Tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları, yazıya geçirildikleri
uzun süredeki çatışmaların damgasını yemiş biçimde anlatsalar ve bunun zorunlu
çelişkilerini taşısalar da, Dicle-Fırat (Mezopotamya) ve Nil Nehri boylarındaki
ilk uygarlıkların tarihlerinin geniş kitlelerin bilincinde ve hafızasındaki
tortusunun yazıya geçmiş hali sayılabilirler.
İlk kez uygarlığa bu nehirlerin boylarında geçilmiştir.
Uygarlığın keşif beratını elinde bulundurduğu tek alet, yani
Devlet, yani çalışanların artı ürününe zorla el koyan mekanizma ve bu
mekanizmadaki imtiyazlılar kastı, ilk kez buralarda ortaya çıkmıştır.
Üretken halk öylesine örgütsüz; devlet öylesine büyük ve
merkezi, istek ve dayatmalarına (keyfiliğine) karşı durulamaz bir güçtür ki, bu
gücü ele geçirenler bir süre sonra kendileri bu güç tarafından ele geçirilirler.
Fetih edenler fetih ettikleri tarafından fetih edilirler. Nemrutlaşma ve
firavunlaşma bu dönüşümlerin, bu metamorfozların, bu karşı devrimlerin ta
kendisidir.
Ve o gücün somutlaşmış ve kişileşmiş ifadesi olarak, devletin
gücünü elinde bulunduranlar, tanrı olduklarını iddia etmeye başlarlar. Bunun için
“Güç bozar, mutlak güç mutlak bozar”
denilir.
Ezilenlerin hafızasında, Mezopotamya uygarlığının devleti
Nemrut’ta; Nil uygarlığının devleti de Firavun’da cisimleşmiştir.
Bu nedenle, Tevrat ve Kuran’daki Nemrut ve Firavun kısmen
somut tarihsel kişiliklere dek düşse de (muhtemelen Naram Sin ve Ramses),
onları somut kişiler olarak ele almaktan ziyade; şark despotluğunun halkın
bilincindeki sembolleri olarak ele almak çok daha doğru olur.
Nasıl Sarı Saltık veya Nasrettin Hoca, hemen her yerde
mezarı bulunan, gerçek tarihsel kişilikler olmanın ötesinde halkın tarihsel
deneylerinin ve bilgeliğinin sembolleriyse öyle.
Kutsal Kitaplar, Mezopotamya ve Nil uygarlıklarının Şark
despotluklarına karşı direnişlerin, yani bu direnişin sembolü olmuş
peygamberlerin, özünde İbrahim ve Musa’nın öyküleridir.
Ve anlattıkları bir tek öykü vardır aslında, tanrılaşmak
isteyen veya tanrılaşmış egemene ve onun keyfiliğine karşı, o güç ve keyfiliğin
üzerinde, onu sınırlayan bir gücün varlığını göstermek.
İbrahim de, Musa da özünde, “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” derler; bu nedenle
ezilen ve üretken halkın dilinden düşürmediği düstur: “düşmez kalkmaz bir Allah”tır.
Allah, ezilenlerin ve onların öncüsü ve sözcüsü
peygamberlerin sezdiği haliyle Tarihin ve Toplumun Yasaları’dır.
Bu yasalar, tarih boyunca ve bir saat intizamıyla, mutlak
güce hâkim olmanın ve keyfileşmenin bir süre sonra çöküşle son bulduğunu
göstermiştir.
Çünkü bu tanrılaşma ve keyfileşme, yani uygarlaşma, İbni Haldun’un
deyimiyle, Asabiyat’ın (toplumsal
dayanışmanın) yitirilmesi; (Marks-Engels ve Kıvılcımlı gibilerin deyimiyle, komünün
çözülüşü, uygarlığa (devletler ve sınıflar dünyasına) geçiş ve derebeyileşme) daima
toplumsal çürüyüşle, sonunda da uygarlıkların veya hanedanların yıkılışlarıyla sonuçlanmıştır.
Yani Ezilenler Firavun ve Nemrut’ta cisimleşmiş mutlak
devlete, Allah aracılığıyla karşı durarak, onu Allah’ın bir kulu olarak
kendileriyle eşit düzeye getirmeye; kurallar içinde davranmaya (adalet); mutlak
ve keyfi egemenliği sınırlamaya çalışmışlardır.
Peygamberler bu mücadelenin başlatıcı ve öncülerinden başka
bir şey değildirler.
*
Erdoğan da devleti ele geçirdikçe, devlet tarafından ele
geçirildi. AKP’lilerin dediği gibi “ güç
(iktidar) zehirlenmesine uğradı”. Şimdi mutlak egemen olmak istiyor.
Yani bir anlamda tanrılaşmak istiyor. Kendisini sınırlayacak
bütün bağlardan kurtulmak istiyor. Hatta
etrafında şimdiden onu tanrılaştıranlar bile var.
Bütün şark despotları gibi, dün eşitler arasında birinci
olarak ele geçirdiği devlet tarafından ele geçirilip, diğer eşitleri tasfiye
ederek, kendine bağlı kapıkulları, yani köleler ordusu besliyor. Etrafında
kendisiyle aynı göz hizasında konuşacak kimseyi bırakmıyor.
*
Evet, Allah, Firavunların, Nemrutların mutlak egemenliğini
sınırlamak için ortaya çıkmıştır ama bir süre sonra Firavunlar ve Nemrutlar, esirgeyip bağışlayan (koruyan ve
affeden) ezilenlerin ve peygamberlerin Allah’ının yerine; kendilerinin
yeryüzündeki gölgesi olduklarını söyledikleri başka bir kahredici ve cezalandırıcı Allah’ı geçirmekte gecikmemişlerdir.
Bu nedenle ikisi de aynı Allah sözcüğüyle karşılansalar da
ezilenlerin Allah’ı ile Ezenlerin Allah’ı iki farklı Allah’tır ve tarih aslında
aynı zamanda bu farklı ve zıt Allah’ların mücadelesinin tarihidir.
*
Erdoğan’ın antik tarihteki benzerleri olan Nemrut ve
Firavunlara karşı, İbrahim’ler, Musa’lar vardı.
Peki, bu Erdoğan namlı, modern Firavun, modern Nemrut
karşısında ne yapabiliriz?
Bir Peygamber mi bekleyeceğiz?
Artık peygamberlerin döneminin geçtiğini, bizzat Hazreti Muhammet
“Ene hatem el Enbiya”, (Ben
peygamberlerin sonuncusuyum) diyerek çoktan açıkladı.
Bu hadis aynı zamanda, tersinden okunarak, “artık insanlar tanrının yollayacağı elçileri
beklememeli; peygamberler artık gelmeyecek; o halde kendi göbeklerini kendileri
kesmelidir” şeklinde bir hadis olarak da anlaşılabilir ve anlaşılmalıdır.
Yani örgütlenerek, direnerek, #HAYIR diyerek Erdoğan’ın bu
mutlak gücü ele geçirme; tam anlamıyla bir Firavun ve Nemrut olma girişimine
karşı, her birimizin bir İbrahim, bir Musa olmamız gerekiyor.
Müslümanlar ancak o zaman, Hazreti Muhammet’in “Ben peygamberlerin sonuncusuyum”
hadisine uygun olarak davranmış olurlar.
Müslüman olmayan veya öyle kabul edilmeyenler bile, böyle
davranarak, Hazreti Muhammet’in hadisine uygun, gerçek bir Müslüman gibi davranmış
olurlar.
*
Ama bu Tarihten çıkarılacak bir ders var. Önce bataklığı
kurutmak gerekiyor.
Yarın başkalarının da aynı güç zehirlenmesine uğramasını
istemiyorsak, bu merkezi, kontrol dışı, mutlak, pahalı, bürokratik, militarist
devlet cihazını tasfiye etmemiz; onun yerine merkezi gücün dağıldığı; tüm
organların her düzeyde, tam bir özgürlük ortamında ve eşit koşullarda yapılan
seçimlerle seçildiği; güçlerin ayrıldığı; bütün emniyet ve asayiş kuvvetlerinin
her düzeyde bu seçilmiş organların emrinde olduğu; merkezi ve bürokratik
olmayan bir devleti geçirmemiz gerekiyor.
Bugün Batı ve Kuzey Avrupa’nın ve oradan kaynaklanan diğer
ülkelerin demokratik, hak ve hukuka dayanan refah içindeki toplumlar olmalarının
temel nedeni, oralarda Firavunlaşmaya ve Nemrutlaşmaya uygun merkezi ve
bürokratik mutlak devletlerin olmamasıdır.
Onlar bunu da uygarlığa çok bulaşmamalarına; çok geç, ta
kapitalizmin şafağında veya kapitalizmle birlikte geçmelerine; bu nedenle de
devletin merkezileşme olanağı bulunmadan modern üretmenler olan işçilerin ve
işçi örgüt ve hareketlerinin demokratikleştirici etkisine maruz kalmalarına
borçludurlar. Bugün batı Demokrasisi ile birlikte zikredilen hakların hepsi,
işçi hareketinin ve partilerinin mücadeleleri sonucu yerleşebilmiştir.
O nedenle sadece Erdoğan’ın bu Firavunlaşma ve Nemrutlaşmasını
#HAYIR ile durdurmak yetmez; bu merkezi bürokratik devlet yerinde durursa,
yenileri daha gür olarak çıkar; yapılması gereken; bu Firavun ve Nemrut’u
durdurmaktan alınan güç ve güvenle, bu Firavunlaşmanın, Nemrutlaşmanın kaynağı
kurutulmalı; yani bu merkezi bürokratik devlet cihazı tasfiye edilip; halkın
üzerinde yükselemeyecek; ona hizmet edebilecek bir araç; ucuz, basit,
demokratik bir araç; kısaca gerçekten Demokratik bir Cumhuriyet onun yerine
geçirilmelidir.
Demir Küçükaydın
13 Şubat 2017 Pazartesi
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder