Birkaç gün önce, daha önce yazdığım bir yazıyla ilgili
olarak, çok değer verdiğim bir gazeteci arkadaştan şöyle bir eleştiri geldi:
“Demir,
şu paragraf senin
yazından alıntılandı:
“Demokrat, ulusun, yani devletin ve politik olanın, bir dille, dinle,
tarihle, soyla, ırkla, kültürle vs., tanımlanmasını reddedendir.
Türkiye’de (ve Kürdistan’da) maalesef bu tanıma uyan demokrat yoktur...”
Yoktur?
Böylesi bir genelleme
Demir'in tarzı değil diye düşünürdüm. Öyle düşünmeye devam edeyim mi ?”
*
Demokrasi konusuna gelen bu eleştiri ile başlayabiliriz.
Evet, bu benim görüşümdür ve yıllardır birçok yazımda, (her
zaman böylesine mantık sonuçlarına varmış ve net biçimde olmasa da) birçok kez
ifade ettiğim bir önermedir.
Denk geldi, ben de yıllardır, en azından kendini demokrat
olarak gören bir insanın çıkıp ta, bu ne biçim bir önerme nasıl böyle bir şey
diye bir itirazda bulunmasını bekliyordum. (Tabii bundan amacım muhataplarımı
aynı zamanda temel kavramlar ve program konusunu tartışmaya çekmek, temel
sorunları gündeme taşıyabilmekti ve hala da öyledir.) Onun için de hemen her
zaman böyle sivri ifadeler kullanıyordum.
Hatta bunu daha sivri olarak, “Türkiye’de demokratik
milliyetçi bile yoktur, başta sosyalistler, herkes aslında gerici milliyetçidir”
diye ifade etmişimdir sık sık. Ya da Türklük veya Kürtlükle demokratlığın
bağdaşamayacağından, Türk olmakla Demokrat olmanın uzlaşamayacağından söz
etmişimdir.
Bunlar öyle geçer ayak düşüncesizce yapılmış genellemeler
değildir. Hem gerçek durumun özünü daha açık olarak ifade edebilmek; hem de uyarıcı,
sarsıcı olabilmek için ifade edilmiş önermelerdir.
Şimdi böyle bir itiraz ilk kez gelmiş ise bunun değerini
bilmek gerekir.
*
Tabii burada önce kısa birkaç açıklama yapmak gerekiyor.
Bizzat bu eleştirinin konusu olan yazımda da ifade ettiğim
gibi, Türkiye’de demokratik özlemleri olan çok geniş bir kitle var; ama
demokratik özlemleri olmak başkadır; demokratik bir programı savunmak ve
demokrat olmak başkadır.
Örneğin Kürtler, Aleviler hatta “Laikler” demokratik
özlemleri nedeniyle çeşitli biçimlerde muhalefet etmektedirler,
muhalefetlerinin temelinde bu demokratik olmayan bu ulus ve devlet
bulunmaktadır; ama bunların talepleri, hedefleri demokratik değildir.
Somut bir iki örnek verelim. Örneğin, Aleviler, baskı
altındadır bu Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış ulus ve devletten dolayı. Direnişlerinin temelinde demokratik
karakterde özlemler bulunmaktadır. Ama Alevileri veya Cem Evlerini Devletin
tanımasını istediklerinde hiç de demokratik olmayan, hatta reaksiyoner bir hedefi
ya da programı savunmuş olurlar; demokratik özlemlerine rağmen demokrat
değildirler, çünkü talepleri demokratik değildir. Devletin insanların inancına
karışmasını kabul eder, fiilen onu pekiştirir ve esnetir. Demokrat olmak öznel
bir olgu değildir.
Kaldı ki, herhangi bir baskı biçimine karşı iyi kötü
demokratik denebilecek ama diğer baskı biçimleri karşısında kör olan bir pozisyon
da demokratlıkla bağdaşmaz ve demokratik bir program ve talep oluşturmaz. Yani
aslında ilke düzeyinde devletin, politik olanın veya ulusun herhangi bir dille,
dinle, tarihle, soyla, ırkla, kültürle vs. tanımlanmasına karşı olmadan ve
böyle bir program savunulmadan demokrat olunamaz. Örneğin kimi Aleviler,
devletin Alevileri tanımasını talep etmenin yanlış olduğunu; Diyanetin
kaldırılmasını, devletin bu alandan el etek çekmesini talep ediyorlar ama aynı
kişiler Devletin Türklükle tanımlanmasına itiraz etmedikleri gibi bunu da
savunuyorlar. Yani politik olanın (Devletin ve ulusun) dinle tanımlanmasına
itirazları var ama dille tanımlanmasına ve bu dilin de Türkçe olmasına
itirazları yok.
*
Aynı şekilde, Kürtler de ezilmektedir. Bunu ortadan
kaldırmak için silahlı mücadeleye bile girişmişler ve büyük bir yol kat edip
büyük bir güç olmuşlardır, ama en sol kesiminin programı bile demokratik
değildir. Çünkü bir ulusun bir dille, dinle, tarihle tanımlanmasına karşı değildirler;
hatta aksine tam da bunu savunurlar.
Aslında tıpkı, Devletin veya Diyanetin Alevileri tanımasını
isteyen Alevilerle aynı düzeyde bir talep için mücadele etmektedirler. Çok sık
söyledikleri “Statü” tam da bu anlama gelir.
Elbette Kürt hareketinin demokratik bir program arayışları
bulunmaktadır ve bu yönde sosyalistlerden de daha iyi bir noktadadır. Ama henüz
demokrat olmaktan çok uzaktır.
*
Ne zaman demokrat olunabilir?
Kürtlere statü veya ayrı Kürt devleti için mücadele Demokrat
olmak anlamına gelmez, bu milliyetçiliktir.
Demokrat olmak, Türklüğün statüsünü ortadan kaldırmak için
mücadeleye girildiğinde olur. Türklüğün
statüsünü ortadan kaldırmak, özünde diyanetin ortadan kalkması, tüm din
alanından devletin çekilmesinin tam da diller konusundaki karşılığıdır. Yani
ulusun ya da devletin dini olmayacağı ve olamayacağı gibi dili de olmaz; soyu
da olmaz; kültürü de vs. olmaz, olamaz, olmamalıdır.
Aynı şekilde Kürtlerin veya Türklerin ayrılma hakkını
savunun biri demokrat olamaz. Çünkü bu aslında ulusu bir dille veya kültürle
vs. tanımlama hakkından başka bir şey değildir.
Ulusu ya da devleti bir dille kültürle vs. tanımlamayı reddeden
bir ulus veya devlet için mücadele edildiğinde, böyle bir program
savunulduğunda demokrat olunabilir.
*
Peki, hemen soralım: böyle bir programı olan bir parti,
politik veya entelektüel akım, bir çevre, hatta bu satırların yazarı ve belki
yazarın görüşlerini benimsemiş bazı okurlarından başka kimse var mı?
Yok.
O halde “demokrat yoktur” sonucu otomatikman çıkmaktadır.
*
Genellemelere genelleme olduğu için karşı çıkmak yanlıştır.
Kaldı ki, genelleme var, genelleme var. “Bütün Türkler
aptaldır” dersem bu olgulara da uymayan, politik olarak ırkçı ama bir Türk
tarafından ifade edilmişse, tevazu ya da otokritik ifadesi olarak da kabul
edilebilecek bir genellemedir.
Ama bizim önermemiz böyle, bu türden bir genelleme değil.
Biz bir norm, bir kural koyuyoruz. Bakıyoruz olgulardaki
karşılığına. Buna iki şekilde itiraz edilebilir.
a) Norm
yanlıştır, kural yanlıştır denebilir. Örneğin demokrasiyi böyle tanımlamanız
yanlıştır. Demokrasi seçimler ve parlamenter sistemdir diye bir itiraz
yapılabilir.
b) Olgular
sonucu çürütmektedir denebilir. Bak şu parti veya hareket veya çevre böyle bir
programı savunuyor denebilir.
Böyle bir itiraz olmadan, genellemeyi genelleme olarak
reddetmenin kendisi yanlıştır. Aslında “post modern” “zamane ruhu”nun bir dışa
vurumundan başka bir şey de değildir.
*
Tabii burada özellikle yapılmamış bu birinci itiraza peşin
bir açıklama getirelim.
Çünkü muhtemelen, demokrasi kavramının tanımlanışıyla ilgili
bir sorun var.
Genel ve yaygın kullanımda, Seçim yapılması; fikir ve örgütlenme
özgürlüğü ve bir parlamenter sistem olması genel olarak demokrasi ve bunları
savunmak da demokrat olmakla özdeşleştirilmektedir.
Sorun tam da buradadır.
Bu tanım, demokrasi kavramının anti demokratik bir
tanımıdır. Gerici, demokrat olmayan bir tanımıdır. Demokratların ya da
demokrasinin demokrasi ve demokrat tanımı nedir?
Aslında Türkiye’deki bütün muhalefet, yaygın ve egemen
kabuldeki demokrasi kavramının kendisini tartışmaya sokacak, onu eleştirecek
yerde, yaygın kullanımı aynen benimseyip onun içinde muhalefet yapmaktadır; bu
nedenle de Türkiye’de demokrat yoktur ve muhalefet bu kadar zayıftır.
Demokrasi kavramını çok basit ve sade olarak, bir hukuki ve
politik kavram olarak, (Demokrasinin sosyolojik tanımı ayrı bir bahistir ve ona
ilerde gireriz.) Lenin: “Demokrasi biçimsel (yani hukuki) eşitliktir”.
Bu sade tanım aynı zamanda sosyalist ve demokrat olmanın
farkını anlayabilmek için de son derece doğrudur.
Aslında Sosyalizm fikri, ideali ve programının ardında da bu
tanım ve kabul vardır. Aydınlanma’nın insanların dili, dini, soyu, sopu, inancı
vs. ne olursa olsun eşitliğini sağladığı noktasından hareket eder sosyalizm
fikri ve ama de bu yetmez, iktisadi ve sosyal bir eşitlikle desteklenmediği
takdirde bu eşitlik de sürdürülemez der.
Özetle biçimsel eşitliğe (Demokrasiye) sosyal ya da ekonomik
eşitliği eklerseniz Sosyalizm olur. Mantıksal ve tarihsel olarak demokrasi veya
Aydınlanma ile Sosyalizmin farkı buradadır.
*
Ne var ki Tarih düzgün doğrusal bir yol izlemiyor ve sorun
tam da buradan çıkıyor.
Sonradan burada unutulmuş ve anlaşılamamış bir nokta var.
Aydınlanma’nın biçimsel eşitlik programı, tüm yeryüzündeki
insanlara yönelikti. Yani ulusların olmadığı, ulusal devlet ve sınırların
getirdiği sınırlamaların olmadığı bir dünyada eşitlikti bu. Ulusalcıların hor
gördüğü ve küfür yerine kullandığı kozmopolit bir eşitlikti. Yani “Vatanım
yeryüzü milletim insanlık” hümanizminin eşitliği idi. Yani bireylerin eşitliği
idi; ulusların değil.
Ne var ki, Aydınlanma de bütün dinlerde olduğu gibi, bir
karşı devrim tarafından tasfiye edildi.
Bu karşı devrim, Bonapartizmlerle, politik olarak ulusçuluk
ve ideolojik olarak da pozitivizm üzerinden gerçekleşti.
İnsanların eşitliğinin yerini, ulusların eşitliği aldı.
Aydınlanma’nın insanların eşitliğini sağlamak için geliştirdiği özel ve politik
ayrımını bu karşı devrim insanların eşitliğinin yerini ulusların eşitliğini
kurarak; politik olanı ulusal olanla tanımlayarak; Ulusal olanı da önce bir
toprak parçasıyla sonra da bir dille, dinle, kültürle vs. tanımlayarak peş peşe
iki karşı devrim gerçekleşti.
Ama Sosyalist düşünce ve Marksizm sanki bu karşı devrim
gerçekleşmemiş gibi; sanki yeryüzü ölçüsünde insanların biçimsel eşitliği ve
bunun somut programatik ifadesi kalmış gibi; ulusların eşitliği insanların
eşitliğinin yerini almamış gibi; sosyal ve ekonomik eşitlik için mücadeleyi
hedef aldı. Dolaysıyla sonunda, gerçekliğe, yani sosyal eşitlikten çok önce
gelen biçimsel eşitsizliği yok etme ihtiyacına artık uymayan bu programı nedeniyle
fiilen de yok oldu. Aslında bugünkü milliyetçilikler ve milliyetçiliğin bu
yükselişi; hatta post modernizmin izafiliği ve ortalığı kapsayan en küçük bir
eleştiriye dayanamayacak kavramları, sosyalizmin ve sosyalistlerin bu
günahlarının cezasıdır.
Yani insanların biçimsel eşitliği hem ulusla, ulusların
eşitliği aracılığıyla yok edilmişti; hem de ulusların içinde ikinci bir katmer
olarak, o ulusların dile, dine, tarihe, soya, ırka vs. tanımlanması nedeniyle
ulusal devlet sınırları içinde bile yok edilmişti.
Bu nedenle Marksizm veya sosyalizm gerçek sorunlardan koptu.
Ve fiili bir biçimsel eşitsizliğin olduğu yerde bu biçimsel
eşitsizliği problem etmemek ve sanki bu gerçekleşmiş gibi sosyal eşitsizliğe
karşı mücadele sloganları atmak fiilen bu biçimsel eşitsizliği savunmak
anlamına geleceğinden, sosyalistler fiilen o gerici ulusların ve ulusal
devletlerin birer fili savunucusu oldular. Ulusalcıların hemen hepsinin sosyalist
olmasının ya da sosyalistlerin fiilen ulusalcılar olmalarının nedeni budur.
O halde, en azından, bir ulus çerçevesinde bile demokrasi
için, ulusun veya devletin veya politik olanın, bir dille, dinle, kültürle vs.
tanımlanmasına karşı olmak; bunu programlaştırmış olmak gerekir. Yani bütün bu
konuları politika dışına atmak; temel bireysel haklar olarak tanımlamak
gerekir.
*
Türkiye’de ve Kürdistan’da henüz bunun için mücadele eden
yok. Olmadığı için de demokrat yok. Bu kadar basit.
Tabii demokrasinin başka tanımları da vardır Lenin’de.
Örneğin “demokrasi ilke olarak azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejimdir”
anlamında da bir tanım yapar.
Ama sosyalistler ve demokratlar için, şunu da ekler: “demokrasi
genel olarak en kötü gericilikle bir arada olabilir ve onunla uzlaşıp onun
aracı bile olabilir. Yani azınlık çoğunluk ilkesi olarak tanımlamak demokratik
değildir der. Bu nedenle, bizler özel bir demokrasiden yanayızdır der. Burada kastettiği
işte tam da o biçimsel eşitliğin azınlık ve çoğunluk sorunu olarak
görülemeyeceğidir. Yani çoğunluk ne kadar büyük olursa olsun, insanların ana
dilinde eğitim hakkına dokunamaz örneğin demokraside. Çoğunluk Türk diye o
halde madem demokrasi var çoğunluk olarak biz karar alıyoruz herkes okulunda
Türkçe okuyacak; devletin resmi dili Türkçe olacak diyemez.
Yani biçimsel eşitlik koşulu olmadan azınlık ve çoğunluk
ilişkisi olarak demokrasiyi tanımlamak, bir karar alma mekanizmasını demokrasi
olarak tanımlamak olur. Bu en büyük gericiliktir ve bu tamı tamına gericilerin
demokrasi anlayışıdır.
İşte Recep Tayyip’in demokrasi anlayışı da tamı tamına
budur.
O, çoğunluk madem Türk ve Müslüman, o halde, Müslümanlığın
ve Türklüğün normları hukuki ve siyasi normlar olacak demektedir. (Eskiden de
devlet Müslümanlık ve Türklükle tanımlıyordu ulusu. Ama karşılıklı dengelemeler
ve hukuki bir biçimselliği vardı. Erdoğan’ın rejiminde ise, devlet sınıfları, bu saldırgan ve faşist
Böylece bırakalım demokrat olmayı, eski nispi Erdoğan
milliyetçiliğinin vesayeti altına girmekte. Kürt hareketinden korkusu, onu
Erdoğan’a teslim olmaya götürdü. Marks, bir avantüryenin (Üçüncü Napolyon) nasıl
olup da 48 devriminden sonra böyle bir diktatörlük kurabildiğini ele alırken,
onu burjuvazinin işçilerden korkusu ve işçilerin de henüz iktidarı alacak kadar
olgunlaşmamasıyla açıklar. Şimdi olan da benzeri bir şey, bu binlerce yıllık
devlet, Kürt hareketinin korkusundan, Erdoğan gibi sözde bir mahalle
kabadayısının, (mahalle kabadayıları gariban karşısında Allah kesilip karakolda
polise yaltaklanırlar ve polisin desteği ve hoşgörüsüyle kabadayılık yaparlar)
diktatörlüğüne giden yolları açıyor. Bir zamanlar Prusya militer geleneğinin
Hitler karşısında yerle yeksan olması gibi.)
Ama aslında muhalefet de demokrasiyi Erdoğan gibi anladığından,
açıkça çıkıp Erdoğan’ın bu çoğunluk anlayışını bir türlü tutarlı olarak eleştirememektedirler.
Çünkü tutarlı eleştiriye girdikleri an, ulusun bugünkü Türklük ve fiili olarak
Sünni Müslümanlıkla tanımlanmışlığını da eleştirmek zorundadırlar. Bunu yapamayacakları
için Erdoğan karşısında da kendilerini güçsüzlüğe mahkûm etmektedirler.
O halde sın derece kritik bir önermeye varıyoruz: DEMOKRATİK
MUHALEFETİN ZAYIFLIĞI BU MUHALEFETİN DEMOKRAT OLMAMASINDANDIR.
Muhalefet, Demokrat olmadığı için tutarlı ve cepheden bir eleştiri,
karşı çıkış ve muhalefet yapamamaktadır. Burada kastım CHP değildir. Onun zaten
Demokrat olma gibi bir iddiası yok. Kastımız HDP’dir; sosyalistlerdir; incecik
bir katman olarak neredeyse tüm muhalefeti yüklenmiş aydınlardır. Bunların fedakârlıklarına
bir şey denemez ve takdir etmek gerekir ama biz program ve strateji konularını
tartışıyoruz.
O halde, muhalefetin Erdoğan saldırıları karşısındaki
zayıflığını nedeni, taktik sorunlar, yani mücadele biçimleri veya bir araya
gelip gelememe değildir; teorik ve programatiktir. Muhalefet ise, ısrarla, Bektaşi’nin
"bizim namazımız kılındı" demesi gibi, bizim demokratik bir program
ve stratejimiz var varsayımından hareket etmektedir. Bu tartışmadan, bu
sorgulamadan ölümü görmüşce kaçmaktadır.
İşte birkaç gün önce HDP veya sürekli başkaları o demokrasi
güçlerinin birliği ve cephesinden söz ediyorlar. Ama HDP’nin kendi programı
demokratik değil. Birlik sorunun öne çıkarmak bu zaafı örtmenin ve gündemden düşürmenin
dolayısıyla demokrasi mücadelesini zayıf kılmanın bir aracı değil mi?
Öznel niyetler ne olursa olsun nesnel olarak böyledir.
(Bu yazının
konusu daha farklı bir versiyon olarak sözlü ve görsel biçimde de ele alınıyor.
Sözlü ve görsel biçim yazılıdan önce hazırlandığından, epeyce farklı noktalara
ağırlık veriyor.
·
Görüntülü
olarak şu adresten izlenebilir:
·
Ses
dosyası olarak şuradan dinlenebilir veya indirilebilir ve sonra dinlenebilir:
19 Ekim 2016 Çarşamba
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder