‘
Aşağıdaki yazıyı, 2012 yılında yanı aşağı yukarı tam beş yıl önce, Kıvılcımlı sempozyumu çalışmaları bağlamında yazmış ve sempozyumu hazırlayan e/mail grubunda tartışmaya açmıştık. Yazı vurgusu ve bağlamı farklı olmakla birlikte, robotlar ve yapay zeki gibi eşiğinde bulunduğumuz devrimi anlaşılmasına yönelik temel kavramlarla ilgilidir.
Aşağıdaki yazıyı, 2012 yılında yanı aşağı yukarı tam beş yıl önce, Kıvılcımlı sempozyumu çalışmaları bağlamında yazmış ve sempozyumu hazırlayan e/mail grubunda tartışmaya açmıştık. Yazı vurgusu ve bağlamı farklı olmakla birlikte, robotlar ve yapay zeki gibi eşiğinde bulunduğumuz devrimi anlaşılmasına yönelik temel kavramlarla ilgilidir.
Bu bağlamda
Neolitik devrmide ehlileştrelen hayvanlar, özellikle bir sürüyü güden ve akşam
ağıla sokan çoban köpekleri bugünk robotlarla kıyaslanabilirler.
Keza Roma ve
Yunan kentlerindeki köleler de bugünkü yapay zeka düzeyinden çok ilerde
robotlar olarak görülebilirler. Çünkü ekonomi politik olarak işlevleri aynıdır.
Bu bakımdan
önümüzde bulunan devrimin nasıl alt üst edici sonuçlar doğuracağına ilişkin
ilginiç ipuçları sunabilirler.
Örneğin Yunanlılar
çalışmıyorlardı ve çalışmamakla övünüyorlardı. Bir bakıma küçük bir kentliler (patriciler,
İslam tarihinde ve Mekke’deki Kureyşliler) tabakası, bir bakıma son derece bol “boş
zamanı” olan, gürül gürül akan zenginleklere sahip bir kesim durumundaydı. Kediye
göre budu, biraz komünist bir toplumda yaşıyor gibiydiler. Ve tam da bu
istisnai koşulların ürünü olarak biraz da klasik Yunan felsefesi gelişme
olanağı bulabilmiştir.
Dünkü yazımızda
daha ziyade emek kategorisi üzerine yoğunlaşmış ve konuyu kısa tutmuştuk. Bu eski
yazıyı yayınlayarak, konuya tekrar dikkati çekelim ve pek bilinmeyen bu yazıyı
tekrar hatırlatalım dedik.
Yazıda ayrıca
geçen ayak belirtiyen ve üzerinde hiç durulmamış bir konuda bir tez de ileri
sürülmektedir. Fizikte Big Bang teorisi neyse, canlılarda organik çorbada RNA’lara
dayanan ilk canlı denebilecek benzerini üreten moleküllerin ortaya çıkışı
neyse, aynı düzeydi, neredeyse hiç bir sosyolog ve Antropoloğun sormudaı ve
dolayısıyla cevap aramadığı, toplumun ne zaman doğduğuna ilişkin soru
sorulmakta ve cevap olarak bir tez ortaya koyulmaktadır.
Ne var ki, biz akademik bir titri olmayan bir devrimci militan ve Marksist olarak Türkçe gibi sapa bir dilde yazdığımızdan bu tez uzayın sağır boşluklarında kaybolup gitmiştir.
Ne var ki, biz akademik bir titri olmayan bir devrimci militan ve Marksist olarak Türkçe gibi sapa bir dilde yazdığımızdan bu tez uzayın sağır boşluklarında kaybolup gitmiştir.
Kim bilir belki
bu sefer birilerinin dikkatini ceker de üzerine düşünür.
Aşağıdaki yazı
ilk olarak bloğumuzda şu adreste “Kültürel Önyargılar, Bilim, Engels ve Emek
Kategorisi” başlığıyla yayınlanmıştı:
20 Kasım 2017
Pazartesi
Demir Küçükaydın
(Bir süredir Kıvılcımlı Sempozyumu bağlamında Hikmet Kıvılcımlı’nın Maymundan
İnsana geçiş sürecine ilişkin yazdıklarının, gerek
olgular gerek genellemeler düzeyinde, en son bilimsel araştırmalar ışığında ne
ölçüde geçerli olduğu üzerine bir yazı hazırlıyordum. Bu dönemi ele alırken,
elbette Kıvılcımlı aynı zamanda Engels’in sadık bir talebesi olduğundan, bu
döneme ilişkin olarak Engels’in yazdıklarının da bir kontrolü, dolayısıyla
Engels’in de bir eleştirisi oluyordu.
Engels’i ve yanlışlarını ele alınca bunun bir yan ürünü olarak aşağıdaki
gibi bir yazı da çıktı. Bu yazı aynı zamanda Kıvılcımlı’nın da bir eleştirisi
içermekle birlikte, konu doğrudan Kıvılcımlı değildir. Engels örneğinde
kültürel önyargılar, değerler ve bunların etkileri üzerine bir yazıdır. Ama
sadece bu kadar değil, Marksizmin en temel kavramlarının yeniden tanımlanması
ve bunların mantık sonuçlarına götürülmesi üzerine de bir yazıdır. Benim bile
şaştığım sonuçlar ortaya çıktı.
Bir yan üründür bu yazı ama sanırım esas üründen daha önemlidir.
İlginç bulunacağını sanıyorum.)
*
Temel
konularından biri, kültürel ön yargıların nasıl bilimsel körlükler yarattığı;
nasıl bilimsel denen yargıların içine sindiği olan, harikulade denemelerin
yazarı Paleantolog Stephen Jay Gould, 19. yüzyılda, insan oluş sürecinde,
beynin mi ve dik durmanın mı öncelikli olduğu yolundaki teoriler arasındaki
mücadeleyi anlatırken Engels’in dik durmaya öncelik veren görüşünü takdir eder.
(Ama esas olarak Engels’i, beyne öncelik
veren teorilerin sosyolojik açıklaması bakımından över[1].) Şöyle yazar:
“Peki Oken ve Haeckel’in karşı çıkmasına karşın beynin önceliği fikri
niçin böylesine güçlü bir şekilde yerleşmiştir? Kesin olan, bunun kanıtlarla
hiçbir ilgisi olmadığıdır, çünkü iki görüşten herhangi birini destekleyecek
hiçbir dolaysız kanıt yoktu. Beynin önceliği dogmasının yerleşmesinden çok sonraya,
on dokuzuncu yüzyılın sonlarına değin, Neandertal (birçok antropologa göre
kendi türümüzün eş zamanlı bir varyasyonu) dışında hiçbir insan fosili
bulunmamıştı. Ancak hiçbir kanıta dayanmayan tartışmalar bilim tarihinin en
aydınlatıcı tartışmaları arasındadır, çünkü olgusal kanıtlamaların yokluğunda,
düşünceyi bütün olarak etkileyen (ve bilim adamlarının durmadan inkâr ettiği)
kültürel yargılar apaçık ortaya çıkar.
Aslında on dokuzuncu yüzyılda, kuşkusuz birçok okuyucuyu şaşırtacak bir
kaynaktan, Friedrich Engels’ten parlak bir açıklama gelmiştir. (Biraz düşünmek
bu şaşkınlığı azaltacaktı. Engels’in doğa bilimlerine güçlü bir ilgisi vardı ve
genel diyalektik maddecilik felsefesini “pozitif” bir temele yerleştirmek
istiyordu. (…) Engels, 1876’da, Anteil der Arbeit an der Menschenwerdung der
Affen (Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü) başlıklı bir deneme yazdı. Bu
deneme ölümünden sonra, 1896’da yayımlandı ve ne yazık ki Batı biliminin
üzerinde önemli bir etkisi olmadı.
Engels insan evriminin üç ana özelliğini ele alır: konuşma, büyük beyin
ve dik duruş. Ona göre ilk adım, ağaçlardan inerek yerde yaşamaya başlayan
atalarımızda dik duruşun evrimleşmesi olmalıdır. (…) Dik duruş, araç kullanımı
(Engels’in terminolojisiyle, emek) için eli özgür hale getirdi; zekânın artması
ve konuşma daha sonra geldi.”
*
Bilimde, aynı
önermenin, farklı soyutlama düzeylerinde, bir yandan devrimci denebilecek bakış
açıları ve sonuçlar içerirken aynı zamanda son derece yanlış önermeleri
savunduğu çok görülür. Engels’in bu önermesi bu türden doğru ve yanlışların iç
içe geçmişliğinin tipik bir örneği olarak ele alınabilir.
Burada konudan
biraz uzaklaşır gibi yaparak, Gould’un Engels’te esas önemli bulduğu ve
övdüğünün eleştirisine gireceğiz. Ama önce Gould’un Engels’in açıklamasında
esas değerli bulduğunun ne olduğunu görelim:
Gould şöyle
yazıyor.
“Engels’in denemesinin önemi temel vargılarında değil, Batı biliminin
beyne öncelik veren a priori seava neden bu kadar bağlı olduğuna ilişkin keskin
politik çözümlemesinde yatar.
Engels’e göre, insanlar maddesel çevrelerini denetim altına almayı
öğrendikten sonra, ilkel avlanma yöntemlerine yeni beceriler eklediler – tarım,
ip eğirme, çömlekçilik, gemicilik, sanatlar ve bilimler, hukuk ve politika ve
sonunda “insana ait şeylerin insan aklındaki düşsel yansıması: din.” Refah
biriktikçe, küçük gruplar gücü ele geçirdi ve başkalarını kendileri için
çalışmaya zorladı. Bütün refahın kaynağı ve insan evriminin temel itici gücü
olan emek, yönetenler için çalışanlarla aynı düşük statüyü edindi. Yönetenler
iradeleriyle (yani zihinsel becerileriyle) egemenlik kurdukları için, beyinsel
etkinlikler, kendiliklerinden harekete geçirici bir güce sahip gibi görülmeye
başlandı. Felsefe mesleği saf bir gerçek idealine bağlı kalmadı. (…) Bir
önyargıyla savaşabilmek için önce onun farkına varmak gerekir. beynin önceliği
savı o kadar açık ve doğal görünüyordu ki, profesyonel düşünürlerin ve onların
patronlarının sınıfsal konumlarıyla ilgili toplumsal bir önyargı olarak
görülmek yerine, verili bir olgu olarak kabul edildi. Engels şöyle der:
Uygarlığın hızlı gelişiminin bütün erdemleri, akla, beynin gelişimine ve
etkinliklerine atfedildi. İnsanlar eylemlerini ihtiyaçlarıyla değil
düşünceleriyle açıklamaya alıştı. (…) Böylece zaman içinde idealist dünya
görüşü ortaya çıktı ve özellikle antik dünyanın yıkılışından sonra insanların
zihninde egemen oldu. Etkisi hala o kadar güçlüdür ki, Darwinci okulun en
maddeci doğa bilimcileri bile hala, insanın kökeni hakkında açık bir görüş
oluşturamıyorlar, çünkü bu ideolojik etki altında, emeğin oynadığı rolü fark
edemiyorlar.
Bu denemenin önemi, Australopithecus’un Engels’in (Haeckel sayesinde)
önerdiği kurama uyması gibi memnuniyet verici bir sonuçta değil, bilimin
politik rolüne ve düşünceyi bir bütün olarak etkileyen toplumsal önyargılara
yönelik keskin kavrayışlı çözümlemesindedir.” (Gould, a. g. e., s: 224, 225)
Yani Gould,
Engels’in evrimi açıklamasından ziyade, beyne öncelik veren açıklamalara
ilişkin sosyolojik açıklamasını daha önemli ve değerli bulmaktadır.
Burada Engels’in
ve Gould’un açıklamasını uzun uzun aktarmamızın bir nedeni var. Çünkü Gould’un
Engels’i övdüğü yan da, yani emeğe öncelik verme de tıpkı beyne öncelik
verenlerin zaafıyla maluldür ama bu zaaf tersinden ortaya çıkmaktadır. Yani
Engels de Emeğe öncelik verirken, sol kültürün yargılarını bilimsel bir
yargıymış gibi açıklamada kullanmaktadır.
Ama bu hata
başka türden, başka bir soyutlama düzeyinde bir hatadır.
*
Engels,
sosyolojinin konusunun, yani toplumun henüz bulunmadığı bir dönemde, sosyolojik
kavramlarla biyolojik bir süreci açıklamaya kalkmaktadır. Engels’in temel ve
çok büyük hatası budur ve bu hatanın ardında da büyük bir olasılıkla, sol
kültürün değer yargılarının, yani emeğe verilen önem ve değerin, bir toplumsal
önyargının, bilimsel bir açıklama yerine geçmesi bulunmaktadır.
Engels, dik
durmaya ve alet kullanmaya öncelik tanırken doğru bir bilimsel öngörüde
bulunmaktadır ama alet kullanmayı “emek” kategorisiyle ifade ederek, sol
kültürün emeğe verdiği önemi ve değeri, emeğin olmadığı bir dönemi ve süreci
açıklamakta kullanarak, tersinden akla öncelik verenlerin hatasını yapmaktadır.
Eğer Engels,
“Emek”ten değil; Alet’ten, Cansız Araçlar’dan söz etseydi, bu hatayı yapmış
olmazdı, ama Engels “Emek”ten söz etmektedir. Yanlış buradadır. (ki, bu bizzat Marks ve kendisinin dayandığı
emek-değer teorisini bile yaralamaktadır.)
Emek’ten söz
etmek neden yanlıştır?
Engels,
Maymun’dan İnsan’a geçişten, yani biyolojik evrimden, bir türden diğer türe
geçişten söz etmektedir.
Emek ise
sosyolojik bir kategoridir. Emek ancak toplumsal var oluşun olduğu bir yerde
olabilir.
Ama Engels’in
ele aldığı dönemde henüz Toplumsal Varoluş yoktur. Henüz Toplum var olmadığı
için Üretim ve Emek kategorileri de yoktur.
Eğer o dönemde
üretim, emek ve üretim aracı gibi kategoriler ortaya çıkmış olsaydı, o zaman
biyolojik tür değişimleri değil; toplum biçimlerinin değişimleri ya da en
azından ikisi bir arada olurdu. Çünkü emeğin olduğu yerde, yani toplumun var
olduğu yerde, Üretim olur; Üretim varsa, orada üretici güçler; üretim ilişkileri
vs. yani tüm toplumsal yapı olur. Ama Engels hem toplumsal yapı değişmelerini
değil; biyolojik yapı değişmelerini ele almaktadır hem de o dönemde toplum
yoktur.
Engels’in ele
aldığı dönem, yani maymundan insana geçiş dönemi, bugünkü verilere göre dört milyon yıl önce başlar ve 200.000 yıl
önce modern Homo Sapiens’in yanı bizim içinde bulunduğunuz türün ortaya
çıkışına kadar sürer.
Ele alınan
zamanda, Toplum’un ortaya çıktığına, var olduğuna ve evrildiğine dair en küçük
bir veri bile yoktur.
Toplum muhtemelen
çok yeni bir var oluş biçimidir, topu topu 100.000 ile 70.000 yıl öncesinde
ortaya çıkmış olmalıdır. (Bizim kanımızca 70.000 yıl önce, mitokondriyal Havva
zamanında).
Emek sosyolojik
bir kategori olduğuna göre, Engels, henüz Emeğin olmadığı bir dönemde, “Emeğin
Rolü”nden söz etmiş olmaktadır. Bu yeryüzü gezegeninin oluşumunda canlıların
rolünden söz etmek gibi bir yanlıştır.
*
Emek niçin
sosyolojik bir kategoridir?
Bir çoban
köpeği, bir sürüyü toparlar ve güderken; bir öküz bir tarlayı sürerken; ehlileştirilmiş
maymunlar Hindistancevizi ağaçlarının tepesine çıkıp Hindistan cevizi hasadı
yaparlarken; arılar bal yaparken bir iş yapmış, emek harcamış, bir üretim
yapmış olmazlar. (Dolayısıyla onlar sömürülmezler ve bir sınıf oluşturmazlar.)
Çünkü onlar üretim aracıdırlar. Üretimi üretim aracını kullanan yapar; emeği
üretim aracını kullanan harcar. Emek harcayan çoban köpeği değildir sürüyü
toplayan ve ağıla kadar götüren. Oturduğu yerden ıslıkla köpekleri yöneten
çobandır emeği harcayan. Köpekler bir tür canlı robotlar gibi Çoban’ın emek
üretkenliğini arttıran üretim araçları; “alet”lerdir; organik aletlerdir.
Fiziksel olarak
bir güç harcamak; bir şeyleri değiştirmek; sosyolojik olarak emek harcamak
değildir; bir şeyleri yaratmak ya da değiştirmek de da üretmek değildir. Arı
bal yaptığında bal üretmiş bu üretim için emek harcamış olmaz. Kovanlardan balı
toplayan arıcı emek harcamış; üretim yapmış olur. Onlar bütün bunları yaparken,
birer üretim aracıdırlar; üretimi onları çalıştıran toplum yapar.
Bir başka örnek
olarak ehli hayvanlar ve bunlardan bir aleti kullananları ele alalım. Bir
sabanı çeken bir at ya da öküzün, harcadığı güç, emek kategorisine girmez.
Öküzün kendisi bir üretim aracıdır. Organik bir araçtır, canlıdır ama yine de
bir araçtır; üretim sürecindeki işlevi sabandan veya bir traktörden farklı
değildir. Ama o sabanın arkasında duran ve öküzü yönlendiren küçük çiftçi veya
işçi, öküzünkiyle kıyaslanmayacak ölçüde küçük bir enerji harcadığında, bir
emek harcar; yaptığı iştir; üretim aracı değildir; üreticidir.
Engels’in
hatası burada çok net olarak ortaya çıkmaktadır. Engels, yukarıda da
belirtildiği gibi, henüz toplumun ortaya çıkmadığı bir dönemde toplumsal bir
kategoriyi kullanarak biyolojik evrimi açıklamak gibi bir yanlış yapmaktadır.
Bu, biyolojik evrimin kategorileriyle evrenin ve maddenin evrimini açıklamak
gibi bir yanlıştır.
Peki, Engels’e
bu yanlışı yaptıran nedir? İki nedenden söz edilebilir.
Birincisi,
Emek, Sömürü, Üretim gibi kategorilerin sol kültürde yüklendiği açıklayıcı ve
ezilenlerin mücadeleleriyle özdeşleşmiş yaygınlığıdır. Engels’in yazısının
üzerinden yüz yıldan fazla bir zaman geçmiş olmasına rağmen, bir tek
Marksist’in bile Engels’in yanlışını görmemiş; buna dikkati çekmemiş olması
anlamlıdır ve sosyalistlerdeki kültürel kotların, nasıl bilimsel kavramların
yerini aldığının, bunun yaygınlığının ve gücünün bir göstergesidir.
Ancak kanımızca
bu yanlışın temelinde metodolojik bir boyutta bulunmaktadır. Zaten bu
metodolojik yanlış nedeniyle kültürel yargılar gerçek bir bilimsel açıklamanın
yerine geçebilmektedir,
Bu metodolojik
yanlış, Toplum kavramı ve onun tanımıyla ilgilidir.
*
Ancak bu konuya
girmeden önce, Emek kategorisinde kalarak, Emeğin sosyolojik bir kategori
olmasının, şaşırtıcı başka sonuçları üzerinde de duralım.
Engels, emek
kategorisini bir anlamda alet kullanma ile özdeşleştirerek, emek ve aleti
birbirinden ayrılmaz gibi de ele almaktadır. Bu da ciddi bir karışıklığa yol
açmaktadır. Emek ile Alet’in ya da üretim aracının hiçbir ilişkisi
bulunmamaktadır.
Örneğin, bazı
hayvanlar, alet kullandıklarında, (bazı şempanzeler örneğin, taş kullanarak
kabuklu tohumların kabuğunu kırarak içini yemektedirler.) emek harcamış
olmazlar. Ama bir İnsan, hiç alet kullanmadan, çıplak parmakları ve
tırnaklarıyla yumuşak bir topraktan, bir bitkinin kökünü çıkardığında veya
çıplak elleriyle balık yakaladığında emek harcamış olur.
Yani Emeğin var
olabilmesi için, Alet’in değil, Toplum’un olması gerekir.
Engels Emek ve
Alet’i birbirinden ayrılmazmış gibi ele almakta ve birbiri yerine koymaktadır.
İkinci ve asıl
önemli bir yanlış da Toplum ve İnsan’ın, yani bir canlı türüyle bir hareket ve
varoluş türünün ayrılmaz ve özdeş görülmesidir.
Biyolojik
olarak insan olmak, toplumsal olarak İnsan olmak anlamına gelmez. Sosyolojik
İnsan ile Biyolojik insan özdeş değildirler.
Bu hem tarihsel
olarak böyledir hem de analitik olarak böyle olduğu gösterilebilir.
Tarihsel olarak
bizim içinde bulunduğumuz canlı türü, modern Homo Sapiens (Homo Sapiens Sapiens)
en azından 200.000 yıldan beri vardır. Ancak, son 100.000 veya daha doğrusu
70.000 yıl öncesine kadar toplumun var olduğuna veya üretim araçlarının
değiştiğine dair en küçük bir delil yoktur. Son 70.000 yılda, yani aşağı yukarı
mitokondriyal Havva’dan beri, adeta bir “Büyük Patlama” olur ve sanat eserleri
görülmeye başlar; aletler milyonlarca yıl can sıkıcı bir şekilde neredeyse aynı
kalmış taş el baltasının yerini hızla yepyeni aletler almaya başlar. Çünkü
Toplum ortaya çıkmıştır. Yani ilk yasak, dolayısıyla toplumsal var oluşun somut
biçimi olan topluluk veya komün, yani din, yani üstyapı (sanat, hukuk, ahlak)
ortaya çıkmıştır. Sürü’nün yerini parçanın bütüne tabi olduğu topuluklar
(komünler) almıştır. Parçanın bütüne tabi olmasının sağladığı muazzam güçten
başka bir şey değildir ruh. Ruh toplumdur.
Bugün
yeryüzünde bulunan insanların hepsinin neredeyse 1000 kişi civarında bir
topluluktan gelmesinin nedeni de budur. Bunun nedenini Endenozya’da patlayan
bir volkanın yarattığı bir şişe boğazında aramak; sosyolojik bir olayı;
(toplumun ortaya çıkmasını) fiziksel nedenlerle açıklamaya kalkmaktır.
Bu ilk kez bir
sürüden topluma geçen, ilk yasağı koyan; ilk kez dini olan Homo Sapiens sürüsü,
komüne dönüşünce, bu muazzam dinamizmiyle hızla henüz sürüler halinde yaşayan,
sadece Neandertal’leri değil; yeryüzüne yayılmış bütün diğer Homo Sapiensleri
de yok ettiği için, bütün insanlar bu bin kişi civarındaki popülasyondan
gelmektedirler 70.000 yıl önce yaşamış. Bu toplumu keşfeden Homo Sapiens
popülasyonu veya sürüsü bütün diğer insan türlerinden biyolojik özellikleri
aynı olmasına rağmen; toplumsal özellikleriyle; yani bir sürü olarak
örgütlenmesiyle ve böylece sürü olmaktan çıkmasıyla toplam olmasıyla, bütün
diğer türleri ve türdaşlarını yok edebilmiştir. Bu nedenle, insan yeryüzünde
tek türü olan tek canlıdır. Toplum ortaya çıkana kadar birçok insan türleri bir
arada bulunabiliyordu.
Buraya kadar
tarihsel veriler ışığında biyolojik olarak insan ile toplumun yaratığı olan
insanın farklı olduğunu gördük. Ve bu güne kadar açıklanamayan bazı görüngüleri
açıklayan bir teori sunduk.
Şimdi bu
analizi, yani biyolojik insan ile toplumsal bir varlık olarak insanın
farklılığını topluma uygulayalım. Burada da bu ayrım, tarihi açıklamak
bakımından çok ilginç bir kavramsal araç olarak ortaya çıkmaktadır.
*
Unutmayalım ki,
insan bir canlı türü olarak, oldukça iri, güçlü, uzun yaşayan, zeki,
konuşabilir bir hayvandır. İnsanın bu özellikleri, insanın bir hayvan olarak,
çok daha karmaşık işlerin yapılmasında onu kullanmayı mümkün kılar.
Bu ilk bakışta
zor gibi görünür. Ancak, komününden koparılmış, toplumsal varoluşuna son
verilmiş insan, pratik olarak sadece biyolojik bir varlığa döner. Bu da insan
türünün bir hayvan olarak kullanılmasını mümkün kılar.
İnsanın bir
hayvan gibi, bir üretim aracı olarak kullanıldığı durumlarda, biyolojik olarak
insan olan bu canlılar, toplumsal olarak insan olmadıklarından, birer üretici
değil, üretim aracı olarak işlev görürler. Yani biyolojik olarak insan
olmalarına rağmen, toplumsal işlevleri bir at, eşek, vs.’den farklı olmaz.
Dolayısıyla onların harcadıkları enerji-güç, emek değildir ve saf fiziksel güç
olarak kalır. Tıpkı bir makinenin yıpranması gibidir. O köleyi çalıştıranın
emek üretkenliği artmış olur böyle becerikli bir organik robotu kullanarak.
Köleler üretici değildirler, üretmezler; üretim aracıdırlar. Üretimi ancak
toplumsal varlıklar yapabilir. Toplumsal varlıklar ise somut bir topluluk
içinde var olabilirler.
O halde buradan
son derece şaşırtıcı bir sonuç çıkar.
Köleler,
sosyolojik olarak bir sınıf değildir; üretim aracıdırlar. Dolayısıyla köleci
bir üretim biçimi antik tarihte yoktur.
Tam da bu
nedenle, Köleler biyolojik olarak insan olmalarına rağmen, sosyolojik olarak
insan olmadıkları; İnsan türünden (tıpkı atlar, eşekler, öküzler, köpekler
gibi, diğer canlı türleri gibi bir biyolojik tür) canlılar veya üretim
araçları, oldukları için, İnsan Aristo tarafından “zoon politikon” olarak
tanımlarken, İnsan’dan sayılmazlar.
O halde, bu
kavramsal netleşmeyi sonuna keder götürürsek, biyolojik olarak insan olmak ile,
sosyolojik olarak insan olmak farklı olduğundan; insan pek ala diğer canlılar
gibi bir üretim aracı olarak kullanılabileceğinden, bu kategoriden insanlar
üretimde bulunmuş olmazlar, dolayısıyla sömürülmezler; emekleri yoktur çünkü. O
insanları çalıştıran insanların emeklerinden söz edilebilir.
Eğer hayvan
gibi kullanılmayı, o canlı sadece insan türünden olduğu için, sömürülme;
harcanan enerjiyi emek olarak tanımlarsak; aynı kategorilerin, öküzler,
eşekler, atlar için de geçerli olması; onarlın da harcadıkları enerjinin emek,
yaptıklarının üretim, sağladıkları ama sahip olmadıkları zenginilğin de sömürü
olarak tanımlanması gerekir ve buradan giderek atları, eşekleri, öküzleri bir
sınıf olarak tanımlamak gerekir.
Sonuç olarak,
hayvan olarak kullanılan insan türünden canlılar, harcadıkları enerji emek
olmadığından; üretim yapmayıp üretim aracı olduklarından sömürülmezler ve bir
sınıf oluşturmazlar.
O halde, aşağı
yukarı bu durumda olan Yunan ve Roma’nın köleleri, bir sınıf değildir. Buna
bağlı olarak, o köleler bir sınıf olmadığından Köleci Toplum, kavramı da
yanlıştır. Köleci toplum olamaz, çünkü
köleler, üretim aracıdırlar, üretici bir sınıf değildirler.
Köleci toplum,
olmamış mıdır? Olmuştur, ama modern tarihte. Köleciliğin var olabilmesi için;
modern insan kavramının var olması gerekir.
Eski çağlarda
insan kavramı, insan türünü kapsamazdı. Yani eski Yunan veya Romalılar, diğer
yerlerden aldıkları esirleri çalıştırırlarken, onları insandan saymazlarken
ırkçı değildiler. Köleci değildiler.
Ama ABD’nin
güney eyaletlerindeki beyazlar ırkçı ve köleciydiler.
Antik toplumda,
Polis’ten olmayan (Kentdaş olmayan, Kent’i kuran komünlerden olmayan) zaten
insan olmadığından; biyolojik insanla toplumsal insanın çakışması gibi bir
anlayış söz konusu olmadığından, ırkçı ya da köleci değildirler. Ancak, ABD ve
diğer yerlerdeki köle kullanımlarında ise, İnsan kavramı tüm Homo Sapiensleri
kapsadığından, bir takım insanların, insan haklarından yararlandırılmadan birer
hayvan olarak kullanılmaları durumunda, zora dayanan bir sömürü vardır; bu
köleciliktir ve o köleler üretir, emek harcar, sömürülür ve bir sınıf
oluştururlar. Yani köleler bir alt sınıf olarak, ancak modern bir toplumda var
olabilirler.
Tabii Klasik
Tarihte bir de egemen sınıf olarak köleler vardır. Modern öncesi toplumda,
köleler esas olarak egemen sınıfı oluştururlar. Devlet’in soyutluğu ancak
kölelerde somutlaşabilir de ondan. Genellikle bu köleler
kısırlaştırılmışlardır.
Doğu’da mutlak
devlet, son derecede gelişmiş hatta giderek kişilerden bağımsız ve soyut bir
varlık halini almıştır. Doğu devleti zamanla köleleri devlet örgütlenmesinin
araçları olarak kullanmayı öğrenmiştir. Uygarlıkları yıkan kandaş kabileler
genellikle eşitler arasında birinci olan, seçilen, biad edilen önderlerce
yönetilirler. Bu önderler gücünü manevi otoritelerinden alırlar. Diğer önderler
de silahlıdır ve eşittirler. Ancak medeniyeti feth eden komünlerin medeniyet
tarafından feth edilmeleriyle birlikte, bir süre sonra eşitler arasında birinci
olan şefler; diğer şeflere karşı, kapıkulları ya da kölelerden oluşan bir aparat
kurmaya başlarlar ve bir süre sonra tüm devlet aparatı bunlardan oluşur ve
diğer şefler tasfiye edilir. İşte bu medenileşmeyle atbaşı giden bu devletleşme
ve buna bağlı olarak bir köleler ve kapı kulları ordusu aynı zamanda devletin
ekonomi dışı zorla el koyduğu artı ürünü de tükettiğinden, bir egemen sınıf
oluşturur. Klasik tarihte, özellikle Doğu’da esas egemen sınıf Devlettir ve
devlet de, baştaki diğerlerini ezmiş ve tasfiye etmiş şef hariç, kölelerden
oluşur. Örneğin Kölemenler, Memluklar. Osmanlı devleti devletleşince Devlet
aygıtı asıl olarak devşirme denen Enderun’da ya da yeniçeri ocağında yetişen
kölelerden oluşur. Bu anlamda köleler bir egemen sınıf oluştururlar.
*
Görüldüğü gibi,
Maymun’dan İnsana giden süreçte emek kategorisinin bulunmayacağı ve emek
kategorisinin analiz edilerek dakikleştirilmesi bizleri alışmadığımız sonuçlara
götürmektedir.
*
Konuyu bir de
emek kategorisinin kayboluşu noktasından ele alalım.
Zenginliklerin
boş zamanlarda ve oyun olarak, bir zevk olarak yaratıldığı noktada, yani
Marks’ın deyimiyle “zenginliklerin gürül gürül aktığı” bir toplumda, Komünist
toplum7un üst aşamasında, emek ve üretim kategorileri yok olur; zorunluluklar
aleminin ötesine gidildiği için; yaptırımlar; parçanın bütüne tabi olması son
bulur. Ama bu aynı zamanda toplumun yok olması demektir. İnsanın tekrar toplum
öncesine dönmesi demektir.
O halde,
komünist toplumun üs aşaması diye bir toplum olamaz; o noktada toplum, toplum
olmaktan çıkar; toplum, insan türünün, zorunluluklar aleminden özgürlükler
alemine geçiş için yaşamak zorunda olduğu bir geçici dönem olarak görülür.
Bu toplumun yok
olması kültürün yok olması anlamına gelmez. O zaman insan türünün ilişkilerini,
tıpkı toplum öncesinde olduğu gibi, kültür belirleyecektir.
Kültür
birçoklarınca toplum ile aynı anda kullanılmakla birlikte aynı değildir. Kültür
toplumdan önce vardır, toplumdan sonra da var olacaktır. Kültür biyolojik bir
özelliktir; gelişmiş bir sinir sisteminin bir özelliğidir.
Oyunun ve
öğrenmenin olduğu bütün canlılarda bir kültürün tohumları ve ilkel biçimleri
görülür. Kültür, içgüdülerle veya genetik kotlarla aktarılmayan; sonradan
öğrenilen veya öğrenilebilen özelliklerdir. Dolayısıyla, neredeyse bir çocukluk
ve öğrenim süreci geçiren bütün memelilerin, bir şekilde bir kültürleri olduğundan
söz edilebilir. Araştırmalar aynı türün farklı sürülerinde farklı kültürlerin
varlığını göstermektedir.
İnsan türü de
çok gelişmiş, çok uzun bir çocukluk ve öğrenme dönemini kapsayan bir canlı türü
olarak, toplumu keşfetmeden önce muhtemelen çok gelişmiş kültürü olan sürüler
halindeydi muhtemelen. Sürüdeki ilişkileri hatta sürülerin ilişkilerini
muhtemelen kültür düzenliyordu.
Ancak bütün bu
sürülerde henüz parçanın bütüne tabi olduğu bir toplumsal var oluş yoktu. Yasak
yoktu. Ancak sürekli bir kıtlık olduğundan, muhtemelen yaşlıları, çocukları,
ölüleri yemek vs. de kültürün bir parçasıydı. Dolayısıyla kursan da yoktu.
Topluluk adına,
bütün adına öldürme ile birlikte, yani kurban ile birlikte toplum da doğmuş
olmalıdır.
O halde, emek
kategorisi yasak ile, din ile, bir topluluk tanımıyla, kurban ile ortaya
çıktığına göre; Komünist toplumun üst aşamasında emek ile birlikte yaptırım,
yasak, üretim ile birlikte din, yani ahlak, sanat, hukuk vs. de yok olacaktır.
Yani Komünist
“toplumun” üst aşaması sadece devletsiz değil, dinsiz, hukuksuz, sanatsız,
üretimsiz, yasaksız, yaptırımsız ama kültürü olan bir sürü olacaktır.
*
Bir de
kapitalizmin var olması koşullarında emek kategorisine kısaca bakalım.
Kapitalizm
devam ettiği takdirde bu konu muhtemelen insanların karşısına gelecekte şu iki
biçimde çıkacaktır. Bu biçimler, Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı veya Blade
Runner filminde tartışılmaktadır örneğin.
Bugün
biyogenetik sayesinde, biyolojik olarak insan olan, insanın bütün yeteneklerine
sahip olabilen ama örneğin, anti-depresif almış insanlardaki gibi, verilen
emirlere uyan; biyolojik robotlar yapılabilir teorik bir olasılık olarak.
Eğer böyle
giderse, kapitalizm var olmaya devam ederse, kar hırsı, bu tür organik robotlar
üretilmesine gidebilir.
Ya da bu yol,
Blade Runner’de olduğu gibi tersinden kat edilebilir.
Yani öyle
inorganik robotlar yapılabilir ki, tür olarak insanın tüm özelliklerine sahip
olmasına rağmen insan olarak kabul edilmeyebilir.
Bu takdirde
ister organik, ister inorganik olsunlar, “insanlar”dan farksız, belki de Blade
Runner’de olduğu gibi çok daha insan olan bu insanlar, artık insanlıktan çıkmış
insanların birer üretim aracı olabilirler ve eski “köleci” toplumlar süper
modern bir çağda tekrar ortaya çıkabilirler.
05 Aralık 2012
Çarşamba
Demir Küçükaydın
[1] Biz de
aşağıda Engels’i tam da Gould’un övdüğü noktada, aynı yanlışı tersinden
yapmakla, sol politik kültürün ön yargılarına bağlı kalmakla eleştireceğiz.
Bloglar:
Video:
Podcast:
İndirilebilir kitaplar:
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
1 yorum:
Argümanınız şundan ibaret: "Köleler sınıf değildir ve sömürülmezler çünkü egemen sınıf onları insan değil üretim aracı olarak görüyordu". Bu argümanın saf idealist temeli bir yana, buradan "proletarya da sınıf değildir ve sömürülmezler çünkü egemen sınıf onları insan değil üretim aracı olarak görüyor"a geçmek de çok zor olmaz. Hayvanlar ve insansı robotlar konusunda da tamamen hedefi şaşırdınız. Hiç o dehlizlerde kaybolmaya gerek yoktu, hayvanların veya insansı robotların değer üretmediğini söylemenin yolu "ben bunları insanların dahil olduğu topluma dahil saymıyorum" ön kabulünden ibaret. Yani a priori bir önerme, herhangi başka bir analizden çıkan bir sonuç değil.
Yorum Gönder