Bugün en azından 15 Temmuzdan beri, ister “Darbeci”, ister “Fetöcü”,
ister “PKK destekçisi”, ister “Terörist” vs. gibi gerekçelerle işinden atılmış,
tutuklanmış, malına mülküne el koyulmuş,
aileleri ve yakınlarıyla birlikte milyonlara varan yurttaş eşi görülmemiş bir mağduriyet
yaşıyor.
Ama kimse bu mağduriyet yaşayanların bir araya gelmesi ve
birlikte mücadeleye girmesi üzerine kafa yormuyor. Hatta bizzat bu mağduriyeti
yaşayanlar bile. Bunu bizzat Barış İçin Akademisyenler’de bile gözlemek mümkün.
Herkes kendi mağduriyeti ile ilgili, tıpkı “Herkesin #HAYIR’ı kendine” anlayışı
gibi.
Ama sorun sadece bu kadar da değil. Herkes referandum
sonuçlarına odaklı bir bekleme
içinde. #HAYIR propagandası ve kampanyaları yapmanın beklememe olduğu sanılıyor. Dolayısıyla temporal olarak referanduma
odaklılık, toplumsal muhalefeti felç ediyor ve eğer böyle devam ederse, tam da
bu nedenle, her şeyi referandum atına oynama nedeniyle, referandum büyük
olasılıkla kaybedilecektir.
Bir yandan mağdurların dar görüşlülüğü ve bir araya gelme
girişimlerinin yokluğu; diğer yandan referanduma odaklılık, bir araya gelince
ortaya çok daha büyük bir tehlike çıkıyor.
Tehlike, 7 Haziran seçimlerinden sonra yaşanan yenilgi ve dağınıklığı,
bu sefer galip gelinebilecek bir referandumdan önce yaşamak; #HAYIR sonucu
alacak kadar güçlü olunmasına rağmen, kararlılık, birleşme ve harekete geçme
iradesi gösterilemediği için acı bir yenilgi yaşamaktır.
*
Biz şimdiye kadar, somut önerilerle #HAYIR’ın başarısının, rasyonel
argümanlarla ikna ya da güzel ve çarpıcı buluşlarla propaganda; kampanya
yürütme sorunu olmadığını anlatmaya çalıştık ve çalışıyoruz.
Bunlar elbet yapılabilir ve yapılmalıdır. Bunlar özel bir
görev oluşturmaz. Sorunu böyle koymak; referanduma kadar kendini kampanyalara,
propagandaya, dolayısıyla politik olarak atalete mahkûm etmektir diyoruz.
Bu yaklaşım referandum gününe ve sonucuna yönelik bir stratejiye
teslim olmaktır; aksine strateji bu anlayışa karşı geliştirilmelidir; şimdiden tüm
#HAYIR diyenlerin katılacağı somut bir biçim içinde hareket edildiği,
milyonları kapsayan bir hareket şimdiden yaratılamadığı takdirde yenilgi
kaçınılmazdır diyoruz.
Bunun için de temel yurttaş haklarına dayanan, pasif ama kitlesel bir biçim öneriyoruz.
En küçük bir politik özgürlüğün bile bulunmadığı bu ortamda, bu fiili ve hukuki
hak gaspını, Erdoğan’ı vuracak bir silaha dönüştürebiliriz. Bu yasaklar, en
geniş kesimlerin somut hedef ve hareketlerde bir araya gelmesi için aynı
zamanda harika bir fırsattır diyoruz. Ve somut olarak, şimdiden, hiçbir slogan
atmadan; bayrak flama taşımadan, sadece #HAYIR yazılarıyla, her gün aynı
saatlerde aynı yerlerde bulunarak (oturarak,
durarak, gezerek, sohbet ederek vs.) milyonların katılacağı bir hareket
başlatmak hem gereklidir hem de biricik mümkün yoldur diyoruz.
Ayrıca kim bilir belki daha akıllı ve güzel öneriler de
gelebilir. Ama bu somut bir öneri tartışalım. Başka gelen öneri olursa onları
da tartışalım diyoruz. Şu ana kadar kimseden çıt çıkmadı, çıkmıyor.
*
Aynı hatalı yaklaşımın bir benzerini de, atılan akademisyenlerin
tartışmalarında görüyoruz. Biz bir akademisyen olmamamıza rağmen, bir şekilde
imzacı olduğumuzdan, Akademisyenlerin dünyasını ve tartışmalarını biraz olsun
yakından izleme ve tanıma olanağı elde ettik.
Özellikle son KHK’dan sonra neler yapılabileceğine dair
tartışmaları izlemeye çalıştık. Orada en büyük eksikliğin de olabildiğince
geniş güçlerle nasıl bir araya gelebilir, hangi somut örgüt ve mücadele
biçimleriyle bir şeyler yapabiliriz sorusunun yokluğunda olduğunu gözlüyoruz.
Bu nedenle gerek iş yerlerinde gerek hapishanelerde epey
direniş tecrübesi yaşamış bir insan olarak bir şeyler söylemek gereğini
duyuyoruz.
İster bir iş yerinde, ister bir hapishanede bir direniş
örgütlenirken şunlara bakılır. Herkes aynı kayıpta mıdır? En azından ezici
çoğunluk aynı durumda mıdır?
Çünkü bir direnişin başarısı için en azından ezici bir çoğunluğun katılımı ve desteği
ve bu desteğin de karşı tarafın bölme
manevralarıyla bölünmemesi ve sonuna kadar aynı düzeyde sürmesi hayati önemdedir.
Bu nedenle bir direniş hazırlanırken, en azından en geniş
çoğunluğu veya onun aktif katılı olmasa bile desteğini sağlayacak talepler ve
mücadele biçimleri bulunmaya çalışılır.
Örneğin hapishanedesiniz diyelim. Epey ağır baskılar
karşısındasınız. Herkesin aynı baskılar karşısında olması aynı şekilde tepki vereceği
ve mücadele edeceği anlamına gelmez. Çünkü insanların kaybedecekleri farklıdır.
Mahkûmların içinde çok farklı cezaları olanlar vardır. Tutuklular, hükümlüler,
az cezası olanlar, uzun yıllar yatacak olanlar, hiç çıkma umudu olmayanlar vs..
Bunların her birinin farklı konum ve çıkarları vardır. Bir bölüğün hızı en
yavaş giden askerin hızıdır diye bir kural vardır askerde. Toplumsal
mücadelelerde de en azından “En yavaş giden askerin hızı”nı gözetecek hedefler
ve mücadele biçimleri gözetilir.
Elbette birçok kez şahit olduğumuz gibi, diyelim ki, uzun
yatacak olanlar, tutuklular ve az yatacak olanlar üzerinde örneğin korkak
denilme korkusunu işleyerek manevi bir terör estirerek, onların kendilerine
korkak denilmesinden korkmalarını sağlayarak, çok zorlu bir mücadele biçimini,
bir isyanı veya bir ölüm orucunu kabul ettirebilirler. Onların itiraz
etmelerini engelleyip seslerini kısabilirler.
Ama bu gibi “cebri yürüyüşler”, er veya geç, yenilmeye,
parçalanmaya hatta sonrasında en gerici ve karşı devrimci tepkilere ve tamamen
saf değiştirmelere mahkûmdurlar
Pek ala, kaybedecek şeyi olmayanların daha kararlı bir
direnişi ile kaybedecek şeyi olanların daha risksiz ve pasif desteğini ya da
tarafsızlığını sağlayarak bir şeyler yapma stratejisi de izlenebilir.
Ve keza böyle bir strateji, dolaylı yedekleri harekete de
geçirerek, aynı zamanda çok daha geniş çevrelerin, örneğin hapishane dışındaki
çevrelerin de desteğini alacak, kamuoyunu duyarlı kılacak bir şekilde genişletecek
bir stratejiyle de desteklenebilir.
Benzeri sorunlar her zaman işçilerin mücadelelerinde de
ortaya çıkar. Talepler ve mücadele biçimleri öyle belirlenmelidir ki, en kolay
yan çizecek kesimler bile yanda tutulabilsin veya tarafsız kalmaları
sağlanabilsin.
En küçük bir güç bile ciddiye alınmalıdır. Hatta eğer
içeride yeterince birliği koruyabiliyorsanız, çok daha büyük güçlere karşı dolaylı
yedeklerle bile kimi zaferler kazanılabilir
Bunun en güzel ve başarılı örneği, bizim sol kesimin çok
tuttuğu Chiapas’taki Zapatistalar ve Marcos olmuştur.
Aslında Chiapas'taki hareket Meksika ölçülerine vurulduğunda
bile oldukça küçük ve güçsüz bir harekettir. Örneğin bizim PKK ve Kürt
hareketi, onlardan çok daha güçlü ve etkili, muazzam milyonlarca destekçisi
olan bir hareketti. Ama güce oranla onlar kadar başarılı olamıyordu o zamanlar.
Dünyada tecritti. Rojava olmasaydı bu tecrit durumu sürüyor olurdu.
Öte yandan tıpkı Kürt
hareketi gibi, Chiapas da Meksikalılar tarafından pek tutulmuyordu. Yani Meksika
içinde de büyük kitle desteği ya da mobilize edebildiği destekçileri yoktu.
Ama Marcos ve arkadaşları, bu eksikliği, dünyanın tüm sol kamuoyunu
harekete geçirerek kapattı.
O sıra dünyadaki solun duvarın altına kalmışlıktan dolayı
yıkımı ve moral bozukluğu ortamında, solun beklentilerine uygun bir söylemle
hem onlara bir umut verdi hem de onların muazzam bir kamuoyu desteğini ve
güçsüz Zapatista hareketine Hükümetin Chiapas’ı büyük güçlerle ezme tehlikesi
karşısında muazzam bir destek sağladı.
(Şimdi benzer bir durum YPG için var. Ama yine de, koşullar
olağanüstü uygun da olmasına rağmen, dünya kamuoyunu ve aydınları dış yedeklere
ve aktif destekleyicilere dönüştürme alanında Chiapas'daki yerliler ve Marcos
kadar başarılı değiller. Elbet bunda Marcos’un burjuva kültürünü almış çok iyi
eğitimli olmasının payı görmezden gelinemez. Aydınlarla ezilenlerin kaynaşması
her zaman böyle olağanüstü sonuçlar doğurur.)
*
Şimdi atılan akademisyenlerin ve özellikle de bunlar
içindeki Barış İçin Akademisyenlerin soruna böyle yaklaşması gerekiyor.
Önce şunları Akademi çerçevesinde bile bir kenara bırakmalı.
Protesto için ayrılmak veya ayrılmayı talep etmek. Bu birilerini büyük
kayıplara zorlar. Dağıtıcı olur. Elbet isteyen gönüllü olarak böyle
davranabilir. Ama bu bile kapıyı sertçe kapayıp çıkmaktan başka bir anlama
gelmez.
Atılmışla işi hala olanın tepkileri ve davranışları farklı
olacaktır. Kalanların boykot yapması gibi öneriler de yanlıştır. Kalanların kendileri
büyük bir çoğunlukla böyle bir karar verirse elbet bir şey denemez ama bunu demeyecekleri
açıktır.
Atılanlar kendilerinin dönmesi üzerinden bir direnişe
girdikleri takdirde hem küçük bir azınlık olarak kalmaya hem de hükümetin
manevralarıyla (Atılanların bir kısmını pardon dileyerek geri alma gibi) iyice
bölünmeye mahkûm olurlar.
(Burada akademi ve dönme düzeyindeki diğer direniş veya başka
eğitim kurumları açma gibi önerilere girmeyi bile gereksiz görüyoruz.)
Peki, bu durumda ne yapmak gerekir.
Birincisi atılan Akademisyenler konuyu Akademinin kendi
okulları ya da akademi düzeyinde ele alıp tartışmayı bırakmalıdırlar. Kendileri
artık kimi en temel hakları çiğnenmiş yurttaşlardır. Dolayısıyla bu düzeyde ele
alıp tartışmaları gerekir.
O halde, önce en büyük kaybı olanların en geniş birliği ile
sağlam bir çekirdek oluşturmak gerekir.
Şu an işini kaybetmemiş akademisyen belki atılanların
hakkını korumak için direniş yapmaz ama yüz bini aşkın, KHK, OHAL, darbe
mağduru, çok sağlam durmaya hazırdır. Çünkü çoğunun artık kaybedecek bir şeyi
yoktur.
O Halde Akademisyenler ilk elde, tüm KHK, OHAL, Darbe
mağdurlarını bir araya getirmeyi hedeflemeli. Bu bir araya gelenlerin ortak
tartışma ve karar organlarını yaratmayı hedeflemeli ve derhal bunun için
harekete geçmelidirler.
En geniş cephe, yurttaşların temel hakları alanında durarak
kurulabilir. Kimse bağımsız mahkemelerin verdiği bir karar kesinleşmedikçe
suçlu sayılamaz; dolayısıyla, tutuklanamaz, işinden atılamaz, mallarına el
koyulamaz.
Kimi akademisyenlerin şöyle itirazları olmuştu bazı atılmalarına
karşı “ama o Fetöcü değil ki” İster “Fetöcü”, ister “Ergenekoncu” olsun. Bağımsız
mahkemelerin, (bu durumda Türkiye’de bağımsız mahkeme kalmadığından Avrupa’daki
insan hakları Mahkemesinin) kararı olmadıkça herkes masumdur.
“Fetöcü” denenle de “Ergenekoncu” denenle de, “Bölücü”
denenle de bir araya gelmekten korkulmamalıdır. Kişilerin siyasi fikirlerinin
bu bir araya gelişlerde hiçbir anlamı olmamalıdır. İşçiler haklarını savunurlarken
siyasi görüşlerine göre birleşmezler.
O halde, az çok şimdiye kadar yaşadıkları deneylerle, Barış
için akademisyenler ve diğer atılan akademisyenler, kendi akademi dünyalarının
dışına yönelmeli; mesleki dar görüşlülüklerinin dünyasını aşmalı, ülke çapında
tüm mağdurların sesi olmalı ve derhal örgütlenmesi için bir katalizatör rolü oynamalıdırlar.
Ancak hedefler tamamen en temel hakların savunusu düzeyinde
belirlendiğinde; en geniş kesimleri, yani daha ilk başta en azından milyona
yakın Darbe, OHAL, KHK mağdurunu bir araya getirmek mümkün olabilir.
Bunlar bir araya geldiğinde, üniversite öğrencilerinin de,
hala üniversite de atılma sırasını bekleyen meslektaşların da çeşitli
biçimlerde destekleme ve dayanışma göstermeleri kendiliğinden ortaya çıkar.
Ve akademisyenler ve mağdurlar ancak böyle davrandıklarında,
referandumdan #HAYIR çıkmasına ciddi bir katkıda bulunabilirler.
Bugün koşullar hiç olmayacak kadar uygundur böyle bir
hareket tarzı için.
Derhal tüm KHK, OHAL, DARBE mağdurlarını, kim olduğun sorgulamadan,
bir araya getirmenin yapmasının yolları aramalıdırlar. Tartışmalar bu düzeye
çekilmeli, sorun böyle koyulmalıdır. Ve buradan hareketle bir girişimin başını
çekmelidirler.
Barış Bildirisi imzacısı Akademisyenler ve atılan akademisyenlerin
yapması gereken iş; yakalaması gereken ana halka özce budur.
Ve artık atıldıklarına göre, böyle bir çaba için, tüm zaman
ve enerjilerini verip, bir gönüllü olarak çalışabilirler.
Demir Küçükaydın
10 Şubat 2017 Cuma
@demiraltona
Yazılarımız şu adresteki blogta bulunuyor:
Videolarımız şu adreste:
Yazılarımızı ayrıca ses dosyası olarak şurada paylaşıyoruz.
Direk podcasttan veya indirerek dinlemek mümkün.
Kitaplarımız buradan indirilebilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder