5 Şubat 2018 Pazartesi

“Türkler” Niçin Müslüman Olmadı ve Olamazdı ama Müslümanlar Niçin ve Nasıl Türk Oldu?

Okullarda okutulan ve herkesin kabul ettiği tarihe göre, Türkler 7-11 yüzyıllar arasında Müslüman olmuşlardır.
En Marksist bilinenler bile bu saçma hikayeyi kabul edip öyle kitaplar yazmışlardır.
Örneğin Hikmet Kıvılcımlı, “Dinin Türk Toplumuna Etkileri” diye bir kitap yazmıştır ve kitaptaki bölümlerden birinin başlığı da “Türkler ne zaman ve nasıl Müslüman oldular”dır.
Bir başkası da Erdoğan Aydın. “Türklerin Müslümanlaştırılmasının Resmi Olmayan Tarihi – Nasıl Müslüman Olduk?”diye bir kitap yazmış.
*
Sorunu adlandırmadan başlayalım.
İslam uygarlığı, İran’ı (Pers Uygarlığını) fetih ettikten sonra, Kafkaslardan Çin hududuna kadar olan Orta Asya denen bölgede genellikle göçebe aşiretler halinde yaşayanlar, eskisi altında oldukları uygarlığın diniyle dinlenmişler ve Müslümanlığa geçmişlerdir. Bu süreç örneğin Germenlerin Batı Roma ya da Slavların Doğu Roma etkisiyle onların diniyle dinlenmelerine ve uygarlığa geçmelerine benzer.

Bu dönüşümü “Türklerin Müslümanlaşması” olarak tanımlamak, baştan aşağı yanlış, ancak ırkçı Türk ırkçı milliyetçilerinin yapabileceği bir iştir.
Yani sorun olguda değil? (Orta Asya’daki göçebe ve yarı göçebelerin Müslümanlığa geçmesi değil) olguyu tanımlayan kavramlardadır (“Türklerin Müslüman olması” olarak tanımlanmasındadır.)
*
Önce kategorik bir yanlıştan başlayalım.
Masa Ahlak olabilir mi? Ya da dolap iyilik olabilir mi? İki kere iki balmumu eder mi?
Böyle bir soru bile saçma gelir insana? Bu nasıl soru diye düşünülebilir?
Ama mantıki kategoriler bakımından, Türklerin Müslüman olmasından söz etmek, masanın ahlak olmasından söz etmekten farklı değildir.
İslam bir dindir? İnsanlar ya da bir topluluk, bir dinden diğer dine geçebilir.
Yani aynı kategoriden şeyin içinde bir değişim olabilir.
Türklük bir din miydi? Türk diye bir din var mıydı?
Yoktu.
Bugün bizlerin Türk dediği o zamanlar Kafkaslar ve Çin arasında yaşayanlar, henüz uygarlığa bile geçememiş, göçebe veya yarı göçebe yaşayan kömünal aşamalardaki topluluklardı. Onlar da kendilerini muhtemelen Türk olarak değil, şu veya bu aşiretten insanlar olarak tanımlıyorlardı. Bu aşiretlerin veya aşiret birlikleri muhtemelen aşireti veya o birliği temsil eden totemleri ve bilgiyi koruyan ve aktaran şamanları vardı.
Yani isterseniz İslam’ın deyişiyle putlara tapıyorlardı diyelim; veya kimi sosyologların deyişiyle totemleri vardı diyelim; isterseniz şaman dinindeydiler diyelim.
(Aslında “Şamanizm” dini diye bir din de yoktur. Yazısız ve komün halinde yaşayan toplumlarda, “kabilenin büyücüsü”, “şaman”, Anadolunun bazı köylerinde “kadın ana”, Avrupa ortaçağında “cadı” denilmiş ve yakılmış aynı zamanda doktor, bilgiyi toplama ve aktarma işlevinin görene şaman denmektedir. Ama bu Türkiye’de Irkçı Türklerin tarih anlatımına bağlı olarak, “İslam öncesi Türklerin dini” diye tanımlanmıştır. Burada “Türklükle” bir ilgisi olmayan, ama Türk milliyetçiliğinin ürünü ve Türklüğe bağlı olarak tanımladığı evrensel bir kategori söz konusudur. Bu Şamanın somut biçimleri ve aldığı isimler çok farklı olabilir. Ama yazısız bütün toplumlarda, esas olarak komünal ilişkileri yaşayan toplumlarda, toplumsal örgütlenmede önemli işlevi olan bir kurumdur “Şaman”lık. Alevi dedeleri, şamanların Alevilik formu içinde, neolitik köy komününde devam edişleri olarak da görülebilir.)
Yani o topluluklar aşiretler halinde yaşıyorlardı ve totemleri vardı. Aynı totemden gelenler kardeş sayılıyorlardı. Esas toplumsal ilişkiler buna göre belirleniyordu. Yani Dinleri “Totemizm” veya “Şamanlık” idi.
Eh aynı kategoriden şeyler içinde birinden diğerine geçiş olabileceğinden, o zaman şu veya bu “puta tapanlar Müslümanlığa geçtiler” demek gerekir.
(Tabii Müslüman olmak her zaman Müslüman olmak anlamına gelmez. İslam bir uygarlık dinidir. Aşiret bağlarını (Totemleri, putları); aşiret kardeşliğini tanımaz.  İslam aşiret ya da kabile kardeşliğine karşı bu kardeşliği reddedenlerin kardeşliği olarak ortaya çıkmış bir dindir. İslam Allah’a inananların kardeşliğini tanır örneğin. Ama ister Arabistan’ın Bedevileri, ister Mağrip’in Berberileri, İster Hasar Denizi kıyılarının Türkmen ve Azerileri; ister Orta Asya’nın Özbek’leri, ister Mezopotamya’yı çevreleyen dağların Kürtleri olsun bunların Müslümanlığı, eski üretim ilişkileri devam ettiği sürece, esas olarak ince bir kabuk olarak kalır. Esas belirleyici yine aşiret bağları olmaya devam eder. Hatta bu durum öyle etkilidir ki, İslam bile hukuken kendini bu yaşayışa uyduracak yorumlara bürünür. Örneğin Şafiilik göçebe yaşamının koşullarına uyarlanmış bir İslam’dır. Ama sürecin bu tür ayrıntılarını bir tarafa bırakalım. Şu veya bu toteme tapan göçebe veya tarımla uğraşan Orta Asya halkları Müslümanlığa geçmişlerdir denebilir.)
Peki, Türk ne oluyor?
Türk’ün sonradan Hint yolunu almak isteyen Alman emperyalizminin uydurduğu bir kavim olduğunu bir yana bırakalım.
Türk nedir?
Türkçe konuşan anlamında alalım.
Gerçi o zamanlar bugünkü gibi bir Türkçe de yoktu her aşiretin veya bölgenin diğerinden epey farklılaşmış lehçeleri vardı ve bunlar linguistik olarak aynı dil ailesinden sayılabilirlerdi.
Ancak o insanlar için, kendilerini Türk olarak tanımlasalar bile bunun toplumsal örgütlenme ve yaşam bakımından hiçbir anlamı yoktu. Muhtemelen çok uzaklarda kalmış bir soy ortaklığının kalıntısını veya epeyce farklılık oluşmasına rağmen yine de var olan bir dil ortaklığını ifade ediyordu.
Yani Türk linguistik bir kavramdır. Sosyolojik bir karşılığı yoktur. Türk dili sayılabilecek dillerden birini veya başka bir dili konuşmak ne toplumsal ilişkileri ne de topluluklar arasındaki ilişkileri belirlemez.
Türk olmak Tıpkı çekik gözlü veya sarı saçlı olmak gibi, sosyolojik olmayan bir özelliği ifade eder.
İnsanlar Türk oldukları için şu ya da bu dinden olmazlar veya sosyolojinin konusu olacak bir farklılık göstermezler.
Yeryüzündeki bütün diller aynı yetenektedir. Diller sosyolojinin konusu değildirler.
Dolayısıyla o zamanlar Türk yoktu ama haydi var saysak bile, Türk denen şey bir dini yani toplumsal ilişkilerin nasıl örgütleneceğini belirlemediği için, yani öyle bir din olmadığı için Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı.
Olan örneğin totemi atmaca kuşu olanların Müslüman olmalarıydı ve o totemin temsil ettiği ve belirlediği toplumsal ilişkilerden ve hukuktan, İslam’ın hukukuna ve toplumsal ilişkilerine geçtiler.
Geçtiklerinde dilleri aynı kaldığına göre linguistik kavramlarla düşünürsek. Atmaca totemine tapanlar Müslüman olduklarında, dilleri değişmediğine göre, Türkler Türk olarak kalmıştır. Ya da Türklükten Türklüğe geçmişler diyebiliriz.
Türklerin Müslüman olması konusunun kavramsal saçmalığı sanırım biraz açıklık kazanmıştır.
*
Ancak, bu tarihi diyelim bugünkü Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan’dakiler anlatırsa, “bizler 7-11 yüzyıllar arasında puta tapmaktan Allaha tapmaya, Şamanlıktan İslam’a geçtik” deseler; iyi kötü olgulara da denk düşen bir söz söylemiş olurlar.
Ama Anadolu’ya ya da bugünkü Türk Ulusunun olduğu topraklara ve nüfusa gelince burada bir de olgusal yanlışlık var.
Ve burada Türklerin Müslüman olması uydurmasındaki saçmalık şahikalarına varıyor.
Çünkü Anadolu’da o saçma anlayışla bile Türkler Müslüman olmadı ve olamazdı.
Çünkü Anadolu’da Türk yoktu. Küçük küçücük bir fatih azınlık dışında Anadolu binlerce yıldır Anadolu'da yaşayan insanlarla zaten doluydu.
Şimdi anlatılan tarihe göre, Orta Asya’dakiler gelmişler ve Anadolu’ya yerleşip, kendileri de Müslüman olduklarından Anadolu’yu Müslüman yapmışlar.
Burada fiziksel, kültürel veya biyolojik saçmalıklar var. Kavramsal saçmalıklardan da önce.
Bu Anadolu boş muydu? Kaç kişi geldi orta Asya'dan?
O zamanlar (binli yıllarda, hatta şimdi bile öyle) on bin yıl önce neolitik devrimi yapmış ve yerleşik tarıma da geçmiş Anadolu nüfusu muhtemelen bütün Orta Asya’dan fazlaydı.
Orta Asya boşalmadığına ve Anadolu’dakiler de buhar olup uçmadığına göre, Anadolu’ya ne geldi? Ne kadar geldi?
Muhtemelen bütün gelen fatihler birkaç yüz bin kişidir. Bu “fatihler”, önce İslam sonra da Oğuz (Selçuklular) gençleşmesini yaşamış İran uygarlığının Bizans’tan feth ettiği yerlere yerleştirdiği “uç beyleri”dir
Bugün Türkiye’de yapılan bütün genetik analizler göstermektedir ki, Anadolu’da yaşayan bugünkü insanların ataları da Anadoluluydu. Orta Asya’dan falan gelmediler. Gelenler azınlığın da azınlığı küçük bir fatihler ve yönetici kastıydılar.
İkincisi, bugün Türkiye’de yaşayan ve Orta Asya’dan geldiğini iddia edenlerin dil ortaklığı hariç, tüm müzikleri, kültürleri, yemekleri de Anadoluludur. Bir Türk, bir Ermeni veya Rum’a, 16. Yüzyıldan beri ayrı düştüğü bir Azeri’den bile daha yakındır kültürel olarak.
Bir Türkmen veya Kırgız ile bir Anadolulu Türkü arasındaki mesafe ise galaksiler kadar uzaktır.
Ne genetik ne de kültürel olarak bir yakınlık yoktur Orta Asya’da yaşayan nüfusla bugün Türkiye’de yaşayan nüfus arasında. Var olan da yüzde beş civarındadır eğer niceliğe vurulursa.
İşin ilginci, yüzyılın başındaki, Anadolu nüfusunun yarısını değiştiren, binlerce yıldır Anodolu’da yaşayan yerli halkı yok eden, “tehcir” ve “mübadele”ye rağmen, Balkan ve Kafkaslardan gelenlere rağmen böyledir.
Yani bugünkü genetik analizler yüzyılın başında yapılsaydı, bu oran, nüfuz içinde daha da küçük bir Orta Asya kökenli yüzdesine karşılık düşerdi.
Peki, bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusunu veya ahalisini meydana getiren ve Türk dediklerimiz neler?
Bunlar Anadolu’nun binlerce yılan beri burada yaşayan ahalisi. Onların ahfadı.
Peki, onların ahfadı olmasına rağmen, niye genetik yapısı ile linguistik yapısı birbiriyle çakışmıyor? Genetik olarak, kültürel olarak Akdeniz veya Anadolu; Dil olarak Altay Ural. Bu nasıl oluyor?
Normal olarak dünyanın her yerinde Genetik ve Linguistik yapı arasında bir çakışma vardır. Esas olarak neolitik devrimi yapan kabilelerin dili muazzam bir yayılma gösterip, diğer neolitik devrim öncesi dilleri yok etmiştir. Bu gibi diller oldukça korunmalı yerlerde (Kafkaslar, Bask (Pireneler), Hindistan’ın güneyi (Dravitler) vs. gibi neolitik devrimi, yapanlar tarafından yok edilmeden o devrimi öğrenebilecek kadar zamanlarının olduğu yerlerde varlıklarını sürdürmüşlerdir.
Ancak dil ailesiyle genetik yakınlıkların tutmadığı bazı yerler de vardır. Bunlar şu veya bu küçük bir fatihler tarafından ele geçirilmiş, sonra o fatihlerin dile ve dinini benimsemiş yerlerdir. Örneğin Avrupa’da iki yer böyledir. Macaristan ve Türkiye.
Macaristan’ın ahalisi genetik olarak tipik bir orta Avrupalı özelliği taşımaktadır ama dili Altay Ural dil ailesindendir. Yani içinde Türkçenin de bulunduğu dil ailesindendir. Bu Macaristan’ın Orta Asya'dan gelen Hunlar veya Magyarlar tarafından fethi ve bunların dillerini zamanla yaşayanlara kabul ettirmesiyle ilgilidir. Bu tür dil değişimlerini linguistikçiler bir “elit egemenliği” ve o elitin dilinin kendini kabul ettirmesi olarak tanımlıyorlar
Benzeri bir de Anadolu’da yani bugünkü Türkiye’de görülür. Halk genetik olarak tipik Anadolulu ve Akdenizlidir ama dil Altay Ural dillerindendir.
Şimdi burada açıklanması gereken iki nokta var.
Nasıl oldu da bu dil, Anadolu’nun yerli ahalisine kendini kabul ettirdi?
Nasıl oldu da Anadolu’nun yerli ahalisi Hırıstiyanlık’tan Müslümanlığa geçti?
Yani “bugünkü Türkler nasıl ve ne zaman Müslüman oldu?” (ya da bir Türk sorarsa “olduk”) sorusu, doğru olarak, Anadolu’da binlerce yılıdır yaşayan bu insanlar ne zaman ve nasıl Müslüman oldular ve buna paralel olarak da dillerini değiştirdiler diye sorulmalıdır.
Ne zaman ve nasım Müslüman olduk sorusunun cevabı yer olarak Anadolu’da ve zaman olarak da Orta Asya’da yaşayanların Müslüman olmalarından sonraki dönemde, yirminci yüzyıla kadar olan dönemde aranmalıdır.
(Aslında doğru formülasyın şöyledir, Orta asya’da yaşayan güçebe komünlerin Pers uygarlığı aracılığıyla Müslümanlığa geçişleri ve pers uygarlığına taze kan vermeleriyle Pers uygarlığı Bizans’ı geriletmiş ve Anadolu’nun yerli halklarının Müslümanlaşması prosesünü (sürecini) başlatmıştır.
Yani Erdoğan Aydın gibiler, “nasıl Müslüman olduk?” derken. Eğer bir parça olgulara dayanan bir şekilde bu soruyu soruyorsa. Bu sorunun cevabını Orta Asya’da değil; Anadolu’da yaşayan insanlarda ve 7-11 yüzyıllar arasında değil de 11-19 yüzyıllar arasında aramalıydılar.
Tüm o sorunun yanlışlığına rağmen.
Şimdi soruyu şöyle soralım. Anadolu’nun Rumları, Ermenileri ve diğerleri (Likyalılar, Manavlar, Çepniler, Yörükler, Tahtacılar vs.) ne zaman ve nasıl Müslüman oldular.
İkinci bir soru da şudur: nasıl oldu da Türkçeyi benimsediler?
Anadolu’da Müslüman olanlar, Orta Asya’dakiler gibi bozkır göçebesi değildiler ve totemlere tapmıyorlardı. Çünkü Anadolu ilk neolitik devrimin olduğu ve Hint Avrupa dillerinin bütün dünyaya yayıldığı yerdir. M.Ö. 2000 yıllarında Demir’in keşfi ve alüvyonu Irak ve Mısır nehir boyları dışında da tarım uygarlığına geçişin olanaklı olmasıyla birlikte, aynı zamanda ilk uygarlığa geçen yerlerden biridir.
Yani Bugün Türk olan Türk olmadan önce de Müslüman olan yerli halk, Hint-Avrupa dillerinden konuşuyordu ve Hıristiyan'dı. Bunlar nasıl Müslüman oldu ve Türkçe konuşmaya başladı?
Doğru soru budur.
Tabii bunu açıklayabilmek için, başka kavramları da doğru tanımlamak gerekiyor.
*
Bir kere Anadolu’yu Türkler fetih etmedi. Bu Türk tarihçiliğinin bir uydurmasıdır.
Anadolu’da ta Hititlerden beri gelen uygarlıklar zinciri vardır. Doğu Akdeniz de diyebiliriz buna. Yunanlılar ve daha sonra Roma ve Bizans ile devam eder.
Bir de bugünkü Kürdistan dağlarının doğusunda Pers uygarlığı vardır. Hint ve Çin yolu üzerindeki; klasik ön Asya uygarlıklarını Hint ve Çin’e bağlayan.
Bu iki farklı uygarlık alanının arasında her zaman bir rekabet ve savaş ta vardır, bu savaşların özü de ticaret yollarına kimim egemen olacağı üzerinedir.
Kürdistan ve Anadolu bu iki uygarlığın savaş ve rekabet alanı olagelmiştir. Anadolu platosu esas olarak Grek, Roma, Bizans, Osmanlı etki alanında olmuştur; Kürdistan ise Pers etki alanında. Ancak bu iki uygarlık arasındaki sınır Kürdistan’ın Doğusundan ege kıyılarına kadar sürekli ve sık sık değişmiştir.
Örneğin Maraton bile bu iki uygarlığın savaşının bir sonucudur. O zamanlar pers uygarlığı, tıpkı Selçuklular zamanında olduğu gibi ege kıyılarına kadar egemendi.
Şimdi ikinci bir noktaya gelelim. Her uygarlık aslında bir süre sonra çürür ve genellikle paralı asker olarak kullandığı ve kendi işleyişini ve zayıf yerlerini öğrettiği “barbarlar” tarafından ele geçirilir.
O “barbarlar” medeniyeti ele geçirdiklerinde yeni bir imparatorluk sülalesi kurulur ve o uygarlık alanında belli bir canlanma yaşanır. Çürümüşlük bir dereceye kadar amorti edilir. Ama kısa bir süre sonra da, önceki çürümeyi yaratan güçler yeni fatihleri de çürütürler ve bu sefer onlar da başka bir komün tarafından alaşağı edilir. Tarih üç aşağı beş yukarı böyle gider.
İşte Bizans ve Pers uygarlıkları da böyledir. Pers uygarlığı İslam aşısıyla ve Abbasi egemenliğiyle bir çiçeklenme yaşar. Ama bir süre sonra o da çürür. Selçuk beyin aşireti onun başına geçer. Bu gençlik aşısıyla, Pers Uygarlığı, Bizans’ı, tıpkı eski İyonya ve Eski Yunanistan zamanında olduğu gibi, Ege kıyılarına kadar sürer.
İşte Türklerin Anadolu’yu fethi diye gerçek mahiyeti saptırılmış ve anlamını yitirmiş olgu, Pers uygarlığının, başına geçmiş Oğuz soyundan bir sülale ile canlanması ve Bizans’ı Anadolu’dan çıkarması, tekrar Anadolu’ya egemen olmasıdır.
Öte yandan Bizans da bir çürüme içindedir ve İslam’ın ve diğer göçebe fatihlerin Pers uygarlığına yaptığı gençlik aşısından da yoksundur.
Hem daha yeni ve gelişmiş bir dine (toplumsal ilişkilerin düzenlenişine) dayandığı; hem de daha fazla taze kan aldığı için, Pers uygarlığı Anadolu’ya iyice yerleşir kısa zamanda. Anadolu’nun ahalisi de kendisine daha fazla refah ve adalet sunan bu uygarlığın dinine geçmeye başlar. (Selçuklular, “Anadolu Selçukluları” (böyle bir devlet yoktur Türk tarihçilerinin uydurmasıdır) ve “Beylikler” yani yuvarlak hesap Yavuz’a kadar olan dönem budur.)
Mevlana’lar falan hep Pers uygarlığıdır Anadolu'daki uzantılarıdır.
Tabii bir uygarlık diğerini sadece kaba güçle ele geçirmez. Bunlar aşağı yukarı devrimlerin yayılmaları gibi kavranmalıdır: O zaman bu yeni düzenin ortaya çıkardığı kurumların da yayılışı olur. Örneğin “Horasan erleri” falan hep bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Tabii burada Pers uygarlığını ele geçirenlerin cahil aşiret çocukları olduğu unutulamamalı. Bunlar koca binlerce yıldır incelmiş devlet cihazlarını ele geçirirler. Ama o cihaz ve uygarlık binlerce yıllık birikmiş tecrübesiyle o fatihleri kısa zamanda özümser ve esas işi arkadan yürütür. Nizamülmülk’ler falan aslında tam da bunu yaparlar.
Bu cahil fatihler devletin başındaysa elbet devlet cihazının kendi dilini konuşmasını isteyecektir. Çünkü kendisi başka dil bilmemektedir. Devlet demek vergi ve mahkemelerdir her şeyden önce. Buralarda hangi dil konuşulacaktır? Bu da fatihlerin dili olur. Fatihler ise henüz Pers uygarlığınca tam fetih edilemeden Anadolu’yu fetih ettiklerinden bu “Türkçe” olur.
Ancak uygarlık dediğin de çok ince bir şehirli tabakasıdır. Gerisi kapalı ekonomideki köylerde yaşar.
Köyler ise bir yandan komünal ilişkilerdir, yani bir uygarlık dinine gerekleri bile yoktur, eşitlikçi bir topluluk içinde yaşarlar.
Diğer yandan devlet ondan vergi alarak artı ürününe el koyar. Ona karşı bir köylü muhalefetidir.
Böylece uygarlıkların egemen olduğu alanların büyük bölümü uygarlığın resmi dininin sapkınlık olarak gördüğü komünle yakın bağlar içindeki ve aynı zamanda birer köylü partisi niteliğindeki mezhep ve tarikatların elindedir.
Bizans egemenliği altında inleyen bu komün-köylüler, Balkanlar’da Bogomiller, Anadolu’da Paulikanlardır. Yani daha sonra Aleviler Osmanlı şeriatı ve devleti karşısında ne durumda olacaklarsa o zaman Bizans devleti ve kilisesi karşısında benzer konumdaydılar.
Fatihler elbette Bizans tarafından ezilen bu köylülerin desteğini alacaktır iyice yerleşebilmek için. Onlar da buna zaten teşnedirler. Bu devrim veya dönüşüm de Osmanlı’nın Anadolu ve Balkanlar’da Bogomillerin Bektaşileşmesi; Paulikanların Alevileşmesi biçiminde gerçekleşir.
Osmanlı İstanbul’u fetih edip onun tarafından fetih edilinceye kadar aslında bunlara dayanır ve hızlı büyümesini bu “sapkınlara” borçludur. Anadolu Sünni Müslüman olmadan önce “Sapkın” Müslüman olmuştur.
Şimdi bütün bunların yanı sıra, Müslüman olmanın vergiden ciddi bir muafiyet sağladığı da düşünülünce, Müslümanlaşmanın ve Türkçe diline geçmenin mekanizmaları daha iyi kavranır.
Böylece Anadolu’nun sapkın Hıristiyanları sapkın Müslümanlığa geçerek Anadolu’nun alttan; Şehirlerde de pers uygarlığının üstünlüğü üstten bir Müslümanlaşmasını ve Türkçe diline geçmesini sağlar.
Bu yüzyıllar içinde gerçekleşir. Beş yüz yıl sürer aşağı yukarı. Bu beş yüz yılda yine de bir yandan Bizans’tan önce Hıristiyanlığa geçmiş daha eski dinlerden halklar (Süryaniler, Keldaniler, Ermeniler ve kiliseleri) diğer yandan Ortodokslar (Rumlar) varlıklarını sürdürürler.
Eğer yüzyıl başındaki sürgün ve katliamlar olmasa, Anadolu’nun yüzde kırkı ila yarısı arası bir nüfus dinini koruyan ama dilini büyük ölçüde değiştirmiş (Ermeniler ve Rumlar büyük ölçüde Türkçe konuşuyorlardı evlerinde bile) durumdaydı.
O halde, Türklerin “Nasıl Müslüman Olduk?” sorusunun cevabı 7-11 yüzyıllar arası Orta Asya’da değil; 11-19 yüzyıllar arası Anadolu ve Balkanlar’da aranmalıdır.
Ve totemizmden Müslümanlığa geçişten ziyade, bir uygarlık dininden (Hıristiyanlık) diğer uygarlık dinine (İslam); bir uygarlık dininin “sapkınlığından” (Bogomillik, Paulikanlık) diğer uygarlık dininin “sapkınlığına” (Bektaşilik ve Aleviliğe) geçiş olarak ele alınmalıdır.
Bu geçişler ile birlikte ve devlet cihazının Türkçe ile işlemesi de Türkçenin yayılmasının bir ek nedeni olarak görülebilir.
Sorun böyle bir bakışla incelendiğinde, gerçeğin daha sadık bir resmi çıkarılabilir.
Tabii soruna böyle bakınca Tarih kitaplarını Türk milliyetçileri başka türlü yazmak zorundadırlar. Keza böyle yazılmış bir tarihte, “soydaşlar” o zaman Ermenileri, Rumları ve kısmen da Kafkasların ve Balkanların halklarını da içerecektir; ama “Orta Asya Türkleri”ni değil.
*
Peki, bu Türklük nedir?
Bugünkü anlamıyla Türklük bir ulustur.
Ulus ise, modern toplumun dininin, yani özel ve politik ayrımı yaparak insanların eşitliğini hedefleyen dinin, insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini geçiren, karşı devrime uğramış biçimidir.
Yani Türklük bir dindir.
Özel ve politik ayrımına dayanan Aydınlanma dininin politik olanı Türklük ile (bir dil, soy ve tarih vs. ile) tanımlayan karşı devrime uğramış bir biçimidir.
Evet, tam da bu nedenle, Türkler (Burada Türkler bir linguistik kavramdır çünkü İslam’dan önceki ve modern ulustan önceki Türklük buhu ifade ederdi) Müslüman olamaz ve olmamıştır (hem mantıken hem de olgusal olarak) ama Müslümanlar Türk olmuştur. Yani İslam dininden Aydınlanma dininin karşı devrime uğramış ulusçu ve ulusu bir ırkla tanımlayan biçimine geçmişlerdir.
Yüzyılın başında, önceden, yuvarlak hesap beş yüz yıl boyunca Müslümanlaşmış olan genetik ve kültürel olarak Rum, Ermeni vs. olan Anadolu’nun yerli ahalisi, aynı kültür ve genlere sahip ama Müslümanlaşmamış Hıristiyan ahaliyi keserek Türk olmuştur.
Türklük vaftizini de, kanla ve kendi kültürel ve genetik kardeşlerinin kanıyla ve malıyla yapmıştır.
Bu nedenle, Türkler ulus olarak, hiçbir eski uygarlık beşiğinin olmadığı kadar, ruhen hastadırlar.
Bir İranlının veya Pakistanlının böylesine saçma Orta Asyalara kadar giden gerçek kültürüyle ilgisiz bir tarih uydurmaya ihtiyacı yoktur.
Ama Anadolu’nun Müslümanlaşmış yerli ahalisinin Hıristiyanları (Yani kültür ve genetik olarak kendilerine en yakınları) keserek veya onları sürerek kendini Orta Asya’daki kavimlerin ahfadı olarak tanımlaması tam bir şizofrenik duruma yol açmaktadır.
Kimi insanlar genetik olarak hasta doğarlar; Türk ulusunun da böyle genetik olarak doğumundan gelen genetik bir sakatlığı bulunmaktadır.
Hafızasızdır.
Diğer uluslar da Tarihler uydururlar ama böylesi yoktur.
Türkler ise, Türklükten demokratlığa dönüşmek ve ulusların tarihi olmadığına dair bir tarih yazmak bir yana; gerçekliğe daha denk bir tarih yazmaktan ve bir kültürel Türk milliyetçiliğine geçmekten bile çok uzaklar henüz.
Yani nasıl Müslüman olduk sorusunu Anadolu üzerinden ve 13-19 Yüzyıllar arasındaki döneme ilişkin bile sormaktan uzaklar.
Gelecek tarihte kurulur.
Kültürel milliyetçi bir tarih bile yazamayanların en küçük bir demokratik gelecek tasavvuru oluşturmaları bile beklenemez.
Dolayısıyla Türklerden ciddi bir demokratik hareket beklenemez.
Bugünkü tarih yazımı verilerine göre, Özel savaş dairesinin yedeği olmaya devam edecekleri tahmin edilebilir.
12 Kasım 2014 Çarşamba
(Bu versiyon üslüp düzeyinde düzeltmeler içermektedir. 5 Şubat 2018 Pazartesi)
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:

Hiç yorum yok: