Sonra gözüm Sosyalist
gazetesinin ilk sayısında yayınlandığı tarihe takıldı: 8 Aralık 1970. Bugünün de aralığın sekizi olduğu aklıma geliverdi
birden. İlginç bir rastlantı. Aradan 46 yıl geçmiş. Neredeyse yarım yüzyıl.
O zamanlar 21 yaşında, gencecik, işçiler arasında çalışan
bir Dev-Genç’liydim. Henüz çok küçük olan yaşıma ve kısa olan politik geçmişime
rağmen, ardımda TİP (Türkiye İşçi Partisi), DÖB (Devrimci Öğrenci Birliği), FKF
(Fikir kulüpleri Federasyonu), Dev-Genç (Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri
Federasyonu), YİS (Yapı İşçileri Sendikası), (FDHKC) Filistin Demokratik Halk
Kurtuluş Cephesi gibi örgütlerin içinde geçen yoğun bir mücadele ve deney
birikimi vardı.
Ve bu ilk yazı bir bakıma, çok farklı alanlardaki bu
deneylerden, işçi hareketine, özellikle de yapı işçilerine ilişkin olanların
bir derleme çabasıydı.
Bu benim yayınlanan ilk politik yazımdır diyebilirim.
Aslında daha önce Filistin’de iken, kendi kendime Beyaz Aydınlığı eleştiren
(Daha sonra Filistin’den döndüğümde okuma olanağı bulduğum Mahir Çayan’ın
yazısına çok benzeyen) bir yazı kaleme almıştım ama o yazı Kara Eylül’ün
provası olan Kral Hüseyin ile çatışmalar döneminde kaybolmuştu.
Afrin üzerinden gittiğimiz Filistin’den dönerken,
Cerablus-Kargamış arasında hudutta yakalanmış, işkenceli sorgulardan geçmiş,
hapis yatmış ve çıktıktan sonra tekrar öncesi gibi İzmir Aliağa’daki örgütlenme
ve direniş çalışmalarına katılmıştım.
İsmet Demir, Sendika’nın başına yetişmesi ve kendi yerini
alması için Necmettin Giritlioğlu’nu getirmiş, ne var ki, Necmettin Grev
sırasında Rusların arabasının MİT’le ilişkili şöförü tarafından öldürülmüştü.
Bütün bu olaylarda aynı zamanda YİS’in bir yöneticisi durumundaydım.
Tabii buna paralel olarak da Döndükten sonra Kıvılcımlı’nın
kitaplarını okumuş ve onun görüşlerini benimsemiştim. Kıvılcımlı’nın çıkaracağı
gazetenin de hazırlık çalışmalarına katılıyordum ve adı Sosyalist olacak olan gazetenin Yazı İşleri Müdürü olacaktım. Yani
kanun karşısında sorumlu, hapse girmeye gönüllü demekti bu, “müdür” olmakla
ilgisi yoktu.
Bu görev için, Orhan Müstecaplı tarafından Kıvılcımlı ile tanıştırılmaya
götürüldüğümde, yanımda aşağıdaki yazının ilk versiyonunu da götürmüştüm,
okuyup değerlendirmesi için.
Kıvılcımlı’ya yazıyı okuyunca, “Tebrik ederim, iyi bir etüd olmuş ama daha politik olmalı” diye
beni incitmeden ve hevesimi kırmadan eleştirmişti.
Ben de bu eleştiri ışığında yazıyı gözden geçirip daha
politik olmaya çalışmıştım.
Bu yayınlanan versiyon, bu eleştiri ışığında daha “politik” yapılmaya çalışılmış biçimidir.
(İlk versiyonu kaybolmuştur veya yırtıp atmışımdır). Hemen görüleceği gibi,
yazı aslında bütünüyle taktik, örgütsel ve sosyololjik özellikler üzerine
yoğunlaşmış olup hala yeterince politik olmaktan uzaktır. Uzaktır ama politikayı
Kıvılcımlı’nın yazılarının belirlediği bir gazete içinde bu bir eksik olmaktan
çıkıyor, politikayı tamamlayıcı bir işlev de üstlenebiliyordu.
O zamanlar genç devrimciler olarak adımızla yayınlamazdık
yazılarımızı. Bizler isimsiz sıra neferleriydik, militanlardık ve öyle olmaya
ve öyle kalmaya çalışırdık. Bugün de öyle. Ama artık adımı yazmamın nedeni,
politik olarak açık isimle yazmanın politik mücadeleddeki önemi ve risklerinin
daha fazla olmasıdır. Bunu çok sonra kavramışımdır. Neredeyse seksenlerin
ortalarına kadar bütün yazılarım sahte
isimlerle yazılmıştır. Bu nedenle yazıda Ali
Kaynakçı adınız kullanmıştım.
Ali adını,
Aliağa’daki işçilerin büyük çoğunluğunun Dersimli, Maraşlı Aleviler olması
nedeniyle yazmıştım; Kaynakçı
soyadını da, hem kendim soğuk demirci ve dolayısıyla kaynakçı olduğum için; hem
de kaynakçılar (Özellikle boru kaynakçıları, boru kaynağı en zor kaynakçılıktır,
yerçekimine karşı kaynak yapmayı gerektirir) şantiyecilerin esas çekirdeğini
oluşturduğu için seçmiştim.
(Yani Suphi Nejat Ağırnaslı’nın, Paramaz Kızılbaş ismini ve soyadını seçerek bunlarla bir mesaj da
vermesi gibiydi ve aynı mantığa dayanıyordu. Ama seçilen isimler aynı zamanda
zamanın ruhunu yansıtıyor. Benim o zamanki takma isimlerin sınıfa bir yaklaşma
ve özdeşleşme aracı iken; Suphi Nejat, yine
ezilenlere ama dili, dini nedeniyle ezilenlere yöneliyor ve onlarla
özdeşleşiyordu. Zamanın ruhunu yansıtan iki ilginç örnek.)
Daha sonra arkadaşlarla gazeteye benim yazı işleri müdürü
olmamamı kararlaştırdık. Bu da ilginç bir hikayedir. Bir gün Sosyalist bürosunda
Ankara’dan gelen iki çocukla konuşurken, Yusuf Küpeli’nin Kıvılcımlı hakkında
çok olumsuz ifadeler ettiğini söylemişlerdi, ben de kızgınlıkla, onun kendisinin
ne olduğu belirsizdir anlamında sert ifadeler kullanmıştım. O zamanlar Mahirlerin
Kıvılcımlı’ya çok yakın davrandıklarını ve Kıvılcımlı’nın da onları kazanmaya
çalıştığını bildiğimiz için, sert sözler etmiş bir insan olarak yazı işleri
müdürü olmamın, onların soğukluğuna yol açmaması için, benim değil de Hidayet
Kaya’nın yazı işleri olmasına karar vermiştik.
(Sonra bu yakınlaşmanın devamı gelmedi. Mahir ve birkaç kişi
Kıvılcımlı’yla hastanedeyken görüşüyorlar, galiba “Doktor sen iyisin ama çevren iyi değil” diyorlar (Kastettikleri
özellikle Orhan müstecaplıoğlu idi). Doktor da, “Evladım, adam gelmiş ve çalışıyor kovmak olmaz, gelin çalışalım, zaman
içinde işe yaramazlar elenir” anlamında sözler ediyor. Ama sonrasının
gelmediği anlaşılıyor. Daha sonra o dönemden THKP-C kökenli arkadaşlara bu
görüşme hakkında neler bildiklerini sorduğumda, böyle bir görüşmeden haberleri
olmadığını söylediler. Anlaşalan bu görüşme ve sonuçları hakkında o zamanlar
arkadaşlarını bir bilgilendirme ihtiyacı da hissetmemişler.)
Aliağa direnişi hakkında en geniş bilgi, bir benzeri bir
daha gelmemiş olan, devrimci işçi önderi ve sendikacı İsmet Demir’in Anılar
ve Deneyler adlı kitabından daha ayrıntılı bilgi edinilebilir.
Daha sonra neredeyse onar yıl arayla İsmet Demir hakkında
iki yazı daha yazacaktım. Bunlar da İsmet Demir Üzerine Yazılar başlıklı
derlemede bir arada okunabilir. Bu yazılar aynı zamanda aynı olayı ve kişiyi
zaman içinde nasıl farklı vurgularla ele aldığımın, kendi evrimimin birer
belgesi gibi de görülebilir.
O dönemde biz Dev-Gençliler edindiğimiz tecrübeleri,
gittiğimiz yerlerin sosyolojik özelliklerini yazmaya çaba ve özen gösterirdik.
Yanlış hatırlamıyorsan, örneğin Kaypakkaya’nın Trakya köyleri üzerine yazıları
da böyledir.
Ama ben hiç küylü olmadım ve köylüler arasında pek
çalışmadım. Hem işçi sınıfından geliyordum; hem de hep işçiler arasında
çalışmıştım. Bu nedenle yazı işçiler arasındaki çalışmanın Dev-Gençliler içinde
yapılmış tek örneğidir belki de. Varsa da ben bilmiyorum.
Her neyse, bu ilginç rastlatı vesilesiyle karşılaştığım bu
ilk yazım aşağıda. O zamanın bir Dev-Genç militanının olaylara ve dünyaya
bakışını kavramak için ilginç ipuçları sunabilir.
8 Aralık 2016 Perşembe
Demir Küçükaydın
İzmir Aliağa’da İşçi Olaylarının Nedeni
Son aylarda Aliağa'da meydana
gelen işçi olayları, hakim sınıflar tarafından devrimcilerden çok daha iyi
değerlendirilmiştir. Devrimcilerin gazetelerinde olaylar basit bir işçi-patron
çelişkisi olarak yüzeyselleştirilmiştir. Basit bir ekonomik mücadele gibi
görünen grev, direniş, Necmettin'in öldürülüşü gibi seri olayların zaman içinde
nasıl önem kazandığı Finans Kapital'in ücret ve sendikalar politikasıyla
çelişkileri, Türkiye İşçi Sınıfı mücadelesindeki yeri, bilhassa özel olarak
inşaat işçilerinin teşkilâtlanmasındaki önemi gözden kaçırılmıştır. Bunun bir
nedeni de: son zamanlarda strateji tartışmalarının hayattan ve yaratıcılıktan
uzak bir durgunluğa erişi, bir takım sloganların tekrarı ile dertlerimizin
halledileceği zannının yerleşmesidir.
Türkiye de yarım milyona yakın
inşaat işçisi vardır. Bu sayı yaz aylarında artar, kış aylarında azalır.
Türkiye halkının teşkilâtlanması meselesinde toplumun bütün sınıf, tabaka ve
zümreleri hakkında sosyalistlerin özel bir bilgi ve deneye ihtiyaçları olduğu gün
geçtikçe daha bir berraklıkla açığa çıkmaktadır. Bu bakımdan inşaat işçilerinin
kendilerine has bazı özelliklerinden söz etmek; ileride bu alanda çalışacak
sosyalistlere bir anahtar olması bakımından yararlı olabilir.
Yarım milyona yaklaşan inşaat
işçileri, kendi aralarında birtakım farklılıklar gösterirler. Her gün
etrafımızda gördüğümüz ve apartman, yol, kanalizasyon inşaatlarında çalışanlar
inşaat işçilerinin en kalabalık kesimini teşkil ederler. Kalifiye olmayan
işçiler (ameleler) geçici olup topraksız ve az topraklı köylü tabakalarından
kopup gelirler. Ürünlerin kaldırılacağı zaman köylere dönerler. Kalifiye
olanlar (marangoz, demirci, duvarcı ustası) ise çok kez taşeron durumunda
bulunduklarından bir yanlarıyla işverendirler. İnşaat işçileri ortalama 20-30
kişilik işyerlerinde çalıştıkları, sürekli işçi olmadıkları, kalifiye olanların
işveren olmaları nedeniyle; işçi sınıfımızın en az teşkilâtlanmış hatta hiç
teşkilâtlanmamış bölümüdür. Günde en az 10 saat çalışırlar, pazar, bayram,
fazla mesai, sigorta, çocuk zammı vs. gibi hiçbir hakları yoktur. İşsiz kalma
tehlikesi inşaat işçisinin başında sallanır durur. İnsan pazarlarında binlerce
işsiz, müteahhit ya da taşeronların kurbanlık koç gibi etlerini butlarını
sıkıp, dolgun güçlü kuvvetli bulduğunu seçmesini bekler.
Bunun yanı sıra işverenler sınıf
sezgileri ile işçinin önüne pek çok engeller koymuşlardır. Taşeronlar, işçi
olarak, çok kez kendi hemşerisini, akrabasını ya da aşiretten olanı alır. İşçi,
işverenle hiçbir zaman karşı karşıya gelmez. İşçi olarak taşeronun kendi
hemşerisini seçmesi: onu işçinin gözünde (koruyucu) durumuna yükseltir. Bütün
bunlar inşaat işçisini teşkilâtlamanın, sınıf bilinci uyandırmanın en zor
yanlarıdır. Fakat her gün karşılaşılan binlerce baskı, zulüm, haksızlık;
işçileri hemşeri grupları biçiminde ilkel bir dayanışmaya itmiştir. Bu durum
onların teşkilatlanmasında önemli bir kolaylıktır.
Biz -yazımızın esas konusu-
Aliağa'daki hareketleri yapan inşaat işçilerine daha yakından bakmaya
çalışalım. İnşaat işçilerinin ikinci kısmını meydana getiren; rafineri, baraj,
köprü gibi büyük tesis ve fabrikaların inşaatlarında çalışanlar kendi
deyimleriyle "şirketçiler"
vardır. Türkiye'de bugün 50.000 kişilik bir kadrodurlar. 3-4 bin kişilik
işyerlerinde toplu halde çalışırlar, köyden gelmişlerdir, fakat genellikle
köyle ekonomik bağları kopmuştur. Çoğunluğu kalifiye işçiler oluşturur. İşte
Aliağa olaylarını, inşaat işçilerin bu kesimi meydana getirmiştir.
“Şirketçiler” çoğunlukla Tunceli, Elâzığ, Maraş, Mardin, Adana,
İskenderun, Erzurum, Kars, Ordu, Sivas, Kırşehir, Kayseri gibi illerin
köylerinden çıkarlar. Çoğunluk aşiret ilişkilerinin hakim olduğu bölgelerden
gelir, beraberlerinde ilkel sosyalizmin gelenek ve göreneklerinin kalıntılarını
getirirler. Bu aşiret bağları onların "gurbette"ki işçilik
hayatlarında dayanışmalarını sağlar; bu da kapitalizmin sömürüsü, pahalılık ve
işsizlik karşısında çok ilkel bir örgütlenme biçimi alır. Sendikal
teşkilâtlanma geliştikçe aralarında bu toplumsal ilişkiler parçalanır,
"dede"lerin, "seyit'lerin, "soyu ulu" ların yerini
"medeni cesaret sahibi" ileri işçiler almaya başlar.
Kapitalist ilişkiler işçileri
sendikalarda teşkilâtlanmaya zorlarken eski ilkel sosyalizm kalıntısı kan
bağına dayanan teşkilâtlanmaları paçavraya çevirir. İlkel sosyalizm kalıntısı
kan ilişkilerine dayanan örgütlenme, işçilerin işsiz ve aç kaldıkları zaman
lümpenleşmelerini bir dereceye kadar önler. Bazı bölgelerden gelenlerde
lümpen-proleter yanların ağır basması ancak böyle açıklanabilir. Kapitalizm
bunların geldiği bölgelerde ilkel sosyalizm kalıntısı ilişkileri parçalamış,
ortaya çıkan yeni ilişkilere göre bir örgütlenme olmadığından gurbete çıkan
işçiyi "teşkilât bakımından derisi
yüzülmüş bir kızıl et gibi her mikrobun, her virüsün, her illetin saldırısına
açık" bir hale getirmiştir.
“Şirketçiler” Türkiye'de Finans-Kapital'in hakimiyetini
pekiştirmesiyle birlikte 1947 yıllarında ortaya çıkmıştır. Toplu halde bulunuş,
aşırı sömürü onları sendikal teşkilâtlanmaya zorlamış, grev ve lokavt kanununun
çıkmadığı zamanlarda bir seri grevler olmuş, işverenlerden bir takım tavizler
koparılmıştır.
Hirfanlı, Demirköpü, Sarıyar,
Keban barajları, Mersin Rafinerisi, Ereğli Demir-Çelik, Çiğli, Pirinçlik ve
İncirlik Havaalanı inşaatlarında bir seri kendiliğinden gelme teşkilâtlanmalar
ve hareketlenmeler olmuştur. Sendikalar- kanunu ile birlikte CIA Ajanı gangster
sendikacılar piyasaya sürülmüş, şirketçilerin yıllardan beri gelen örgütlenme
tecrübesi kontrol altına alınmıştır.
Bir ara gerçek bir sendika
Boru-Hattı, Kadıncık Barajı, Küçük Çekmece Santral inşaatlarında işçileri
teşkilâtlanmayı başarmış, büyük grevler, işçi direnişleri olmuş, fakat devrimci
paravanası ardında gizlenmiş kariyeristler, ajanlar sendikanın bütün mali
imkânlarını yok etmeyi becermişlerdi. Bugün Aliağa'daki sendika ve onun etrafında
teşkilâtlanmış işçiler 1947'den beri gelen bu tecrübelerin ürünüdürler. Şirket
işçileri bugün hâlâ sarı sendika çemberini kıramamıştır. Fakat en yakın zamanda
CIA ajanları sökülüp atılacaktır. Şimdi konuyu biraz daha derleyip
toparlayabilmek için bir sıra olayları inceleyelim.
1965-66-67 yıllarında şirket
işçileri büyük bir atılım yaparlar. CIA ajanlarının kontrolündeki
"Yapı-İş" sendikasından ayrılıp, işverenlerin ve devletin çeşitli
baskılarına rağmen "YİS" Yapı İşçileri Sendikası'nda
teşkilâtlanırlar. Küçükçekmece'de, Boru-Hattı'ndaki işçiler günlerce süren
grevlerle sözleşmeler imzalamayı başarırlar. Yıl 1966-67'dır. Sözleşmelerin
özelliğine dikkat etmek gerekir. Vasıfsız işçinin saat ücreti 350 kuruş.
Kaynakçının saat ücreti 11.00 kuruştur. Bunun yanı sıra, diğer işkollarında
daha yeni yeni ortaya atılan yolda geçen zaman ücreti de alınmıştır.
Bu şartlardaki sözleşmeler Finans
Kapitalin ücret politikasını altüst etmiştir. İçinden ve dışından bu sendikaya
karşı ajanları vasıtasıyla saldırıya geçerler. Çeşitli oyunlarla; YİS'in adını
kullanıp başka sendikalara üye kayıt ederek, YİS'in toplu sözleşme yaptığı
yerlerden gelen işçileri işe almayarak, YİS'in militanlığını yapan fakat sınıf
bilincine ulaşmamış işçileri satın alarak, yahut baskı yaparak, içinden bir
darbe vurarak, YİS'i kadrosuz ve maddi imkânlardan yoksun bıraktılar.
Bu sendika niye bu kadar
saldırılara hedef oldu? Birinci sebep: işçilerin tuttuğu bir yönetici, bilimsel
sosyalizme inanmış; inşaat işçisi içinde "suda balık olmayı" başarmış
bir işçi lideridir. Bu sebebin sonucu olan ikinci sebep: 1969'da ilân edilen ve
halen yürürlükte olan devletin asgari ücret politikası izmir'de 18.50'dir. 1966
yılında saat ücretine 350 kuruş, 8 saatte 28.00 liradır, işte devletin 1970
yılında işçilere verdiği, işte işçilerin 1966'da aldığı ücret arada 4 sene ve
950 kuruş fark var.
YİS'in ekarte edilmesine rağmen
devlet şirket işçilerine diğer işkollarından daha değişik bir ücret politikası
tanımak zorunda kalmıştır. Şirket işçileriyle ilk karşılaşan; işçi meselelerine
ilgi duyan şahısların, şirket işçileri ücretlerinin diğerlerine nispetle
yüksekliği karşısında şaşırması boşuna değildir. Sarı sendikalar da devletin
kabul zorunda kaldığı bu ücret politikasının uygulayıcısı olmuşlardır. Bu arada
Finans Kapital boş durmamış, işçiyi örgütlenmeden soğutmak için çeşitli
oyunlara, provokasyonlara girmiştir. Örneğin Keban'da işçiler sarı sendika
vasıtasıyla kışın greve itilmiş, sendika hâkim sınıflara açıklar vermiş,
sonunda 1500 işçi atılmıştır. Bu tip oyunlar çeşitli işyerlerinde uygulanmış,
çok güçlü bir polis örgütü kurulmuş, işçi terör altında yıldırılmaya
çalışılmıştır.
Sarı sendikaların kontrolü
altında geçen 3 yıl sonunda YİS izmir Aliağa'da teşkilâtlanmaya girmiştir,
işveren Finans Kapital'dir. Hollanda, İngiliz, Amerikan ve yerli TPAO (devlet)
sermayesinin ortaklığıdır.
Keban'da kıyıma uğrayan 1500
işçinin önemli bir kısmı Aliağa'ya iş aramaya gelmiştir. Teşkilâtlanmadan
soğutulmuş bu işçileri tekrar teşkilatlamak önemli bir zorluktur. Fakat bütün
bunlara rağmen, zorlaşan hayat şartları, işçiyi YİS altında teşkilatlanmaya
zorlamış, belki de Türkiye'de ilk kez bir işyerinde işçi daha işe başlamadan
bir ay önce bir sendikada teşkilâtlanmayı başarmıştı.
Sarı sendikalar, işveren polis
ellerindeki hudutsuz imkânlarla faaliyete girmekte gecikmedi. Aylardan beri
kapı önünde bekleşen; açlık ve borç içindeki, gecelerini kahvelerde sandalye
üzerinde yatarak geçiren işçiyi para ile üye kayıt etmeye çalıştı. İşverenden
işçilerin isim listelerini alarak sahte üye kayıt fişleri düzenledi. YİS üyesi
işçiler işe alınmadı. Fakat bütün bunlara rağmen işçinin çoğunluğunu
sağlayamadılar. Fakat sonunda sahte üye fişleri ile yetkiyi aldılar. İmzalanan
sözleşmede 4 sene önce alınan haklar bile yoktu. Vasıfsız işçinin saat ücreti 375
kuruştu (4 sene önce 350 kuruş alınmıştı) ve sosyal haklar eskiye nispetle çok
düşüktü, yolda geçen zaman yok idi.
YİS bunun üzerine gene aynı
yerde, başka bir müteahhidin tank temel ve montajında teşkilâtlanmaya girdi.
Buradaki olaylara geçmeden önce, başka oyunlara göz atalım.
Mayıs ayında gazetelerde küçük
bir haber yer alıyordu. AET (Uluslararası Finans-Kapital teşkilâtı) Türkiye'ye
yardım(!) vermek için "işçi
ücretlerinin dondurulması ve devalüasyon yapılması" şartlarını ileri
sürüyordu, işçi ücretlerini dondurmak nasıl olacaktı?
·
Devalüasyonun
hemen ardından gelecek pahalılık ve enflasyon yoluyla para'nın satın alma
değeri düşecek, işçi ücretleri değişmeyecek.
·
İşçiler sarı
sendikalara hapsedilecek, böylece Finans Kapitalin uygun gördüğü (SİBOP) ücret
artışları olacaktır.
Uygulamaya girmekte gecikmediler.
Daha haberin mürekkebi kurumadan yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi
kanunları Meclise verildi. Emperyalistlerden yardım alan vatan hainleri kanuna
karşı çıkan işçi sınıfını kurşun yağmuru altında durdurabildi. Ok yaydan çıktı.
İşçi liderleri işkencelere uğratılıyor, fabrikalarda polis teşkilâtları
kuruluyordu
İstanbul ve İzmit'te baskı işçi
hareketlerini durdurmuş, işçilerin sesi duyulmaz olmuştu. İşte Aliağa'daki
olaylar bu politik ortam içinde ortaya çıktı.
Finans Kapital iki açıdan 500
işçinin üzerine bütün ağırlığı ile çöktü: 1) İşçileri sarı sendikalara mahpus
edecek kanuna uygulamada geçerlik sağlamak. 2) 1966'dan beri uygulanmak zorunda
kalınan ücret politikasını devam ettirmek.
İşçi direnişleri bu ortam içinde
ortaya çıktı. İşçilerin teşkilâtlandığı YİS'e karşı tecrübesiz işveren,
tecrübeli polisin "YİS'in girmesini
ne olursa olsun engelleyeceksiniz: aksi takdirde şirketler allak bullak olur"
yollu akıl vermeleriyle, sarı bir sendika ile gizli bir sözleşme imzaladı.
Sözleşme o kadar sarı idi ki saat ücretlerine 25 kuruş zam ve 100 kuruş yemek
parasından başka bir şey ihtiva etmiyordu. Kaldı ki bu sözleşme de
uygulanmıyordu. Zaten sözleşme YİS'in önüne hukuki engeller çıkarmak amacıyla yapılmıştı.
Çalışma Bakanlığı, polis ve
bütünüyle devlet cihazı işçilere karşı elinden geleni ardına koymuyordu.
Mahkeme uzatılıyor, işçilerde yılgınlık ve parçalanma yaratılmak isteniyordu.
Sonunda bıçak kemiğe dayandı. İşçiler direnişe geçti. Hedef: Kendi sendikalarını
kabul ettirmek idi. Jandarma ve polisin baskısı karşısında tekrar işbaşı yapmak
zorunda kaldılar. Fakat Çalışma Bakanlığı vasıtasıyla bir taviz verildi.
Sözleşme müzakerelerine yer ve gün gösterildi. İşveren gelmeyince, greve
gidildi. Grevi engellemeleri lâzımdı, engellemek yetmez, işçilerin sendikasına
bir gözdağı verilmeliydi. Grev başladıktan 25 dakika sonra eski bir MİT ajanı
olduğu söylenen şoför, Finans Kapitalin doldurduğu silahla Türkiye'nin belki de
tek sosyalist sendikasının başkanı Necmettin Giritlioğlu'nu tek mermi ile,
profesyonel bir soğukkanlılıkla öldürdü. İki gün sonra da mahkeme grevi
durdurdu. İşçiler tekrar işbaşı yaptı, fakat üretim durdurularak ya da
yavaşlatılarak yeni direnişler yapılmaya devam edildi. İşçinin bu kararlı
tutumu karşısında hakim sınıflar geri çekilmek zorunda kaldı. YİS işyerinde
işçilerin teşkilâtı olarak kabul edildi.
Sözleşme müzakerelerinde şu durum
açık açık ortaya çıkıyordu: Rafineri inşaatının ana kısmını yapan Badger Turkey şirketinde çalışan işçinin
saat ücreti yukarıda da belirtildiği gibi 375 kuruştu. İşverenlerin en çok
korktuğu şey işçi hareketinin buraya sıçramasıydı.. Hazırlanan plân gereğince
işveren 375 kuruşluk bir teklifle çıkıyordu. Bu onun 25 kuruşluk bir
"taviz" vererek 400 kuruşu kabul edeceği manasını taşıyordu. Bu
işverenin değil Finans Kapitalin tavizi idi. Çünkü devalüasyondan sonra ortaya
çıkan zamlar ve hayat pahalılığının yaratacağı memnuniyetsizliğe karşı 25
kuruşluk bir sibop bulduğu düşüncesindeydi. Türk-İş'in yaptığı gürültülü
sözleşmelerle bu politika uygulanmaya başlanmıştı bile. Diğer 3000 işçiye
hareketin sıçramasını önlemek için 25 kuruş verilecekti. Esas hedef YİS'de teşkilâtlanmış işçilere 400 kuruşu
kabul ettirmek, bunun için de işçinin elindeki en büyük kozu, İŞİNİ elinden
almaktı. Bunun için yeni provokasyonlar tezgahlandı, işyerine yeni taşeron ve
işçiler alındı, eski Taşeron vasıtasıyla işçiler işten atılacakları yönünde
tahrik edilmeye başlandı; sözleşme müzakereleri uzatıldı; satın alınan, birkaç
kişi vasıtasıyla, işçinin sabırsızlığı ve sistemli olarak işlenen işten atılma
tehdidi ile tekrar direnişe itildi, işveren kanunsuz bir lokavt yaptı.
Sıkıyönetimle birlikte işverenler toplu işçi çıkarmalarına başvurmuşlardı. 480
işçi işe girmeyi başaramadığı takdirde 1) Sendika tasfiye edilecek, 2) Kanunsuz
lokavtlar uygulamada geçerlik kazanacak, 3) Olması muhtemel işçi direnişlerine
karşı bir tehdit olarak kullanılacaktı.
İkinci hedef: Eğer işçiler
sabırla direnir, işveren sendika ile sözleşme yapmaya mecbur kalırsa; kapı
dibinde bekleyen işçi elbette eskisi gibi gerçek istekleriyle çıkamayacak, ilk
hedef işbaşı yapmak olacağından; isteklerin bir kısmından vazgeçecekti.
Senelerin ve son birkaç ayın yoğun tecrübesinden gelen işçi kapı önünden
ayrılmadı. İşveren içeri başka işçi sokamayınca yavaş yavaş geri çekilmek
zorunda kaldı. Fakat bu ricatlarını işçiye belli etmeden yapmaları gerekiyordu.
Aksi takdirde işçinin maneviyatı yükselirdi. Sonunda işçilerin bir ay açlığa
rağmen sabrı üstün geldi, işbaşı yapıldı ama 400 kuruş kabul edildi. Bunun yanı
sıra yolda geçen zaman alındı. İşte 25 kuruşun hikâyesi. Eğer YİS
sosyalistlerin yönetiminde bir sendika olmasa idi polis-işveren bu 25 kuruşu
çok daha rahat verirlerdi. Ekonomik mücadele bile bir yerde siyasi nitelikler
taşıdığı için böyle zor olmuştur.
İnşaat işçileri bu gedikten
faydalanıp, CIA ajanı gangster sendikacıların eline tutsak olmaktan
kurtulabilecek mi? Bir gün elbet kurtulacak. Fakat Finans Kapital yeni oyunlar
peşinde. Her fabrikada işçilere karşı yeni polis örgütleri kuruluyor. İşçiler
güçlü birliklerden mahrum edilmek için, hızla küçük mahalli sendikaların
örgütlenmesine gidiliyor, işverenler her sene kârlarının bir kısmını
fabrikalarda kurulmakta olan özel polis örgütüne bağışlamaya karar veriyor.
Bunun yanı sıra sendikacı
kulislerinde bizzat polis tarafından da yayılmasına yardım edilen
"Türk-İş'i kimse kurtaramaz" fısıldaşmaları ortalığı allak bullak
ediyor. Türk-İş gibi açık açık sağ olmayan sol gösterip, sağ vuracak "orta
sol" veya "sosyal demokrat" bir federasyon fikri işleniyor, bu
yönde kapılar açılıyor. Bütün sosyalistler bu yöndeki, gelişmeleri(!) yakından
incelemeli, işçi sınıfına anlatmalıdır.
Aliağa olayları çok daha iyi
göstermiştir ki, sendikalar istediği kadar bilimsel sosyalizme inanan kişilerin
yönetiminde bulunsun; işçi sınıfının siyasi partisi olmadan yapılan savaşlar
(grevler, direnişler vs.) çetecilikten öteye geçemez. Halkımızı teşkilâtlamada
kaplumbağa hızından ileriye gidemez. Fakat burada sendikaların (İŞÇİNİN HAYAT
VE HAK SAVAŞI OKULUNUN) küçümsendiği zannedilmesin... Hele hele genç devrimci
arkadaşlar "ekonomik mücadeleyi" biraz küçümseme havasındadırlar.
15-16 Haziran olaylarını bu "basit ekonomik" mücadeleler okulunda
yetişen işçi sınıfımız yapmıştır.
Şunu unutmamalıyız ki: Finans
Kapitalin gizli kuruluşları, bilimsel sosyalizmin (işçi sınıfı düşünce ve
davranışı) her ileri hamlesini kesmek, bilimsel sosyalizmden her türlü sapmayı
örgütlemekte çok ustadır. Kaldı ki bunu yapmak için işçi olmayan sınıflarla
doludur toplumumuz.
(Bu yazı Ali KAYNAKÇI imzasıyla Sosyalist gazetesinin 8 Aralık 1970 ve
15 Aralık 1970 tarihli 1. ve daha sonra 2. sayılarında yayınlanmıştır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder