9 Aralık 2016 Cuma

46 Yıl Önce Yayınlanan İlk Yazım


Bugün bilgisayarda bir arkadaşa söz verdiğim başka bir yazıyı ararken aşağıdaki yazıma rastladım.
Sonra gözüm Sosyalist gazetesinin ilk sayısında yayınlandığı tarihe takıldı: 8 Aralık 1970. Bugünün de aralığın sekizi olduğu aklıma geliverdi birden. İlginç bir rastlantı. Aradan 46 yıl geçmiş. Neredeyse yarım yüzyıl.
O zamanlar 21 yaşında, gencecik, işçiler arasında çalışan bir Dev-Genç’liydim. Henüz çok küçük olan yaşıma ve kısa olan politik geçmişime rağmen, ardımda TİP (Türkiye İşçi Partisi), DÖB (Devrimci Öğrenci Birliği), FKF (Fikir kulüpleri Federasyonu), Dev-Genç (Türkiye Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu), YİS (Yapı İşçileri Sendikası), (FDHKC) Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi gibi örgütlerin içinde geçen yoğun bir mücadele ve deney birikimi vardı.
Ve bu ilk yazı bir bakıma, çok farklı alanlardaki bu deneylerden, işçi hareketine, özellikle de yapı işçilerine ilişkin olanların bir derleme çabasıydı.

Bu benim yayınlanan ilk politik yazımdır diyebilirim. Aslında daha önce Filistin’de iken, kendi kendime Beyaz Aydınlığı eleştiren (Daha sonra Filistin’den döndüğümde okuma olanağı bulduğum Mahir Çayan’ın yazısına çok benzeyen) bir yazı kaleme almıştım ama o yazı Kara Eylül’ün provası olan Kral Hüseyin ile çatışmalar döneminde kaybolmuştu.
Afrin üzerinden gittiğimiz Filistin’den dönerken, Cerablus-Kargamış arasında hudutta yakalanmış, işkenceli sorgulardan geçmiş, hapis yatmış ve çıktıktan sonra tekrar öncesi gibi İzmir Aliağa’daki örgütlenme ve direniş çalışmalarına katılmıştım.
İsmet Demir, Sendika’nın başına yetişmesi ve kendi yerini alması için Necmettin Giritlioğlu’nu getirmiş, ne var ki, Necmettin Grev sırasında Rusların arabasının MİT’le ilişkili şöförü tarafından öldürülmüştü. Bütün bu olaylarda aynı zamanda YİS’in bir yöneticisi durumundaydım.
Tabii buna paralel olarak da Döndükten sonra Kıvılcımlı’nın kitaplarını okumuş ve onun görüşlerini benimsemiştim. Kıvılcımlı’nın çıkaracağı gazetenin de hazırlık çalışmalarına katılıyordum ve adı Sosyalist olacak olan gazetenin Yazı İşleri Müdürü olacaktım. Yani kanun karşısında sorumlu, hapse girmeye gönüllü demekti bu, “müdür” olmakla ilgisi yoktu.
Bu görev için, Orhan Müstecaplı tarafından Kıvılcımlı ile tanıştırılmaya götürüldüğümde, yanımda aşağıdaki yazının ilk versiyonunu da götürmüştüm, okuyup değerlendirmesi için.
Kıvılcımlı’ya yazıyı okuyunca, “Tebrik ederim, iyi bir etüd olmuş ama daha politik olmalı” diye beni incitmeden ve hevesimi kırmadan eleştirmişti.
Ben de bu eleştiri ışığında yazıyı gözden geçirip daha politik olmaya çalışmıştım.
Bu yayınlanan versiyon, bu eleştiri ışığında daha “politik” yapılmaya çalışılmış biçimidir. (İlk versiyonu kaybolmuştur veya yırtıp atmışımdır). Hemen görüleceği gibi, yazı aslında bütünüyle taktik, örgütsel ve sosyololjik özellikler üzerine yoğunlaşmış olup hala yeterince politik olmaktan uzaktır. Uzaktır ama politikayı Kıvılcımlı’nın yazılarının belirlediği bir gazete içinde bu bir eksik olmaktan çıkıyor, politikayı tamamlayıcı bir işlev de üstlenebiliyordu.
O zamanlar genç devrimciler olarak adımızla yayınlamazdık yazılarımızı. Bizler isimsiz sıra neferleriydik, militanlardık ve öyle olmaya ve öyle kalmaya çalışırdık. Bugün de öyle. Ama artık adımı yazmamın nedeni, politik olarak açık isimle yazmanın politik mücadeleddeki önemi ve risklerinin daha fazla olmasıdır. Bunu çok sonra kavramışımdır. Neredeyse seksenlerin ortalarına kadar  bütün yazılarım sahte isimlerle yazılmıştır. Bu nedenle yazıda Ali Kaynakçı adınız kullanmıştım.
Ali adını, Aliağa’daki işçilerin büyük çoğunluğunun Dersimli, Maraşlı Aleviler olması nedeniyle yazmıştım; Kaynakçı soyadını da, hem kendim soğuk demirci ve dolayısıyla kaynakçı olduğum için; hem de kaynakçılar (Özellikle boru kaynakçıları, boru kaynağı en zor kaynakçılıktır, yerçekimine karşı kaynak yapmayı gerektirir) şantiyecilerin esas çekirdeğini oluşturduğu için seçmiştim.
(Yani Suphi Nejat Ağırnaslı’nın, Paramaz Kızılbaş ismini ve soyadını seçerek bunlarla bir mesaj da vermesi gibiydi ve aynı mantığa dayanıyordu. Ama seçilen isimler aynı zamanda zamanın ruhunu yansıtıyor. Benim o zamanki takma isimlerin sınıfa bir yaklaşma ve özdeşleşme aracı iken;  Suphi Nejat, yine ezilenlere ama dili, dini nedeniyle ezilenlere yöneliyor ve onlarla özdeşleşiyordu. Zamanın ruhunu yansıtan iki ilginç örnek.)
Daha sonra arkadaşlarla gazeteye benim yazı işleri müdürü olmamamı kararlaştırdık. Bu da ilginç bir hikayedir. Bir gün Sosyalist bürosunda Ankara’dan gelen iki çocukla konuşurken, Yusuf Küpeli’nin Kıvılcımlı hakkında çok olumsuz ifadeler ettiğini söylemişlerdi, ben de kızgınlıkla, onun kendisinin ne olduğu belirsizdir anlamında sert ifadeler kullanmıştım. O zamanlar Mahirlerin Kıvılcımlı’ya çok yakın davrandıklarını ve Kıvılcımlı’nın da onları kazanmaya çalıştığını bildiğimiz için, sert sözler etmiş bir insan olarak yazı işleri müdürü olmamın, onların soğukluğuna yol açmaması için, benim değil de Hidayet Kaya’nın yazı işleri olmasına karar vermiştik.
(Sonra bu yakınlaşmanın devamı gelmedi. Mahir ve birkaç kişi Kıvılcımlı’yla hastanedeyken görüşüyorlar, galiba “Doktor sen iyisin ama çevren iyi değil” diyorlar (Kastettikleri özellikle Orhan müstecaplıoğlu idi). Doktor da, “Evladım, adam gelmiş ve çalışıyor kovmak olmaz, gelin çalışalım, zaman içinde işe yaramazlar elenir” anlamında sözler ediyor. Ama sonrasının gelmediği anlaşılıyor. Daha sonra o dönemden THKP-C kökenli arkadaşlara bu görüşme hakkında neler bildiklerini sorduğumda, böyle bir görüşmeden haberleri olmadığını söylediler. Anlaşalan bu görüşme ve sonuçları hakkında o zamanlar arkadaşlarını bir bilgilendirme ihtiyacı da hissetmemişler.)
Aliağa direnişi hakkında en geniş bilgi, bir benzeri bir daha gelmemiş olan, devrimci işçi önderi ve sendikacı İsmet Demir’in Anılar ve Deneyler adlı kitabından daha ayrıntılı bilgi edinilebilir.
Daha sonra neredeyse onar yıl arayla İsmet Demir hakkında iki yazı daha yazacaktım. Bunlar da İsmet Demir Üzerine Yazılar başlıklı derlemede bir arada okunabilir. Bu yazılar aynı zamanda aynı olayı ve kişiyi zaman içinde nasıl farklı vurgularla ele aldığımın, kendi evrimimin birer belgesi gibi de görülebilir.
O dönemde biz Dev-Gençliler edindiğimiz tecrübeleri, gittiğimiz yerlerin sosyolojik özelliklerini yazmaya çaba ve özen gösterirdik. Yanlış hatırlamıyorsan, örneğin Kaypakkaya’nın Trakya köyleri üzerine yazıları da böyledir.
Ama ben hiç küylü olmadım ve köylüler arasında pek çalışmadım. Hem işçi sınıfından geliyordum; hem de hep işçiler arasında çalışmıştım. Bu nedenle yazı işçiler arasındaki çalışmanın Dev-Gençliler içinde yapılmış tek örneğidir belki de. Varsa da ben bilmiyorum.
Her neyse, bu ilginç rastlatı vesilesiyle karşılaştığım bu ilk yazım aşağıda. O zamanın bir Dev-Genç militanının olaylara ve dünyaya bakışını kavramak için ilginç ipuçları sunabilir.
8 Aralık 2016 Perşembe
Demir Küçükaydın


İzmir Aliağa’da İşçi Olaylarının Nedeni


Son aylarda Aliağa'da meydana gelen işçi olayları, hakim sınıflar tarafından devrimcilerden çok daha iyi değerlendirilmiştir. Devrimcilerin gazetelerinde olaylar basit bir işçi-patron çelişkisi olarak yüzeyselleştirilmiştir. Basit bir ekonomik mücadele gibi görünen grev, direniş, Necmettin'in öldürülüşü gibi seri olayların zaman içinde nasıl önem kazandığı Finans Kapital'in ücret ve sendikalar politikasıyla çelişkileri, Türkiye İşçi Sınıfı mücadelesindeki yeri, bilhassa özel olarak inşaat işçilerinin teşkilâtlanmasındaki önemi gözden kaçırılmıştır. Bunun bir nedeni de: son zamanlarda strateji tartışmalarının hayattan ve yaratıcılıktan uzak bir durgunluğa erişi, bir takım sloganların tekrarı ile dertlerimizin halledileceği zannının yerleşmesidir.
Türkiye de yarım milyona yakın inşaat işçisi vardır. Bu sayı yaz aylarında artar, kış aylarında azalır. Türkiye halkının teşkilâtlanması meselesinde toplumun bütün sınıf, tabaka ve zümreleri hakkında sosyalistlerin özel bir bilgi ve deneye ihtiyaçları olduğu gün geçtikçe daha bir berraklıkla açığa çıkmaktadır. Bu bakımdan inşaat işçilerinin kendilerine has bazı özelliklerinden söz etmek; ileride bu alanda çalışacak sosyalistlere bir anahtar olması bakımından yararlı olabilir.
Yarım milyona yaklaşan inşaat işçileri, kendi aralarında birtakım farklılıklar gösterirler. Her gün etrafımızda gördüğümüz ve apartman, yol, kanalizasyon inşaatlarında çalışanlar inşaat işçilerinin en kalabalık kesimini teşkil ederler. Kalifiye olmayan işçiler (ameleler) geçici olup topraksız ve az topraklı köylü tabakalarından kopup gelirler. Ürünlerin kaldırılacağı zaman köylere dönerler. Kalifiye olanlar (marangoz, demirci, duvarcı ustası) ise çok kez taşeron durumunda bulunduklarından bir yanlarıyla işverendirler. İnşaat işçileri ortalama 20-30 kişilik işyerlerinde çalıştıkları, sürekli işçi olmadıkları, kalifiye olanların işveren olmaları nedeniyle; işçi sınıfımızın en az teşkilâtlanmış hatta hiç teşkilâtlanmamış bölümüdür. Günde en az 10 saat çalışırlar, pazar, bayram, fazla mesai, sigorta, çocuk zammı vs. gibi hiçbir hakları yoktur. İşsiz kalma tehlikesi inşaat işçisinin başında sallanır durur. İnsan pazarlarında binlerce işsiz, müteahhit ya da taşeronların kurbanlık koç gibi etlerini butlarını sıkıp, dolgun güçlü kuvvetli bulduğunu seçmesini bekler.
Bunun yanı sıra işverenler sınıf sezgileri ile işçinin önüne pek çok engeller koymuşlardır. Taşeronlar, işçi olarak, çok kez kendi hemşerisini, akrabasını ya da aşiretten olanı alır. İşçi, işverenle hiçbir zaman karşı karşıya gelmez. İşçi olarak taşeronun kendi hemşerisini seçmesi: onu işçinin gözünde (koruyucu) durumuna yükseltir. Bütün bunlar inşaat işçisini teşkilâtlamanın, sınıf bilinci uyandırmanın en zor yanlarıdır. Fakat her gün karşılaşılan binlerce baskı, zulüm, haksızlık; işçileri hemşeri grupları biçiminde ilkel bir dayanışmaya itmiştir. Bu durum onların teşkilatlanmasında önemli bir kolaylıktır.
Biz -yazımızın esas konusu- Aliağa'daki hareketleri yapan inşaat işçilerine daha yakından bakmaya çalışalım. İnşaat işçilerinin ikinci kısmını meydana getiren; rafineri, baraj, köprü gibi büyük tesis ve fabrikaların inşaatlarında çalışanlar kendi deyimleriyle "şirketçiler" vardır. Türkiye'de bugün 50.000 kişilik bir kadrodurlar. 3-4 bin kişilik işyerlerinde toplu halde çalışırlar, köyden gelmişlerdir, fakat genellikle köyle ekonomik bağları kopmuştur. Çoğunluğu kalifiye işçiler oluşturur. İşte Aliağa olaylarını, inşaat işçilerin bu kesimi meydana getirmiştir.
Şirketçiler” çoğunlukla Tunceli, Elâzığ, Maraş, Mardin, Adana, İskenderun, Erzurum, Kars, Ordu, Sivas, Kırşehir, Kayseri gibi illerin köylerinden çıkarlar. Çoğunluk aşiret ilişkilerinin hakim olduğu bölgelerden gelir, beraberlerinde ilkel sosyalizmin gelenek ve göreneklerinin kalıntılarını getirirler. Bu aşiret bağları onların "gurbette"ki işçilik hayatlarında dayanışmalarını sağlar; bu da kapitalizmin sömürüsü, pahalılık ve işsizlik karşısında çok ilkel bir örgütlenme biçimi alır. Sendikal teşkilâtlanma geliştikçe aralarında bu toplumsal ilişkiler parçalanır, "dede"lerin, "seyit'lerin, "soyu ulu" ların yerini "medeni cesaret sahibi" ileri işçiler almaya başlar.
Kapitalist ilişkiler işçileri sendikalarda teşkilâtlanmaya zorlarken eski ilkel sosyalizm kalıntısı kan bağına dayanan teşkilâtlanmaları paçavraya çevirir. İlkel sosyalizm kalıntısı kan ilişkilerine dayanan örgütlenme, işçilerin işsiz ve aç kaldıkları zaman lümpenleşmelerini bir dereceye kadar önler. Bazı bölgelerden gelenlerde lümpen-proleter yanların ağır basması ancak böyle açıklanabilir. Kapitalizm bunların geldiği bölgelerde ilkel sosyalizm kalıntısı ilişkileri parçalamış, ortaya çıkan yeni ilişkilere göre bir örgütlenme olmadığından gurbete çıkan işçiyi "teşkilât bakımından derisi yüzülmüş bir kızıl et gibi her mikrobun, her virüsün, her illetin saldırısına açık" bir hale getirmiştir.
Şirketçiler” Türkiye'de Finans-Kapital'in hakimiyetini pekiştirmesiyle birlikte 1947 yıllarında ortaya çıkmıştır. Toplu halde bulunuş, aşırı sömürü onları sendikal teşkilâtlanmaya zorlamış, grev ve lokavt kanununun çıkmadığı zamanlarda bir seri grevler olmuş, işverenlerden bir takım tavizler koparılmıştır.
Hirfanlı, Demirköpü, Sarıyar, Keban barajları, Mersin Rafinerisi, Ereğli Demir-Çelik, Çiğli, Pirinçlik ve İncirlik Havaalanı inşaatlarında bir seri kendiliğinden gelme teşkilâtlanmalar ve hareketlenmeler olmuştur. Sendikalar- kanunu ile birlikte CIA Ajanı gangster sendikacılar piyasaya sürülmüş, şirketçilerin yıllardan beri gelen örgütlenme tecrübesi kontrol altına alınmıştır.
Bir ara gerçek bir sendika Boru-Hattı, Kadıncık Barajı, Küçük Çekmece Santral inşaatlarında işçileri teşkilâtlanmayı başarmış, büyük grevler, işçi direnişleri olmuş, fakat devrimci paravanası ardında gizlenmiş kariyeristler, ajanlar sendikanın bütün mali imkânlarını yok etmeyi becermişlerdi. Bugün Aliağa'daki sendika ve onun etrafında teşkilâtlanmış işçiler 1947'den beri gelen bu tecrübelerin ürünüdürler. Şirket işçileri bugün hâlâ sarı sendika çemberini kıramamıştır. Fakat en yakın zamanda CIA ajanları sökülüp atılacaktır. Şimdi konuyu biraz daha derleyip toparlayabilmek için bir sıra olayları inceleyelim.
1965-66-67 yıllarında şirket işçileri büyük bir atılım yaparlar. CIA ajanlarının kontrolündeki "Yapı-İş" sendikasından ayrılıp, işverenlerin ve devletin çeşitli baskılarına rağmen "YİS" Yapı İşçileri Sendikası'nda teşkilâtlanırlar. Küçükçekmece'de, Boru-Hattı'ndaki işçiler günlerce süren grevlerle sözleşmeler imzalamayı başarırlar. Yıl 1966-67'dır. Sözleşmelerin özelliğine dikkat etmek gerekir. Vasıfsız işçinin saat ücreti 350 kuruş. Kaynakçının saat ücreti 11.00 kuruştur. Bunun yanı sıra, diğer işkollarında daha yeni yeni ortaya atılan yolda geçen zaman ücreti de alınmıştır.
Bu şartlardaki sözleşmeler Finans Kapitalin ücret politikasını altüst etmiştir. İçinden ve dışından bu sendikaya karşı ajanları vasıtasıyla saldırıya geçerler. Çeşitli oyunlarla; YİS'in adını kullanıp başka sendikalara üye kayıt ederek, YİS'in toplu sözleşme yaptığı yerlerden gelen işçileri işe almayarak, YİS'in militanlığını yapan fakat sınıf bilincine ulaşmamış işçileri satın alarak, yahut baskı yaparak, içinden bir darbe vurarak, YİS'i kadrosuz ve maddi imkânlardan yoksun bıraktılar.
Bu sendika niye bu kadar saldırılara hedef oldu? Birinci sebep: işçilerin tuttuğu bir yönetici, bilimsel sosyalizme inanmış; inşaat işçisi içinde "suda balık olmayı" başarmış bir işçi lideridir. Bu sebebin sonucu olan ikinci sebep: 1969'da ilân edilen ve halen yürürlükte olan devletin asgari ücret politikası izmir'de 18.50'dir. 1966 yılında saat ücretine 350 kuruş, 8 saatte 28.00 liradır, işte devletin 1970 yılında işçilere verdiği, işte işçilerin 1966'da aldığı ücret arada 4 sene ve 950 kuruş fark var.
YİS'in ekarte edilmesine rağmen devlet şirket işçilerine diğer işkollarından daha değişik bir ücret politikası tanımak zorunda kalmıştır. Şirket işçileriyle ilk karşılaşan; işçi meselelerine ilgi duyan şahısların, şirket işçileri ücretlerinin diğerlerine nispetle yüksekliği karşısında şaşırması boşuna değildir. Sarı sendikalar da devletin kabul zorunda kaldığı bu ücret politikasının uygulayıcısı olmuşlardır. Bu arada Finans Kapital boş durmamış, işçiyi örgütlenmeden soğutmak için çeşitli oyunlara, provokasyonlara girmiştir. Örneğin Keban'da işçiler sarı sendika vasıtasıyla kışın greve itilmiş, sendika hâkim sınıflara açıklar vermiş, sonunda 1500 işçi atılmıştır. Bu tip oyunlar çeşitli işyerlerinde uygulanmış, çok güçlü bir polis örgütü kurulmuş, işçi terör altında yıldırılmaya çalışılmıştır.
Sarı sendikaların kontrolü altında geçen 3 yıl sonunda YİS izmir Aliağa'da teşkilâtlanmaya girmiştir, işveren Finans Kapital'dir. Hollanda, İngiliz, Amerikan ve yerli TPAO (devlet) sermayesinin ortaklığıdır.
Keban'da kıyıma uğrayan 1500 işçinin önemli bir kısmı Aliağa'ya iş aramaya gelmiştir. Teşkilâtlanmadan soğutulmuş bu işçileri tekrar teşkilatlamak önemli bir zorluktur. Fakat bütün bunlara rağmen, zorlaşan hayat şartları, işçiyi YİS altında teşkilatlanmaya zorlamış, belki de Türkiye'de ilk kez bir işyerinde işçi daha işe başlamadan bir ay önce bir sendikada teşkilâtlanmayı başarmıştı.
Sarı sendikalar, işveren polis ellerindeki hudutsuz imkânlarla faaliyete girmekte gecikmedi. Aylardan beri kapı önünde bekleşen; açlık ve borç içindeki, gecelerini kahvelerde sandalye üzerinde yatarak geçiren işçiyi para ile üye kayıt etmeye çalıştı. İşverenden işçilerin isim listelerini alarak sahte üye kayıt fişleri düzenledi. YİS üyesi işçiler işe alınmadı. Fakat bütün bunlara rağmen işçinin çoğunluğunu sağlayamadılar. Fakat sonunda sahte üye fişleri ile yetkiyi aldılar. İmzalanan sözleşmede 4 sene önce alınan haklar bile yoktu. Vasıfsız işçinin saat ücreti 375 kuruştu (4 sene önce 350 kuruş alınmıştı) ve sosyal haklar eskiye nispetle çok düşüktü, yolda geçen zaman yok idi.
YİS bunun üzerine gene aynı yerde, başka bir müteahhidin tank temel ve montajında teşkilâtlanmaya girdi. Buradaki olaylara geçmeden önce, başka oyunlara göz atalım.
Mayıs ayında gazetelerde küçük bir haber yer alıyordu. AET (Uluslararası Finans-Kapital teşkilâtı) Türkiye'ye yardım(!) vermek için "işçi ücretlerinin dondurulması ve devalüasyon yapılması" şartlarını ileri sürüyordu, işçi ücretlerini dondurmak nasıl olacaktı?
·         Devalüasyonun hemen ardından gelecek pahalılık ve enflasyon yoluyla para'nın satın alma değeri düşecek, işçi ücretleri değişmeyecek.
·         İşçiler sarı sendikalara hapsedilecek, böylece Finans Kapitalin uygun gördüğü (SİBOP) ücret artışları olacaktır.
Uygulamaya girmekte gecikmediler. Daha haberin mürekkebi kurumadan yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi kanunları Meclise verildi. Emperyalistlerden yardım alan vatan hainleri kanuna karşı çıkan işçi sınıfını kurşun yağmuru altında durdurabildi. Ok yaydan çıktı. İşçi liderleri işkencelere uğratılıyor, fabrikalarda polis teşkilâtları kuruluyordu
İstanbul ve İzmit'te baskı işçi hareketlerini durdurmuş, işçilerin sesi duyulmaz olmuştu. İşte Aliağa'daki olaylar bu politik ortam içinde ortaya çıktı.
Finans Kapital iki açıdan 500 işçinin üzerine bütün ağırlığı ile çöktü: 1) İşçileri sarı sendikalara mahpus edecek kanuna uygulamada geçerlik sağlamak. 2) 1966'dan beri uygulanmak zorunda kalınan ücret politikasını devam ettirmek.
İşçi direnişleri bu ortam içinde ortaya çıktı. İşçilerin teşkilâtlandığı YİS'e karşı tecrübesiz işveren, tecrübeli polisin "YİS'in girmesini ne olursa olsun engelleyeceksiniz: aksi takdirde şirketler allak bullak olur" yollu akıl vermeleriyle, sarı bir sendika ile gizli bir sözleşme imzaladı. Sözleşme o kadar sarı idi ki saat ücretlerine 25 kuruş zam ve 100 kuruş yemek parasından başka bir şey ihtiva etmiyordu. Kaldı ki bu sözleşme de uygulanmıyordu. Zaten sözleşme YİS'in önüne hukuki engeller çıkarmak amacıyla yapılmıştı.
Çalışma Bakanlığı, polis ve bütünüyle devlet cihazı işçilere karşı elinden geleni ardına koymuyordu. Mahkeme uzatılıyor, işçilerde yılgınlık ve parçalanma yaratılmak isteniyordu. Sonunda bıçak kemiğe dayandı. İşçiler direnişe geçti. Hedef: Kendi sendikalarını kabul ettirmek idi. Jandarma ve polisin baskısı karşısında tekrar işbaşı yapmak zorunda kaldılar. Fakat Çalışma Bakanlığı vasıtasıyla bir taviz verildi. Sözleşme müzakerelerine yer ve gün gösterildi. İşveren gelmeyince, greve gidildi. Grevi engellemeleri lâzımdı, engellemek yetmez, işçilerin sendikasına bir gözdağı verilmeliydi. Grev başladıktan 25 dakika sonra eski bir MİT ajanı olduğu söylenen şoför, Finans Kapitalin doldurduğu silahla Türkiye'nin belki de tek sosyalist sendikasının başkanı Necmettin Giritlioğlu'nu tek mermi ile, profesyonel bir soğukkanlılıkla öldürdü. İki gün sonra da mahkeme grevi durdurdu. İşçiler tekrar işbaşı yaptı, fakat üretim durdurularak ya da yavaşlatılarak yeni direnişler yapılmaya devam edildi. İşçinin bu kararlı tutumu karşısında hakim sınıflar geri çekilmek zorunda kaldı. YİS işyerinde işçilerin teşkilâtı olarak kabul edildi.
Sözleşme müzakerelerinde şu durum açık açık ortaya çıkıyordu: Rafineri inşaatının ana kısmını yapan Badger Turkey şirketinde çalışan işçinin saat ücreti yukarıda da belirtildiği gibi 375 kuruştu. İşverenlerin en çok korktuğu şey işçi hareketinin buraya sıçramasıydı.. Hazırlanan plân gereğince işveren 375 kuruşluk bir teklifle çıkıyordu. Bu onun 25 kuruşluk bir "taviz" vererek 400 kuruşu kabul edeceği manasını taşıyordu. Bu işverenin değil Finans Kapitalin tavizi idi. Çünkü devalüasyondan sonra ortaya çıkan zamlar ve hayat pahalılığının yaratacağı memnuniyetsizliğe karşı 25 kuruşluk bir sibop bulduğu düşüncesindeydi. Türk-İş'in yaptığı gürültülü sözleşmelerle bu politika uygulanmaya başlanmıştı bile. Diğer 3000 işçiye hareketin sıçramasını önlemek için 25 kuruş verilecekti. Esas hedef  YİS'de teşkilâtlanmış işçilere 400 kuruşu kabul ettirmek, bunun için de işçinin elindeki en büyük kozu, İŞİNİ elinden almaktı. Bunun için yeni provokasyonlar tezgahlandı, işyerine yeni taşeron ve işçiler alındı, eski Taşeron vasıtasıyla işçiler işten atılacakları yönünde tahrik edilmeye başlandı; sözleşme müzakereleri uzatıldı; satın alınan, birkaç kişi vasıtasıyla, işçinin sabırsızlığı ve sistemli olarak işlenen işten atılma tehdidi ile tekrar direnişe itildi, işveren kanunsuz bir lokavt yaptı. Sıkıyönetimle birlikte işverenler toplu işçi çıkarmalarına başvurmuşlardı. 480 işçi işe girmeyi başaramadığı takdirde 1) Sendika tasfiye edilecek, 2) Kanunsuz lokavtlar uygulamada geçerlik kazanacak, 3) Olması muhtemel işçi direnişlerine karşı bir tehdit olarak kullanılacaktı.
İkinci hedef: Eğer işçiler sabırla direnir, işveren sendika ile sözleşme yapmaya mecbur kalırsa; kapı dibinde bekleyen işçi elbette eskisi gibi gerçek istekleriyle çıkamayacak, ilk hedef işbaşı yapmak olacağından; isteklerin bir kısmından vazgeçecekti. Senelerin ve son birkaç ayın yoğun tecrübesinden gelen işçi kapı önünden ayrılmadı. İşveren içeri başka işçi sokamayınca yavaş yavaş geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat bu ricatlarını işçiye belli etmeden yapmaları gerekiyordu. Aksi takdirde işçinin maneviyatı yükselirdi. Sonunda işçilerin bir ay açlığa rağmen sabrı üstün geldi, işbaşı yapıldı ama 400 kuruş kabul edildi. Bunun yanı sıra yolda geçen zaman alındı. İşte 25 kuruşun hikâyesi. Eğer YİS sosyalistlerin yönetiminde bir sendika olmasa idi polis-işveren bu 25 kuruşu çok daha rahat verirlerdi. Ekonomik mücadele bile bir yerde siyasi nitelikler taşıdığı için böyle zor olmuştur.
İnşaat işçileri bu gedikten faydalanıp, CIA ajanı gangster sendikacıların eline tutsak olmaktan kurtulabilecek mi? Bir gün elbet kurtulacak. Fakat Finans Kapital yeni oyunlar peşinde. Her fabrikada işçilere karşı yeni polis örgütleri kuruluyor. İşçiler güçlü birliklerden mahrum edilmek için, hızla küçük mahalli sendikaların örgütlenmesine gidiliyor, işverenler her sene kârlarının bir kısmını fabrikalarda kurulmakta olan özel polis örgütüne bağışlamaya karar veriyor.
Bunun yanı sıra sendikacı kulislerinde bizzat polis tarafından da yayılmasına yardım edilen "Türk-İş'i kimse kurtaramaz" fısıldaşmaları ortalığı allak bullak ediyor. Türk-İş gibi açık açık sağ olmayan sol gösterip, sağ vuracak "orta sol" veya "sosyal demokrat" bir federasyon fikri işleniyor, bu yönde kapılar açılıyor. Bütün sosyalistler bu yöndeki, gelişmeleri(!) yakından incelemeli, işçi sınıfına anlatmalıdır.
Aliağa olayları çok daha iyi göstermiştir ki, sendikalar istediği kadar bilimsel sosyalizme inanan kişilerin yönetiminde bulunsun; işçi sınıfının siyasi partisi olmadan yapılan savaşlar (grevler, direnişler vs.) çetecilikten öteye geçemez. Halkımızı teşkilâtlamada kaplumbağa hızından ileriye gidemez. Fakat burada sendikaların (İŞÇİNİN HAYAT VE HAK SAVAŞI OKULUNUN) küçümsendiği zannedilmesin... Hele hele genç devrimci arkadaşlar "ekonomik mücadeleyi" biraz küçümseme havasındadırlar. 15-16 Haziran olaylarını bu "basit ekonomik" mücadeleler okulunda yetişen işçi sınıfımız yapmıştır.
Şunu unutmamalıyız ki: Finans Kapitalin gizli kuruluşları, bilimsel sosyalizmin (işçi sınıfı düşünce ve davranışı) her ileri hamlesini kesmek, bilimsel sosyalizmden her türlü sapmayı örgütlemekte çok ustadır. Kaldı ki bunu yapmak için işçi olmayan sınıflarla doludur toplumumuz.

(Bu yazı Ali KAYNAKÇI imzasıyla Sosyalist gazetesinin 8 Aralık 1970 ve 15 Aralık 1970 tarihli 1. ve daha sonra 2. sayılarında yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok: