektleşme.
Örneğin, bir partinin merkez komitesinin bir kararı veya
bileşiminin değişmesiyle (Kuruçef’in veya Çu En Lay’in partiye egemen olması
gibi) ülkenin sosyo-ekonomik yapısının değişmesi, yani bir anda, revizyonist
(“revizyonist ülkeler” – revizyonizm nasıl bir rejim veya üretim biçimi veya
sosyo ekonomik formasyondur o da ayrı bir sorun ve yanlış), kapitalist veya
emperyalist olması (“Sovyet Sosyal Emperyalizmi” örneğin). Yani yine düşüncenin
varlığı belirlemesi metodolojik yanlışının bir görünümüdür.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Ama artık o ülkelerin ve
tartışmaların olmadığı bu dünyada aynı
idealizm, aynı temel metodolojik yanlış bu sefer kendini başka biçimlerde
ele veriyor; Meduza başını başka biçimlerde ve tartışmalarda çıkarıyor.
O Meduza başı, Sosyalist Yeniden Kuruluş tartışmasında da
yansıyan ve her yerde duyulabilecek; sosyalist veya devrimci ilişkilerin veya
ahlakın ya da kişiliklerin bizlere egemen olmadıkça eski yanlışların
tekrarlanacağı veya başarısız olunacağı gibi önermelerde çıkıyordu.
Yani önce bizler, kafalar değişecek ancak o zaman toplumsal
düzen değişecek diyen aynı değişmeyen Meduza kafasıydı.
Ama bununla sanki ilgisizmiş gibi görünen intikamcılık,
cezalandırmayı toplumsal sorunların çözümüymüş gibi sunan veya algılayan
yaklaşımlarda da aynı metodolojik yanlış kafasını çıkarıyor.
Ve bu aynı temel ve
metodolojik yanlış bakımından, sosyalistlerin çoğu ile Recep Tayyip, ne kadar
zıt görünürlerse görünsünler, aynı yerde bulunuyorlar.
Geçenlerde Recep Tayyip de, bu darbecilerin cezalandırılmasının
başka darbecilere ders olacağı ve bunun darbeleri önleyeceği türünden bir
sözler ediyordu.
Ve bir de üstüne üstlük bunları intikamcı olmadıklarının
kanıtı olarak, çoğu sosyalist olan kimi muhaliflerin, 12 Eylül’cülere yeterince
sert ve güçlü, ibretlik cezalar verilmeyeceği, bunun yolunun yapıldığı şeklindeki
itirazlarına cevap olarak.
*
Halbuki bırakalım Marksizm’i bir yana, olağan burjuva
toplumunun kriminoloji veya hukuku bile, cezaların ve onların sertliğinin
hiçbir caydırıcılığının olmadığını; önemli olanın o suç oluşturan eylemi
yaratan koşulların ortadan kaldırılmasının önemli olduğunu söylemez mi?
En caydırıcı ve ibretlik cezalar verilse bile, toplumsal
koşullar uygunsa ve pahalı, baskıcı, bürokratik ve militer bir devlet cihazı
varlığını sürdürüyorsa; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ortamında
ezilenler binlerce biçimde örgütlenmemişse darbeleri engelleyemez. Darbeleri
engellemenin bir tek yolu vardır. Devletin merkezi, bürokratik, militer
yapısına son vermek; en geniş fikir ve örgütlenme özgürlükleri ile geniş ezilen
yığınların örgütlenme ve kendilerini savunma mekanizmalarının yollarını açmak.
Ve tarihin acı alayı odur ki, sözde bir daha darbeler
olmasın diye yapılan bu mahkemeler, cezalandırmalar, aslında tam da bütün
bunların yapılmadığını gizleyen, bir yanılsama yaratan bir sis örtüsü olurlar.
Yani darbelere karşı mahkemeler veya cezalandırmalar veya
intikamcı yaklaşımlar, aslında gelecekte yapılabilecek olası başka darbelerin
yollarına taşlar döşemektedir.
Ve sosyalistler, eleştirilerini, darbecilerle hesaplaşmanın
yeterince güçlü ve sert yapılmadığı gibi bir noktadan yaparak, bu politikanın
basit bir aracına veya piyonuna dönüşmektedirler. Ve üstüne üstlük, intikamcı
bir söyleme de hapsolarak, iktidara bir de ahlaki üstünlük ve erdem kaftanı
bahşederek.
Metodolojik hatalar böyledir. En zıt göründüklerinizle aynı
yerde ve varsayımlarda buluşur ve ittifaklar kurarsınız. Şimdi artık unutulmuş
olan Marksizm, şimdi hor görülen o teorik tartışmalar, o “zıtların birliği”ni
görmenin kavramsal araçlarını sunardı en azından.
*
Marksizm’in doğum çığlığı, temel önermesi, “insanların
düşüncelerinin varlıklarını değil, varlıkların düşüncelerini belirlediği”
önermesidir.
Toplumsal hayatın maddi temelleri (üretim, bölüşüm, tüketim,
değişim ilişkileri) anlaşılmadan toplumsal hayatın kendisinin
anlaşılamayacağına ilişkin bu “materyalist”
denen temel sosyolojik önerme, aslında en
manevi değerlerin temelidir.
Bu önermenin mantıki ve ahlaki sonucu, egemen sınıfların dahi kötü ya da suçlu olmadığı; onların toplumsal
koşulların sonucu olarak sömürdükleri; bizlerin sorununun insanlar ve cezalandırılmaları değil; o sömürüyü ve baskıyı yaratan
toplumsal koşulları değiştirmek
olduğu; bu nedenle sosyalizmin sadece
ezilenleri değil; ezenleri ve sömürenleri de kurtarıcı olduğudur.
Tam da bu mantıki sonuçları nedeniyle bu materyalist önerme
aynı zamanda en humanist (insancıl) ve maddiyata zerrece değer vermeyen bir
ahlakın temelidir.
Eğer “esirgeyip
bağışlayan Allah” ile söze başlayan İslam’ın diliyle konuşursak, bu “düşüncenin varlığı değil; varlığın düşünceyi
belirlediği” önermesi; tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi, insanların suçlardan
esirgenmesinin ve suçlarının bağışlanmasının temel ilkesi ve gerekçesidir.
Çünkü, eğer insanların düşüncelerini varlıkları
belirliyorsa, sosyolojik düzeyde, her insan prensip olarak (hikmetinden sual
olunmayan Allah gibi) sırrına erilememiş
toplumsal kuvvetlerin bir kurbanı olarak görülebilir.
Böyle bir görüş açısından ise, insanlar değil, o toplumsal
kuvvetler ve o toplumsal kuvvetlerin var oluşuna ve etkilerine yol açan
düzenler; toplumsal sistemler ve onların ardındaki üretim ilişkileri temel
neden olarak görülürler.
Ve tam da bu nedenle, sosyalist düşüncenin ve değişim
programlarının insanlarla değil, toplumsal düzenlerle sorunu vardır.
İnsanların ancak onları şöyle veya böyle davranmaya zorlayan
toplumsal düzenler değiştirildiklerinde değişebileceklerini söyler sosyalist
düşünce.
Ne yazık ki o toplantıda da görüldüğü gibi, bu çok temel
materyalist önerme ve bunun ardındaki derin humanizm çoktan unutulmuş
bulunuyor. Sosyalistlerin her toplantısında, kendilerine sosyalist diyenlerin,
insanlar arasındaki sosyalist ilişkileri kurmaktan; kurmayı düşündükleri
toplumun ilişkilerinin bu günkü toplumda minyatür örneklerini kurmaktan söz
ettiklerini, bunlar olmadan hiçbir şeyin düzelemeyeceğini söylediklerini
duyarsınız
Marksizm’i bilmeyen daha genç kuşakların veya uzun gericilik
yıllarında amneziye uğrayıp bildiklerini de unutmuş sosyalistlerin bu
ifadelerini duyunca, insanın aklına, gelecek tasavvurlarının geleceği değil, o
tasavvurları yapanların dünyasını yansıtmaktan başka bir şey yapmadığı, yani
yine unutulmuş bir başka gerçek geliyor.
Böylesine basit bir gerçeği bile kavrayamayışlar ve
unutuşlar karşısında çaresizlikle kıvranmaktan başka bir şey gelmez insanın
elinden.
O arkadaşların, “sosyalist ilişkiler”, “devrimci ilişkiler”,
“sosyalist” ya da “devrimci” ya da “demokrat kişilikler” dedikleri, bir küçük
burjuvanın, bir esnafın veya bir köylünün dünyasından, ilişkilerinden ve
kişiliğinden başka bir şey değildir. “Devrimci ahlak” dedikleri henüz modern
olmayı bile becerememiş bir dünyanın birbiriyle rekabet içindeki esnaf, köylü
ve küçük burjuvalarının antika ahlak anlayışından ötesi değildir.
Bir zamanlar, şimdi tıpkı kendilerinin “sosyalist
kişilikler” ya da “ilişkiler” yaratmaktan söz etmeleri gibi, Ekim Devrimi’nden
sonra bir “proleter kültür”ü
yaratmaktan söz edenlere, Lenin’in “proleter kültür” gibi acayiplikleri
yaratmayı bırakalım da önce hele bir “kültürlü
tüccarlar” olabilelim deyişi geliyor insanın aklına.
Ama öylesine hafızasını yitirmiş; teoriye ilginin öylesine
yok olduğu; insanların genelleme yeteneklerini öylesine yitirdiği bir
dönemdeyiz ki, Ekim Devrimi’nden sonra yapılmış bu tartışmaları kim bilir ve
kimin ilgisini çeker?
Hele bunları iyi kötü bilenlerin bile bildiklerini veya
onlardan çıkacak mantıki sonuçları unuttukları bir dönemde kim dinler bunları?
*
İnsanların düşünceleri varlıklarını değil; varlıkları
düşüncelerini belirliyorsa, bu önermenin kimi sonuçları vardır.
Bu sonuçlardan birincisi, geleceğin toplumunun ilişkilerinin
(veya kişiliklerinin) bu günkü toplumda yaratılamayacağıdır.
Bu yöndeki ahlaki vaazların hiçbir anlam ifade etmediği ve
bütün bunların aslında tam da bu günkü toplumun ilişkilerinin ve düşüncelerinin
bir yansıması olduğudur.
Bunun bir sonucu daha vardır.
Eğer geleceğin toplumunun ilişkileri bu toplumda yaratılamaz
ise, o zaman bütün enerjinin ve zamanın, o geleceğin toplumunun maddi
ilişkilerine ulaşma mücadelesine yöneltilmesi gerektiğidir.
Yani her şeyden önce ekonominin ve bunun için de öncelikle
politikanın; yani devletin değiştirilmesine; yani özel mülkiyete, kara dayanan
ekonomiye, devlete, devletler de milletler biçiminde örgütlendiğinden millete
ve milletlere karşı bir mücadeleye girmek gerektiğidir.
Bunun için gereğinde iğneyle kuyu kazarcasına bir ömür boyu
uğraş vermek ve her yenilgi, yanlış veya başarısızlıktan sonra, her seferinde Sisyphos gibi yeni baştan başlamak
gerektiğidir.
İşte o toplantıda, olmayan bu politik bakıştı.
Bu politik bakış yokluğu ile geleceğin ilişkileri ya da
kişiliklerini şimdiden kurma anlayışının varlığı, aynı madalyonun iki yüzüdür.
*
Ama bu anlayışın bir sonucu daha vardır. Eğer insanların
düşüncelerini toplumsal varlıkları belirliyorsa, kendilerine karşı mücadele
ettiğimiz burjuvalarla, hatta diktatörlerle de insanlar olarak bir sorunumuz
yoktur.
Biz onlara karşı, bu mücadelede karşımıza çıktıkları için
mücadele ederiz.
Kişileri cezalandırma, onlardan intikam alma gibi bir
sorunumuz olamaz.
Biz kişileri öyle veya böyle davranmaya zorlayan toplumsal
ilişkileri değiştirmeyi esas alırız.
Yani burjuvaları işçileri sömürdükleri için cezalandırmak
gibi bir derdimiz olamaz bizim. Onları işçileri sömürdükleri için çalışma
kamplarında yaşatmak veya yoksulluğa mahkum etmek gibi bir sorunumuz olamaz
bizim.
Aksine, eşitlikçi bir düzenin, sadece ezilenlerin
değil; ama aynı zamanda ezenlerin de
kurtuluşuna hizmet edeceğinden hareket ederiz.
Tam da bu kabuller nedeniyle, ezilenler, egemen sınıfları,
burjuvaları, insanları sömürdükleri için yargılama ve cezalandırma gibi
yöntemlere başvurmayacaklardır ve vurmamalıdırlar. (Bunu şimdi yazmak ve
hatırlatmak zorunda kalmak bile nasıl bir hafıza kaybıyla malul olunduğunun bir
başka delili aslında)
Sömürüyü ortadan kaldırmanın yolu, burjuvaları cezalandırmak
değil; mülkiyet ilişkilerini, toplumsal ilişkileri değiştirmektir.
Aynı mantık, sadece mülkiyet ilişkileri için değil; aynı
zamanda kendisi de bizzat o mülkiyet ilişkilerinin ürünü olan devlet ve
rejimler için de geçerlidir.
Sorun o devletlerin
yapısında ve rejimlerin örgütlenişinedir. Onların değiştirilmesi gerekir.
Her biri aslında korkak ve aciz; korkak ve aciz olduğu kadar
ve bir bakıma tam da bu nedenle gaddar ve keyfi memurlara da eğer sistemi
değiştirme mücadelesine bir direniş içinde değillerse ve mücadelenin olağan
karşılaşmaları ötesinde, cezalandırma gibi bir sorunu olamaz ezilenlerin.
Ama ortada bir direniş varsa düzenin ve devletin yapısının
değiştirilmesine karşı, elbette bu mücadelenin bir parçası olarak; bütün
savaşlarda olduğu gibi hukuki veya askeri araçların kullanılması; karşı tarafın
direncinin kırılması gerekir. Ama bu başka bir sorundur; orada savaşın kendi
kuralları ve mantığı vardır.
Ve hatta egemenlerin direncini eğer daha barışçı araçlarla
kırmak veya onları tarafsızlaştırmak, yani onları satın almak mümkün ise, en
büyük maddi fedakarlıkları bile yapabilmeyi göze almalıdır ezilenler.
Engels, bir yerde, eğer der egemen sınıfların sert bir
direnişini engelleyecekse ve onları tarafsızlaştıracaksa, onların ellerindeki
toprakların ve üretim araçlarının gereğinde tazminatla
toplumsallaştırılmalarının, direnişin ve onu kırma çabalarının yol açacağı
insan, zaman vs. kayıplarını göz önüne alarak, en ucuz yol olacağından söz
eder.
Şimdi bunları aktaralım bakalım Kenan Evren veya 12
Eylülcülerin yargılanması ile ilgili davaya ve o davalar esnasında kimilerinin
söylediklerine.
Sosyalistlerin demesi gereken neydi öncelikle?
“Nasıl kimi
toprakların veya fabrikaların kimi kapitalistlerin elinden alınıp başka
kapitalistlerin eline verilmesi ve eski sahiplerinin cezalandırılması sömürüyü
ortadan kaldırmazsa; yapılması gerekenin mülkiyet münasebetlerini değiştirmek gerektiği,
yani toprakların ve üretim araçlarının toplumsallaştırılması gerektiği; ancak
bu koşullarda sömürünün ortadan kaldırılabileceği ise; aynı kural devlet için
de geçerlidir.
Bu pahalı, baskıcı,
bürokratik ve militer devlet cihazı ve tümüyle anti demokratik yasalar radikal
bir şekilde ortadan kaldırılmadığı sürece; darbeci generallerin,
politikacıların cezalandırılması, sermayenin bir elden diğer ele geçmesinden
farklı değildir.
Çünkü, demokrasiyi
(Örneğin Erdoğan gibi) çoğunluğun karar alabilmesi olarak görmenin kendisi anti
demokratik ve gerici bir ilkeyi savunmaktır, çünkü genel olarak, çoğunluğun
karar alma hakkı olarak demokrasi, en korkunç gericilikle bir arada
bulunabilir. Çoğunluk ancak demokratik ilkelerin ve hakların savunucusu bir
çoğunluk olduğunda demokrasiden söz edilebilir. Çünkü, çoğunluğun kendisini
demokratik ilkelere bağlamadığı ve bunları savunmadığı, demokratik olmayan bir
ülkede, çoğunluk, azınlıkların bire kadar kırılmasını gayet demokratik bir
şekilde çoğunluk olarak karar altına alabilir.
Örneğin Türkçe konuşan
çoğunluk, gayet demokratik bir şekilde, Kürtleri Türkçe öğrenmeye mecbur
kılarak en anti demokratik kararları almakta ve savunmaktadır.
Örneğin Sünni
çoğunluk, dinsizleri, Alevileri ve Hıristiyanları vs. kendisi gibi yaşamaya;
din derslerine zorlayan kararlar aldırmakta; azınlıkları beş vakit sonuna kadar
açılmış ve bir terör ve güç gösterisine dönüştürülmüş ezanları dinlemeye
zorlamakta veya onlardan Sünni ve Müslüman Diyanet işleri için zorla vergiler
alabilmektedir.
Politik karar
yetkisinin, generallerden demokratik hedefleri olmayan; yani bu devlet cihazını
parçalamak gibi bir hedefi olmayan bir çoğunluğun eline geçmesi, ne
demokrasinin gelmesi ne de darbe tehlikelerinin ortadan kalkacağı anlamına
gelmez. Aksine bu ikisi birbirini besler.
Anti demokratik
çoğunluğun yaratacağı memnuniyetsizlikler, bir süre sonra, o güçlü, militer,
bürokratik cihazın varlığında temelini bulan; binlerce yıllık tecrübeli; ta
Firavunlar, Nemrutlar çağından kalma; gereğinde çok esnek ve geri çekilmeyi
bilen; ve hatta gereğinde, son yıllarda olduğu gibi, çıkarları çatıştığında
nasıl “doğucu” ve “anti-emperyalist” oluyorsa “demokrat” da olabilen askeri
bürokratik oligarşinin yedeği olabilir ve hatta askeri bürokratik oligarşi,
milletin teveccühünü tekrar kazanmış olarak son derece demokratik yollardan
eskisi gibi karar alma gücünü tekrar da kazanabilir ve böyle giderse
kazanacaktır da.”
Böyle bir anlayışı ifade eden bir tavır, hem politik olarak
radikal bir demokrasinin savunusu; AKP’nin (yani burjuvazinin) olduğu kadar
askeri bürokratik oligarşinin de eleştirisi ve onlara karşı radikal demokrat
bir alternatif olur; hem de intikamcılık veya cezalandırmacılığın karşısında
çok daha insani, aynı zamanda çok daha teorik ve metodolojik olarak da doğru
olurdu.
Sol ve radikal demokrat bir politik güç yokluğunun temel
nedenlerinden biri, bir bakıma düşüncenin varlığı belirlediği noktasına varan
metodolojik temel yanlışlarda bulunmaktadır.
*
Ve yapılan nedir? Ortalıkta görülen nedir?
Örneğin evren için, “Hesap
soracağız”; “Kafeste getirilsin”
gibi intikamcı söylemler.
Bu intikamın yeterince şiddetle alınmasının veya
cezalandırılmanın yeterince yapılmayacağı; bunu engellediği noktasından
hükümete yönelik bir eleştiri.
Demokratik bir program ve hedefler üzerine (Bugünkü pahalı,
baskıcı, bürokratik, militer cihazın tasfiyesi ve parçalanması) politik bir
mücadelenin yokluğu ile intikamcı; hesap sorucu, cezalardan medet umucu bir
bayağılığın varlığı. Aynı madalyonun iki yüzü.
Ve böylece hükümet solcuların eline bir oyuncak veriyor.
Onların bu oyuncakla oynaması aracılığıyla; Kenan Evren’in
yargılanmasının gündemi belirlemesini sağlıyor ve bunu sanki darbelere ve
darbecilere karşı bir mücadele gibi gösterebiliyor.
En ağır cezalar verilse de; hatta bununla yetinilmeyip,
tıpkı hakikat komisyonları gibi komisyonlar kurulup darbeler toplumun
vicdanında mahkûm edilse de; eğer bu pahalı; baskıcı; bürokratik; merkezi;
militer devlet cihazı yerinde duruyorsa; bu gücü yerinde duran devlet, her
zaman, koşullar ve sınıf ilişkileri uygun olduğunda var olan düzeni ve kendi
varlığını korumak için darbeler yapabilir ve yapacaktır.
Liberaller, bu pahalı ve baskıcı, merkezi, bürokratik,
militer cihazı hiçbir şekilde ortadan kaldırmayı hedeflemeyen; aksine onu
reforme edip yetkinleştiren ve şimdilik seçilmiş bir hükümetin egemenliğinin
aracı olarak kullanan hükümetin yaptıklarını demokratikleşme diye ne kadar
boyayıp satmaya çalışırlarsa çalışsınlar; yarın öbür gün dünyanın ve ülkenin
koşullarındaki bir değişmeye bağlı olarak ortam ve sınıf ilişkileri uygun
olduğunda; dokunmadıkları cihazın sınıflardan bağımsız bir güç gibi kendilerine
ve şimdi destekçisi oldukları hükümete karşı yapacağı darbeleri veya askeri
bürokratik oligarşinin uygun sınıf ilişkilerini kullanarak tekrar legal
yollardan iktidarı ele geçirdiğini ve şimdi kendisine yapılanların intikamını
alacağını göreceklerdir.
10 yıllık DP iktidarı ve sonraki 27 Mayıs bunun geçmişteki
bir kanıtıdır.
Ama liberallere ve hükümete karşı çıkan, en radikal
muhalefeti 12 Eylülcüleri yeterince sert ve kapsamlı olarak mahkemeye
çıkarmadığı veya cezalandırmadığı için eleştiri noktasından yapan ya da tam da
böyle gerekçelerle müdahil olmayı reddeden veya müdahil olan “yetmez ama
evet”çi veya ulusalcı sosyalistler bu askeri bürokratik cihazın değiştirilmesini
gündemden uzaklaştırmanın araçlarına dönüşerek bu yenilgilerini bile zafer gibi
gösteriyorlar veya görüyorlar.
*
Hayır baylar, biz sosyalistler, gerçek ve radikal demokratlar
olarak bu oyuna gelmeyiz. 12 Eylülcülerin yargılanması ne darbelere, ne keyfiliğe
karşı demokrasi yolunda en küçük bir adım bile oluşturmaz. Aksine, bu adımların
yokluğunu gizler ve ezilenlerin gözüne kül atar.
Bizim sorunumuz 12 Eylülcülerin yargılanması değildir.
Bizim sorunumuz, örneğin tüm emniyet kuvvetlerinin
Avrupa’daki gibi seçilmiş mahalli yetkililerin emrine verilmesidir.
Bizim sorunumuz merkezden atanan Vali, Kaymakam gibi bütün
kurumların kaldırılması bunların yerini seçilmiş yönetici ve meclislerin
almasıdır.
Bizim sorunumuz, her türlü fikir ve örgütlenme özgürlüğü
sınırlarının kaldırılması; böylece halkın en geniş şekilde örgütlenip kendini
savunabilmesinin koşullarının yaratılmasıdır.
Bizim sorunumuz, bu ordunun bütünüyle tasfiyesi ve
İsviçre’deki gibi tüm emekçilerin silahlı olduğu, sadece çok özel teknik
birliklerden (radar vs.) ibaret küçük bir profesyonellerden ibaret bir ordunun
bugünkünün yerini almasıdır.
Böyle halkın örgütlü olduğu; merkezi cihazın çok sınırlı
yetki ve gücünün olduğu; tüm düzeyde tüm yöneticilerin seçimle geldiği ve
emniyet kuvvetlerinin bunların elinde bulunduğu; halkın en küçük hücresine kadar
bağımsızca örgütlendiği; çoğunluğu oluşturan çalışan nüfusun bizzat kendisinin
ordu olduğu bir ülkede, ordu hem kendi vatandaşlarına karşı bir darbe yapamaz;
hem hiçbir ülkeyi tehdit edemez hem de hiçbir ülke, böyle bir anda milyonlarca
insandan oluşabilecek bir orduya sahip bir ülkeyi işgal etme gibi bir şeye
cesaret edemez.
Bizler eleştiri ve tartışmaları örneğin böyle noktalara
çekip; hükümetin ve burjuvazinin korkaklığını, Askeri bürokratik oligarşiyle
kayıkçı dövüşünü bitip tükenmezce sergileyecek; bu demokratik talep ve
hedefleri adım adım geniş yığınların bilincinin derinliklerinde biriktirecek
yerde; 12 Eylülcülerden hesap sorma; mahkemeye kafeste getirme gibi hedeflerle,
sadece liberallerin ve hükümetin basit piyonlarına dönüşürüz. İster ulusalcı sol,
ister liberal sol olunsun, sonuç değişmez ve temeldeki metodolojik hata aynı
hata olarak kalmaya devam eder.
Hiç de rastlantı değildir, bir yanda geleceğin ilişkilerini
(bunlar demokrasi, sosyalizm, demokratlık vs. oluyor söylemine göre) şimdi
kurmaktan söz edip de bu olmadan bir şey olamayacağını söyleyenlerin aynı
zamanda 12 Eylül’den hesap sormayı programatik bir hedef haline getirenlerin
aynı solcular ve sosyalistler olması.
Çünkü hepsinin temelinde aynı metodolojik yanlış
yatmaktadır. İnsanların varlıklarının düşüncelerini belirlediğini unutmuşlar ve
düşüncelerinin varlıklarını belirlediğini var saymaktadırlar.
Ama tam da düşüncelerin varlıkları belirlediği düşüncesinin
kendisi; varlıkların düşünceleri belirlediğinin bir delilidir. Çünkü bu küçük burjuvazinin
varlığında kaynağını ve temelini bulan bir düşünce ve yöntemdir.
*
Burada, bizlerin nasıl intikamcılıkla işimizin olmadığına ve
gereğinde intikamcılara karşı intikamın nesnesi olanları korumakla da yükümlü
olduğumuza dair Deniz Gezmiş’e ilişkin bir anımızı anlatalım.
1968’lerde İstanbul Üniversitesi, faşistlerle bir seri
silahlı çatışmalar sonrası ve bu çatışmalarda faşistlerin fiilen askeri
yenilgilere uğratılmasıyla devrimcilerin özgürce ve korkmadan fikirlerini ifade
edebilip savundukları yer haline gelebilmişti.
Bu çatışmaların en sonuncusunda, Faşistleri, kelimenin tam
anlamıyla, İstanbul Üniversitesi yemekhanesinin oradan Bakırcılar Çarşısı’na
dökmüştük.
İşte bu nihai çatışma başladığında, önceleri bizler hukuk
binasının içindeydik ve faşistler dışarıdan bize saldırıyorlar ve askeri
bakımdan çok elverişli bir konumda bulunuyorlardı.
Biraz aşağıda yemek kuyruğunda yüzlerce öğrenci sanki o
çatışma kendi gelecekleriyle de ilgili değilmiş gibi bekliyorlar ve bizi
seyrediyorlardı. Aslında beş on kişi oradan taşlarla faşistlere saldırsalar,
hatta birkaç slogan atsalar, faşistler iki ateş arasında kalabilir faşistlerin
terörüne son verilebilirdi. Durumumuz çok kritikti.
Bu arada bizler faşistleri arkadan çevirmeyi akıl edip, bir
kısmımız onları binanın içinden oyalarken, biz (Deniz, Cihan vs.) faşistleri
arkan kuşatıp, çok küçük bir güç olmamıza rağmen, iki ateş arasında bırakarak,
onları paniğe uğratıp Bakırcılar Çarşısı’na doğru kovalamış ve oradan
dökmüştük.
Güç dengesi bizden yana dönüp de kazanacağımız anlaşılınca,
o ana kadar hiçbir şey olmamış gibi yemek kuyruğunda duranlar, o son noktada
hep güçlüden ve zafer vaat edenden yana kayan çoğunluk, birden bizlerin safına
geçmiş ve bizlerden çok daha büyük bir heyecan ve aşırılıkla zaferi kutlamaya
başlamışlardı.
İşte tam bu arada, “bu da onlardandı, bu da faşistti” diye
bu sonradan saflara katılanların bazılarının birisini bir köşeye sıkıştırıp
dövmeye başladıklarını, hatta linç etmek üzere olduklarını gördük.
İşte bu noktada bizim yaptığımız, yalnız ve silahsız bir
insana vurulmayacağını söyleyip çocuğu linçten kurtarmak oldu. Ve tam bu
noktada Deniz Gezmiş, dövülen çocuğun üzerine kapanıp, kendisi darbeler yeme
bahasına onu darbelerden korudu. Sonra biz duruma hakim olunca, çocuğu sağ
salim oradan uzaklaştırdık.
Sıradan biri de olabilirdi. Ama büyük bir olasılıkla az önce
bize taş ve kurşun atanlardan ve belki imkân bulsa, “Allahsız komünistler”i
işkenceyle öldüreceklerden biriydi.
Devrimciler sosyalistler böyle davranmalıdır.
Kafeste getirme talepleri ortaya atan kimilerine karşı;
bizlere nice acılar çektirmiş Kenan Evren’in üstüne kapanıp, “bu yaşlı bir insandır; hele yaşlılar ve
hastalar, eğer yargılanacaklarsa bile onların bu durumları göz önüne alınarak
insanlara uygun koşullar sağlanıp yargılanmalıdır veya bu koşullar sağlanamıyorsa
gereğinde yargılamaktan vaz geçilmelidir” diye savunacak bir sosyalist
kalmadı mı bu ülkede?
Deniz’in o az önce bize belki taş atan veya kurşun sıkan;
bulsa bir kaşık suda boğacak olan faşistin üzerine kapanıp onu linçten koruduğu
gibi?
“O güzel insanlar o
güzel atlara binip gittiler.”
Ek 1:
Bu yazıyı okuyan bir okuyucum bana Hz. Ali’nin şu meselini
anlattı. Ali bir savaşta tam bir düşmanının kafasını koparacakken, düşmanı Hz.
Ali’ye küfretmeye başlıyor. Bunun üzerine Ali adamı öldürmekten vazgeçiyor.
Adam küfre devam ediyor, Ali yine hiçbir şey yapmıyor, kılıcını indiriyor.
Bunun üzerine adam, beni niye öldürmüyorsun deyince, Hz. Ali, ben Allah için savaşıyorum
(yani adil ve insanca bir düzen için savaşıyorum), şimdi seni öldürsem, bana
küfrettiğin için seni öldürdüğüm sanılabilir diye cevap veriyor.
Bu mesel, anlatmak istediklerimi çok daha kısa ve özlü
anlatıyor.
Ek 2: Engels’in sözü aslında Marks’a ait ama aktaran Engels.
Sonra bunun Almanca bir alıntısı’nı gönderen Alp Ünsal’a teşekkürler: “Eine Entschädigung sehen wir keineswegs
unter allen Umständen als unzulässig an; Marx hat mir wie oft! als seine
Ansicht ausgesprochen, wir kämen am billigsten weg, wenn wir die ganze Bande
auskaufen könnten.” (F. Engels, Bauernfrage, MEW 22, 503f.)” "Fransa ve Almanya'da Köylü Sorunu"nda
Engels, Marx'ın bunu defalarca kendisine söylediğini belirtiyor. Ayrıca
Engels'in "Komünizmin İlkeleri"
ve "Konut Sorunu"
yapıtlarında da bu yönde açıklamalar bulmak mümkün.”
17 Nisan 2012 Salı
(Yazı içindeki ikinci yazı da burada bitiyor.)
16 Mayıs 2018 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder