Barış Ünlü’nün yeni yayınlanan “Türklük Sözleşmesi” kitabı vesilesiyle yaptığı söyleşi, Gazete Duvar’da “Barış
Ünlü: Kürtler ırkçı olamaz çünkü ırkçılık bir sistemdir” başlığı ile
yayınlandı.
Söyleşi tam da Hasip Kaplan ve Sırrı Süreyya’nın sözlerine
denk geldiği için (belki de tam bu sözler üzerine bu söyleşi bilinçli olarak
seçilmiş te olabilir, bilmiyoruz) epeyce ilgi topladı ve paylaşıldı.
Yazıyı okuyunca kitabı da getirtirip iyice bir barı Ünlü’nün
kitabını ve tezlerini iyice ele alıp inceleyerek bir eleştiri ve
değerlendirmesini yapalım diye düşündük. Bunu yapmayı hala düşünüyoruz.
Ancak Türkiye’de olaylar öylesine hızlı akıyor ki, herkesin
gündeminde olduğu ve tartıştığı sırada bir şey yazmadıysanız, tren kaçmış
oluyor. Ondan sonra ağzınızla kuş tutsanız kimse sizi dinlemez.
Biz de ta seksenlerin ortasından beri ırkçılık, 90’ların başından
beri de milliyetçilik üzerine yazarız ve özellikle 2000’lerin başından beri gerek
Marksizm’in, gerek diğer sosyoloji akımları ve politik eğilimlerin bir türlü ne
olduğunu tanımlayamadıkları milletlerin ve milliyetlerin ne olduğunu açıklayan
bir teorik çerçeve geliştirdik.
Yıllardır bunları hem kitaplarda (örneğin “Marksizmin Marksist
Eleştirisi”) veya politik yazılarımızda defalarca çeşitli yönleriyle açıklamaya
ve politik mücadele bağlamında somutlamaya çalıştık. Ne var ki; şu ana kadar bu
görüşlerle tartışan hiçbir kimse çıkmadı, yok varsayılmaya devam ediyor.
Elbet bu bizim için şaşırtıcı değildir. Marks’ın Kapital’i de aynı akıbete uğramıştı ve
hala da uğruyor. Kıvılcımlı’nın elli cildi aşan eserleri de hala Türkiye’nin aydın
ve sosyalistlerince tartışılmamıştır. Böyle olması normaldir.
Temel tezimizi kısaca özetlersek, Ulusun ne olduğunu anlamak
için dinin ne olduğunu anlamak gerekir. Ulusçuluk, modern toplumun dininin,
buna aydınlanma diyelim, karşı devrime uğramış biçimidir. Irkçılık da aynı
şekilde bu dinin bir başka karşı devrime uğramış biçimini ifade eder.
Modern toplumun dini, yani Aydınlanma, toplumun örgütlenmesini
özel ve politik olan diye iki ayrı alana ayırarak ve böylece kişilerin
dinlerini, inançlarını, soylarını, yani kapitalizm ya da Aydınlanma öncesinin
toplumsal ilişkilerini düzenleyen dinleri, kişilerin özel sorunu olarak
tanımlayıp, modern toplumun örgütlenmesinden dışlayarak, insanların biçimsel ya
da hukuki eşitliğini sağlamış oluyordu.
Irkçılık da, milliyetçilik de Aydınlanma devrimine karşı iki
farklı karşı devrimi ifade ederler. Aydınlanma olmadan ırkçılık ve
milliyetçilik olamazdı. Yani insanların eşitliğini reddeden karşı devrimler
gerçekleşemezdi.
Irkçılık, bu karşı devrimi, insan tanımı üzerinden yapar. Sömürgeciliğin
bir ifadesidir.
Milliyetçilik ise bu karşı devrimi, insanların eşitliğini
sağlamak için yapılmış özel politik ayrımında, politik olanı, yani devleti bir toprak
parçası, bir dil, bir din, bir ırk, bir soy, bir tarih, bir kültür, bir gelenek
ile tanımlayarak yapar. Böylece insanların eşitliği yerine ulusların eşitliğini
koyar.
Aydınlanma Kozmopolittir, milliyetçi değildir. Aydınlanma’da
Yurttaş ve İnsan aynı özdeş kavramdır. Ulusçuluğun karşı devrimine uğramamış
bir aydınlanmanın ideali bir dünya cumhuriyetidir. Karşı Devrime uğramamış bir
Aydınlanma, fethettiği ülkeleri dünya cumhuriyetine katar ve o ülkelerin
yurttaşlarını dünya cumhuriyetinin eşit haklı yurttaşları yapardı.
Ne var ki, tarihteki bütün büyük dinler, ki dinlerin ortaya
çıkışmları birer devrimdi, her zaman egemen sınıflarca karşı devrime uğramışlar
ve devrimin yayılışları karşı devrimci biçimleri altında sürmüştür.
Hristiyanlık, Konstantin’in ve papalığın karşı devrimleri biçiminde yayılmıştı, İslam, Muaviye’nin (yani Mezopotamya uygarlığı geleneğinin) yaptığı karşı devrimle ve Emeviler biçiminde, sonra da Pers (uygarlığı geleneğinin) karşı devrimiyle Abbasiler biçiminde yayılmıştı.
Hristiyanlık, Konstantin’in ve papalığın karşı devrimleri biçiminde yayılmıştı, İslam, Muaviye’nin (yani Mezopotamya uygarlığı geleneğinin) yaptığı karşı devrimle ve Emeviler biçiminde, sonra da Pers (uygarlığı geleneğinin) karşı devrimiyle Abbasiler biçiminde yayılmıştı.
Ama bu yayılışlar esnasında henüz komünal ve eşitlikçi
geleneklerin bulunduğu topluluklar (Oğuzlar, Özbekler, Türkmenler, Berberiler)
aracılığıyla o karşı devrimci biçimleri içinde kısmi Rönesanslar da
yaşayabiliyor ve bu gençlik aşılarıyla daha geniş alanları (Özbeklerle Hint
yarımadası, Oğuzlarla, Anadolu ve Balkan yarımadaları, Berberilerle İberik
yarımadası) ele geçirebiliyordu.
Aydınlanma Devrimi de Karşı devrime uğramış ulusçuluk
biçiminde yayıldı. Dolayısıyla Modern toplumun dinine geçiş, ulusların ve
ulusçuluğun yayılışı ve yeryüzüne egemen oluşu biçiminde oldu.
Ulusçuluk kategorik olarak Aydınlanma’ya karşı bir karşı
devrim olmakla birlikte, ulusçuluğun iki biçimini birbirinden ayırmak gerekir,
birincisi daha az karşı devimcidir.
Ulusun ve Ulusçuluğun iki biçimini ayırmak gerekir. Ulusu
bir dille, bir dinle, bir soyla, bir tarihle, bir kültürle veya bunların
çeşitli kombinasyonları ile tanımlamayı reddeden, böyle tanımlamaya karşı
tanımlayan Demokratik Ulusçuluk.
Yani dil, din, tarih, soy, kültür körü bir devlet ve
ulusçuluk; bir de ulusu bunlarla veya bunlarım kombinasyonlarıyla tanımlayan gerici
veya çifte kavrulmuş karşı devrimci ulusçuluk.
Ulusçular ulusun ne olduğunu anlayamazlar bunun için de,
aslında demokratik bir ulusçuluktan başka bir şey olmayan ve hala karşı
devrimci özünü koruyan ulusçuluğu, yani ulusun bir dille dinle vs.
tanımlanmamasını, ulusçuluğun aşılması olarak görürler.
Ulusçuluğun aşılması, ulusun bir dille, dinle vs. ile
tanımlanmaması değildir; ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesinin
reddedilmesidir.
Yani ulusal olan nasıl tanımlanırsa tanımlansın, tıpkı
Aydınlanma’nın devrimci döneminde dinlere yapıldığı gibi, kişilerin özel sorunu
olarak tanımlanmasıdır.
Ve aslında Enternasyonalizm, ulusal olanla politik olanın
çakışması ilkesine dayandığından, ulusçuluğun zıddı değildir. Tamı tamına
ulusçuluktur. Ve tam da bu nedenle, ulusçuluk zafer yürüyüşünü
Enternasyonalistlerin, yani Marksist ve sosyalistlerin eliyle yapmıştır.
Evet, kısaca ve günlük dile aktarılırsa en basit açıklaması
budur uluslar ve ulusçulukla ilgili teorimizin.
*
Bu teori açısından baktığımızda, aslında Akademik dünyada
son derece yaygın olan, ulusların inşasının nasıl yapıldığına ilişkin
çalışmalar, aslında ulusal olanın politik olanla çakışması ilkesini hiçbir şekilde
sorgulamadıkları için, sadece verili ulusun tanımlanışını ele aldıkları ve ona
karşı genellikle eleştirel bir tavır içinde olmakla birlikte, ulusal olanın şu
veya bu biçimle tanımlanmasını ulusçuluk olarak tanımladıkları için, yani
ulusçuların ulus tanımına dayandıkları için, aslında hepsi de ulusçudurlar.
Barış Ünlü’nün temel yanlışı da budur.
Bizim sorunumuz anlattığı olgular değildir. O olguların
hangi kavram sistemiyle açıklandığı ve açıklanabileceğidir.
(Bu vesileyle şunu belirtelim. Barış Ünlü’nün ulusçuluk ve
ırkçılık hakkında bizim yazdıklarımızı bilip bilmediğini bilmiyoruz. Eğer
yoksa, bu kitabın ciddi bir eksiği demektir. Elbette akademik dünyada bu eksik
ona bir puan da kazandırır. Orada eksik olarak görülmez. Bu ayrı bir konudur.)
Ulusçular, başka bir ulusun haklarını tanımanın ulusçuluk
olmadığını söylerler.
Yani örneğin, Kürtler ayrılmalıdır, ayrı bir devlet
kurmalıdır demek ancak Türk milliyetçisi olmamakla mümkündür diye kabul
ederler.
Ama bizim yaptığımız ulusçuluk tanımı açısıdan, ulusal
olanla politik olanın çakışması ilkesini savunmak ulusçuluk olduğundan,
Kürtlerin ayrı bir ulus olduğunu kabul etmek ve onların ayrı bir devlet kurmalarını
savunmak ulusçulukla çelişmediği hatta ulusçuluğun gereği olduğu gibi, bu Türk
milliyetçiliği ile de çelişmez hatta onun gereğidir. Yani akıllı bir Türk
milliyetçisi, Kürtlerin haklarını savunu bu onu Türk milliyetçisi olmaktan
çıkarmaz.
Milliyetçi olmamak öyle kolay değildir.
Demokratik bir milliyetçi (ulusçu), Kürtleri ayrı ulus
olduklarını dolayısıyla ayrı bir devlet kurmalarını savunmaz: demokratik bir ulusçu,
ulusun Türklükle veya Kürtlükle veya herhangi bir dille, dinle, tarihle vs. tanımlanmasını
reddedip. Ulusu böyle tanımlamaya karşı tanımlamayı savunur.
(Yani bu bile ulusçuluktur. Hatta bugünün dünyasında bu bile
ırkçılığa varan bir ulusçuluktur. Çünkü böyle tanımlanmış ulusu dışındaki
insanları o ulusun yurttaşlarının haklarından yoksun bıraktığı için Irkçıdır. Bugünün
bütün zengin ve batılı ülkeleri böyle bir ulusçuluğa nispeten daha yakındırlar
ama tam da böyle bir ulus tanımının dışında bıraktıkları için bütün diğer
insanları, yani dışladıkları için, ırkçıdırlar. Bugünün dünyasında ırkçılık bir
tehlike değil, bir gerçektir. Yani en demokratik biçimiyle ulusu tanımlamak
bile o ulusun ya da sınırların dışındaki insanları bu haklardan mahrum
bıraktığı için ırkçılık sonucunu verir. Ama buna sadece değinmekle yetinelim.)
Şimdi bir somut olarak söyleşinin sonunda Beşikçi’ye ilişkin
şu söylediklerine bakalım:
“Beşikçi, Türklüğü ve
Türklük Sözleşmesi’ni analiz etmek için çok iyi ama tersten bir örnek.
Çevremde, tarif ettiğim şekliyle Türklüğün tümüyle dışına çıkmış tek insan
olarak İsmail Beşikçi’yi gördüm.”
İşte burada tipik olarak aslında gerçek bir Türk milliyetçisinin
yapması gerekeni Beşikçi’nin yapmasını, “Türklük
sözleşmesi”nin dışına çıkmak olarak tanımlıyor. Şunu anlamıyor. Beşikçi’nin
Kürtlerin haklarını savunması, ne genel olarak milliyetçilikle çelişir, ne de
Türk milliyetçiliği ile çelişir.
Çünkü başka ulusların devlet kurma hakkını savunmak tamı
tamına milliyetçiliğin gereğini savunmaktır.
Hatta akıllı bir Türk milliyetçisi, Kürtlerin haklarının
militan bir savunucusu olur, böyle yaparak kendi ulusunun çıkarlarını, refahını
savunmuş olur.
Beşikçi’nin davranışı demokratik bir milliyetçilik bile
değildir. Türk milliyetçiliğinin gereğini yapmaktadır. Ve ister Türk, ister
Kürt milliyetçiliği olsun her ikisi de aynı ilkeye dayanıp savunduklarından,
birinden diğerine geçiş de çok kolaydır. Beşikçi’nin tavrı bir Türk
milliyetçisinin tavrı olabileceği gibi, bir Kürt milliyetçisinin de tavrı
olabilir. Zaten bu nedenle Beşikçi aynı zamanda bir Kürt milliyetçisidir.
Ya da tersinden, Abdullah Öcalan ve PKK aslında Kürt
milliyetçisidirler, ama aynı zamanda birer Türk milliyetçisidirler. Çünkü
ulusun Türklükle tanımlanmasına bir itirazları yoktur, Kürtlerin de Türklerle
aynı hakları olmasını savunmaktadırlar.
Ulusun ne Türklükle, ne de Kürtlükle, yani ne bir dille, ne
bir dinle, ne bir etiyle tanımlanmasını reddetme yoktur. Kendilerine demokratik
ulusçu demektedirler ama aslında akıllı Kürt milliyetçisi bir harekettir PKK.
Aynı şekilde, Barış İçin Akademisyenlerin yaptığının da, e
genel olarak milliyetçilikle, ne de özel olarak Türk milliyetçiliği ile çelişen
bir yanı yoktur.
Onların hiç birisi, ulusal olanın politik olanla çakışması
ilkesini sorgulaması ve uluslara karşı insanları savaşa çağırması diye bir
sorunu yoktur.
Onları hiç birisinin ulusun Türklükle tanımlanmasını
reddetme diye bir sorunu da yoktur.
Türklüğün şöyle ya da böyle tanımlanması Türk milliyetçisi
olmayı ortadan kaldırmaz. Örneğin, Türklük şöyle de tanımlanabilir bir kütürel
Türklük hatza genetik olarak ırkçı bir şekilde. Biz Türkler aslında Ermeni ve Rumların,
yani Anadolunun otonkton halklarının torunlarıyız. Binlerce yıl içinde Müslümanlaşmışlarından
geliyoruz. İz müslümanlaşmış olan Rumlar ve Emeniler, Hıristiyan Rum ve
Ermenileri keserek Türk olduk. Yıllarca bu köklerimizi ve tarihi yanlışımızı
inkar ettik. Şimdi aslımıza dönüyoruz. Soydaş Ermenistan ve Yunanistan ile
birleşmek istiyoruz.
Bu pek ala potansiyel olarak var olan ve kimbilir belki
olabilecek te, hem de ırka dayanan bir Türk milliyetçiliği olur. Elbet bunun
kültürel versiyonu da olabilir.
“Çünkü Türklüğü ortaya
çıkaran belli bir yapısallık, tarihsellik, toplumsallık. Bu yapısallık,
tarihsellik, toplumsallık değiştikçe Türklük de değişecektir. Nitekim değişiyor.”
Evet aynen öyle oluyor. Türk milliyetçiliği Orta Asya
ırkçılığına dayanan bir milliyetçilikten, kültürel (veya ırksal) bir Anadolu milliyetçiliğine
geçiş sancılarız çekiyor.
Beşikçi değil ama imzacı akademisyenler kısmen böyle bir eğilimin
ifadesi olarak görülebilirler.
Ama bunu “Türklük sözleşmesi”nin, (yani Türk
milliyetçiliğinin) dışına çıkmak olarak tanımlamanın kendisi, tam da gerici
milliyetçiliğin milliyetçilik tanımlarıyla olanı anlamaya çalışmak ve
tanımlamaktır.
Barış Ünlü’nün yatığı tam da budur ve bu yazıyı Türk
milliyetçiliği ve ırkçılığını aştıklarının ifadesi olarak paylaşanlar da aynı
yanlış içindedirler bilimsel ya da teorik olarak.
Ama aynı imzacılar, sosyolojik olarak, Orta Asya’ya ve ırka dayanan
Türk milliyetçiliğinden, kültürel bir Türk milliyetçiliğine geçişin ifadesi
olarak görülebilirler.
*
Aşağıdaki yazı ise, hem bu konuyla ilgili, hem de Sırrı
Süreyya’da kaba biçimde ifadesini bulanın ırkçılığın daha ince biçimlerinin ele
alınışı ve eleştirisi. Demirtaş’ın Başkanlığı konusuna yoğunlaştığımızdan bu
konuda bir şey yazmaya zaman bulamadık. Ama zaten çoktaaan, defalarca yazmıştık.
Aşağıdaki de onlardan biri.
15 Ocak 2018 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Irkçı Olmamanın Zorlukları ve Müftüoğlu
Örneğinde Türk Sosyalistlerinde Latent Irkçılık
(Irkçı Olmamanın Zorlukları)
Nasıl
benim arkadaşım olabileceklerini bilmek isteyen
Beyazlar
için.
Birincisi:
asla unutma ki ben bir siyahım.
İkincisi:
benim bir siyah olduğumu unut.
Eğer
Aretha Franklin'i seviyorsan, bu güzel bir şey,
Ama
seni her ziyaretimde bana onu çalma.
Beethoven'de
karar kıldıysan da,
Bana
onun hayat hikayesini anlatma.
Biz
de Müzik dersi gördük.
Eğer
hoşuna gidiyorsa, Afrika yemekleri ye,
Ama
benden sana Afrika yemekleri yapmamı
ya
da seni bir Afrika yemekleri lokantasına götürmemi bekleme.
Eğer
bir siyah, seni aşağıladıysa,
seni
soydu ya da kız kardeşinin ya da senin ırzına geçtiyse
ya
da evini soyduysa, ya da basbayağı aşağılık herifin tekiyse.
Lütfen
benden özür dileme onun kafasını kırmayı düşündüğün için,
Yoksa
senin deli olduğunu düşünürüm.
Eğer
siyahların gerçekten beyazlardan daha iyi sevgililer olduğunu düşünüyorsan,
bunu
bana anlatma lütfen,
yoksa,
bu hizmetimin karşılığını ödemek zorunda olduğumu düşünürüm.
Uzun
lafın kısası,
Eğer
gerçekten arkadaşım olmak istiyorsan,
bunun
için rol yapma.
Sen
de biliyorsun ki, ben tembel herifin tekiyim.
Pat
Parker
Klasik sömürgeciliğin ırkçılığı biyolojik ırkçılıktır.
Yeni sömürgeciliğin ırkçılığı kültürel ırkçılıktır
Globalizm çağının ırkçılığı ise en demokratik biçimiyle
bile milliyetçiliğin kendisidir. Globalizm çağında milliyetçilik ve ırkçılık iç
içe geçer, milliyetçilik (“ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesi”ni
savunmak) ırk ayrımcılığının bir
aracıdır. Örneğin Avrupa Birliğini savunmak veya örnek görmek ve göstermek Globalizm
çağının ırkçılığıdır.
Çünkü, bugün en demokratik biçimiyle bile ulusların ve
ulusal sınırların ve devletlerin varlığını savunmak yeryüzü ölçüsünde bir Apartheit
rejimini savunmak anlamına gelmektedir.
Buna karşı dünyanın “siyahları”, bireysel direnişler
biçiminde, ayaklarıyla mücadeleye
başlamış bulunuyorlar. Gemilerle denizlerden, dağlardan, akla gelebilecek her
yoldan Avrupa’ya, Amerika’ya yani refah içindeki Beyazların dünyasına kapağı
atmaya çalışan “siyahlar”; kapatıldıkları “bantustan”dan veya “rezervattan”
kaçmaktan başka bir şey yapmamaktadırlar aslında.
Ama bu yazıda konumuz bu değil. Henüz sosyalistlerin,
solcuların bile çoğu bunları görecek ve kafa yoracak noktada değil.
*
Bu ırkçılıklar kapitalizmin farklı aşamalarına karşılık
düşmekle birlikte, önceki biçimler yok olmazlar, bu farklı ırkçılıklar
günümüzde birbiriyle mücadele ve birlik içinde var olmaya devam ederler.
Bu farklı ırkçılıkları, Türkiye örneğinde şöyle daha iyi soyutlayabiliriz.
Biyolojik Irkçılık, atalarımız Orta Asya’dan geldi, tüm
dünyaya hükmetmiştik yine etmeliyiz ırkçılığıdır. (Betonlar)
Kültürel ırkçılık: eskiden çok renkliydik sonra bu renkler
soldu, kayboldu; çok renkli olmak gerekiyor. (Mozaikler)
Türkiye’de şu an verilen mücadele, geniş bir tarihsel
perspektiften bakıldığında, demokrasi mücadelesi bile değil, biyolojik
ırkçılıktan kültürel ırkçılığa geçiş mücadelesidir.
Demokratik milliyetçiliğin bile ırkçılık olduğu gerçeği
ise, Avrupa’ya kapağı atmayı en büyük ilerleme diye hedefine yazmış bu ülkede,
henüz çok uzaklarda; dağların arkasındadır.
*
Türkiye’de ırkçılık denince sadece biyolojik ırkçılık
anlaşılmaktadır. Bunun sonucu olarak da, örneğin “başka halklara ve kültürlere vs. karşı toleranslı” olmanın; “empati yapmanın”; “renkleri ve zenginlikleri kaybetmiş olmaktan” üzülmenin; farklı
kültürlerden ve bunların zenginleştiriciliğinden söz etmenin nasıl örtülü bir kültürel ırkçılık olduğu bile bilinmemekte;
hatta bunlar ırkçılık düşmanlığı; ırkçılıkla mücadele gibi görülmektedir.
*
Bu üç temel ve yaygın ırkçılıktan başka bir de “solcu ırkçılığı” ya da “sosyalist ırkçılığı” da diyebileceğimiz, “latent ırkçılık” vardır. Buna gizli, doğal, ince ırkçılık ta deniyor.
Türk sosyalistlerinin neredeyse hepsi latent ırkçıdır.
Neden ve nasıl?
*
Ama önce latent
ırkçılığın nasıl bir şey olduğunu, anlamak için birkaç örnek.
Örneğin bir Batı ülkesine gezmeye gittiniz, tanıştığınız
ya da konuştuğunuz biri size giyiminize veya yabancı dilinizin akıcılığına
bakarak “hiç Türk’e (veya Kürde vs.) benzemiyorsunuz” dediğinde ırkçılık yapmış
olur. Siz de bundan gizli veya açık bir haz duyduğunuzda zincirlerine âşık bir
köle gibi davranmış olursunuz ama bunu bilemezsiniz. Çünkü aynı zamanda siz de latent
bir ırkçısınızdır. Latent ırkçılığa karşı bir duyarlıktan yoksunsunuzdur.
*
Başka bir örnek, bir komünistsiniz, komünistlerin yüzde
doksan dokuzunun da ateist olduğu bilinmeyen bir şey değildir. Diyelim ki
batılı bir ülkeye gittiniz ve komünist yoldaşlarınızla yemek yiyeceksiniz. Tabldotta
içinde domuz eti olan yemek var. Hiç şaşmaz, o komünist batılı yoldaşlarınızdan
biri size bakacak ve “Müslüman ülke” den geldiğiniz için, “içinde domuz eti
varmış, sen yiyor musun” gibi bir söz edecektir.
Bu tipik Latent ırkçılıktır.
*
Veya o yoldaşlarınızla o yemekten önce ve sonra
toplantıdaydınız diyelim. Ve gündemde Avrupa’nın sorunları, Dünyanın sorunları
veya herhangi bir teorik sorun tartışılıyor olsun.
Avrupa’nın sorunları tartışılırken kimse size sen ne
diyorsun diye bakmaz. Ama diyelim ki, yabancıların sorunları tartışılırken
bütün gözler size döner.
Bu latent ırkçılıktır.
Ve büyük bir olasılıkla muhtemelen siz de bunu son derece
normal ve güzel bir şey olarak karşılayıp, yabancılar konusunda Avrupalı
yoldaşlarınızı tenvir etmeye çalışacaksınızdır.
“Hiç Türk’e benzemiyorsunuz”dan keyif almaktan farklı
davrandığınızı bilmeyeceksinizdir. Çünkü siz de ters yüz olmuş bir Latent ırkçısınızdır.
*
Veya bir teorik sorun tartışılıyor. Ama sizden hep olgular
üzerine konuşmanız bekleniyor; teorik genellemeler ve sınıflamalar üzerine
konuşmanız beklenmiyor bile.
*
Bütün bunlar Latent ırkçılığın çeşitli görünümleridir.
Şimdi Türk solcu ya da sosyalistlerinin hem ırkçılığa
uğrayan hem de ırkçılık yapan olarak Latent ırkçılar olarak iki örneğini
görelim.
Önce ırkçılığa uğrayan olarak nasıl zincirlerine âşık
köleler gibi davrandıklarına bir örnek.
*
2014 yılının Mayıs ayında Türkiye’ye Negri ile İmparator vs.yi yazan Michael Hardt da
gelmişti ve Gezi üzerine Yeldeğirmeni’ndeki Don Kişot’ta bir toplantı
yapılmıştı.
Orada bu Latent ya da sosyalist ırkçılığının bir örneğini
ve bunun da bizzat bu ırkçılığa maruz kalanlarca içselleştirilmişliğini o toplantı
üzere yazdığımız bir yazıda şöyle aktarıyorduk:
“Toplantıya biraz da
böyle bir umutla gitmek istiyordum ama gelişmiş ülkelerdeki aydın ve
sosyalistlerin farkına varmadan dışa vurdukları Latent (incesinden, gizli,
doğal) ırkçılığı bildiğim için böyle bir umudum da yoktu.
İşin kötüsü tam da
korktuğum gibi oldu. Hardt kendini tam da eşit duruma koymak isterken bu
ırkçılığı yapıverdi. Tabii bunu toplantıda hisseden muhtemelen sadece bendim.
Hepimiz eşittik. Eh
daire biçiminde de dizilmiştik. Bir arkadaşımız da toplantıyı yönetiyor,
sözleri dağıtıyordu. Hardt da kendisine söz verilince, birlikte konuşalım şu
soruların cevaplarını öğrenmek istiyorum diye tevazuyla (hatırımda kaldığı
kadarıyla) şu soruları sıraladı:
• Gezi’nin toplumsal bileşimi nedir?
• Gezi’nin sınıfsal bileşimi nedir?
• Gezi’nin politik örgütlenme biçimleri
nelerdir?
• Yatay bir hareket olarak Gezi nasıl
sürekli olabilir?
• Demokrasiden ne anlaşılıyor?
• Gezi’nin uluslararası boyutları nelerdir
(İlgiler, bağlantılar, dersler)?
Elbet bunlar her
ciddi sosyalistin, hareketler ve sorunlar üzerine kafa yoran herkesin, her
Gezi’cinin sorması gereken sorulardır. O da bilimsel düşünce disiplini edinmiş
bir akademisyen ve sosyalist olarak bunları sordu.
Peki, bunun ırkçılık
neresinde denebilir?
Irkçılık soruların
içeriğindedir. Neden ve nasıl?
Gelişmiş ülkenin
aydını ya da sosyalisti için geri ülkenin aydını ve sosyalisti olgular hakkında
bilgi toplayacağı bir kaynaktır. Teorik genelleme ve sonuçlar çıkarmayı kendine
görür. (Bunu bilinçsizce yapar, kötülüğünden değil.) Irkçılık tam da buradadır.
Biçimsel olarak eşit hatta tevazu olarak görünen şeyin kendisinin içeriğindedir
bu ırkçılık.
Dikkat edilirse
soruların hepsi olguları toplamaya yöneliktir. Sentezi ve sonuçlar çıkarmayı
kendine ayırmaktadır, böylece farkına bile varmadan içeriksel bir dışlama ve
alta yerleştirme yapmış olmaktadır.
Hâlbuki kendisi
olgulardan teorik sonuçlar çıkaran bir insan olduğuna göre, şöyle de
başlayabilirdi örneğin. “Görüşlerimiz biliniyor? Gezi olayı ile bu görüşler
arsında şöyle çakışan ve/veya çelişen noktalar var. Sizlerin veya içinizden
birlerinin bunları daha tutarlı ve sistematik olarak açıklayan bir teorik
sisteminiz var mı?”
Böyle sorsa, iki
genellemenin arasındaki, iki açıklama teşebbüsünün arasındaki kavramsal
sorunlar ve olguları açıklamaya ne kadar uyun oldukları tartışılabilir. Bu,
eşitler arasında, farklı teoriler arasında, farklı açıklamalar arasında bir
tartışma olur. Hâlbuki sadece olgulara ilişkin sorular sorması, karşısında bir
genelleme, bir alternatif teori bulunmadığı ve bulunmayacağı varsayımına
dayanmaktadır. Irkçılık tam buradadır.
Ama burada sadece
Hardt’ı da suçlamamalı. İleri ülkelerin aydınına hayran, kendisini ileri ülke
aydını ya da sosyalistinin koyduğu yerde gören bunu içselleştirmiş sosyalist ve
aydınlarının suç ortaklığını (Mittäterschaft) da görmeli." (“Michael
Hardt’ın Don Kişot’taki Toplantısının Düşündürdükleri”)
*
Michael Hardt’ta da görülen rafine ırkçılığın kurbanı ve
suç ortağı olan Türkler veya Türk sosyalistleri bu sefer aynısını Kürt
sosyalistlerine yaparlar.
Nasıl mı?
Örneğin Türk Sosyalistleri’nin “Emek eksenli” mücadeleden söz etmeleri; “emek eksenli” birlikler kurmaları; Kürtler söz konusu olduğunda “Etnik milliyetçilik”, ”Mikro milliyetçilik” (Anlaşılan
kendileri “makro milliyetçi”)
yapmalarından söz etmeleri, bu ırkçılığın çok kaba biçimleridir.
Ama yakınımızdan ve sevdiğimiz bir arkadaşımızdan somut
bir örnek verelim önce. Örneğin bir zamanlar Ertuğrul Kürtçü, “Kürtler
ve Türkler İçin Ortak Bir Dil: Emeğin Dili” diye yazılar yazıyordu 2009
yılında.
Tabii burada “Emeğin
dili”ni Kürtlere öneren Türk sosyalisti Ertuğrul Kürkçü oluyor ve Kürtlerin
bu emeğin diline doğru gelmelerini elbet takdirle karşılıyordu. (Benzerini
Oğuzhan Müftüoğlu da yapıyor, göreceğiz)
Biz o zamanlar Kürkçü’nün bu yaptığının Latent ırkçılık
olduğunu yazdığımızda çok tepki toplamıştık. Ama Ertuğrul Kürkçü daha sonra
2011 seçimlerinden sonra, eskiden etnik temelli siyaset yapmakla suçladığı; “demokratik cumhuriyet”i yerine “sosyal cumhuriyet” önerdiği Kürt
hareketinin bulunduğu yere gelmişti. Örneğin HDK kongresinde konuşmaya dört
dilde selamla başlamış ve “şimdilik
dördünü öğrenebildim, diğerlerini de öğreneceğim” demişti. Bunun somut
anlamı şuydu; “Kürtlere “Emeğin Dili”ni
öğretmeye kalkmıştım, şimdi Kürtlerden “Demokrasinin dilini” öğrenmeye
başlıyorum.”. Ama eski kavrayışıyla ifade edilirse, “Emek eksenli” politikadan, “etnik
temelli” politikaya geçmiş oluyordu.
Ertuğrul’un bu evrimi kanımızca olumlu yöndedir ve bugün
bulunduğu yer, hangi gerekçeyle olursa olsun, politik olarak bin kat daha
doğrudur 2009’da bulunduğu yerden.
Tabii elbet Kürkçü bu nesnel anlamı ve durumu görmüyor
olabilir. Kürt hareketine emeğin dilini öğrettiği için bugün olduğu noktada
bulunduğunu düşünüyor olabilir. Elbet bir adaya doğru yüzen birisi, adanın
kendine doğru hareket ettiğini düşünebilir.
Her ne olursa olsun bugün bulunduğu yer en azından adının
sahilidir. Boğulma tehlikesi olsun yoktur.
*
Bu örnekten sonra Türklerin ırkçılığının mekanizmasını
görelim.
Demokrasi düşmanı politikacıların, Kürtler her şey
olabiliyorlar, Kürt sorunu yoktur söylemine karşı Sırrı Süreyya Önder’in
popülarize ettiği bir itiraz vardır. “Evet,
her şey olabiliyorlar ama Kürt olamıyorlar.”
Bunun tersi aynen Türk sosyalistleri ve solcuları için de geçerlidir.
Bunun tersi aynen Türk sosyalistleri ve solcuları için de geçerlidir.
Bizim zavallı Türk sosyalist ve solcuları da her şey
oluyorlar ama maalesef Türk olmuyorlar veya olamıyorlar. Feminist, sosyalist,
anarşist, liberal vs. hepsini oluyorlar. Ama maalesef Türk olamıyorlar.
Tersinden, Kürtler de feminist, anarşist, sosyalist vs. olamıyorlar,
ne olurlarsa olsunlar hep Kürt kalıyorlar.
Bir örnek. Yine 2009 Çatı Partisi tartışmalarında şunları
yazmıştık:
“Türk sosyalistlerinin hepsinde Kürt özgürlük
hareketi ve Kürtler karşısında gizli veya açık bir ırkçılık var. Türk şehir
orta sınıfı solcu ırkçılarda çok sık görülen bir biçim de kendilerini sosyalist
olarak tanımlarken, Kürtlerden bu payeyi esirgemeleriydi. Bunun daha rafine bir
biçimi, kendilerini bir özne, Kürtleri bir nesne olarak görmeleriydi. Örneğin
Ufuk Uras’ın meclisteki “ilk sosyalist” olduğundan falan söz ediyorlardı. Sanki
bir Akın Birdal, sanki bir Sabahat Tuncel, bir Emine Ayna, bir Demirtaş sosyalist
değillermiş, kendilerini sosyalist olarak tanımlamıyorlarmış gibi.
Bunun bir benzerine
de Çatı Partisi toplantısı boyunca rastlanıyordu. Türkler hep sosyalistlikle
Kürtler de ulusal hareketle birlikte anılıyordu. Bırakalım sosyalistliği,
demokratlık bile Kürtlere lâyık görülmüyor, liberallik, demokratlık,
sosyalistlik (tabii anarşistlik, feministlik, Müslümanlık, Alevîlik vs. de)
hepsi Türklerin özellikleri olduğu veya olabildiği özellikler olarak
sıralanıyordu. Kürt Özgürlük hareketinden arkadaşlar olgunluk gösterip bunları
pek sorun etmiyorlardı.”
*
Peki neden böyle?
Çünkü Türkler tam da Türk oldukları için Türk olamıyorlar
ve hep anarşist, sosyalist, feminist falan kalıyorlar. Türk olmasalardı, tam da
Türk olduklarına vurguyu yaparlardı.
Şimdi bu Türk sosyalist, feminist, anarşistlere sorsanız,
milliyetçiliğe karşı olduklarını, kendilerini hiçbir milletten
hissetmediklerini falan söyleyeceklerdir.
Ancak bu onları Türk olmaktan, Türklüğün imtiyazlarını
yaşamaktan; egemen ulustan olmaktan alıkoymaz. Çünkü Türk olmamak öyle kolay
bir şey değildir; hele insanın kendini nasıl hissettiği ile ilgili de değildir.
Tamamen politik bir varoluştur Türk olmak.
Çünkü ana dili Türkçe olmayan insanlardan alınan vergi ile
Türkçenin zorunlu dil olduğu bir ülkede zorunlu Türk dili ve Türk tarihi
okutulmaktadır.
Siz istediğiniz kadar kendinizi Türk hissetmeyin
Türksünüzdür ve bu imtiyazı yaşıyorsunuzdur.
Bu durumda Türk olmadığınızı söylemeniz, kelmei şahadet
getirip, namaz kılıp, oruç tutup, hacca gidip vs. ondan sonra da ben kendimi
Müslüman olarak hissetmiyorum demekten farksızdır.
Türkler de Türklükle tanımlanmış bu devletin sınırlarını,
kağıtlarını, yasalarını okullarını, eğitimlerini tanıyorlar ve bunlara hiçbir
itirazları yok; bunları yok etmeyi baş görevleri olarak koymuyorlar. Yani İslam’ın
beş şartını yerine getirip ondan sonra ben Allah’a inanmıyorum ya da kendimi
Müslüman hissetmiyorum diyenden farkları yoktur.
Türk olmamak için, bu devletin okullarını, yasalarını,
kanunlarını tanımamaları, ona vergi vermemeleri, onun kağıtlarını (Nüfus,
Pasaport vs.) yırtıp atmaları ve kullanmamaları gerekir. Hemen görüleceği gibi
Türk olmamak çok zordur. Bu şeriatla yönetilen bir toplumda dinsizliğini ilan
edip hiçbir şarta uymamaktan farksızdır. Sonuçları da farklı olmaz.
Burada ırkçılığın ortaya çıkmasına yol açan sorun şudur.
Bu egemenlik öyle içselleştirilmiş ve öylesine olağan karşılanmaktadır ki
egemenlik ilişkisi olduğu bile görülmemektedir.
*
Şimdi Müftüoğlu örneğinde bu ırkçılığı görelim.
Önce olduğu gibi aktaralım yapılmış görüşmeyi:
“Kürt hareketindeki
bazı arkadaşların zaman zaman Mahir Çayan’a gönderme yaptıkları yazı ve
beyanlarını okuyorum. Bundan tabii ki memnun oluyoruz. Bu arada Türkiye solunun
Kürt hareketinin etrafında birleşmesi gerektiği şeklinde öneri ve çağrılar da
oldu. Zaten oraya giden arkadaşlar da var. Bunun doğru bir fikir olduğunu
söylemek mümkün değil.
AKP zihniyeti ülkeyi
büyük bir karanlığa sürüklerken buna karşı bütün ülkede gelişen ilerici
tepkilerin sol/sosyalist bir anlayış temelinde birleşik bir gücün
örgütlenmesidir. Kürt sorununun gerçek çözümlerini de bence ülkedeki devrimci
demokratik anlayışların bağımsız şekilde örgütlenerek güçlenmesiyle
bulabileceğiz. Aşağı yukarı kırk yıla yakın bir zamandır yazıp söylediğim bir
şey var: 65 -71 döneminde gelişerek Kızıldere’de en önemli kadrolarını kaybeden
devrimci hareketin en temel özelliklerinden biri kendi öz gücüne dayanan bir
mücadele ve siyaset anlayışına sahip olmasıydı."
Şimdi yukarıdaki açıklama ve örnekler ışığında bu alıntıya
bakalım.
Bir zamanlar Kürkçü’nün duyduğu memnuniyet gibi bir
memnuniyet duyuyor. Bir zamanlar Kürkçü şöyle yazıyordu:
“O yüzden ben Kürt
sosyalistlerinin, Kürt devrimcilerinin bu meselenin tamamen farkında olarak,
şimdi vurguyu giderek artan bir şekilde emeğin hakları, emeğin mücadelesi,
emeğin kurtuluşu, Türk ve Kürt emekçilerinin ortak mücadelesi eksenine
yerleştirmeye gayret etmelerinden, bunu kavramsallaştırmalarından ötürü son
derece memnunum.”
Şimdi de Oğuzhan Müftüoğlu “ağabey”
“Kürt hareketindeki
bazı arkadaşların zaman zaman Mahir Çayan’a gönderme yaptıkları yazı ve
beyanlarını okuyorum. Bundan tabii ki memnun oluyoruz” diye lütfediyorlar.
Aynı yukarıdan bakış; aynı sosyalistliği ya da
devrimciliği veya devrimci gelenekleri kendi mülkiyetinde görme, aynı Latent
ırkçılık.
*
Şimdi Oğuzhan Müftüoğlu’nun birbiriyle zıtlık içinde
kullandığı kavramlarına bakalım:
·
“Türkiye
Solu” – “Kürt hareketi”
·
Sol, sosyalist güçlerin “Bağımsız Örgütlenme”si – “Kürt
hareketinin etrafında birleşmesi”
·
“kendi öz
gücüne dayanan” – Kürtlere dayanan “Kürtlerle
Birleşen”
*
İdeolojik gericilik her zaman kavramların içeriklerini
belirsizleştirerek, ters yüz ederek kendini ifade eder.
İlk zıtlığa bakalım.
Türklerin bir türlü Türk olamaması ve Kürtlerin de bir
türlü sol olamaması birinci zıtlıkta tipik örnek olarak çıkıyor.
Türkler her zaman “Sol” Kürt hareketi karşısında. Tabii
sol ama Türk solu değil. “Türkiye solu”.
“Türkiye” ile eğer bir toprak parçası kast ediliyorsa
Türkiye Solu’nun karşılığı Kürdistan Solu’dur.
Dikkat edelim Müftüoğlu Kürdistan’dan ve Solundan söz etmiyor, Kürtlerden söz
ediyor. Farklı kategorileri, aynı kategoriden şeylermiş gibi karşı karşıya
koyuyor. Gerici ideolojilerin tipik hilesini yapıyor. Kürtlerden söz etmenin kategorik
karşılığı, Türkiye Solu değil “Türkler”dir. Söylediğini özüyle böyle anlamak
gerekir.
Bu gerçek anlamıyla önermeyi yazdığımızda “Türk solcuların Kürt solcularının etrafında birleşmesi gerektiği yönünde öneriler de oldu”. Veya Türklerin Kürtlerle birleşmesi yönünde…
Bu gerçek anlamıyla önermeyi yazdığımızda “Türk solcuların Kürt solcularının etrafında birleşmesi gerektiği yönünde öneriler de oldu”. Veya Türklerin Kürtlerle birleşmesi yönünde…
Böyle bir öneri hiçbir şekilde olmadı ve Kürt
sosyalistleri veya solcuları hiçbir zaman böyle çiğ öneriler yapmadılar ama
varsayalım ki oldu.
Böyle bir öneriye kendini Türk hissetmeyen Türk solcusunun
cevabı “niye olmasın” olabilir. Çünkü burada Kürtlük ya da Türklük değil,
solculuk ayırıcı kriterdir. Kürtlüğün ya da Türklüğün bir kıymeti harbiyesi
olmaz o noktada.
Ama böyle bir duruma itiraz etmek ne anlam gelir. Aslında
Türklüğü ve Kürtlüğü esas ayırıcı kriter olarak ele almanın fiilen itirafıdır. Ama
sadece bu kadar da değil, bunların birleşmesine de karşı olmaktır. Yani aslında
Müftüoğlu, solcu bile değildir, bir Türk’tür, ve Türklüğü ve Kürtlüğü esas
kriter olarak aldığı için eğer solculuğu kast ediyorsa, Kürt ve Türk
solcularının; eğer Türklüğü veya Kürtlüğü kast ediyorsa Kürtlerin ve Türklerin
bir araya gelmesine itiraz etmektedir. Kategoriler yerli yerine koyulup analiz
edildiğinde ifadesinin özü budur.
*
İkinci örnek “bağımsızlık”
ve diğeri açıkça öyle söylenmese de Kürtlerin etrafında örgütlenme bağımsız
olmayan, bağımlı veya kişiliksiz olarak tanımlanmakta ama bu açıkça ifade edilmemektedir.
Ama örtük olarak bu vardır. Zaten Türkler de onu böyle anlamaktadır. Bu nedenle
Oğuzhan Türklerin en gerici kesimlerinin ruhunu okşamaktadır.
Bu analizin birinci düzeyi.
İkinci düzey de vardır. Bağımsızlık deyince bir sosyalist
burjuva ideolojisinden bağımsızlık anlar. Kürdistan’daki sosyaliste veya bir
zamanlar Sovyetler’e veya enternasyonal’e bağımlılık bir bağımlılık değil;
aksine burjuvaziden bağımsızlıktır.
Ama Müftüoğlu, bağımsızlıktan aslında Türklüğün ayrı
olmasını kastettiğini ifade etmiş oluyor. Bu en gericilerin kavrayışıdır.
Bir iyi kötü bu sosyalist gelenekle ilişkisi olmuş bir
insan, Türk veya Kürt Türkiyeli veya Kürdistanlı solcuların veya sosyalistlerin
burjuvaziden, gerici ideolojilerden bağımsızlığını, karşı karşıya koyar.
Bağımsızlık ile Kürt hareketini değil.
Ama tam da böyle yapmayarak aslında gerici ideolojiye
bağımlılığını ele vermiş olmaktadır.
*
Bağımsızlığın bir diğer versiyonu da “kendi öz gücüne” dayanma. (“kendini intihar etme” gibi bir söz
“kendi öz gücü” ama bu önemli değil.)
Sorunu Kürtlük ve Türklük olarak değil; ideolojiler, programlar
olarak gören biri için “kendi”
sözcüğü, Türk veya Kürt farkı olmadan, diyelim demokratik veya sosyalist bir programı
savunanları kapsar ve kapsamalıdır. Ya da bir nesnel sınıfsal aidiyeti.
Aynı ideolojide, aynı programda olduktan sonra Kürtlerle
veya her hangi bir başka ulustan devrimcilerle birleşmek kendi özgücüne
dayanmayı reddetmek anlamına gelmez. Çünkü bizzat onlar o “kendi”nin içindedirler.
Onları o “kendi”nin
içinde görmemenin biricik anlamı vardır. O “kendi”
kavramı Türkleri kapsamaktadır. Ancak bu durumda “kendi”, Kürt hareketiyle zıtlık içinde koyulabilir.
Görüldüğü gibi, kullanılan kavramların gerçek ve gizli
anlamlarına girdiğimizde, Türklük meduzası her yenden kafasını çıkarmaktadır.
*
Evet Oğuzhan Müftüoğlu, bir sosyalist değil, bir solcu
değil, tam da Türk olduğu için, bir türlü Türk olmamakta, solcu, sosyalist vs. olarak
kalmaktadır.
Ve tam da bu nedenle onun dilinde karşı veya alternatif
olarak tanımladıkları hiçbir zaman solcu veya sosyalist değil hep Kürtler (ya
da onlara güvenenler, özne olmayanlar vs.) olarak kalmaktadır.
Ve tam da bu nedenle en gerici politikaları destekleyen
ama kendisinin Türk olmadığını solcu olduğunu söyleyenlerin duygu ve
düşüncelerine tercüman olmaktadır.
Sonuç olarak, bütün Türk sosyalistlerinde görülen Latent
ırkçılık en açık ve gerici biçimiyle Müftüoğlu’nun satırlarında ifadesini
bulmaktadır.
*
Bu vesileyle, BHH’da hala yer almaya devam eden HDP’ye oy
vereceğini söyleyenlere bir kez daha orada bulunmamalarını; aslında oradakilerin
tam da burada ele alınan ve eleştirilen Latent ırkçılığın en saf halini ifade
ettiklerini görmelerini ve bir an önce onlarla aralarına mesafe koymalarını;
politik olarak HDP’ye oy verilmesi yönünde karar alınma baskısı yapmalarını ve
alınmadığı takdirde ayrılmalarını öneriyoruz.
Bulundukları pozisyonun adı dünya politika literatüründe “bataklık”tır
Lenin’in dediği gibi.
Biz ise altınıza bir yelkenli çektik, sizi bataklıktan
çıkardık ve “yelkenci” yaptık.
Yelkenlerinizi açın ve o bataklıktan uzaklaşın.
Yoksa sizi de yutacak.
Bizden söylemesi.
Demir Küçükaydın
01 Nisan 2015 Çarşamba
1 yorum:
"Aydınlanma Kozmopolittir, milliyetçi değildir. Aydınlanma’da Yurttaş ve İnsan aynı özdeş kavramdır. Ulusçuluğun karşı devrimine uğramamış bir aydınlanmanın ideali bir dünya cumhuriyetidir."
Giriş notu:Yazıdaki kavramlar Batı tarihinden alındığından ben de o coğrafyada kalıyorum.
1. Aydınlanma Kozmopolittir.
Hıristiyanlık, özellikle Katoliklik, ve İslam daha da hırslılar. Her ikisi de "evrensel" olduklarını iddia ederler.
Bakınız, https://en.oxforddictionaries.com/definition/catholic
"… from Greek katholikos ‘universal’, from kata ‘in respect of’ + holos ‘whole’."
İmparatorluklar da farklı ulusları bünyesinde toplar ve her imparatorluk dünya imparatorluğu olmak ister.
Kapitalizmin son hamlesi, küresellik aynı.
Türk Dil Kurumu tanımı: Ulus = Millet = Nation
Nation
https://en.oxforddictionaries.com/definition/catholic
"… Latin natio(n-), from nat- ‘born’, from the verb nasci."
Yani doğum veya doğum yeriyle ilgili.
2. Milliyetçi değildir.
Fransa'da ilk önce solcular milliyetçiliği savundular. Sağcılar bu kavramdaki hazineyi görüp kendilerine mal edince, solcular 'uluslararası' oldular.
Daha da basit bir olgu: Napolyon'un dahiliği ordusunu, milliyetçilik hislerinin coşkunluğuna kapılan daha ucuz ve daha cesur askerlerden oluşturması olarak bilinir.
3. Aydınlanma’da Yurttaş ve İnsan aynı özdeş kavramdır.
Ne dediğine bakma, ne yaptığına bak diyen zavallı Marks.
Aydınlığı dünyanın karanlık yerlerine götüren, koloniler kuranlara karşı-devrimciler sıfatı eklemek kolay. Ama bu yayılmanın kozmopolitliğin ta kendisi olduğunu, kendinizin Batı tarihi kavramlarıyla düşündüğünüzü saklamak pek kolay değil.
4. aydınlanmanın ideali bir dünya cumhuriyetidir.
Kapitalizmin son 4-5 yüz yıl dünyayı sarması ve zamanımızdaki uluslar ötesi küresel bir düzen kurma çabaları ne?
Eğer Aydınlık'ın, siz aydınlara tuttuğu olumlu ışıkla benim gördüğüm herkesin burjuva olduğu tiksindirici olumsuz dünyayı karşılaştırırsam, Aydınlık "evrensellik vaat etti, tekbiçimlilik getirdi" derim.Yine ne yazık, Marks, Aydınlı aklıyla görülen dünyanın altında yatan sınıf kavgasını keşfettiğini anlamamışsınız. Aynı zamanda ve aynı nedenden Freud bilinçaltına daldı. Ortak nokta, satıh değil, "alt".
Çıkış notu: Ben Marksizm'i baş belası olarak görürüm. Bence Marks en mükemmel bir burjuva.
Yorum Gönder