“Ne Yapmalı?” Rus aydınlanmasında, devrimci demokrasisinin ve Rus Devrimini yapan aydın
ve devrimci kuşakların oluşumunda büyük yeri olan Çernişevski’nin Romanının
adıydı.
Troçki’nin de dikkati
çektiği gibi, Romandaki Rahmetov tipi, bir sanatçı sezişiyle bir benzeri bir
daha gelemeyecek Rus devrimci kuşağının erken yapılmış bir öngörüsü ve
prototipi gibiydi.
Ne Yapmalı romanı, yazılışından bir asır sonra, 12 Mart rejiminin karanlıkları
dağılırken Türkiye’de de yayınlanmış ve o dönemde radikalleşip politikleşmeye
başlayan “78’liler” denen kuşağın sosyalizm ve sol düşünceyle bağlantı
kurmasında da çok önemli bir işlev görmüştür.
Lenin, Çernişevski’nin
geleneği ile bağı vurgulamak için, örgütlenme konusundaki en önemli eserlerinden
birine aynı ismi vermişti: “Ne Yapmalı?”
Daha sonra dünyanın
birçok ülkesinde, genellikle sosyalist parti ve gruplar çıkardıkları gazete
veya dergilere bu ismi vermişlerdi: Le Amel?(Arapça), Was Tun? (Almanca), Que Fer?
(Fransızca), What is to be done? (İngilizce)
Almanya’da çalıştığım
Dördüncü Enternasyonal Almanya Seksiyonunun yayının adı: “Was Tun?” idi.
Ben bile Avrupa’da
göçmenlere yönelik olarak 80’li yılların ortalarında çıkarmaya başladığım
dergiye bu ismi seçmiştim. Ne Yapmalı?
*
Marks’ın dediği gibi İnsanı
arıdan ayıran yapacağını önceden kafasında tasarlamasıdır.
Hegel provakatif bir şekilde, “bir katilin işleyeceği cinayeti
önceden kafasında tasarlamasından daha muhteşem bir şey var mıdır” diyordu.
Hegel, elbette bir sanat
eserini kafasında canlandıran bir sanatçıdan da söz edebilirdi, kasıtlı olarak,
dikkati önceden tasarlamanın önemine, harikuladeliğine, muhteşemliğine çekmek, tasarlamayı,
tasarlan şeyden soyutlamaya zorlamak için böyle provakatif bir formülasyonu
seçiyordu.
Ne yapmalı sorusu,
hayalleri zorunlu kılar?
Ve gerçekliğin özü,
onun akıl dışılığı, ancak hayallerin aynasında görülebilir.
Hayaller bizleri kaba
olguculur olmaktan; objektivistler olmaktan çıkarır ve objektif
değerlendirmeler yapmaya zorlar.
Ne yapmalı “fıtratında”
devrimcilik bulunan bir sorudur.
*
Son günlerde giderek
arkan ölçüde bu soruyla karşılaşmaya, görmeye, duymaya başladık?
Örneğin 1 Kasım’da T24 yazarı Nurcan Baysal “Peki şimdi ne yapmalıyız kardeş?” diye
soruyordu.
Ertesi gün Diken’de Levent Gültekin “Ne yapalım, ne yapmalıyız?” diye
soruyordu.
Bu çok önemli bir
gelişmedir?
Bektaşi gibi namazı
kılınmış olanlar bu soruyu sormazlar.
Onlarda zaten bu
sorunun cevabı vardır. Yapılması gereken o verilmiş cevabı daha çok çalışmayla,
daha büyük sebatla, daha iyi yapabilmekten ibaret olur.
Bu soruyu sormaya pek
gerek duymayanların cevapları niteliksel değil, niceliksel olur. hep “daha”lardan
ibarettirler.
Elbet zımnen bu da ne
yapmalı sorusunu ve onun cevabını içerir ama bir tartışma açmaz; düşünmeye çağırmaz,
tabiri caiz ise ne yapılacağını “tebliğ” eder.
Çoğu zaman, sorular soruyu
sormanın, düşünüp taşınmaya, tartışmaya davet etmenin değil; sadece verilmiş
cevabı tekrar ifade etmenin bir aracı olurlar.
Elbet her durumda,
sadece soruyu ortaya atmak isteyenin bile kafasında bir cevap vardır. Ama bunu
bildirmek başkadır, tartışmak, eleştiri süzgecinden geçirmek için ortaya koymak,
başka cevapları bilmek ve onlarla yüzleşmek ve bunun için de vesileler
yaratmaya çalışmak başkadır.
Verimli olan bu
ikincisidir?
Önemli olan yeni ve
doğru sorulardı. Eski ve yanlış sorulara doğru cevaplar aramak değil.
*
Bu nedenlerle bu
tartışmayı önemsiyoruz ve yine tartışmalara; başkalarının da aynı soruyu
sormalarına vesile olmak için biz kendi önerimizi sunmaya çalışıyoruz.
“Bir araya gelmeliyiz”,
“birleşmeliyiz” bu soruya verilen en temel, en kısa ve en kategorik cevap.
Kanımca bu cevap
yanlıştır. Aslında bir cevap olmayan hatta soru bile sormayan bir cevaptır.
Her birleşme aynı zamanda bir bölünme olduğu için yanlıştır. Hem de
harcı alem bir yanlıştır.
Çünkü her üretim bir
tüketimdir; her temizlik bir pisliktir; her galibiyet bir mağlubiyettir; her
kazanç bir kayıptır; her birleşme de bir bölünmedir.
Suyu kirletmeden
çamaşırlarınızı, bulaşığınızı temizleyemezsiniz. İşgücünüzü tüketmeden bir şey
üretemezsiniz ve de ancak bir şeyleri tüketerek o işgücünü tekrar
üretebilirsiniz. Burjuvaziyi kaybetmeden, köylülüğü kazanamaz işçiler. Bir
takımın kazanması diğerinin ancak yenilgisiyle mümkün olur. Bölünmeden
birleşemezsiniz. Kanarya sevenleri birleştirmek istiyorsanız, onları kanaryadan
nefret eden ve gördüğü yerde kafasını koparmak isteyenlerle bölmek
zorundasınızdır.
O halde, birleşmek
cevabı aslında bir cevap değildir. Cevap olmadığını görmek için, her birleşme
bir bölünme olduğuna göre, denklemdeki birleşmenin yerine bölünmeyi koyalım. Ve
cevabı öyle formüle edelim: “bölünmeliyiz”.
Ne kadar saçma gibi
görünüyor değil mi?
Bilimsel olarak bu
cevabın birleşme cevabından hiçbir farkı yoktur. Sadece psikolojik olarak rahatsız edicidir
veya birleşme ahlaki olarak pozitif bir anlama sahip olduğundan yanlış gibi
görülür.
Ama psikolojik veya ahlaki
olarak olumsuz bulunan bu cevap, rasyonel olarak çok daha düşündürücüdür, kendi
yanlışlığını gösterdiği için çok daha doğrudur, provake edicidir.
*
Aslında birleşme (veya
bölünme) cevabının ardında Aristo’dan beri bilinen, “bütün parçaların toplamından daha büyüktür” formülü ve varsayımı vardır.
Güçsüzler birleşirse,
toplamlarından daha büyük bir güç oluşturup daha iyi savunabilirler.
Ama burada, unutulan
iki nokta vardır.
Birincisi, birleşmek,
zaten aynı olanların, yani aynı amacı paylaşanların güçlerini organize etmesi,
örgütlenmesi, pratik iş yapan bir güç haline gelmesi anlamına gelir. Dolayısıyla
öncesinde kiminle bölünüleceğine ilişkin bir cevabın verildiğini varsayar. Bu anlamda
ne yapmalı sorusuna cevap bile değildir.
İkincisi, Aristo “bütün
parçaların toplamından büyüktür” denklemini formüle ettiğinde henüz sıfır
bilinmiyordu, eksi sayılar yoktu ve üstüne üstlük cebir de yoktu; kaba
matematik geçerliydi. Bu nedenle, bütün zamanların en büyük ve en sistematik düşünürü
olan Aristo’nun cevabı bu tarihsel sınırlılıkla maluldür.
Sıfırın keşfinden sonra
eksi sayılar ve cebir bulunmuştur (örneğin Romen rakamlarında sıfır yoktur),
dolayısıyla bütünün parçaların toplamandan büyük olabileceği gibi küçük de
olabileceği bulunmuştur.
Bütün modern politik
ve sosyal mücadeleler tarihi bunun yüzlerce örneği ile doludur. Birleşen güçlerin
hepsinin önünde bir artı işareti bulunmaz. Kimilerinin önünde eksi vardır ve
eksi ile toplanan veya çarpılan artı rakamlar toplamdan küçük veya çarpmada eksi
sonuçlar verirler.
Örneğin, İşçi sınıfı
ve sosyalistleri nerede ve ne zaman hem burjuvaziyi, hem de köylülüğü (veya
ezilen sınıfları, ırkları, cinsleri vs.) bir araya getirmeye çalışırlarsa,
burjuvazininin önünde eksi işareti olduğu için, köylüleri ve/veya işçileri
kaybederler. Burjuvaziyi kaybetmemek ve kazanmak için onun programını kabul
etmek, köklü ve radikal değişikliklerden vaz geçmek demektir. Bunlardan vaz
geçme ise bu umutla o harekete katılanların hayal kırıklığı anlamına gelir. Sonunda
dağılma, moral bozukluğu ve yenilgi kaçınılmazdır. İspanya iç savaşı bunun en
klasik örneğidir.
O halde birleşme
cevabının ardındaki o büyük bir güce erişme var sayımı, cebirin ve eksi
sayıların keşfinden önceki bir dönemin cevabıdır.
Birleşme (ya da aynı
şey olan bölünme) her zaman birleşenlerin toplamından büyük bir gücün ortaya
çıkmasına yol açmaz.
Esas soru her zaman
kiminle birleşileceği veya daha doğru ve provakatif bir formülasyonla kiminle
bölünüleceği sorusudur.
Ne yapmalı sorusuna
verilecek cevaplar esas buna cevap olmalıdırlar.
*
Bu soruların cevabı
verildiğinde, o zaten birleşebilecek veya bölünebilecek olanların kimler
olduğunu belirlemiş, hatta onları bu soru ve cevap kendi aranış sürecinde
birleştirmiş olur. O nedenle, buna strateji tartışması dersek, strateji
tartışmasını davet eder “Ne yapmalı?” sorusu.
O halde, “Ne yapmalı?”
sorusunu şöyle formüle etmek gerekir daha somut olarak: Nasıl bir program (Amaçlar), nasıl bir strateji (Hangi güçlere dayanılacak,
hangi güçler tarafsızlaştırılacak, hangi güçler kazanılacak ve hangi noktada
yoğunlaşılacak) taktikler (bir
savunma mı yoksa bir yükseliş ve ilerleme aşamasında mı bulunuluyor) buna uygun
taktik içinde taktikler (Yani hangi
örgüt ve mücadele biçimleri ve parolaları)
Şunu da elbet
unutmamak gerekir: strateji ve taktik aslında aynı şeyin iki yüzüdür de. Bir strateji
ya da program, daha genel, büyük ve kapsayıcı bir amaç açısından bir taktik
anlamındadır.
Örneğin, benim için en
önemli ve acil sorun yeryüzünden ulusların ve ulusal devletlerin yok edilmesi;
tüm insanların buna karşı savaşa ve direnişe çağırılmasıdır.
Ancak buna ulaşmak için, Türkiye’de ve Ortadoğu’da gerçekten köklü bir demokratik devrim taktik bir amaçtır. Keza Türkiye’de demokratik bir devrim için de, Erdoğan’ın bir halk hareketiyle uzaklaştırılması ve bu Erdoğan’ın darbe rejiminin yıkılması taktik bir amaçtır. Bu böylece bir zincir gibi bu yazıyı yazmama kadar bile uzatılabilir.
Ancak buna ulaşmak için, Türkiye’de ve Ortadoğu’da gerçekten köklü bir demokratik devrim taktik bir amaçtır. Keza Türkiye’de demokratik bir devrim için de, Erdoğan’ın bir halk hareketiyle uzaklaştırılması ve bu Erdoğan’ın darbe rejiminin yıkılması taktik bir amaçtır. Bu böylece bir zincir gibi bu yazıyı yazmama kadar bile uzatılabilir.
Elbette derdi sadece
Türk devletinin bekası, bunun için de olağan işleyişe dönülmesinden başka bir
amacı olmayan birisi açısından programatik olan benim için, taktik bir anlama
sahiptir. Bu nedenle politikada geçici ittifaklar zorunludur. Ve bu nedenle,
vuruş yönünü yakalanacak ana halkayı doğru belirlemenin büyük önemi vardır.
O halde, Ne yapmalı
sorusunu şöyle de formüle edebiliriz daha somut olarak: Vuruş yönü, yakalanacak
ana halka ne olmalıdır?
*
Elbette bu tartışma
benim nihai hedeflerim açısından taktik bir anlama sahiptir ama birçok
başkaları bakımından programatik ve stratejik bir anlamdadır.
Bu nedenle ben burada
kendi programatik hedeflerin açısından değil, en azından bir araya
gelebileceğini düşündüğüm, nesnel çıkarları öyle olan güçler açısından burada program
ve stratejiyi tartışmak istiyorum.
Bugün, programatik
hedef Erdoğan’ın Kaçak Saray’da kurduğu, paralel ve illegel, tıpkı bir beyni
ele geçirmiş bir virüs gibi, tüm devlet cihazını da ele geçirmiş olan darbe
rejimine son verilmesi ve Erdoğan’ın düşürülmesidir.
Erdoğan elbette
uluslararası politikasının sıkışması ile memnuniyetsizliğin birikmesiyle pek
ala bir darbe ile de düşebilir.
Ama bizim hedefimiz bu
değildir. Böyle bir değişim aslında askeri bürokratik oligarşinin tekrar kurtarıcı
gibi gelmesi ve eski gücünü geri alıp pekiştirmesi; demokratik bir değişimin
uzun yıllar gecikmesi anlamına da gelir.
Önemli olan Erdoğan’ın
darbe rejiminin demokratik yollarla; demokratik bir kitle hareketiyle
yıkılması, onun diktatörlüğüne son verilmesidir.
Demokratik yollar ise
sadece seçimler değildir, milyonlarca insanın pasif bir direnişi, tavrı da olabilir.
Böyle bir “Pasif” direnişten daha aktif bir şey olamaz.
O halde, hedef Erdoğan’ın
hak hukuk tanımayan fiili darbe ve diktatörlük rejimine son verilmesi; bunun
yolu olarak da kitlelerin demokratik direnişi.
*
Sorun burada bu
direniş nasıl örülebilir, kurulabilir?
Şimdiye kadar olan
şudur:
Bir gösteri
düzenlenirse, toplananlardan daha fazla bir polis gücü gelir, gazlar, coplar
dağıtır; gözaltına alır; tutuklar.
Zaten böyle olacağı
bilindiği için ancak çok küçük bir aydın ve militan kesimi gelir. Çok küçük bir
kesim geldiği için de polis daha bir fütursuzca davranır. Böylece kendi kendini
tüketen bir fasit daire ortaya çıkar.
Ya da bir basın
toplartısı yapılır, bildiriler dağıtılır vs.
Hepsi bu zaten bir iki
gün sonra yeni bir saldırı ve aynı şeylerin tekrarı.
TKP tarihinde, “bildiri
tevkifat fasit dairesi” vardır. TKP’nin birkaç yüz hanesiyle var olduğu
zamanlarda, birkaç iş yeninde birkaç bildiri dağıtır, bildiriler işçilerden
önce işveren ve polisin eline geçer ve tevkifat olur işkence görür ve cezalara
çarptırılırlar. Sonra olmadı baştan yine aynısı. Bugünkü durum TKP’nin tarihindeki
bu döneme benziyor.
1930’larda Hikmet
kıvılcımlı, Elazığ hapishanesinde yazdığı Yol
adlı çalışmasında (Ki o da aslında “Ne Yapmalı?” sorusuna cevap arar) bu
çıkmazdan çıkmak gerektiğini, bunun için en küçük bir legaliteden bile
yararlanmak gerektiğini yazar. Plan yapar.
Ve çıktığında bunu
gerçekleştirir. Ne yapar?
Tamamen legal bir
yayın evi kurup yayınlara başlar. Ta o dönemin tek parti diktatörlüğünde Marksist
klasikleri yayınlar. Kendi telif eserlerini yayınlar. O birkaç yüz kişilik TKP
kadroları ve ilişkileri ağının dışına çıkar. Gerek kitlelere yayılma gerek
teıorik ve entelektüel eserler verme babında, belki de TKP’nin 70’lere kadar
bütün tarihinde yaptığından daha fazla iş yapar.
*
İşte yapılması gereken
öncelikle böyle bir şeydir.
Bugün biçim bakımından,
hukuken politik olmayan ama
sosyolojik ve politik olarak tamamen
politik bir mücadele biçimleri gerekmektedir.
Çünkü artık politik
haklar fiilen yoktur.
Erdoğan, en küçük bir
politik direnişe tahammül göstermiyor. Polis, vali kaymakam yasa dışı biçimde
hakları çiğneyerek yasaklıyor. Yasağa rağmen bu hak kullanılmaya kalkılırsa
polis şiddetle bastırıyor bu sefer gelecek sefere daha da az insan protestoya
geliyor.
O halde kesinlikle politik hakların kullanılmasına girmeyecek
bir biçim düşünmeli.
Politik ifade,
protesto, fikir ve örgütlenme özgürlük ve hakları fiilen yok edildiğine göre, en geri noktaya çekilip, savunma mevziini orada tutmak gerekiyor.
Yani yurttaşların ve insanların en temel en vaz
geçilmez hakları noktasına çekilmek gerekiyor.
Askeriyeden bir örnek.
Türk Ordusu, Yunanlılarla savaşında, Top seslerinin Ankara’dan duyulduğu
Sakarya nehri kenarlarına kadar çekilmişti. Sonra o birikimden aldığı hızla, ta
İzmir’e kadar gidebildi.
*
Yani örneğin yürümek,
bir yerden bir yere gitmek, oturmak, herhangi bir kıyafeti giymek, bir rozet
takmak, t-Shirt’inde bir yazı veya resim bulundurmak gibi şeyler politik haklar
ve gösteriler alanına girmez.
Bunları yapmak hukuken
politik bir gösteriye girmez. Ama hukuken politik denemeyecek bu davranışlar sosyolojik
olarak pek ala politik bir hareket olabilir ve politik olarak da politik bir
mücadele biçimi olabilir.
Böyle bir biçim,
direnişin ihtiyacı olan geniş katılımı; o gösteri, polis saldırısı gelecek
sefere daha küçük gösteri fasit dairesinden çıkmayı sağlar. Direnenlere muazzam
bir haklılık ve meşruluk kazandırır.
Herhangi bir sembolik
yazı, şekil veya nesne olabilir.
Örneğin herkesin,
kağıttan bir pervane yapıp, onu küçük bir çıtaya çakıp, günün belli saatlerinde
belli yerlerde yürüdüğünü, oturduğunu, dolaştığını varsayalım. Hiçbir slogan,
pankart, gösteri yok. Sadece oralarda bulunmak, dolaşmak, oturmak, yürümek ve
bunu sessizce, en temel bir yerde bulunma, seyahat etme, oturma veya oturmama,
istediğini taşıma gibi haklar temelinde yapmak.
Daha da somutlamak için
şöyle diyelim. Örneğin İstiklal caddesi neredeyse gün boyu bir miting gibi
kalabalıktır. Aynı kalabalığın, ellerinde kağıttan pervaneler oluğunu düşünelim.
Yine herkes her zaman olduğu gibi kendi yoluna gitsin işini yapsın. Ama bu
muazzam bir politik eylem olur.
Buna onu taşıyanların
ve toplumun ne anlam verdiği önemlidir.
Bir kağıt pervane taşımak,
hukuken bu hiçbir suç oluşturmaz. En temel bir yurttaşlık ve insan hakkıdır. Böyle
bir eyleme herkes katılabilir ve destek verebilir. Kimsenin siyasi, ideolojik
görüşü burada bir bölünmeye yol açmaz. Slogan yoktur. Parkart yoktur. Ama
milyonların direnişi vardır.
Kabaca böyle. Hangi
söz ya da nesnenin en toparlayıcı ve pratik olacağı tartışılabilir.
Böyle bir hareket
başlayabilir. Kimin başlatacağı da önemlidir. Ve asgari bir kritik kütleyle ve
bilinen insanlarla yeterince duyularak başlarsa, kısa sürede nüfusun yarısı
buna katılabilir. Çünkü Laikler, Aleviler, Kürtler ve sağduyu sahibi muhalif Müslümanlar
daha baştan katılır. Biraz istikrarlı gider ve başarı umudu görülürse, birden
Erdoğan’ın etrafı boşalır.
Örneğin her gün iş
çıkışı saatlerinde veya özel olarak da belli günlerde, şehirlerin en merkezi ve
yoğun yerlerinde böyle bir eylem başlatılabilir.
Polis insanların
pervane taşıyarak durmasını, oturmasını, yürümesini suç olarak görüp engellemeye
kalkarsa, o daha büyük tepki çeker.
Erdoğan’a kala kala
hızla kendi halkına karşı örgütlediği mafia ve özel savaş dairesine dayanan
lümpenlerden ve ırkçılardan oluşmuş çeteleri sokağa sürmek kalır.
Ama bu aynı zamanda
onun da sonunu getirir. En temel insan haklarına çetelerle bir saldırı, her
türlü meşru savunmayı herkesin gözünde haklı kılar.
Evet, ne yapmalı
sorusuna, büyük ölçüde sorunu ele alışın metodolojisine ayrılmış bizim
cevabımız böyle.
Bu öneri yanlış olabilir.
Ama sizlerin cevabınız
nedir?
Nasıl bir program, strateji taktikler ve mücadele biçimleri öneriyorsunuz.
Nasıl bir program, strateji taktikler ve mücadele biçimleri öneriyorsunuz.
Herkes kendi
önerilerini sunmalı.
Bu tartışmanın
başlaması, herkesin önerilerini yazması bile başlı başına büyük bir adım olur.
Demir Küçükaydın
3 Kasım 2016 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder