Başlıktaki konu Mesele’nin
Ekim sayısının tartışma konusu olarak belirlenmiş. Bu konuda bir yazı yazmam istendi.
20.000 vuruşu aşmaması gerektiği söylendi. On bin vuruşu aşmamayı deneyelim.
Birinci vuruş: Türkiye
diye bir “şey” yoktur.
Bir toprak parçasının resmi adı olabilir ama bu coğrafyanın
konusudur, politik veya sosyolojik bir analizin konusu değildir.
Türkiye adı, Frenklerin Osmanlı Devletine ve onun sınırı
içinde bulunan topraklara verdiği isimdi. Osmanlı Devleti kendini Roma’nın bir
varisi ve devamı olarak görüyor ve o nedenle kendini “Devlet-i Ali” olarak adlandırıyordu.
Osmanlı’nın çöküşü sürecinde, Balkan Savaşı’ndan sonra,
Osmanlı “Devlet Sınıfları” Müslüman
ahaliden bir ulus yaratırken, bu ulusu, Frenklerin devlete ve ülkeye verdiği
isimle tanımladı.
Kurduğu ulusa Türk,
ülkeye Türkiye, Devlete Türkiye Cumhuriyeti; kurduğu Türk Dil ve Tarih Kurumu aracılığıyla bu ulus
için yarattığı dil ve tarihe de Türk Dili
ve Türk Tarihi dedi.
Özetle, Türkiye denen şey özünde Türk Devleti ve Türk Ulusu’dur;
bu devletin egemen olduğu toprakların, bu devlet tarafından belirlenmiş resmi
adıdır. Bu nedenle de tamamen politik bir anlama sahiptir.
Yani gerçek içeriğiyle anlaşılırsa, “Türkiye nereye gidiyor?” sorusu, “Türk devleti ve ulusu nereye gidiyor; onu nasıl bir gelecek bekliyor?”
anlamına gelir.
O haldi, “Ne yapmalı”
sorusunun muhatabı olan özne ise, sorudan anlaşıldığına göre, Türk Ulusu ve
Devleti veya onun kaderinden kendini sorumlu görenler, yani Türkler olabilir.
Bu gerçek anlamıyla ele aldığımızda, ben bir Marksist,
Sosyalist ve Devrimci olarak böyle bir sorunun muhatabı değilim ve olmam.
Çünkü her Marksistin
de olması gerektiği gibi, benim derdim devletin,
ulusun ve sermeyenin (Kapitalizmin) yok olmasıdır.
Ve yine her Marksist gibi öncelikli amacım ve görevim, “kendi”
ulusumun, “kendi” devletimin ve “kendi” sermayemin yıkılması, yok
olmasıdır.
Aslında, insanlığın yaşaması için, genel olarak ulusların ve
devletlerin yok olması çok acil olarak gerçekleşmesi gereken bir görevdir. Bunun
için nesnel koşullar olağanüstü olgun olmakla birlikte; öznel olarak bu
gereklilik henüz tartışılmaktan bile uzak olduğu için; en azından, kısa vadede çok acil bir görev olarak,
Türk Devleti ve Ulusu yerine Demokratik
bir Ulus ve Devletin geçmesi,
benim için taktik olarak yakalanacak bir halka olabilir ve olmalıdır. Bu,
Ortadoğu’da bir demokratik devrimin kapısını açarak, yeryüzünden ulusların ve
devletlerin temizlenmesine yol açacak bir hareketi başlatacak bir fünye işlevi
görebilir.
Bunun için ise, Türk devletinin tebaasının Türk (ve Kürt
vs.) olmaktan çıkması; birer Demokrat
olması; Demokratik bir Ulus ve onu
uygun bir Demokratik bir Devlet oluşturması
gerekir.
Demokrat, ulusun,
yani devletin ve politik olanın, bir dille, dinle, tarihle, soyla, ırkla, kültürle
vs., tanımlanmasını reddedendir.
Türkiye’de (ve Kürdistan’da) maalesef bu tanıma uyan demokrat yoktur.
Kendini demokrat olarak niteleyenler ise, aslında dile,
dine, tarihe, kültüre göre tanımlanmış ulusların (politik birimlerin) eşit
haklarla bir arada yaşamasını ve bu bağlamda örneğin Türklerin, Kürtlerin de
bir ulus olarak haklarını tanımasını demokratlık olarak tanımlamaktadırlar.
Bu maalesef demokrasi ve demokratlık değil, gerici (dile,
dine göre tanımlanmış politik birimler) bir ulusçuluktur. Demokratik bir
ulusçuluk, böyle tanımlamaya karşı bir ulusçuluk olabilir.
Yani Türkler, Türk olmanın hiçbir özel politik anlamının
olmadığı bir politik sistem için mücadele ederlerse; yani Türkler, Türk devletini
ve Türk ulusunu ortadan kaldırmak için mücadeleye girerlerse; Türklüğün hiçbir
politik anlamının olmadığı bir ulus ve devlet için mücadele ederlerse, o zaman Demokrat olurlar.
Benzer şekilde, örneğin Müslümanlar, İslam’ın hiç bir
politik anlamının olmadığı bir sistem için mücadele ederlerse Demokrat olurlar.
(Aynı şey bütün diller, dinler, “kültürler” vs. için geçerlidir.)
Bu da somut olarak, herkesin ana dilinde eğitim hakkı, herkesin kendi ana dilinde fakat içerikçe, tıpkı aynı fiziği, biyolojiyi,
matematiği okuması gibi, aynı Tarih,
Coğrafya, Edebiyat ve Yurttaşlığı okumasıdır. Bu da okullarda herkesin ana
dilinde okuyacağı bu kitapların, her
dilden, dinden, kültürden vs. eşit sayıdaki temsilcilerce ortaklaşa yazılması
anlamına gelir.
Bu aynı zamanda, elbette mantığı gereği, bayrağın,
marşların, ritüellerin vs. hiçbir dile, dine vs. dayanmaması ve göndermede
bulunmamasını gerektirir. Böyle bir ulus Demokratik bir ulus olur.
Henüz, Türkiye’de. Böyle bir Demokratik Ulusu amaçlayan ne
böyle Türkler (keza Kürtler) ne de böyle Müslümanlar (Keza Hristiyanlar vs.) yok. Böyle bir entelektüel akım,
hareket, parti vs. yok.
O halde, benim için yapılacak olan ilk iş, Türkleri Türk devleti ve ulusuna karşı mücadele etmeye ve
birer Demokrata dönüşmeye, yani yukarıdaki gibi bir programı savunmaya çağırmaktır.
Şu an bu satırlarda yaptığım tam da budur.
Benim açımdan, “Ne
Yapmalı” sorusunun birinci cevabı budur.
*
Ancak demokratik bir ulusun kendini yönetmesinin ayrılmaz
bir parçası olan ikinci bir iş daha vardır: devlet denen cihazın, bu demokratik
ulusun ortak yaşamının ihtiyaçlarını gideren bir araç olması; ondan
bağımsızlaşmaması ve kontrolünden çıkmaması; onun üzerinde yükselmeyen, ona
hizmet eden basit ve ucuz bir cihaz olması.
Bugünkü cihaz, azınlığın çoğunluk üzerinde egemenliğini
sürdürmesine yönelik olarak binlerce yıldır oluşturulup, mükemmelleştirilmiş ve
modernleştirilmiş bu cihaz, çoğunluğun kendi kendini yönetmesinin aracı olarak
kullanılamaz. Onun parçalanması ve
tamamen farklı bir cihazın oluşturulması gerekir.
Bunun nasıl bir şey
olduğunu gerek tarihsel deneylere
(örneğin Paris komünü); gerek teknik
gelişmelere ve olanaklara (örneğin İnternet, “Global Köy”, “Liquid Feedback”
vs.); toplumsal yapıdaki gelişmelere (Modern
kapitalist toplumun ortaya çıkardığı bireyler) vs. dayanarak somut talepler
halinde bir program olarak yıllardır formüle etmiş bulunuyorum.
Tüm demokrat olma iddiasındaki kişilere, yayınlara ve
örgütlere bu programı anlatmaya çalışıyor; onları bu programı kabul ve
savunmaya çağırıyorum. Bu program karşısında bütün solun susuşunu kırmaya
çalışıyorum.
Benim açımdan, “Ne
Yapmalı” sorusunun, birinciden
ayrılamaz, ikinci cevabı da budur.
Şu an yaptığım tam da bunlardır.
*
İşte tam bu noktada bizim irademiz ve etkimiz dışındaki bir varlık ve gelişme olarak, düşmanımızın
eğilimlerini daha iyi tanımak ve onunla daha iyi mücadele edebilmek için, Türk
Devleti ve Ulusunun olası kaderi hakkında bazı öngörülerde veya tespitlerde
bulunulabilir.
Yukarıda, bu iki başlık altında özetlediğim Program, öncelikle
politik olarak muhalif ve demokrat olduğunu düşünen kesimler ve örgütler (Aydınlar,
Sosyalist örgütler, HDP vs.); sosyolojik olarak Türkiye’deki ezilen kesimler
(Kürtler, Aleviler, Laikler, Ateistler, Kadınlar vs.) ve sınıflar (Ücretliler ve emeğiyle yaşayanlar) tarafından benimsenip
savunulmadığı takdirde, Türkiye denen coğrafyada yaşayan insanları, tam
anlamıyla Suriye’den bile daha kötü bir kader beklemektedir.
Ancak kısa veya orta vadede bu programın benimsenebileceğine
dair en küçük bir belirti ve ilerleme yoktur. Bu durumda olayların gidişini
değiştirebilecek hesaplanabilir bir
etkimiz ve gücümüzün olmadığı koşullarda bu kaderin şu iki yoldan birine
gideceği öngörüsünde bulunulabilir.
Birinci yol: Erdoğan’ın darbesinin ve egemenliğinin sürmesidir.
İkinci yol: Erdoğan’ın bulunduğu yerden uzaklaştırılmasıdır.
Birincisi de, ölümlerden ölüm beğen biçiminde, kendi içinde iki
farklı yol izleyebilir:
1)
İslam-Türk Faşizmi:
Erdoğan’ın zamana karşı bir yarış içinde hızla oluşturmaya
çalıştığı lümpenlere ve Ergenekon’a dayanan örgütlerin ve terörünün, örneğin
bir ekonomik kriz sırasında, helan Erdoğan’ın destekçisi ezilenlerdeki bir
radikalleşmeyle birleşmesi ve hızla, Hitler benzeri tam bir İslami Faşist terör
rejimine dönüşmesi.
2)
Türk devletinin ve ulusunun parçalanması ve iç
savaş:
Aslında Erdoğan, hem Emevilerin karşı devrime uğrattığı;
soğuk savaş yıllarında geliştirilmiş İslam’a dayanan (ama aynı zamanda
Türklükle desteklenen, Tam da emperyal özlemlere uygun olarak, mesiyanist İslam’ın
Kurtarıcısı Türk ulusu tahayyülü, bunlar aynen Fethullah Gülen’in de amacıydı)
bir milliyetçiliği hedefleyerek, Alevileri, Laikleri, Ateistleri vs. ulus tanım
ve tasavvurunun dışına iterek (Kürtler zaten dışındaydı), hem Türk ulusunu parçalamış ; hem de
Anayasayı bile tanımayarak, (emr-i vakiler; kanun gücünde kararnameler; Saray’ın
Meclis’in yerini almış olması vs.) Parlamenter
sistemi ve devletin dayandığı hukuku
havaya uçurmuş bulunuyor.
Erdoğan Başkanlık mevkiinde kaldığı takdirde Türk ulusunun
ve devletinin bu parçalanmış ve yıkılmışlığının, fiilen de gerçekleşmesi sadece bir zaman sorunudur.
Bu durumda, Kürtlerin ayrı bir devlet kurduğu; Türklerin (
ve muhtemelen Kürtlerin de) Sünni Müslüman şeriatçılar ile Laikler, Aleviler
vs. olarak bölündüğü bir iç savaş (“vatandaş harbi”) kaçınılmazdır.
Tabii iç savaşlar her zaman dış savaşlara göre kat be kat
kanlı olduğundan, bu da çok acı ve kan demektir.
*
İkinci Yol: Erdoğan’ın bir şekilde gitmesine bağlı ikinci
olasılığa gelince.
Bu de kendi içinde iki farklı şekilde gerçekleşebilir.
Birincisi, Aleviler ve Şehirli laikler arasında güçlü
desteği ve güçlü bağları olan “Devlet
Aklı”nın, yani Türk devleti bürokrasisinin (ve de burjuvazisinin) uzun vadeli ve genel çıkarlarını savunan
kesimlerin, liberal Entelijansiyayı da yanına alması; iç ve dış politikadaki
gelişmeler (örneğin Suriye ve Irakta girilen çıkmaz sokaklar ve başarısızlıklar;
Kürt hareketinin önemli politik ve diplomatik başarılar elde etmesi; gerillanın
önemli askeri başarıları, ekonominin kötüleşmesi vs.) sonucu, devlet ve ordu
içindeki ağırlığının artması; bunun sonucu olarak, ordunun ve bürokrasinin Erdoğan’dan
(ve Ergenekon’dan) desteğini çekmesi ve böylece Erdoğan’ı uzaklaştırmasıdır.
“Devlet Aklı” bunu
sadece MHP ve CHP’nin ağırlıklarını diğer yöne vermeleriyle bile sağlayabilir.
Böyle bir ağırlık merkezi kayması, Erdoğan’ın tasfiye ettiği politik İslam ve
AKP kanatlarının da desteğini alabilir ve Erdoğan kolay yoldan tasfiye
edilebilir. Bu fiilen Parlamento’nun Erdoğan’ın darbeyle el koyduğu ve 15
Temmuzla fiilen oturttuğu fili başkanlık ve darbe rejimine son verecek bir
kararlılık göstermesi anlamına gelir. Parlamentonun böyle bir işlev görebilmesi
ise, kendisinin fiili hiçbir gücünün bulunmadığı koşullarda ancak “devletin ve Ordunun
vesayeti” ile gerçekleşebilir. Bu da çelişxkili gibi görünse de, Parlamenter Sistemi
geri getiren ve darbeye son veren bir “vesayet
rejimi”, demektir. Böyle bir gelişme vesayetin ömrünü yıllarca da
uzatabilir. Bu olasılık elbette kısa vadede, her ikisi de çok acılı ve kanlı
sonuçlar doğuracak olan, iç savaş ve/veya Türk-İslam faşizmi tehlikesinin
bertaraf edilmesi anlamına gelir. Ama
aynı zamanda, bugünkü devletin yapısını ve ağırlığını, onu tıpkı 27 Mayıs’ın
sağladığı türden, daha uzun bir süre pekiştirir.
Bu politika ve çizgi, henüz çok cılızdır ama Cumhuriyet, T24, Diken, Medyaskop gibi
muhalif ve ağırlığı olan bütün yayınlar; yani fiilen tek muhalif basın bu çizgiyi
temsil etmektedir. Buralarda yazan yazarların programı ve eleştirileri aslında
böyle bir program ve stratejinin bilinçli veya bilinçsiz dışa vurumundan başka
bir şey değildir.
Ancak bunun için de, yine o “Devlet Aklı”nın “Kürt Fobisi”nden
kurtulması; 7 Haziran seçimleri öncesinde olduğu gibi, Abdullah Öcalan
çizgisiyle ittifak da yaparak, Erdoğan ve Şeriat korkusuyla Kürt alerjisinden
kurtulmaya hazır hale gelmiş Türk Alevileri ve Laiklerle Kürt Ulusal hareketini
ve bu üç gücün oluşturduğu güçle de, Politik İslam’ın önemli bir kesimini kazanması
gerekir. Aslında yazar isimleri ve çizgi olarak, fiilen böyle bir birliğin
izleri bu yayınlarda görülebilir.
Tekrar belirtmek gerekir ki, bu seçeneğin gerçeklik
kazanması, Erdoğan’ın politikasını kabul etmiş bulunan, Türk Devlet ve
Ordusunun Suriye’de şimdi girdiği bataklıkta (Türkiye, Suriye ve Irak
topraklarında Kürt Özgürlük Hareketiyle savaşında) ciddi yenilgiler alması;
tecrit olması, bugünkü Erdoğan ve Ergenekon’un politikalarının iflasının açıkça
ortaya çıkması ile mümkün olabilir.
Böyle bir durumda, Ulusun Türklükle tanımı; merkezi,
bürokratik ve keyfi aygıtın varlığı devam eder ama diğer diller ve “uluslar”ın
varlığının inkarına son verilir; diğer diller, bireysel haklar olarak hakları
tanınıp bölgesel ve mahalli düzeylerde belli kültürel otonomi sağlanır. Yani
bugün Avrupa Birliği’ndeki sistem aşağı yukarı tüm Türkiye’ye uygulanır.
Ancak bu sisteme geçildiğinde, bunun getireceği nispi
özgürlük ve refahla bu sistem otomatikman, kendiliğinden ve gönüllü katılımla Kürdistan’a
da yayılır. Yani fiiliyatta ve uzun vadede, Türk Devleti’nin yerini bir Türk-Kürt
devleti alır.
Bu devlet demokratik bir devlet ve ulus olmaz ve özünde bir
“Şark Despotluğu” olarak kalır ama nispeten daha modern ve Avrupa
standartlarına uyumlu hale getirilmiş; Kürt ulusal hareketinin dinamizmiyle
gençlik aşısı da olmuş bir devlet olur; Türklük de biyolojik ırkçılıktan
uzaklaşıp daha kültürel bir özellik kazanır.
Bu “çözüm” ne tam demokrasi olur; ne de bu merkezi ve
bürokratik aygıtın tasfiyesi anlamına gelir. Ancak bugünkü sıkışmışlığa belli
bir çözüm sunar ve hatta kanlı bir iç savaşı engelleyerek ve istemese ve
hedefinde olmasa da, sağlayacağı nispi demokratik ortamla, tam da Erdoğan ve
Gülen’in hayalini kurduğu türden, Ortadoğu’da Türkiye’yi bir önder ülke yapıp onun
Ortadoğu’da ve İslam ülkelerinde ağırlığını arttırır.
Bu olasılığın gelişmesinde, gerçek bir demokratik devrim ve
Demokratik Cumhuriyet uzun süre için ertelenmiş olur. Böyle bir olasılık aynı
zamanda, Demokratik Devrim’e karşı son bent işlevi de görür.
Bu nedenle, yani reformlar her zaman devrimi engellemenin
son çaresi, devrimci mücadelenin yan ürünü olduklarından, aslında bizim
çağrımızın ve programımızın yayılması ve bir yankı görmesi, bu olasılığın
gerçekleşmesi için en temel koşullardan biridir.
Bizim program ve stratejimiz ne entelektüel bir akım, ne
politik bir güç olarak var olmadığı için, bu olasılığın gerçekleşmesi olasılığı
olağanüstü zayıftır ve ancak dünya ölçüsündeki güçlerin dengesi ve
iteklemesiyle mümkün olabilir.
Aksi takdirde bunun bir tek yolu vardır. Burada Erdoğan’ın
gitmesi olasılğının ikinci yoluna geliyoruz.
*
İkinci alternatif, Kürt
hareketinin bir Kürt hareketi olmaktan çıkıp, şehirli laikleri, Alevileri
de kazanacak bir politik hat izleyip bir demokratik özlemlere dayanan, kitlesel
ve radikalleşen bir hareket yaratabilmesidir.
(Böyle bir gelişme ayrıca birinci yolun gerçekleşme
olasılığını da arttırır bir yan ürün olarak.)
Bu takdirde, devrimci bir yükseliş ve hareket dönemi
başlayabilir. Bunun nasıl bir evrim geçireceği şimdiden bilinemez ama böyle
zamanlarda geniş emekçi yığınların siyasi gelişimi hızlanır ve dev adımları
atmaya başlar.
Bu türden bir gelişim, devrimin bizim savunduğumuz programı
kendi deneyleriyle bulmasına da yol açabilir.
Bu takdirde, Ortadoğu çapında bir devrim dalgası yükselişi
görülebilir ve tüm Ortadoğu tıpkı Fransız devrimi’nde Avrupa’nın olduğu gibi,
Aydınlanma ile, demokrasi ile tanışabilir. Binlerce yıllık tarihinin, şark despotluklarının
lanetinden kurtulabilir.
*
Bu olmadığı takdirde, yani Kürt hareketi, Kürt hareketi
olmaktan çıkıp bir devrimci kabarışa katizatörlük edip, devrimci kabarış içinde
Türkler ve Kürtler demokratlığa doğru evrilmediği takdirde, Kürt hareketinin
bugünkü yapısıyla başarılar elde etmesi de yine yukarıda değinilen birinci
Ordunun Vesayeti ile Parlamentarizme dönüş veya bir Lübnan’laşmaya yol
açabilir. Çünkü, Kürt hareketinin bugünkü programı, her dili, dini, kültürü bir
politik birim olarak tanımlamayı hedeflemektedir. Bu ya belli bir ulusun
vesayeti, ki ba aynı zamanda büyük ve bürokratik bir devlet cihazını var sayar;
ya da o küçük birimler arasında korkunç bir rekabet ve savaşlar demektir.
Özetle, çok derdin tek ilacı, yıllardır savunduğumuz,
Kristof Kolomb’un yumurtası kadar basit ve sade bizim programımızın bir politik
alternatif olarak güç kazanmasıdır.
Türkiye’nin nereye gideceği buna bağlıdır. Bu olmadığı
takdirde, Türkleri veya Türk devletinin tebaasını, kan ve gözyaşı beklemektedir.
Genel olarak şunu söyleyebiliriz. Türk ulusu ve devleti yok
olacaktır. Bu Erdoğan’ın faşist diktatörlüğü ile mi; bir iç savaş ve kaos
ortamıyla mı; yoksa askeri vesayetle, parlamenter sistemin reforme edilip geri
gelmesiyle mi, ya da demokratik bir Ortadoğu devrimi ve Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti’nin
kurulmasıyla mı sonuçlanacağı bu yazıyı okuyacakların, neler yapacağına
bağlıdır.
Bizim Programımızın güç ve geçerlik kazanması halinde, ilk
elde sadece Türkiye denen coğrafyaya değil, tüm Ortadoğu’ya demokrasi
gelebilir; Aydınlanma ilk kez Ortadoğu’ya da hem de çağdaş ve gelişmiş bir
versiyonuyla ayak basabilir; tarihte ilk kez gerçekten Demokratik bir ulus ve
Devlet kurulabilir.
Ve bu demokratik ulus ve devlet, tüm yeryüzünde uluslara ve
ulusal devletlere ve sınırlara karşı bir savaşın başlangıç üssüne dönüşebilir.
O halde bunun için Ortadoğu’da ve Türkiye’de mücadele
edilmesi gereken acil ve asgari programı tekrar sunuyoruz:
Demokratik Bir Cumhuriyet İçin Program
Yurttaşların
gerçekten biçimsel ve hukuki bir eşitliği için, ulusun ve politik olanın
tanımından her türlü, dil din, tarih, etni, soy, kültür, ırk belirlemesi
kalkmalı, demokratik ulus bunlarla tanımlanmaya karşı tanımlanmalıdır. Bu somut
olarak şu tedbirlerle gerçekleşebilir.
·
Herkese istediği dili anadil olarak seçme ve
anadilinde eğitim hakkı olmalıdır.
(Ana dilini öğrenme hakkı değil. Bu farklıdır dillerden birine üstünlük
sağlayıp eşitsizliği arttırır.)
·
Resmi Dil yoktur. Öğrenmesi isteğe bağlı, ortak
bir konuşma ve yazışma dili gerekip gerekmediğine; gerekiyorsa bunun hangi dil
olacağına demokratik ulusun yurttaşları tartışarak ve oylayarak karar verirler.
Bu ortak konuşma dilini öğrenme hakkı, anadilde eğitim hakkını ortadan
kaldırmaz.
·
Okullarda herkes ana dilinde, ama aynı ortak
tarihi, coğrafyayı, edebiyatı vs. okumalıdır. Bu kitaplar ülkedeki ve
komşularındaki bütün dillerden, etnilerden, dinlerden, kültürlerden,
cinslerden, farklı eğilimleri de yansıtan eşit miktardaki temsilciler tarafından
ortaklaşa yazılmalıdır.
·
Eğer yurttaşlar okutulmasına karar verilirse,
din ve ahlak dersleri de, hem ülkedeki tüm, hem de yeryüzündeki tüm büyük din
ve inançlardan ve inançsızlardan eşit sayıda temsilciler tarafından ortaklaşa
yazılmalıdır.
·
Devletin tüm inançlar karşısında eşit ve
tarafsız olması için, Diyanet lağvedilmeli, imam hatipler normal okullara
çevrilmelidir.
·
Diyanet gibi kurumlarda şimdiye kadar
çalışanların mağdur olmaması için geçimleri gönüllü olarak cemaatler tarafından
karşılanmayanlar veya bu olanağı seçmeyenlerin mağduriyeti engellenip toplumun
başka işlerine yerleştirilmelidir.
·
Devlet sadece inançlar arasında eşitliği
sağlamak ve azınlık inançta olanlar aleyhine oluşacak fiili eşitsizlikleri
gidermekle yükümlü olmalıdır.
Yurttaşların en geniş
şekilde örgütlenebilmesi, hakkını koruyabilmesi, haksızlıklara ve
eşitsizliklere karşı mücadele edebilmesi için.
·
Sınırsız bir düşünce, ifade ve örgütlenme
özgürlüğü derhal uygulamaya geçmeli, bunları sınırlayan tüm yasalar derhal ve
otomatik olarak geçersiz olmalıdır.
·
Devletin, firmaların, örgütlerin, partilerin ve
bunların bütün organlarının bütün kararları, bütün tartışmaları tüm
yurttaşların bilgisine açık olmalıdır.
·
Demokrasinin gerçekleşebilmesi, yurttaşların
doğru kararlar verebilmesi için her şeyden önce doğru bilgilenme gerekir. Doğru
bilgilenme için ise, medyanın devlet ve sermayenin tekelinden ve egemenliğinden
kurtulması gerekir. Bunun için de
·
Tüm medya ve yayın faaliyeti, matbaalar,
frekanslar, kanallar, kâğıtlar toplumsallaştırılmalı; devletin ve sermayenin
elinden alınmalı, yurttaşların ve örgütlerinin emrine verilmelidir.
·
Medya olanakları, tüm örgütler, partiler,
inançlar, fikirler, akımlar, meslekler, cinsler, yaşlar, bölgeler vs. arasında
üye sayılarına ya da nüfus içindeki oranlarına göre dağıtılmalıdır.
·
Bu dağılımın gerçek oranları yansıtmaları için
sık sık ayarlamalar yapılmalıdır.
Yurttaşların üzerinde
yükselmeyen, onlardan bağımsızlaşmayan, ama onlara itaat ve hizmet eden bir
devlet cihazı için:
·
Tüm düzeylerde yetki ve sorumluluk seçilmiş
organlarda olmalıdır. Osmanlı artığı, Firavun ve Nemrutlar zamanından kalma
valilik, kaymakamlık gibi merkezi olarak atanan ve belirlenen tüm makam ve
organlar lağvedilmedir.
·
Tüm emniyet, asayiş ve savunma kuvvetleri bu
seçilmiş organların emrinde ve kontrolünde olmalıdır.
·
Tüm seçilmiş yöneticiler ve organlar kendilerini
seçenlerin beşte birinin oyuyla geri alınabilmeli ve seçim yenilenmelidir.
·
Tüm seçilenler seçildikleri süre içinde ve çalışmaları
esasında ortalama bir çalışanın gelir düzeyinde ücret almalıdır.
·
Memurların tayin, terfi, seçim ve emeklilik
işlemlerinde bağımsız memur sendikalarının tuttukları siciller esas
alınmalıdır.
·
Asker sivil adalet ikiliği ve memurlar hakkında
dava için izinler kalkmalı. Kanun ve yasalar karşısında mutlak eşitlik
olmalıdır.
·
Mahkemelere jüri usulü gelmelidir.
Bu biçimsel eşitliği
ve demokrasiyi sağlayan tedbirlerin yanı sıra, asgari ölçüde ekonomik ve sosyal
eşitsizlikleri kaldırmak için:
·
Devlet her yurttaşa iş bulmak, bulamıyorsa,
sendikaların ve bağımsız tüketici teşekküllerinin tespit edeceği, asgari geçim
endeksine uygun gelir sağlamakla yükümlü olmalıdır.
·
Tüm yurttaşlar için genel sağlık ve emeklilik
sigortası olmadır. Sigorta, doğrudan sigortalı yurttaşların seçilmiş
temsilcileri tarafından yönetilmeli ve denetlenmelidir.
·
Gelecek nesiller arasında kültür, eğitim ve
iktisadi farklardan doğan eşitsizlikleri asgariye indirmek için, her çocuk için
parasız kreş ve anaokulu sağlanmalı; tüm eğitim ve araçları parasız olmalı,
düşük gelirli ailelerin çocukları ekstra desteklenmelidir.
·
Tüm azınlıkların gerçek hayatta fiilen ortaya
çıkacak bizzat matematik bir azınlık olmaktan doğan dezavantajlarını bir ölçüde
ortadan kaldırabilmek için kotalar ve pozitif ayrımcılık uygulanmalıdır.
22 Eylül 2016 Perşembe
Demir Küçükaydın
(Bu yazının biraz değişik bir verisyonu Mesele Dergisinin
Ekim 2016 tarihli 118. sayısında yayınlandı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder