... rastlamayacaksın yabanıl Poseidon'a
taşımıyorsan onu eğer kendi ruhunda
ruhun dikmiyorsa eğer onu karşına.
... Hep aklında olsun İtaki.
Oraya varmaktır hedefin senin.
... yaşlı biri olarak yanaş adaya,
yolda kazandıklarınla zengin biri olarak
zenginlikler bekleme İtaki'den.
Bu güzel yolculuğu İtaki verdi sana.
Yola çıkmazdın o olmasaydı eğer.
... Yoksul görünüyorsa da sana, aldatmadı seni İtaki.
Böylesine bilgeleşmişken, bunca kazanımla,
anlamış olmalısın artık, ne demektir İtakiler.
(Kavafis
- H. Milas, Ö. İnce)
İlk bakışta her yolculuğa bir hedefe varmak için
çıkılır; yol ve yolculuk o hedefe varmak için bir araçtır. Ama derinden ve
sonuçlara bakılınca, hedefin kendisi yola çıkmak için bir araçtır. Yolun
kendisinde yolcu ve amaçlar da değişir. Yol bu oluş, bu gidiş, bu değişimin
metaforu olarak görüldüğünde, yolun ve yolculuğun kendisidir gerçek amaç.
Bu nedenle Marks, Proletarya’nın devrime, yani
toplumsal ilişkileri değiştirmesine, her şeyden önce bu mücadelenin kendisinde
yol açacağı değişiklikler için ihtiyacı olduğunu söyler. Muhammet savaşların en
kutsalı insanın kendi nefsine karşı savaşıdır der. Nirvana ya da Enel Hak ya da
Simurg hep yolun yolcuda yarattığı değişimi anlatırlar.
Devrimi bir yolculuğun sonunda ulaşılacak bir hedef,
hedef mücadeleyi yol olarak görme metaforu olmasa, ne Lenin’in “Bir Adım İleri İki Adım Geri”si, ne
Kıvılcımlı’nın “Yol”u bu adları taşırlar; ne de Türkçe’deki “yoldaş” sözcüğü olurdu.
Yol demek uygarlık demektir, ticaret demektir. Bu
nedenle bütün büyük destanlar yolları anlatırlar. İlyada,
tıkanmış Kuzey-Güney ve Doğu Batı yollarının kavşağının açılışını, Truva’nın
düşürülüşünü anlatır; Odysseus tümüyle Akdeniz’in deniz ticaret yollarında
geçer. Bin Bir Gece Masalları, Hint ve Çin’e giden, İran üzerinden orta, Hint Okyanusu
üzerinden Güney yolunun hikayesi ve ürünüdür.
Ama komün yaşamında bile, manevi olarak kat edilen
yollar büyük önem taşır. Çocuklar, komünün eşit haklı bir üyesi olmak için,
manevi bir yolculuğa çıkarlar, bu yolculukta değişerek eşit hak ve görevli bir
kardeş olabilirler; Şaman’lar, Muhammet’in Miraç’a çıkması gibi, kendilerinden
geçip, ruhlar alemine yola çıkarlar. Bu yolculuklar sonunda tekrar arınıp (Katharsis) güçlenirler.
Bütün büyük dinlerde, insanın kendi içine yaptığı
yolculuklar, meditasyonlar arınmanın, değişimin temelini oluştururlar.
Yol, yoğunlaşmış bir tecrübedir. Yoğunlaşmış bir
değişimdir. Başlangıçta beklenen ve hedeflenenden bambaşka bir şeyin oluşumu ve
ortaya çıkışıdır. Bir sürprizdir.
Fakat, sadece yolcu değil, yol da değişir. Hiçbir yol
kat edilmeden önceki yol değildir. Her yolcu yolda küçük de olsa değişiklikler
yaratır.
Cüzzamlılar adası, genç Che ve arkadaşı oraya varmadan
önceki ada değildir artık; o cüzzamlılar eski cüzzamlılar değildir. Ama genç
Che’de oraya gelmeden önceki Che değildir. Oğlu Camillo’nun dediği gibi, Che
henüz Che bile değildir.
Yol’un ve Yolculuğun, ister Homeros’un Odysseus’indeki gibi o zamanın dünyasını bir baştan bir başa
kat etsin ve yıllar sürsün; ister Joyce’unki Ulysse’sindeki
gibi, bir şehirde bir gün sürsün; İster zaman, ister mekan içinde bir yolculuk
olsun; ister başka dünyalara; ister insanın kendi ruhunun derinliklerine olsun,
her zaman dayanılmaz bir büyüsü vardır.
Sinema da kendini bu büyüden kurtaramaz. Beat
kuşağından Jack Kerouacs’ın “On the Road”
(Yolda) romanı bir bakıma şu Amerikan sinemasının “Road Movie” dediği türe bir edebi ebelik yapar. 1968’lerin
kült filmi Dennis Hopper’in “Easy Rider”i
bir yol filmidir.
Ama Motorsiklet
Günlüğü bir Road Movie
değildir.
Motorsiklet yaşama yakınlığı ile, modern topluma isyan
duyan genç imgesinden ayrı düşünülemez. Maryon Brando’nun (The Wild One / Vahşi Hücum) ya da James
Dean’ın motorsikletli film ve resimleri, en azından Che’nin resmi kadar
yirminci yüzyılın ikinci yarısının ikonlaşmış resimleri arasındadır. Dean ve
Brando gibi Kuzey ve Che gibi Güney Amerika’nın gençleri arasında Motorsiklet
aracılığıyla bir ortaklık varmış gibi görülüyorsa da; Che’nin hayatında ve yolculuğunda
motorsikletin işlevi bir Brando veya James Dean’ın sembolize ettiği gençlerin
hayatında motorsikletin işlevinden çok farklıdır.
Dean ve Brando’da sembolleşen Motorsiklet, kapitalist
toplumun o korkunç, insanlık dışı vahşetinin bir ifadesi olduğu gibi ona bir
isyandır da. Biraz modern toplumdaki dinin işlevine benzer bir yanı vardır
motorsikletin. Hem o yabancılaşmanın kendisi, hem ifadesi, hem ona karşı bir
tepki hem bir ilaçtır.
Ama Adı, Che’nin filime adını veren ve bu günlükleri
derlediği kitabın adı gibi, “Motorsiklet
Günlüğü” olmakla birlikte bu film isyancı gençleri anlatan bir “Motorsiklet Filmi” de değildir.
Motorsiklet, Güney Amerika’da bir isyandan ziyade, motorsiklet alabilecek ve
onunla yola çıkabilecek üst bir toplumsal konumun; belki feodal gelenekler
karşısında biraz orta sınıf aydınlanmasının ve modernitenin bir ifadesidir.
Hatta geri ülkelerde motorsikletin böyle bir özelliği
olmuştur da denebilir. O yol olmayan yerlere bile gidebilme yeteneğiyle ve
modern toplumun ürünü bir araç olarak, her zaman, yolun geçmediği, yani
uygarlığın ve kapitalizmin girmediği yerlere, Modern kapitalist uygarlığın bir
sembolü olarak; bir sürat motorunun sakin bir denizin kadife bir örtü gibi
yüzünü ardında beyaz köpükler bırakarak büyük bir gürültüyle yarması gibi, bir
gök gürültüsü eşliğinde gücünü, karşı durulmazlığını; kaslarının gücünü göstererek
girer.
Che’nin yola çıktığı motor, bir isyanı değil, bir
üstünlüğü sembolize eder Latin Amerika’nın kendi gerçeğinde.
Ve nihayet, Che, sadece sıradan orta sınıftan bir motorlu
değil, bir Arjantinli’dir.
Arjantinli ve Şili’liler, tıpkı Türkler gibi,
kendilerini diğer Latin Amerikalılardan ayrı, Avrupalı görürler ve tıpkı
Türklerin İranlılara, Araplara, Farslara, Pakistanlılara, hasılı tüm Asyalılara
ve üçüncü Dünyalılara baktıkları gibi tepeden ve aşağılamayla bakarlar.
Che kendi niyeti ne olursa olsun, böyle bir ülkeyi de
sembolize eder aslında altında motosikletiyle, karşılaştıklarının gözünde en
azından böyledir; sömürgeci beyaz adamın da bir sembolüdür. O motorsiklet tıpkı,
İnka ve Aztek’lerin, uygarlıklarını yok eden Konquistador‘ların
atıdır. Che, Che olmak için, motorsikletli bir beyaz adam olmaktan da, bir
Arjantinli olmaktan da çıkmak zorundadır.
Motorsikletin bozulması ve yola motorsikletsiz olarak yayan
devam etmeleriyle birlikte başlar aslında gerçek “Motorsiklet
Günlüğü”. Ancak böylece Motorsikletli bir Konquistador
olmaktan çıkıp; bir burjuva Arjanrtinli olmaktan çıkıp, bir Latin Amerika’lı ve
kaderini onun ezilenleriyle birleştirmiş bir devrimci oluşun yoluna girebilir.
Yolculuk, artık bir yaşantı
(Erlebnis, Event) değil; bir tecrübe
(erfahrung) , bir derinleşme, bir arınma ve zenginleşme olmaya başlar. Arınmak
zenginleşmektir; az fazladır.
Her şey tecrübelerden çıkar ama tecrübelerden hiçbir
şey de çıkmaz.
Kavafis’in dediği gibi, taşımıyorsan onu ruhunda;
ruhun dikmiyorsa karşına, rastlamazsın Poseidon’a.
Yani biraz “cevher” olması gerekir. Adaletsizliklere
bir isyan duygusu; bir insan sevgisi; tüm insanlara karşı kendini sorumlu
hissetme.
Eğer bunlar yoksa, yolculuklar ya da tecrübeler hiçbir
zaman arınma ve zenginleşmeye yol açmaz.
Bu adalet ve sorumluluk duygusu ise, kapitalizmden,
onun siyasi var oluş biçimi olan ulusçuluğun kendisinden, kardan çıkarılamaz.
Böyle bir duygu ve düşüncenin son kalıntılarını da modern toplumun insanlarına
yine de o eski dinler aktarırlar.
Ama bu dinlerin geleneklerinin aktarılmadığı ve
unutulduğu yerlerde, artık ruhunda Poseidon’u taşımıyanların karşısına Poseidon
çıkmaz. Bu bakımdan, kapitalist toplumdaki adaletsizliklerin, sömürünün,
otomatikman, bunlara karşı idealist mücadelecileri yaratacağını sanmak aşırı
bir mekanik düşünme olur.
Bir zamanlar bir film vardı, Fahrenayt 451 diye. Bütün kitapların
yakıldığı her şeyin bir sayıya ve resme döndüğü bir dünyayı anlatıyordu. (Aslında
şimdi aşağı yukarı öyle bir dünyada yaşıyoruz. En devrimci yayın organları
bile, haberleri, yazıları kısa yazmaktan söz ediyorlar. Analitik düşüncenin yok
oluşuna teslim olup onu yeniden üretiyorlar. Çözümün değil sorunun bir parçası
olduklarının farkına varmıyorlar.) O dünyada insanlar kitapları ezberleyerek ve
bu sefer bizzat kendileri o kitabı yakarak yaşatmaya çalışırlar. Belki bu günün
dünyasında, şu gerici denerek, eski dinlerin, inançların değerlerini (Bu
Marksizm de olabilir, her hangi bir kapitalizm öncesi dinin değerleri de
olabilir.) yeni kuşaklara aktarmaya çalışanlar, belki de o kitapları ezberleyen
direnişçiler gibidirler.
Onlar belki geleceğin direnişçilerinin
katalizatörleri, mayaları olabilirler. Katalizatörler olmadan, hiçbir reaksiyon
başlamayabilir.
İşte genç Che’de olan ve bu günün genç kuşaklarında
pek olmayan budur. Adaletsizliğe isyan duygusu; insan sevgisi; kendini tüm
insanlardan sorumlu hissetme. Kimi mesleki dejenerasyona uğramış
“devrimci”lerin “burjuva humanizmi” diye hor gördüğü hasletler.
Kapitalizmin kültürü sadece bu hasletleri, her gün
giderek artan bir hızla kültürler ve canlı türleri gibi tüketmiyor. Kapitalizm
artık insan hayatında Tecrübe’nin,
dolayısıyla derinleşme, arınma, ve zenginleşmenin koşullarını da ortadan
kaldırıyor.
Günümüzde yolculuk artık yolculuk değildir. Günümüz
dünyasında, kelimenin gernçek anlamında, tecrübe anlamında, olgunlaşma
derinleşme anlamında sayahat yapılamaz. Bunun var oluş koşulları da hızla yok
oluyor.
Bu günkü temel yolculuk biçimi olan Turizmin, halkları
ve insanları bir birine yaklaştırdığı koskoca bir yalandır. Turizm sadece bir yaşantı (Event, Erlebnis) sunar. Cam bir fanusun içinde
gerçekleşir bütün turistik seyahatler. Bütün konforu; alışkanlıkları ile her
şey birlikte götürülür. Hiçbir zaman gittiğiniz yerlerin insanları ile
karşılaşmazsınız. Karşılaştıklarınız, onların turistler için dizayn edilmiş
tüketici için ambalajlanmış biçimleridir. Artık onlar insanlar
değil, tüketime sunulmuş metalardır.
Ama sadece seyahat yapma olanağı da kaybolmamıştır bu
toplumda; daha da korkuncu, seyahat yapılma olanağının kaybolduğunu anlama
olanağı da yoktur. Her şey korkunç bir hızla değişir. Her şey yüzeyselleşir.
Her şey birkaç saniyelik, bir göz atışlık olur. Derinleşmek, düşünmek de
giderek olanaksızlaşır.
Herkes kendi deneyinden biraz bilir. Hiçbir olgu,
nesne, ya da konu hakkında, ilk bakışta fazla bir şey öğrenilemez.
Bir müziğin arka planını bildikçe; onu sindire sindire
dinledikçe daha fazla tadına varır, daha bir anlarsınız.
Bir şehrin sokaklarının tarihini, hikayelerini
bildikçe o size daha fazla şeyler anlatmaya başlar.
İnsanlar tanıdıkça, sıradan insanlar olmaktan çıkar.
Ancak o zaman şeyler, olaylar ve konular anlaşılır olmaya; bir yoğunluk,
ilginçlik, heyecan vericilik kazanmaya başlar.
Ama bu günkü toplum, korkunç ritmi; bilgilerin
yüzeyselliği ile bunun bütün yollarını da tıkamış bulunmaktadır.
Böylece tıpkı bir kara delik gibi, kendi kendini
besleyen bir süreç gelişmektedir kapitalizmde. Yolculuk da, Tecrübe de, Onlar
üzerine Düşünüp taşınma, derinleşme de; bunun için kaynaklar da, olanaklar da
tüm hızla tükenmektedir. İnsan yok olmaktadır. Biyolojik bir varlık yok olmadan
önce, sosyal bir yaratık olarak insan yok olmaktadır.
İşte böyle bir dünyada, Che’nin filmi, Küçük Kara Balığın hikayesidir.
Beki bu filmi seyredenlerden biri, yine o “Küçük Kara Balık” gibi, meraklanıp bir
başka seyahate çıkabilir.
Merak her şeyin başıdır.
19 Kasım 2004 Cuma
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder