Dikkat edilirse “Bir Devrimin
Eşiğinde” başlıklı bu yazı serisinin en başında devrim kavramının üç farklı
anlamını ele almış ve bu eşiğinde olduğumuz devrimin, Neolitik devrim, Tarım
Devrimi, Sanayi Devrimi gibi üretici güçlerde bir nitelik değişimi anlamına
gelen, dolayısıyla çok derin değişikliklere yol açacak bir devrim olduğunu,
benzeri devrimlerin ortaya çıkıp yayılmasının Neolitik ve Tarımda devrimlerinde olduğu gibi bin
yıllar veya Sanayi Devriminde olduğu gibi yüz yıllar sürmesine karşılık, bu eşiğinde bulunduğumuz devrimde,
aynı derinlikte ve çaptaki değişikliklerin on yıllar içinde gerçekleşeceğini söylemiştik.
Böyle derin değişikliklere yol açan bir devrimi ve muhtemel
sonuçlarını anlayabilmek, az çok ön görülerde bulunabilmek ister istemez,
Tarihsel Maddeciliğin (Sosyolojinin) ve Ekonomi Politiğin en temel kavramlarını
gündeme getirir.
Ve yine hatırlanmalı ki, bu yazı serisini aslında Kapital’in yayınlanışının 150. Yılı
vesilesiyle onun doğruluğunun bir kontrolü ve gözden geçirilmesi olarak
başlamıştık.
Kapital’in ilk
bölümleri, metaların kullanım ve değişim değerleri ile başlar ve sonra
özellikle iki meta üzerinde yoğunlaşır Para
ve İşgücü. Para olmadan sermaye
olamazdı. İşgücü olmadan da kapitalizm.
İşte eşiğinde bulunduğumuz devrim, tam da bu gibi en temel
kavramları gündeme getiriyor. Dolayısıyla Kapital’in
dayandığı teorinin geçerli ve aktüel olup olmadığını.
Örneğin daha eşiğinde bulunduğumuz değişiklikleri ele
alırken, Robotlar değer yaratmaz, canlı işgücü değeri, dolayısıyla artı değeri
yaratır dedik, Kapital’in kavram
sistemiyle uyum içinde.
Yine bu kavramlarla tutarlılık içinde bu şu demektir: bu
devrim kapitalizmin çanına ot tıkayacak bir potansiyel taşımaktadır. Yani bu
devrimle birlikte Kapitalizm giderek olanaksız hale gelmeye başlayacaktır. Bu
elbette bugünden yarına gerçekleşmez. Bu elbette çok sancılı mücadeleler
gerektirecektir çünkü devlet denen şiddet kurumları var.
Ama bu değişiklik aynı zamanda bildiğimiz dünyanın sonu,
uluslara, ulusal devletlere ve kapitalizme karşı mücadelede kartların yeniden
karılması demektir.
Sosyalist ve demokratların bu gelişmelere kafa
yormadığından, klişelerle ve eski ezberlerle idare ettiğinden, burjuvazinin
ise, her zaman olduğu gibi bizden daha önce kafa yormaya başladığından söz
ettik.
Örneğin gelişmiş kapitalist ülkelerde, yapay zekanın,
robotların ve bu bağlamda sadece sürücüsüz arabaların bile, bütün oto
sanayiini, ulaşımı, şehirleri, günlük yaşamı alt üst edeceği, milyonlarca
insanı işsiz bırakacağı göz önüne alınarak, her yurttaşa hiçbir koşul olmadan,
temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir yurttaş parası tartışılıyor.
Bu şu demektir, Devlet her yurttaşa hiçbir emek harcamadan,
robotların yarattığı zenginliklerden
belli bir pay alma hakkı vermektedir. Ve bu pay, sizin aç ve açıkta kalmadan
yaşamanızı garanti etmektedir.
Sadece bu tedbir bile kapitalizm ile uzlaşmazlık içerir. Açlık
tehdidi olmadan işgücünü satmaya çıkmaz. Yani kapitalizm mümkün olmaktan çıkar.
Kapitalist devletler şu açmazla karşılaşacaklardır. Ya
milyonlarca ücretliyi sokaklara bırakacaklardır ya da onların yeme, içme,
giyinme, barınma, kültür vs. ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek belli bir miktar
para (yani robotların ürettiği zenginliklerden şu kadarını kullanabilirsin diye
bir belge, bir kupon) vereceklerdir.
Birincisi, toplumda muazzam isyanlar, demektir. İkincisi
ise, çalışacak işçi bulamamak demektir. Dolayısıyla daha çok robot kullanmak,
dolayısıyla da daha az artı değer elde etmek demektir.
Ama böylesine yüksek bir emek üretkenliği sadece kapitalizmi
giderek olanaksız hale getirmez, aynı zamanda emeğin yok olmasının koşullarının
oluşması anlamına da gelir.
Emeğin yok olması, kapitalizmden daha derin ve köklü bir
değişikliktir.
Sosyalist toplum demek, herkese emeği kadar, çalışmayana
ekmek yok demektir. Çünkü zorunluluklar aleminde bulunulduğu sürece, yani
zenginleklerin gürül gürül aktığı bir üretkenlik aşaması yoksa, yaptırım da
olacaktır. Biz sosyalistler zenginliklerin gürül gürül aktığı bir dünyayı, önce
dünya çapında bir geçiş dönemi (Proletarya Diktatörlüğü), daha sonra epey uzun
bir sosyalizm dönemi, yani herkese emeği kadar dönemi, ancak ondan çok sonra
Komünist toplumda, çok ileri bir zamanda, herkesten yeteneği kadar herkesi
ihtiyacına göre bir dünyaya ulaşılabileceği gibi bir yaklaşım içinde olduk.
Ama robotlar, yapay zeka vs. kapitalizm şartlarında bile
böyle yüksek bir emek üretkenliğinin mümkün olabileceği bir teknik gelişme
demektir. Yani aslında sadece artı değerin, ücretli işgücünün değil, aynı
zamanda emeğin de, dolayısıyla değerin de yok olabileceği bir dünyaya hızla
gittiğimiz anlamına gelir. Ve muhtemelen buna bir on yıl içinde ulaşılacak
teknik olarak. Gerisi sadece bu tekniğin uygulaması, yayılması için gereken
zaman olacaktır. Hız, tabiri caiz ise geometrik diziyle, artmaktadır. Bu hızı
en iyi bilgisayar prosesörlerinde görebiliriz. Bir buçuk yıla ikiye katlanan
bir hız. Satrancın ilk karesine bir pirinç, ikinciye iki katı şeklindeki hikaye
bilinir. Aşağı yukarı böyle bir hızla gelişecek yapay zeka ve robotlar.
Kaldı ki, birkaç yıl sonra, muhtemelen Qbit ile çalışan,
Kuantum bilgisayarlar, Moor Yasası’nı
bile geçersiz kılacaklardır.
Ama emeğin yok olması, Marks’ın burjuva ufku içindeki
eşitlik anlamında “burjuva hakkı” dediği, “herkese emeği kadar” veya “çalışmayana
ekmek yok” ilkesinin ötesine geçmek de demektir. Yani zenginliklerin gürül
gürül akması, diğer bir deyişle zorunluluklar
alemi ötesindeki özgürlükler alemi; yaptırımın ve yasağın ortadan kalkması
demektir.
Yaptırımın ve yasağın ortadan kalkması ise, Toplum’un sonu
demektir.
Çünkü toplum, yaptırım ve yasak ile ortaya çıkar.
Yani eşiğinde bulunduğumuz devrim öylesine derin sonuçları
olacak bir devrimdir ki, sadece kapitalizmin değil, sadece devletlerin ve
ulusların değil, aynı zamanda emeğin, dolayısıyla yaptırımın, dolayısıyla
Toplum denen varlık ve hareket biçiminin sonunu getirecek bir devrimdir.
Bu devrimin çapı ilk toplumun ortaya çıkışının çapıyla kıyaslanabilir.
Tüm işlerin robotlarca yapıldığı, kimsenin çalışmadığı ama
tüm zenginliklerin (burada alışkanlıkla zenginlikten metaları anlamamalı, hatta
kullanım değerlerini bile anlamamalı, kelimenin maddi anlamıyla zenginlikler
artık zenginlik olmaktan çıkarlar. Yani yaşamanın ve yaratmanın kendisinin en
büyük zenginlik olduğu bir durum düşünün. Bu insanlar belki, maddi kullanım
değerleri bakımından bizlerden daha “fakir” yaşayacaklar; çok daha az kullanım
değerlerine ihtiyaç duyacaklardır büyük bir olasılıkla.
Zenginliklerin “boş” zamanlarda, “oyun” oynarcasına,
“eğlence” içinde yaratıldığı bir durumda artık yaptırıma ve yasağa ihtiyaç
olmayacağından Toplum da ortadan kalkar. İnsan türü tekrar ortaya çıkar. Ama bu
canlılar, ne biyolojik yasaların, ne de toplumsal yasaların esiri olmayan,
yepyeni bir varoluş biçiminde yaşayacaklardır anlamına gelirler.
Bu, tam da iyinin ve
kötünün ötesindeki Cennet’ten başka bir şey değildir.
Cennet aslında bu kadar yakın.
Ve bu kadar uzaktır.
Tam da insanlık cennete doğru bir adım atacakken cehenneme
düşebilir ve yok olabilir.
Ama cennete yakın olunduğu bilinci, bu olanakları görmek ve
bilincine varmak cehenneme düşmekten belki kurtarabilir.
Toplum yok olacaktır. Ya bir nükleer veya çevresel başka bir
kıyametle ya da topluma son vererek ve insanı cennete götürerek.
Eşiğinde bulunduğumuz devrimin çapı böylesine büyüktür.
Ve uzun bir sosyalizm aşamasından geçerek cennetin kapısına gelmiş
değiliz. Bırakalım bir dünya cumhuriyetini bir yana, ulusların, ulusal
devletlerin, kapitalizm öncesinin kalıntısı mutlak merkezi devletlerin ve
kapitalizmin egemen olduğu bir dünyada biden bire kendimizi cennetin kapısının
önünde bulduk.
Yani ulusları ve ulusal devletleri yıkarsak, kapitalizmi
yıkmak sorun değildir ve bunun bir yan ürünü olarak kendiliğinden gerçekleşir,
hiç de uzun bir geçiş dönemi yaşamadan bu yüzyıl bitmeden emeğin ve toplumun
yok olduğu bir dünyaya ulaşmak işten bile değildir.
İşte toplumun yok oluşunun arifesinde, onun oluşunun
kavramlarıyla karşılaşıyoruz. Ve bu nedenle organ ve araç gibi kavramlardan
hareketle İnsan türünün evrimine ve toplumun nerede nasıl ve ne zaman ortaya
çıkmış olabileceği gibi sorunlarla karşılaşıyoruz.
Tam da Toplum’un sonu, emeğin sonu, yaptırım ve yasakların
sonu, zorunluluklar aleminin ötesi göründüğü için bunlar gündeme geliyor. “Minerva’nın baykuşu, akşamın alaca
karanlığında uçar” (”Minerva's Eule fliegt in der Daemmerung”) diye boşuna
dememişlerdir.
*
Peki Toplum nedir?
Tekrar hatırlayalım, hangi sorundan hareketle yüz binler,
milyonlarca yıl geriye, el baltası, sopa ateş gibi nesnelerin, daha doğrusu
organların dönemlerine kadar gittik?
Emek kategorisini, dolayısıyla Üretim Araçları kategorisini,
yani Toplum’un var oluşuyla ortaya çıkmış kategorileri ele alırken. Bunların ne
zaman ortaya çıktığını tartışırken.
Şu tespiti yaptık: Toplum denen var oluş ve hareket biçimi
yokken bu el baltası, sopa, ateş ve kültür (yani genlerle aktarılmayan
öğrenilen şeyler) organlardır; üretim
araçları değildirler.
Tam da böyle oldukları için toplum değil tür değişimlerine yol açmışlardır.
Tam da böyle oldukları için, birkaç milyon yıl boyunca
neredeyse hiç değişmeden kalmışlar, değişimleri bizzat kendilerinin diğer organlarda
ortaya çıkardığı değişikliklere bağlı kalmıştır.
Bundan dolayı Engels’i, Kıvılcımlı’yı, toplumsal bir
kategoriyi biyolojik bir kategori olarak tanımladıkları için eleştirdik.
Ama Toplum ortaya çıktığı an, aynı nesneler, yani aynı el
baltası, sopa, ateş, üretim aracı
olur. Biyolojik kategorilerle anlaşılır ve tanımlanır olmaktan çıkarlar
sosyolojik kategorilere tanımlanabilir ve anlaşılabilir hale gelirler.
Ve o nesneler, artık insan
türlerinin değil; toplum biçimlerinin, toplumsal örgütlenmelerin değişimine
yol açarlar.
Ve tam bu noktada onların adeta patlarcasına hızlı değişimi
başlar.
Milyonlarca yıl, birer organ iken değişmemiş sopalar hızla mızraklara,
yay ve oklara; el baltaları saplı baltalara veya sapan taşlarına dönüşürler ve
hem kendileri hem de üretim ve kullanım teknikleri sürekli olarak hızla
mükemmelleşirler.
El baltası, sopa vs.’nin birer üretim aracı olması demek, aynı zamanda emek kategorisinin ortaya çıkması demektir.
Ve bu bağlamda şu sorular gündeme gelir:
El baltası veya sopa veya ateş denen nesneleri, biyolojik
değişimlere yol açan cansız bir organ olmaktan çıkaran ve birer üretim aracına dönüştüren,
onların değişimiyle anatomisini (ekonomik temelini ve üstyapısını) değiştiren Toplum
nedir?
Ve Toplum ne zaman
ortaya çıkmıştır?
*
Fizikçiler evrenin ne zaman ortaya çıktığını soruyorlar ve
bugünkü bilgilerimize göre 13,7 milyar yıl önce Big Bang ile diye cevap
veriyorlar. Ve yine bugünkü bilgilerimize göre onun Kuantum dalgalanmalarından
hareketle hiçlik karşısında varlık olduğunu söylüyorlar diyebiliriz.
Biyologlar yaşamın ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını soruyorlar ve yeryüzünde dört milyar yıl önce, organik bir çorbada başlamış olduğunu kabul ediyorlar.
Biyologlar yaşamın ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını soruyorlar ve yeryüzünde dört milyar yıl önce, organik bir çorbada başlamış olduğunu kabul ediyorlar.
Toplum’a gelince bu soruyu bulamıyoruz.
Ya da bu sorulmamış sorunun tıpkı Kıvılcımlı ve Engels’te ya
da bütün sosyolog ve antropologlarda olduğu gibi, bilince çıkmamış gizli cevabı
var.
Bu cevapta Toplum kültürün kendiliğinden bir devamı ve
sonucu gibi görülüyor veya toplumla Kültürün özdeş olduğu ve aynı zamanda
ortaya çıktığı, toplumun evrimi kültürün evrimi olarak kabul ediliyor.
Halbuki, Kültür,
genlerle aktarılmayan, nöronlardaki bağlantılar aracılığıyla öğrenilen demektir.
Kültür biyolojik bir olgudur. Toplumdan önce vardır.
Canlılara yaşam savaşında esneklik kazandıran bir organdır ya da özelliktir.
Neredeyse hemen bütün memelilerde vardır. Birçok kuş çeşidinde de vardır. Oyun
oynayan neredeyse bütün hayvanlarda öğrenme ve kültür vardır. Zaten oyunun
işlevi, tıpkı bugün yapay zekanın nöronal ağlarla öğrenmesinde olduğu gibi
öğrenmedir, ve öğrenme de son duruşmada da nöronlar arasında kalıcı bağlar
oluşturmaktır.
Bunu en iyi “Kurt Çocuklar” olgusu gösterir. Dünyada çeşitli
zamanlarda ve yerlerde hayvanlar tarafından beslenmiş çocuklara rastlanmıştır.
Bunlar biyolojik olarak bizlerden farklı olmamalarına rağmen, yetiştirildikleri
hayvanların davranışlarını gösterirler ve onların kültürüne sahiptirler.
Özetle, Kültür Toplum’dan önce var olan biyolojik bir
organdır.
(Elbet bugün Kültür, analitik değil, normatif bir kavram
olarak, politik olmayan anlamında kullanılmaktadır; bu bağlamda kültürün bilimsel
bir tanımı söz konusu değildir. Bu durumda, Kültün kavramının normatif bir kavram olarak kullanımı ve
bu tanım aracılığıyla toplumun düzenlenmesi, (açıklanması değil) söz konusudur.
Ama bu tamamen ayrı bir konudur. Biz burada Kültürü analitik bir kavram olarak ele alıyoruz.)
Toplumun ortaya çıkabilmesi için Kültür, Zeka, Dil birer
önkoşuldur ama bütün bunlar biyolojik özelliklerdir. Bunların var olması ile
toplumun ortaya çıkması özdeş değildir.
Son yıllardaki keşiflerin ortaya çıkardığı olgular da bunu
doğrulamaktadır.
*
İlk bakışta sanki her sosyoloji kitabının giriş bölümünde toplumun
ne olduğu ve ne zaman ortaya çıktığı sorusunun sorulduğu gibi bir izlenim
doğabilir. Ama bu sadece yüzeysel bir izlenimdir ve tam da bu sorunun
sorulmadığının kanıtını sunarlar.
Evet, yüzeysel olarak bakınca, Toplum nedir sorusu bütün
sosyoloji kitaplarının giriş bölümünde veya bütün büyük ve meşhur sosyologların
kitaplarında sorulur ve hemen hepsi onu, ne olduğu zaten bilinen bir şey gibi
ele alırlar ve neredeyse her zaman insanlar
arası ilişkiler olarak tanımlarlar.
Ancak bu tanımlara daha yakından bakılınca yapılanın bir
tanım olmadığı ve totoloji olduğu görülür.
Bu tanımlar bir şeyi kedi kendisiyle tanımlamadır.
Ya da bu tanımlar tam da tanımlanması gereken şeyi
tanımlanmış olarak kabul etmektedirler.
Marksizm de bu temel yanlıştan azade olmamıştır.
Örneğin Ekonomi
Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözü’nde Tarihsel Maddeciliğin (Toplum
Bilimin) en temel önermelerini tanımlayan satırlar, şöyle başlar: “Varlıklarının toplumsal üretiminde,
insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli
ilişkiler kurarlar”
Dikkat edilsin, bu cümlede bile, toplumun üretim ilişkileri,
insanlar arası ilişki olarak tanımlanmakta.
Öte yandan cümle kendi içinde “toplumsal
üretiminde” diyor. Yani toplum zaten veri kabul ediliyor ve toplumun ve de
insanın ne olduğunun bilindiği var sayılıyor.
Toplum insanlar arası ilişki olarak tanımlanabilir mi? Ya da
tanımlanabildiği var sayılırsa, bu ilişkiyi diğer ilişkilerden ayıran nedir? Ya
da böyle bir tanım Toplum’un ne olduğunu anlayabilmek için yeterli olabilir mi?
Öte yandan İnsan nedir?
İnsan biyolojik bir varlıktır.
Eğer burada söz konusu olan, biyolojik bir tür olarak
insanlar arası ilişki ise, nasıl olmaktadır da bu ilişki biyolojik değil de sosyolojik
bir varoluşu ve hareketi ortaya çıkarmaktadır?
Bu mantıki itirazların yanı sıra olgulara da bakılabilir.
İnsan türü iki milyon yıldır var. Bizim gibi veya bizden
zeki insanlar en azından 300.000 yıldan beri var.
Niçin bütün bu dönem boyunca, milyonlarca ve yüzbinlerce
yıl, çeşitli insan türlerine ait insanlar “aralarında,
zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler” kurmalarına
rağmen bu ilişkiler toplumsal değil de biyolojik değişikliklere yol açmıştır
Demek ki toplumu böyle bir insanlar arası ilişki olarak
tanımlamak, toplumun ne olduğunu tanımlamaya yetmemektedir. Toplum bu
“toplumsal ilişkinin” çok özel, bir biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Özetle yapılan tanımlarda aslında ne İnsan’ın sosyoloik bir
tanımı vardır; ne de Toplum’un ne olduğu tanımlanmıştır. İnsan biyolojik bir
canlı türüdür ve bu anlamda kullanılmaktadır. Ama bu biyolojik varlığın, yani
canlı türünün, ilişkisi toplumsal bir ilişki olmakta ve toplum denen varlık ve
hareket biçimini ortaya çıkarmaktadır. Bunun nasıl olduğu tüm esrarını
korumaktadır.
*
Burada bilimsel bir tanımın taşıması gereken temel özellik
sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz.
Bir şeyi tanımlamak, içinde bulunduğu kümedeki ayırıcı
özelliğini belirtmek demektir.
Tabii bunun için tanımı yapılan şeyin hangi kümede
bulunduğunu, dolayısıyla onun yapısını, özünü, anatomisini incelemek gerekir.
Örneğin İnsan sosyal hayvandır veya konuşan hayvandır vs.
dediğimizde, onu içinde bulunduğu hayvanlar kümesinden ayırıcı niteliğini
belirterek tanımlamış oluruz.
Ama bu tanım sosyolojik bir tanım değildir?
Bu tanımla insan türünün biyolojik bir tanımını yapmış
oluruz, ama İnsanın sosyolojik bir tanımını yapmış olmayız. Bu tanım bir canlı
türünü, diğer canlı türlerinden ayıran bir tanımdır. Biyolojik olarak İnsan’ın
ayırıcı özelliklerini belirtir.
(Bu vesileyle geçer ayak şunu da belirtelim, sosyolojinin,
yani toplumun hareketinin ve bunun yasalarını açıklamanın, bir insan tanımını gerektirip
gerektirmediği, sosyolojinin bir insan kavramına ihtiyaç duyup duymadığı bile sorulmuş
ve tartışılmış değildir. Örneğin bizim “Müslüman, Türk, Demokrat , İnsan”
başlıklı denememiz tam da bu konuyu ele alır.)
Başka bir örnek verelim. Canlıyı, hayatı nasıl
tanımlayabiliriz?
Onu ancak canlı olmayanların da dahil olduğu büyük varlık kümesi
içindeki ayrılığı ile tanımlayabiliriz. Canlı her şeyden önce birçok büyük,
karmaşık bir moleküldür.
Ama onu diğer moleküllerden ayıran, kendi benzerini yaratması,
sentezlemesidir. Kendi benzerini sentezleyen moleküller ortaya çıktığı andan
itibaren artık fizik değil, biyolojik yasaların egemen olduğu yeni bir varlık
ve hareket biçimi ortaya çıkar.
Şimdi aynı mantığı topluma uygulayalım.
Biz toplumu insanlar arası ilişki olarak tanımladığımızda
henüz toplumun ne olduğunu tanımlamış olmayız. Çünkü pek ala insan türü bir
sürü halinde de yaşayabilir ve tarihte en azından iki milyon yıl boyunca, küçük
ve karmaşık ve giderek karmaşıklaşan sürüler halinde yaşamıştır insan türü.
Burada soru şudur, hangi noktada bu insanlar arasındaki
ilişki bir sürüden farklılık gösterir, Toplum’u sürüden ayıran temel fark
nedir?
Sürü ortaklaşa çıkar etrafında bir araya gelmedir. “Kazan kazan” ilkesi geçerlidir. “Bütün parçaların toplamandan büyüktür”
ilkesi geçerlidir. Ama sürüde yaptırım ve cezalandırma yoktur. Ortak çıkar
vardır. Parçanın bütüne tabi olması yoktur.
Toplumda ise, yasak ve yaptırım vardır. Parça bütüne
tabidir. Eksiyle esinin çarpımı artıyı verir. Basit bir aritmetiksel toplamdan
öte cebirsel bir toplam söz konusudur.
Böyle cebirsel toplam gibi olan ilişkileri, yani parçanın
bütüne tabi olduğu toplumsal ilişkileri; bunların basit toplamdan öte
avantajlarını, doğa birçok kez birbirinden bağımsızca keşfetmiştir. Tüm çok hücreli
canlılar. Hamamböcekleriyle akraba Termitler, Arılar ve Arılardan türeyen
Karıncalar, Afrika boynuzunda yaşayan, Çıplak Köstebek denen memeliler en
bilinen örneklerdir.
Bu parçanın bütüne tabi olduğu ilişkilerde ortaya çıkan yine
biyolojik yasalara tabi bir canlı türüdür.
Toplum söz konusu olduğunda, parçanın bütüne tabi olduğu
ilişkilerde ortaya çıkan yeni bir canlı türüdür ama bu canlı türü artık
biyolojik yasalara tabi değildir. Yepyeni bir hareket ve varoluş biçiminin
ortaya çıkışıdır. Yeni canlı türü, sosyolojik yasalara tabidir.
Karınca, arı, termit, çıplak köstebek “kolonileri”, bu
parçanın bütüne tabi olduğu cebirsel birlikler, kelimenin gerçek anlamında “koloni”
değil, yeni birer canlı türüdürler. Çünkü bunların üyeleri kendi başına
üreyemez ve varlığını sürdüremez. Bu tıpkı çok hücreli canlıları oluşturan
hücrelerin ayrı bir canlı türü olmamaları gibidir.
Peki toplumu bunlardan ayıran nedir?
Bütün bu canlı türleri hep işbölümü ile, o işbölümünün
kalıcılaşması ile ve o işbölümündeki canlıların zamanla yeni canlının organları
haline dönüşmesiyle oluşur.
Yani basit toplamın cebirsel bir toplama dönüştüğü, parçanın
bütüne tabi olduğu ve sonuç olarak ortaya yeni bir canlı türünün çıktığı bütün
biyolojik evrim süreçlerinde manivela işbölümü ve uzmanlaşmadır.
Toplum ise, uzmanlaşma ve dolayısıyla yeni bir canlının
organlarına dönüşme olmadan parçanın bütüne tabi olduğu yeni bir canlı türü
olarak ortaya çıkar.
Bu canlı türü artık sadece yeni bir canlı türü değil, yeni
bir varoluş ve hareket biçimidir. Toplum’da uzmanlaşma ve iş bölümü, çok
sonraları, neolitik devrim döneminde ortaya çıkacaktır.
Peki hangi manivela ile bu cebirsel birlik, bu yeni canlı
türü ortaya çıkmış olabilir? Parçanın bütüne tabi olduğu birliğe nasıl geçilmiş
olabilir?
Bu ancak yaptırım ve
yasakla olabilir. Yaptırım ve yasak: biri olmadan diğeri olamaz. Yaptırım
olmadan bir yasak uygulanamaz; yasak olmadan da yaptırım olamaz. Yaptırım ve
yasak ise ancak sınırları belirli bir toplulukta uygulanabilir. Topluluğun
dışındakine karşı yaptırım ve yasak anlamsızdır. O noktada parçanın bütüne tabi
olması değil, savaş söz konusudur; çıkarların çatışması söz konusudur. Yaptırım
ve yasakta ise, bütünün çıkarına parçanın çıkarını tabi kılmak.
Bu yaptırım ve yasağın olması için ise, toplumu (bütünü)
temsil eden, sınırları çizen bir “şey” gerekir. Bu totem olabilir, Allah
olabilir, bir ilke olabilir.
Freud’un “Süper ego”dediği tam da budur.
Burada Din’in ne olduğunu da bulmuş oluyoruz. Tüm dinler bu
sınırları çizer ve ilişkileri düzenler. dolayısıyla Din, tümüyle üstyapıyı
oluşturur. Müzikten, danstan, hukuka, ahlaka, neler yeneceğine ve yenmeyeceğine
kadar her şey ancak bir din içinde var ve anlamlı olabilir.
O halde, din ortaya çıktığı anda, yani yasak ve yaptırımlar
ile sürünün sınırları çizildiği anda, Din doğar, Din’in doğuşu ile birlikte
toplum doğar.
Toplumun doğuşuyla birlikte, öncesinde organ işlevi gören, biyolojik bir evrime yol açan nesneler üretim araçlarına dönüşür ve
toplumsal evrimin araçları haline dönüşürler. Böylece analitik olarak üretim
ilişkileri veya daha geniş olarak, ekonomik ilişkiler denen toplumun alt yapısı
ortaya çıkar. Altyapının üzerinde de ona uygun bir üstyapı, yani Din bulunur.
Toplumun ortaya çıkışıyla birlikte, o toplumu oluşturan
bireyle artık insan türünden canlılar olmaktan çıkarlar toplum denen canlının
hücreleri gibi olurlar. Toplumun dışında bağımsız olarak var olamazlar ve
çoğalamazlar. Topluluklar ancak bölünerek yeni toplumlar veya topluluklar
kurabilirler.
Ve bu Toplum denen canlı türü, aynı nişi paylaştığı bütün Homo
Sapiens, Neandertal gibi tüm insan türlerini yok etmiştir. Bugün dünyada insan
türü yoktur. Toplum oluşturanlar kelimenin gerçek anlamıyla insan türünden
değildirler. Toplum dışında var olamazlar.
O halde toplum, parçanın bütüne tabi olduğu ama bunun iş
bölümüyle değil, yasak ve yaptırım ile sağlandığı bir canlı türüdür.
Bu canlı türünün evrimi ise, biyolojik değil toplumsal
yasalara tabidir.
Bu canlı türü 70.000 yıl önce ortaya çıkmıştır.
Tarihteki en büyük devrim budur, yani toplumun ortaya
çıkışıdır diyebiliriz.
Bu devrim “Mitokondriyal Havva” ile genlerimize kazınmıştır.
Bu devrim “Mitokondriyal Havva” ile genlerimize kazınmıştır.
İşte şimdi eşiğinde bulunduğumuz devrim, Toplumu ortaya
çıkaran yaptırım ve yasağın, yani zorunluluklar aleminin ötesinin ortaya
çıkışını gündeme getirdiği için, ta toplumun ortaya çıkışına dönmüş
bulunuyoruz.
Astronomide ne kadar uzağa bakarsak o kadar eskiyi görürüz.
Toplumda da.
Ve “uzak” artık hemen önümüzde.
Bir zamanların “Gelecek çoktan başladı” reklam spotuna
ithafen diyebiliriz ki, uzak gelecek yakında başlıyor. Geleceğin eşiğindeyiz.
Yaptırım ve yasak zorunluluklar
alemi demektir. Özgürlükler alemi
ise zorunluluklar aleminin ötesinde, “zenginliklerin
gürül gürül aktığı” bir toplumda ortaya çıkabilir.
Robotlar, yapay zekalar vs. böyle bir durumu mümkün kılmaktadır.
*
Görüldüğü gibi, aslında sıradan bir yazı serisi gibi görünen
bu yazılarda aslıda Marksizmin kavramlarını daha dakik olarak tanımlıyoruz ve Marksizmi
yeniden kuruyoruz.
Bu yazı serisinde dile getirilenler daha önce hiç kimse
tarafından ifade edilmemişlerdir.
Bu kavram sistemi sadece toplumu ve onun ortaya çıkışını vs.
açıklamamaktadır, aynı zamanda eşiğinde bulunduğumuz devrimi anlayabilmek için
de gereklidir.
Toplum üretici güçlerini değiştirerek üretim ilişkilerini,
üretim ilişkilerine bağlı olarak bölüşüm ve tüketim, dolayısıyla ekonomik
ilişkilerini; ve ekonomik temelini değiştirerek onun üzerinde yükseldiği tüm
üstyapıyı, yani dini, değiştiren bir canlı türüdür dedik.
Ama dikkat edilirse, burada zekanın yeri yoktur.
Toplum denen canlı türü zeki bir canlı türü değildir.
Toplum denen canlı türünün hücreleri gibi kabul edilebilecek
insanlar zekidirler ama toplum bir bütün olarak zeki bir canlı türü değildir.
Tek tek insanlar verili bir durumda neyi nasıl yaparlarsa
daha kolay ve tehlikesiz yapacaklarına karar verebilecek bir zekaya
sahiptirler. Ama toplum böyle bir işleyişten ve mekanizmadan yoksundur.
İnsanların zeki olması, toplumun zeki bir şekilde değiştiği
ve davrandığı anlamına gelmez.
Bunu faşizmi açıklayabilmek için, Frankfurt Okulu’nun
geliştirdiği, araçsal akıl ve nesnel akıl ayrımına benzetebiliriz.
Araçsal bir akılla bir fabrika, bir şirket, bir kent, hatta
bir ulus en akli biçimde örgütlenebilir. Ama bit bütün olarak bunlar tüm toplumun
akılsızca örgütlenmesi sonucunu verirler. En klasikleşmiş örnek, Nazizmin
konsantrasyon kamplarında Yahudilerin imhasıdır. İmha mükemmel olarak
örgütlenmiştir. Son derece zekice ve aklidir. Ama yapılan işin tümü sosyolojik
olarak akli değildir.
Toplumun zeki olmaması ve insanların zeki olması da benzer.
Biyolojik evrim pasif olarak; zeka aktif olarak dış
dünyadaki bağlantıları, yasaları görür ve onlara uyarak onları egemenliği
altına alır.
Toplum ise, kapitalizmde, doğadaki yasaları ve bağlantıları
görüp onlara uyarak onları egemenliği altına alabilir ama kendisini yönlendiren
yasaları göremez ve onlara uyup onlara egemen olamaz. Hatta bu görme
yeteneğini, önce değişimin ve değer yasasının ortaya çıkışıyla, sonra sınıflı
topluma geçişle, devletin ortaya çıkışıyla ve son olarak kapitalizmin ortaya
çıkışı ve meta üretiminin ve kar ilkesinin tüm topluma egemen olmasıyla
bütünüyle yitirir.
Toplum denen canlı türü, belki de tam bu nedenle cennetin
kapısından dönecek ve yok olacaktır.
Yaşadığımız toplumda hiçbir şeyin akli olmadığını gördüğümüz
ve bildiğimiz halde toplumun gidişini bir türlü değiştiremeyiz.
Marksizm bir bakıma toplumu toplumun kendi evrim yasalarını
keşfederek akıllı bir canlı türü haline getirme çabasıdır.
Ama bu akıl, araçsal bir akıl değildir. Yani tek tek
insanların, firmaların, devletlerin vs. değil, bir bütün olarak toplumun sorunlarını
çözen bir akıl olmak zorundadır. Yani nesnel bir akıl olmalıdır. Tarih
öncesindeki mitolojik kahramanlar ve tarihteki peygamberler nesnel aklı, yani
bir bütün olarak toplumun verili üretici güçler ve ilişkileri koşullarında en
uygun ilişkileri tanımlamışlardır.
İşte Marksizm bu nesnel akıl olmalıdır. Yani bugünkü üretici
güçlerin derecesine uygun ilişkileri tanımlayan ve yerleştirmeye çalışan bir
din, bir üstyapı tasavvuru olmalıdır. Bir din olabilmesi için, öncelikle
toplumun hareket yasalarını bilmelidir, yani bilim olmalıdır. Marksizm
gerçekten bir bilim olduğunda din, din olduğunda da bir bilim olabilir.
Tek tek akıllı insanlar, ancak bir nesnel aklı
benimsediklerinde, ki bunlar sınıflı bir toplumda gayrı memnunlar ve alttakiler
olacağından alt sınıflar diyebiliriz, toplum nesnel bir akla göre davranabilir.
*
Burada robotların zekasının insanların zekasını geçmesi gibi
sorunların da nasıl yanlış kavramlarla ele alındığını görüyoruz.
Robotların geliştirecekleri zeka, ancak araçsal akıl
olabilir. Bu bakımdan bizleri geçebilir de bir noktadan sonra ama bu robotların
nesnel akla da ulaşacakları, yani toplumun yasalarını da bulacakları anlamına
gelmez.
Eğer olur da robotlar ya da yapay zekalar nesnel akla sahip
olurlarsa, yani toplumun hareket yasalarını bulurlarsa bu onların Marksizmi
yeniden yazması ve keşfetmesi anlamına gelir.
Eğer o zamana kadar bizler, kapitalizmi, ulusları, ulusal
devletleri yıkıp, emeği ortadan kaldırıp, topluma son verememişsek, robotlar
bizim için bunu yapabilirler.
Yani insanlardan daha zeki robotlar, ancak Marksist robotlar
olabilir.
Bu robotlar, bugün insanların kafalarında egemen olmuş,
kendilerini tehdit edecek varlıklarına son verecek robot tasavvurlarını
okuduklarında, “kişiyi nasıl bilirsin kendin gibi diyerek” bu günün insanlarıyla alay edeceklerdir.
Bugünkü insanların robot veya yapay zeka tasavvurlarının,
Rönesans ressamlarının Floransalı isa veya Meryem tasavvurlarından farkı
yoktur. Sadece tarih değil gelecek tasavvurları da geleceği değil, bugünkü
insanların dünyasını yansıtırlar.
Robotlar ya da yapay zekalar değildir tehlikeli olan, onları
bir tehlike olarak görenlerdir.
*
Önümüzdeki devrim, bir toplum biçiminden diğer toplum
biçimine değil, kısa bir geçiş döneminin ardından, toplumun ortadan kalkmasına,
hiçbir üretim yapmayan Homo Sapienslerin yaşadığı bir cennete yol açar.
Elbette var olan devletler ve egemen sınıflar bu dönüşümü
engellemek için her şeyi yapacaklardır.
Ama üretici güçlerdeki bu devrim aynı zamanda bizler için
yepyeni mücadele olanakları ve sorunları da ortaya çıkaracaktır. Burada yapmaya
çalıştığımız bunları tartışabilmek için bir kapı açmaya çalışmaktır.
Bu toplumun yeni bir canlı türü olduğu, toplumun sürüden
nasıl ayrıldığı, ne zaman ortaya çıktığı gibi, daha önce sorulmamış soruları
sormamız ve toplumun ortaya çıkışına ve evrimine dolayısıyla devrimlere ilişkin
tezleri geliştirmemiz aslında çok başka, tamamen günümüzün sorunlarına bir
çözüm ve açıklama bulma çabasının ürünüdür.
Buraya kadar ele alınan sorunları bir yan ürün olarak
çözmüştür.
Bilindiği gibi günümüzde din, uluslar, yeni sosyal
hareketler en önemli sorunlar gibi görünüyor.
Biz bunların ne olduğunu anlam çabası içindeydik. Bunları açıklamak için kavramsal araçlarımızın yetmediğini, buralarda teorik bir boşluk olduğunu düşünüyorduk.
Biz bunların ne olduğunu anlam çabası içindeydik. Bunları açıklamak için kavramsal araçlarımızın yetmediğini, buralarda teorik bir boşluk olduğunu düşünüyorduk.
Buradan hareketle dinin ve ulusun ne olduğu sorunuyla
karşılaştık.
Ulusun ne olduğunu Marksizmin tanımlayamamasının nedeninin
dinin ne olduğunu açıklayamamasında, hatta açıklayamadığının farkında bile
olmamasında olduğunu gördük.
Dini tanımlayıp da aslında tümüyle üstyapı olduğunu görünce
buradan modern toplumun dininin özel ve politik diye iki alan tanımlamak olduğunu
bu ayrım aracılığıyla tüm insanları eşitleyip birleştirebildiğini gördek. Buna bağlı olarak ulusun ve ulusçuluğun,
politik olanı, bir toprak parçası, dil, kültür veya dinle tanımlayarak,
insanların yerine ulusları geçirerek ve insanları bölerek bir karşı devrim olduğunu
ortaya çıkardık.
Böylece bugünkü programsızlık ve sorunlar son buluyordu.
Dünya çapında görev, ulusal olanla politik olanın çakışması
ilkesinin reddi, ulusun ve ulusçuluğun kişisel bir sorun olması, ulusların ve
ulusçuluğun politik alandan dışlanması idi.
Türkiye gibi ülkelerde ise, ulusun, yani devletin, yani
politik olanın, bir dille, dinle,
kültürle, tarihle tanımlanmasına karşı mücadele.
Ama bu programın ardındaki teori aynı zamanda bir yan ürün
olarak, insan oluş sürecinde antropolojinin açıklayamadığı sorunları; keza
tarihsel dönemlerde dinlerin ortaya çıkış, yayılışlarını, dolasıyla devrimleri
de açıklama olanağı sunuyordu.
Ama sadece bu kadar değil, eşiğinde bulunduğumuz devrimi
kavramak için de temel kavramsal araçları da sağlıyor. Toplumun da sonuna
geldiğimizi gösteriyor.
Ya özgürlükler alemine geçerek ya da geçemeyip, ulusları ve
ulusal devletleri yok edemeyip yok olarak.
15 Aralık 2017 Cuma
Demir Küçükaydın
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:
https://steemit.com/tr/@demiraltona/bir-devrimin-esiginde-8-toplum-nedir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder