Bu yılki Nobel kimya ödülünü, İsveç’ten Thomas
Lindhal, Amerika’dan Paul Modrich ve yine Amerika’dan (Mardin doğumlu ve çifte
vatandaş) Aziz Sancar kazanmışlar.
Türkiye’de muhalif ve demokrat olduğu düşünülenlerin
bile nasıl gerici birer miliyetçi olduğu, Sancar’ın Türk mü, Kürt mü, Arap mı olduğu
tartışmalarına yansımış.
Milliyetçiler insanların tıpkı gölgeleri gibi olmaszsa
olmaz milliyetleri olacağını varsayarlar ve gerici milliyetçiler de bu
milliyetin dille ya da soyla veya ırkla, dinle belirlendiğini varsayarlar.
Ama bu gerici milliyetçilik sadece Türkiye’de yok. Bütün
dünyada bu milliyetçiler aynıdır. Sadece kiminde daha rafine ve ince, kiminde
daha kabadır.
Aşağıda Almanya’da bu işin daha rafine ve ince biçimde
yapıldığına dair eski bir yazımız yer alıyor.
Bu vesileyle Albert Einstein’i de anmadan geçmeyelim. Yüz
yıl önce, 1915’te, bu yazıda söz konusu da olan Albert Einstein Genel Relativite Teorisi’ni son şekliyle formüle etmişti. 25
Kasım 1915’te yayınlanan bu teori, üç buçuk sayfa kadardı.
Bu vesileyle bu büyük dâhiyi de anmış olalım.
Bilimi bilim olarak ele almak, demokratik bir
politikanın hem olmazsa olmaz koşuludur; hem de sonucudur.
Tam da bu bağıntı hedeniyle bizim politikamız
bilimsel, bilimimiz politiktir; ahlakımız politik, politikamız ahlakidir; bilimimiz
ahlaki; ahlakımız bilimseldir.
07 Ekim 2015 Çarşamba
Demir Küçükaydın
“Almanların En İyisi” Olarak Marks Veya Yenilgide
Zaferi Kutlamak
Geçenlerde Almanya’da Alman ZDF televizyon kanalının düzenlediği “Almanların en iyisi” adlı programda Marx,
Adenaur ve Luther’in ardından üçüncü geldi. Bunu birçok sosyalist önemli bir
zafer olarak gördü. Eğer Marks birinci gelseydi, ki uzun süre de önde götürdü, sosyalistler
bunu da bir zafer olarak kutlayacaklar ve bundan gurur duyacaklardı.
O sosyalistlerin anlamadığı ve bizzat kendileri o
paradoksun ifadesi oldukları için anlamayacakları, Marx’ın “Almanların en iyisi” veya en iyilerinin
üçüncüsü olarak seçilmesi “zaferinin”,
Marx’ın ve Marksizm’in yenilgisi
olduğudur.
Ama buna geçmeden önce yarışma ve sosyalistlerin hali
pür melali hakkında birkaç saptama yapmak yerinde olacak.
*
Elbette böyle bir yarışma bir çok bakımlardan ele
alınabilir.
Örneğin, şimdi hemen her ülkenin televizyonunda da
tekrarlanan, “Almanya (veya her
hangi bir ülke de olabilir bu) süper starını
arıyor” tarzındaki aptallaştırıcı bir medya gösterisinin özgül bir
versiyonu olarak ele alınabilir ve medya sosyolojisi açısından eleştirilebilir.
Medyanın artık kendisini haber haline getirmesi ve kendi haberlerini de
yaratarak gerçekliğin yerini alması ve bunun da bir gerçeklik haline dönüşmesi,
(örneğin No Angels grubunun
bizzat medya tarafından yaratılması çıkarılması gibi) dairenin tamamlanması
olarak; bu sürecin özgül bir fenomeni olarak, ele alınabilir. Zaten Der Spiegel, Die Zeit gibi ciddi burjuva gazete ve dergileri, olayı bu
açıdan değerlendiren haber yorumlar yayınladılar ve programı Alman televizyonlarında
görülen en kötü programlardan biri olarak tanımlamakta ve alayla karşılamakta
gecikmediler.
Bu anlamda, zaten, Marx’ın medyanın
aptallaştırıcılığının bir aracı olarak üçüncü olması, başlı başına bir zaferde
yenilgidir. Ve bu anlamda, üçüncülüğü kutlayanlar, yenilgilerini zafer olarak
kutlamaktadırlar.
*
Ya da bu program ve yarışma, “Gösteri Toplumu”, “Eğlence Toplumu” gibi kavramlarla ifade edilen,
Türkçe’de Yaşantı denebilecek (“Event”, “Erlebnis”)in, yaşamın (Leben) ve tecrübenin (Erfahrung) yerini almasının
somut bir örneği olarak ele alınabilir.
Modern kapitalizm ve medya her şeyi öylesine
metalaştırmıştır ve tıpkı metalarda olduğu gibi ambalaj ve vitrin öylesine
belirleyici olmaktadır ki, tıpkı ambalajın içindeki kullanım değerinin, adeta ambalajın
bir aracı haline gelmesi gibi, yaşam ve tecrübe de yok olmakta, bir tür ambalaj
gibi olan yaşantı (“event”) hayatın biricik amacı ve kendisi haline
gelmektedir. Bu program elbette böyle bir anlama da sahipti. Artık örneğin Marks
ya da fikirleri değildir artık önemli olan, yarışmanın bir yaşantı olarak kendisidir.
Artık, Marks, yarışma dolayımıyla bir anlama sahiptir.
Bu anlamda ele alındığında da bir yenilgiden başka bir
şey değildir. Burada Marx, Marx olarak yoktur artık. O sadece eğlenceye ve gösteriye
hizmet eden bir araçtır. Zafer olarak kutlanacak bir yanı yoktur. Baştan aşağı
yenilgidir.
*
Ya da bu programı, nispeten daha tarihsel bir
bağlamda, Almanların ruhunda ve anlayışlarındaki bir dönüşümün belirtisi olarak
ele alabilirsiniz. Savaş sonrasında, ellilerin başında yapılan benzeri bir
ankette birinciliği Birmarck, ikinciliği Hitler alıyordu. Hitler ancak
altmışlardan sonra, biraz da hileyle, Alman değil Avusuturyalı olduğu
söylenerek ve oyun dışında tutularak aşağılara düşürülmüştü. Böyle bir bağlamda
ele alındığında, bu yarışma, Almanların artık, “bakın
biz de uygar uluslar ailesinin diğerlerinden farklı değiliz, artık geçmişimizi
İsa’nın çarmıhını sırtında taşıdığı gibi taşımamıza gerek yoktur”
demeleri olarak ele alınabilir. Dolayısıyla da, Alman Burjuvazisinin artan
kendine güveninin ve güneşin altındaki yerini isteyişinin bir ifadesi olarak da
yorumlanabilir.
Böyle bir bağlamda da; Marx’ın üçüncü olmasının, De
Gaulle’nin “Sartre Fransa’dır”,
veya Demirel’in onu taklit ederek “Yaşar
Kemal Türkiye’dir” demesinden farkı yoktur. Bu, “Marks Almanların
en iyilerinden biridir” diyecek cesaret ve kendine güvene tekrar
ulaştığını gösterir Alman burjuvazisinin. Burada, burjuvazinin, kendine güveni
ve en muhalif unsurları bile kültürün ve ulusal kimliğin bir aracı olarak
kullanışı söz konusudur ki, yine bir yenilgidir.
“Majestelerinin
komünistleri” gibi bir durum söz konusudur. Bir zamanlar
Engels, İngiliz sosyalistlerindeki burjuvalaşmayı anlatırken, Burjuvazinin
kendileri hakkındaki övücü ifadeleriyle gururlandıklarını söyleyerek onlarla
alay ederdi. Engels döneminin sosyalistleri, hiç olmazsa, Lortların ya da Kraliçenin
övgüleriyle gururlanıyorlarmış ama hiç olmazsa burjuvazi tarafından övülmek
için yarış içinde değillermiş. Şimdikiler Alman burjuvazisinin, kendilerini
övmesi için, övülecek değerde olduklarının anlaşılması için çabalıyorlar. Bu
çabayı gösterenler ister Gysi gibi, Marx’ı Birmarck karşısında programda
savunanlar, ister oy vermeye çağıranlar, ister oy verenler olsun fark etmez.
Engels’in zamanının sosyalistleri ne kadar masummuş bu günkülerin yanında. Bu
anlamda, yani burjuvazinin kendisine güveni, “Marks Almanya’dır” demesi; onu
kendi kültürünün bir unsuru olarak görmesi anlamında bir yenilgidir. Zafer
olarak görülecek bir yanı yoktur.
*
Ya da bu programı, benzer bazı diğer gelişmelerle
birlikte, bir “Zeitgesit”
(Zamanın Ruhu) ifadesi olarak ele alabilirsiniz. Son zamanlarda, Almanya’da, Bern Mucizesi (Alman Futbol takımının
savaş sonrasında ilk kez şampiyon olması); Lengede
Mucizesi (Bir maden ocağındaki göçükte kalanların kurtarılması, her
ikisi de savaş sonrasındaki yükselişin başlangıç yıllarından) gibi, Alman
ulusunun zor zamanlarda pek durarak dayanışma içinde, ulusal bir ruhla
mucizeler başarabileceği mesajları veren filimler; moda desinatörlerinin defilelerini
“Mutter Erde Vater Land” (Ana Yeryüzü,
Baba Vatan) gibi bir konuyla vermeleri ve Kartal (Almanya’nın sembolü), D Harfi
(Deutschland’ın D’si), siyah, kırmızı ve sarı renkleri (Alman bayrağının
renkleri) öne çıkararak Almanya’ya “ilanı
Aşk” etmesi gibi, Almanya’daki “Zeitgeist”ı yansıtan fenomenler
bağlamında ele alınabilir. Bu anlamda da, Marx da o “Alman mucize”lerinden biri
olarak yerini almakta ve Almanya’ya ilanı aşkın sembollerinden biri olmaktadır.
Bir sosyalist için, bu anlamda da, bunun gururlanacak
bir yanı yoktur. Marx’ın üçüncülüğünden sosyalizme pay çıkarmak, yenilgide
zafer görmektir.
*
Ya da bu programı ve yarışmayı, onun sonuçlarını vs.
bu günkü Alman toplumunun eğilimlerinin ve özlemlerinin bir ifadesi olarak da alabilirsiniz.
Örneğin, Adenaur’un seçilmesi, şimdi sosyal devletin budandığı, geleceğe
ilişkin belirsizliklerin ve korkularının arttığı bir dönemde, elli ve
altmışların güvenilir, istikrarlı büyüme ve sağlam bir gelecek beklentilerinin
bir ifadesi veya Hükümetin politikasına karşı bir protesto; Luther’in ikinci
olması, artık terk edilen Keynezyan Sosyal Demokrat gelenek ve özlemlerin,
Adenaur’a karşı bir dengesi. Marks da –büyük ölçüde PDS’in örgütlü çabalarıyla
eski DDR eyaletlerinden oy aldığından- Doğu Almanların hayal kırıklıklarının ve
protestosunun bir yansıması olarak görülebilir. (Yarışmada Marx’ı savunan Gysi
bile eski Doğu Almanya olmasaydı Marx’ın ilk ona giremeyeceğini kabul etmişti.)
Bu yorumda bile, bir protestonun ifadesi olarak Marks,
geleceğe yönelik bir vizyonu ve programı değil, geçmişe bir özlemi ve bir
protestoyu ifade etmekten öteye gitmediği için, üçüncü ya da birinci olması,
bir yenilginin, geleceği olmayışın bir ifadesi olarak, yine yenilginin bir
zafer olarak görülmesinden başka bir anlama gelmez.
*
Ya da yarışma ve Marx’ın üçüncü olması, bütün bunların
hepsi ve daha burada değinilmeyen nice yönlerin bir bileşkesi olarak ele
alınabilir, bütün yukarıda sıralanan ve sıralanmayanlar, o karmaşık toplumsal
fenomenin, anlayabilmek için bileşenlerine ayrılması, analiz edilmesi; çeşitli
yanlarının birbirinden soyutlanması olarak görülebilir.
Ciddi burjuva basını, bizim yorumumuz olan yenilgi olarak
görme kısmı hariç, bu yönlerden birini veya bir kaçını öne çıkararak yorumlar
yapmıştır. Burjuvazi, her biçimde kendi egemenliğine hizmet eden bu programla
bile alay edebilmektedir. Aslında bizzat burjuva basınında ifadesini bulan bu
yorumlar, Alman burjuvazisinin, ne kadar kendine güvenli olduğunun, gereğinde
kendisiyle alay edebildiğinin bir ifadesidir.
*
Burjuvazi, her bakımdan kendisinin ideolojik ve politik
egemenliğine ve zaferine hizmet eden böyle bir programla aynı zamanda alay
edebilirken, sol basın burjuvazinin bu zaferine nasıl katkıda bulunacağıyla
uğraşmaktadır. Esas korkunç olan ve büyük yenilgi buradadır.
Sol basın, Marx’ın oy oranlarının nasıl
arttırılacağına ilişkin taktikler vermektedir bu yarışmada, tıpkı Türkiye’nin Hürriyet gazetesinin, Time’ın yaptığı yarışmada veya Eurovizyon
yarışmalarında Türkleri oy vermeye çağırması ve bunun için taktikler vermesi
gibi.
Örneğin, Neues
Deutschland gazetesi şöyle yazıyor:
“Neues Deustchland
günde elli binden fazla satıyor ve yuvarlak hesap 200.000 insan tarafından
okunuyor. Eğer bu okuyucuların yarısı, 24 sente kıyıp, Marx için otomatik seçim
numarasını çevirirse (013769090-98) Marx’ın en iyi üç arasındaki yeri
garantilenir. Ve bu 28 Kasım’a kadar
kalan beş günde, herkes günde bir kere Marx’a telefon ederse, bütün telefonlar
sayıldığından, büyük bir olasılıkla, Marks en iyi olacaktır. Bu, iyi bir iş için,
kişi başına toplam 1,20 Euro masraf
demektir ki, politik atmosferi etkilemek için küçük ama çok değerli bir sinyal
yollamış olursunuz. Gerçi bundan Telekom da kazanıyor ama olsun. Bir çok kez
telefon etmenin pek de dürüst olmadığını düşünenlere de şu denebilir:
Televizyon demokrasisi böyle oluyor, yoksa D. Küblböck 16 ıncı olamazdı. Veya, Marx’ın
Hegelci Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi’nde dediği gibi, “kendi şarkımızı
söyleyerek taşlaşmış ilişkileri dans etmeye zorlamalı”yız. O halde Marx’la birlikte
dansa. Başkaları da gelebilir.”
“Final günü olan 28
kasım, aynı zamanda Marx’ın arkadaşı Friedrich Engels’in 183’üncü doğum
günüdür. (Telefonla arayarak) Sosyalist hümanizmin büyük teorisyenlerinden biri
için Doğum günü hediyesi de vermiş olursunuz.”
Eh Hürriyet’in
sosyalisti de böyle olmalı, Hegel’in Hukuk
Felsefesi’nin Eleştirisi’nden alıntılar yapıp biraz da medya
eleştirisi katmalı ki, bu pisliği böyle
baharatların kokusuyla egzotik bir yemek gibi yutturabilsin.
Bizzat ciddi burjuva basınının kendine güveni ve alayı
ile şu sosyalist basının aktarılan sefaleti, yarışmanın kendisini bir yana
koysak bile, yarışma karşısındaki bir tavır olarak, sosyalistlerin var olan
toplum karşısında tüm eleştirelliği yitirdiklerinin, onun basit bir avadanlığı
haline dönüştüklerinin, insanların güvenini kazanmaya layık olmadıklarının bir
kanıtından başka bir şey değildir. Bu sefil durum üzerine düşünecek ve kafa
patlatacak yerde, “Türk’e Türklük
propagandası” yapar gibi, Marx’ın üçüncü seçilmesinde iman tazelemek
için vesile arayanların da son duruşmada çözümün değil sorunun bir parçası
oldukları açıktır.
Ama esas yenilgiye gelmedik daha, şimdiye kadar olayın
nesnel, toplumsal anlamı alanındaydık, Sosyolojik boyutundaydık. Araçların
tarafsız olamayacağı boyutundaydık. Bu boyutlarda bile bir yenilgi olduğuna
kısaca değinmeye çalıştık.
*
Ama bir de ideolojik, programatik yenilgi var, daha
doğrusu yenilgi de değil, teslimiyet, karşı tarafa geçmişlik ve bunun bile
bilincinde olmamak var. Esas korkunç olan bu. Daha korkunç olan bu yenilgiyi
kutlamak. Ama ondan da korkunç olanı sosyalistlerin kendilerinin yenilgisi için
savaşması.
Ama esas yenilgiye geçmeden önce, yarışmanın adının bir analizini de yapmak gerekiyor
ki, daha sonra söyleneceklerde bir karışıklık olmasın.
Yarışmanın adı: “Almanların
En İyisi”dir. Niye bu ad? Ve bu ad ne demek? Niye “en iyisi” de “en büyüğü” değil. Önce bunu anlayalım. Ondan sonra, “Almanlar”a geçelim.
“İyi”
kendi başına ele alındığında, ahlaki bir kategori olarak, kötünün zıddıdır. İyilik
denen eylemi yapan ya da o şeye (iyiliğe) sahip olandır. İyi, insanın önündeki
bir sıfat olarak, daima kötünün zıttı olarak, ahlaki bir kategori olarak
kullanılır ve anlaşılır.
Ama “iyi” sözcüğü, sıfat olarak bir dizilişte nicelik
ya da nitelik bakımından üst bir konumu belirlemek için de kullanılır. Örneğin
en iyi koşucu, en iyi koşandır. Ama her şey böyle nicel ölçülebilir
olmadığından, bu anlamda, derecelemedeki üst durumu ifade etmek anlamında iyi
yerine büyük sözcüğü kullanılmaktadır. En büyük koşucu denildiğinde, herkes bundan
en iyi koşucu kastedildiğini anlar. Bu nicelik olarak ölçülebilir bir
iyiliktir. Ama sanat ya da bilimde böyle değildir örneğin. En büyük müzisyen
dendiğinde, bundan en yaratıcı, en güzel eserleri vermiş müzisyen kastedildiğini
açıklamaya gerek yoktur. Burada nesnel bir ölçü aramak mümkün değildir. Bu
kişiye göre değişebilir.
Ama bu bize şunu gösterir, iyi, insan hariç başka
niteliklerin önünde sıfat olarak kullanıldığında, özellikle “en iyi” olarak
kullanıldığında, “en büyük” anlamını taşımaktadır. Ahlaki bir kategori olarak
“iyi” olmakla bir ilişkisi bulunmamaktadır. Yani iyi bir müzisyen veya koşucu
olmanız sizin iyi ahlaklı bir müzisyen olduğunuz anlamına gelmez. İyi müzisyen
dendiğinde, bundan o kişinin müzikal bakımdan iyiliği anlaşılır, insani olarak
iyiliği değil. Bir müzisyenin insani, ahlaki olarak iyiliğinden söz edileceği
zaman, “iyi insan” denir. Çünkü her hangi bir alanda iyi olmak ile iyi ahlaklı
veya iyi insan olmak arasında kanıtlanmış bir ilişki yoktur. (Tabii burada iyi
insanın ne olduğu konusunu bir tarafa bırakıyoruz.)
O halde, “en iyi Alman” veya “Almanların en iyisi” ile
kastedilen, en iyi ahlaklı Alman değil, en
büyük Almandır. Yani Alman ulusuna en çok katkı yapmış olandır.
Peki yarışmanın adı niye “En Büyük Alman” veya “Almanların
En Büyüğü” değil de “En İyi Alman”
veya “Almanların en iyisi”, hatta
çoğu yerde “En iyimiz” (“Unsere Besten”). Çok açık ki, burada,
iyi ile kastedilen, insani iyilik, ahlaki iyilik değildir. Eğer böyle bir şey
olsaydı, hayırseverlik, insanların iyiliği için uğraşma gibi kriterlerle bir
yarışma yapmak gerekirdi. Böyle bir bağlamda, adaylar ve argümanlar bambaşka
olurdu. Her halde Bismark veya Bach veya Beethoven, sıradan diğer insanlardan
daha iyi değillerdi. Onların bu yarışmada öne çıkmalarının iyi insan olmakla,
ahlaki bir kategori olarak iyi olmakla ilgisi bulunmamaktadır. Kimse Bismark,
Beethoven ya da Goethe’nin çok iyi bir insan olduğunu, öne sürmemekte ve karşı
tarafı bu anlamda çürütmeye çalışmamaktadır. Onların büyüklüğünden söz
edilmektedir. O zaman, Almanların en iyisinin, Almanların en büyüğünü
kastettiği açıktır.
Peki niye büyüğü değil de iyisi? Burada açıkça, “artık normal olduk, güneşin altındaki yerimizi
istiyoruz, günahlarımızın kefaretini ödedik, hala bizi geçmişimizle suçlamayın”
diyen Alman burjuvazisinin aslında hiç de normal olmadığını ele
verdiğini görüyoruz. “Dil ağrıyan dişi
kurcalar” derler. Bu “iyi”
de tam o ağrıyan dişi gösteriyor: Faşizm ve Hitler.
“İyi”nin
Hitler’i büyükler arasındaki klasmandan dışlamak için koyulduğu ortada. “En Büyük Alman” ya da “Almanların En Büyüğü” dense, Hitler’in de
klasmana girme, hatta biraz örgütlü bir çabayla birinci gelme olasılığı var.
Onu dışlamak için, mantık yanlışıyla hile yapılıyor. Büyüğün arandığı yarışmaya
iyi aranıyormuş gibi bir ad veriliyor. O büyük olamaz, çünkü “iyi” değil, “kötü”.
Onun için “büyük” yerine “iyi”
sözcüğü.
Güçlü bir felsefe ve analitik düşünce geleneği olan
Alman burjuvazisinin böyle çelişkileri görmemesi beklenemez. Ama bile bile lades.
Ve zaten bu program böyle incelikleri gizlemeye yarayan toplu aptallaştırma
seanslarından biri değil mi? Yani “iyi” ayrımı sadece, Hitler’e karşı
düşünülmüş bir engellemedir. Altmışlı yıllarda, Alman değil Avusturyalı diyerek
klasman dışında tutulurken şimdi “iyi” ile daha rafine bir biçimde dışarda
tutulmakta ve en büyük Almanlardan biri olarak seçilmesi tehlikesinin önüne
geçilmektedir.
Ama tam da bu büyük yerine “iyi”yi kullanma Alman
Burjuvazisinin “Aşil Topuğunu” veya ağrıyan dişini göstermektedir.
*
Ama sadece bu kadar değil. Gerçekten, “Almanların En
İyisi”, ahlaki anlamda, iyilik yapma anlamında bir yarışma olsaydı bu. İyiliğin
kendisi, uluslardan azade olduğundan, burada Almanların en iyisi değil, Almanların
içindeki en iyi insan aranmış olurdu. Yani burada Almanlığa katkı değil,
insanlığa katkı bir ölçü ve hedef olurdu. İnsanlığa iyilik olarak en çok
katkıda bulunmuş Alman aranırdı. O zaman, tartışma, hedef insanlık olduğundan,
Alman’a ve Almanlığa karşı bir anlam içerirdi. Aydınlanmanın hümanizmine uygun
olurdu. Ama yarışmadaki anlamıyla, “En İyi Alman” Aydınlanmanın hümanist
geleneğine bile karşıdır.
Bunu yarışma adaylarının alanlarına aktardığımızda
şunu görürüz. Örneğin, Almanların En Hızlısı olsa, tıpkı ahlaki anlamıyla en
iyi gibi, burada söz konusu olan, dünyadaki hızlı koşanlara Almanların içinden
en çok katkı yapan söz konusu olurdu. Burada Almanlık değil, Hız önemlidir. Ve dünyadaki
hızlılığa Almanların katkısı söz konusudur. Burada alman olmak veya Almanlık,
seçim alanını belirler hedef değildir. Halbuki yarışmada yarışanlar,
alanlarındaki dünya çapındaki katkıları açısından değil, Almanlığa katkıları
açısından yarışmaktadırlar.
*
Ama “Almanların En iyisi” deyip de, en hızlı, en
yaratıcı, en politikacı Almanlar arasında bir yarışma yaptığınızda, yani o
alandaki en büyük Alman’ı aradığınızda, hızın, yaratıcılığın, politikacılığın
derecesi bile önemli değildir artık, Almanlığa katkıdır önemli olan burada.
Yani ister sanat, ister spor, ister politika olsun, her şey Almanlığa katkının
bir aracı olarak ele alınmaktadır. Burada tam anlamıyla, aydınlanma hümanizminin
kırıntısı bile bulunmayan tam bir milliyetçilik yarışmasıdır söz konusu olan.
Yani insanlığa en büyük katkı yapmış Alman değil, Almanlığa en büyük katkı
yapmış Alman aranmaktadır.
(Daha iyi anlaşılması için, Türkiye ile bir paralellik
kuralım. “Türklerin en büyüğü”,
dendiğinde, ki bu “Almanların en iyisi”nin
karşılığıdır, burada insanlığa en büyük katkıda bulunan Türk değil, Türklüğe en
büyük katkı yapan Türk aranıyor demektir. Ve şimdi Türkiye’de böyle bir
yarışmada, Kıvılcımlı, Deniz Gezmiş ya da Mahir Çayan’ın bu yarışmada aday
olduğunu ve sol basında üst sıralara tırmanması için taktikler verildiğini göz
önüne getirin.)
*
Son olarak Almanların en hızlısı, en büyük filozofu
gibi bir anlamda tartışıldığında, ortada
Almanlık değil, o spesifik alanda en çok katkı yapan Alman söz konusu olurdu.
Bu o milliyete ya da millete katkının değil, o spesifik alana, iyilik, hız,
teori vs. katkının tartışıldığı bir yarışma olurdu. Burada milliyet ve millet
değil, tartışılan o alanın kendisine katkı olurdu.
Yani en büyük Alman filozofu veya düşünürü kimdir diye
bir tartışma olsa, burada Marx’ın üçüncü seçilmesi veya birinci gelmesi bile
bir ölçüde anlaşılabilir. Bu anlamda, Marx’ın diyelim ki Hegel ve Kant’dan
sonra üçüncü olması veya birinci olması, bütünüyle ulustan bağımsızdır, (ulus
burada amaç değil, seçimin sınırlarını belirlerdi) felsefi ve teorik bir anlama
sahip olurdu. Böyle bir yarışmada, onun Almanlığa değil, felsefeye katkısı,
teoriye katkısı tartışılırdı.
Ama yarışma, “iyi” ile “büyük” kastedildiği daha önce
kanıtlandığına göre, Almanların en büyüğünü seçmeye yöneliktir. Burada, artık
felsefe, spor, sanat, bilim veya iyilik konusunda yapılan katkılar söz konusu
değildir artık, tek bir ölçü vardır, her
şeyin kendisine kurban dildiği Almanlık; Almanlığa yapılan katkı tek ölçüdür..
Bu çok açıktır. Yarışmanın bir diğer adı da, “Unsere Besten” (En iyimiz)dir. Burada “biz”, Almanlığı, Alman oluşu
tanımlamaktadır. “İyimiz” de büyüğün karşılığıdır. En büyüğümüz!
*
Bu durumda, bu yarışmaya girdiğiniz andan itibaren, Marx’ın
Almanların en iyisi, en büyüğü olduğunu savunuyorsunuz demektir. Onun felsefi ya
da bilimsel veya hatta insani katkıları, hep Almanlığa katkının araçları olarak
anlam taşırlar artık.
Böylece, Marx’ı Almanların en iyisi olarak savunmak,
aslında, Alman Milliyetçiliğini savunmak, buna en büyük katkıyı Marx’ın yaptığını
savunmak demektir. İstediğiniz kadar kendinize sosyalist deyin, siz bir milliyetçisiniz
demektir.
Ama sadece bir milliyetçi değil, hümanizmden ve
demokratik geleneklerden zerrece nasip almamış bir milliyetçisiniz, milliyetçiliğin
de en gerici ve tehlikeli versiyonusunuz demektir. Çünkü, Almanlar içinde En
büyük Alman Filozof veya dünyada Felsefeye en büyük katkı yapmış Alman olarak
tartışılsaydı, burada Marx’ı savunurken yine milliyetçiliği savunmuş olurdunuz
ama, bu milliyetçilik, genel bir milliyetçilik olurdu, özel bir Alman
milliyetçiliği olmazdı, getireceğiniz argümanların felsefeye katkı bakımından
anlamı olurdu, Almanlığa değil. Elbette bunda da insanların milliyetsiz
olamayacakları gibi bir gizli var sayıma, milliyetçilerin var sayımına hizmet
ederdiniz. Ama En büyük Alman olarak yarıştığınızda, artık genel anlamıyla
milliyetçilik değil, Alman milliyetçiliği söz konusudur.
İşte tam burada korkunç gerçekle karşılaşıyoruz.
Almanya’da hiçbir sosyalist, sorunu burada bizim ele aldığımız gibi ele almadı.
Sorunu bu açıdan tartışmadı. Bu şu demektir. Bütün sosyalistler milliyetçidir.
Burjuvaziyle, Alman ulusuna kimin daha büyük katkı yaptığı konusunda, en büyük Almanın
kim olduğu konusunda bir yarış içinde bulunmaktadırlar. Ve bunu sosyalizm
sanmaktadırlar. Onlar burjuvazinin ideolojik egemenliğinin basit araçlarından
başka bir şey değildirler.
Ama sadece Alman sosyalistleri mi, onların bu tavrında
eleştirecek hiçbir şey bulamayan, Marks birinci olmadığı için Alman
Burjuvazisini hile yapmakla suçlayan, diğer sosyalistler de milliyetçidir.
Kendileri milliyetçi olduklarından, tabakhanede çalışan işçilerin ufunetin
kokusunu hissetmemeleri gibi, bu milliyetçiliği görmemekte ve ondan rahatsız
olmamaktadırlar.
Marx’ın bu yarışmada üçüncü olmasına sevinmek sadece
sosyalizm karşısında milliyetçiliğin aldığı zaferi kutlamak değildir, düşmanın
zaferine hizmet etmek onun için çabalamak da demektir. Kendi hakkınızdaki
görüşlerinizin yani sosyalizme olan inancınızın burada bir anlamı yoktur, siz nesnel
olarak, gerçek sosyalist için bir düşmansınız, siperlerin karşı tarafındasınız
demektir. Ne farkınız vardır Bismark’ın değil de Marx’ın en büyük Almanlardan
biri olduğunu savunurken, alman milliyetçilerinden ve burjuvaziden? Onun bayrağını
yüceltmiş olmuyor musunuz?
İdeolojik egemenlik, varsayımların paylaşılmasıdır
sonuçların değil. Siz o varsayımları paylaşarak ve onları savunarak o ideolojik
egemenliğin bir aracı ve savunucusunuzdur.
*
Keşke bu kadar olsa, söz konusu olan Marks olunca
ortaya daha da korkunç bir durum çıkmaktadır.
En büyük Almanlardan biri olarak savunulan Marks, “işçilerin
vatanı yoktur” diyen bir insandır. Yani kendisini vatansız ve ulussuz kabul
eden bir insandır. Marks Alman değildir.
Yani örneğin, Alman İşçi hareketinde ve Sosyalist
harekette bir yeri ve adı olan Lassale olsaydı bu savunulan kişi, bir ölçüde
anlaşılır olurdu bu. Lassale bir Almandı ve kendini de bir Alman kabul
ediyordu. Ama Marks söz konusu olduğunda, böyle bir durum söz konusu değildir.
Çünkü Marks Alman değildi. O bu gün Almanya denen topraklar üzerinde doğdu,
Almanca ana dili oldu, Alman felsefe kültürüyle yoğruldu diye bir Almandır
denemez.
İnsanların bilinçleri ve arzuları dışında bir
uluslarının olduğu milliyetçilerin bir yalanıdır. Onlar insanların tıpkı
gölgesiz olamayacakları gibi, ulussuz da olamayacaklarını düşünürler.
İnsanların seçim ve eğilimlerinden bağımsız olarak bir uluslarının olduğunu
düşünürler ve bunu zorlarlar.
Ama Marx’ın nasıl dini yok idiyse ulusu da yoktu.
Nasıl elbette Hıristiyan bir çevrede büyümüş bir insan olarak Hıristiyan kültürüne
sahip idiyse, ama bu onun kendini Hıristiyan olarak görmesi anlamına gelmiyorduysa
öyle. Ya da Yahudi bir soydan gelmesine rağmen, kendini Yahudi kabul
etmiyorduysa öyle.
Marx’ı Almanların en iyilerinden biri olarak savunmak,
Marx’ı Hıristiyan veya Yahudilerin en iyilerinden biri olarak savunmaktan
farklı değildir. Hıristiyanlık ya da Yahudilik söz konusu olduğunda saçmalığı
açıkça görülen bu durum, milliyetçilik söz konusu olduğunda görülmemektedir.
Çünkü sosyalistlerde, insanların kendi bilinçlerinden bağımsız tıpkı sınıfları
gibi milliyetlerinin de olduğu yönündeki milliyetçilerin var sayımları
egemendir. Ve Marx’ı sözde bir sosyalist olarak savunanların bizzat kendileri
de milliyetçilerin millet hakkındaki, insanların seçim veya kabullerinin
dışında bir milliyetlerinin olduğu; kimsenin milliyetsiz olamayacağı
varsayımını paylaşmaktadırlar. Bu nedenle Marx’ı en büyük Almanlardan biri
olarak savunmanın, bir ateisti en büyük Hıristiyan veya Müslüman olarak
savunmaktan farklı olmadığını anlamamaktadırlar.
Ama bunun sosyalizmle ilgisi yoktur. Sosyalizm
ulusların, kendinde şey olarak var olamayacağını; ancak kendi için şey olarak
var olabileceğini kabul eder. Ama kabulü böyle yaptığınız zaman, Marx’ı en
büyük Alman olarak savunmak bir yana; Marx’ın böyle bir yarışmaya sokulmasına
karşı çıkmanız, onun ulusunun olmadığını, dolayısıyla Almanlığa bir katkısının
söz konusu olmayacağını savunmanız gerekir. Bu takdirde ancak; yenilginiz bile
zafer olur, çünkü milliyetçiliğin var sayımlarını tartışma konusu yapmış ve
onun egemenliğini sarsmış olursunuz.
Durumun rezaletini görmek için şöyle bir örnek
verelim. Bir adam düşünün, Allah'a inanmıyor ve hiçbir dinden değil. Dinlere
karşı mücadeleye hayatını adamış. Belki onların yeterince bilimsel bir
açıklamasını yapamamış ama onlara karşı olmuş. Sonra bu insan ölüyor. Onun
takipçisi olduğunu söyleyenlerden, Hıristiyanlar içinde onun görüşlerini
savunanlar, onun en büyük Hıristiyan olduğunu söylüyorlar. Burada söz konusu
olan artık o takipçisi olduklarının değil, o takipçisi olduklarının kendisine
karşı savaştıklarının zaferidir. Onlar artık, dine karşı savaştıklarını sanan
Hıristiyanlardır; tıpkı bu günün milliyetçiliğe ya da burjuvaziye karşı
savaştığını sanan sosyalist milliyetçileri gibi.
*
Bu körlük sadece Marx’ta görülmüyor. Diğer adaylar
için de söz konusudur. Ve kendine sosyalist diyenlerin buna hiçbir itirazı
yoktur. Milliyetçiliği karşı muazzam bir saldırı olanağı sunan bu yarışmada,
bir tek sosyalistten bile, ne Marks ne de diğerleri için, onların milliyetinin
olmadığı itirazı gelmemiştir; aksine bunu kabullenmişler ve o kabul içinde Marx’ın
birinciliği için çalışmışlardır.
Yarışmadan birkaç ismi göz önüne getirelim. İkinci
olan Luther’i düşünelim. Luther bir Alman mıdır? Hayır. Şeyh Bederettin ne
kadar Türk ise, Luther de o kadar Almandır. Ne Bedrettin’in ne de Luther’in
zamanında uluslar yoktu çünkü. Ulusların tarihi yoktur. Uluslar insanlığın
tarihini yağma edip, oradan bir ulusal tarih yaratırlar.
Her hangi bir ortak soy anlamında veya ortak bir dili
kullanmak anlamında eskiden insanlar belli kavimlerden olduğunu söyleyebiliyorlardı
muhtemelen. Ama bunun, b.u günün milliyetçilerin anladığı anlamda hiçbir
politik anlamı yoktu. Tıpkı şimdi, gözü yeşil olmanın, solak olmanın veya belli
bir klandan olmanın hiçbir politik anlamı yoksa öyleydi.
Yani Luther Alman değildi. O zamanlar ne Alman ulusu
ve ulusçuluğu vardı, ne Alman devleti ne de Almanca vardı. Luther’in Aşağı
Saksonya lehçesine çevirdiği İncil’in lehçesi sonra Almanca adını aldı.
Luther’in İncilinin baskıları ve dili bir Alman ulusunun ortaya çıkışında çok
belirleyici oldu ama Luther’in ulusu yoktu. Bu henüz tek tanrıyı bilmeyen ama
yaptıkları nesnel olarak tek tanrılı bir dinin ortaya çıkmasına etkide bulunmuş
bir insanı o dinden kabul etmeye benzer.
Sosyalistler, bu durumu da kabul ederek, Luther’in de
Alman görülmesine ve en iyi Almanlar arasında sayılmasına itiraz etmeyerek
milliyetçilerin millet anlayışlarını paylaştıklarını ve onlara suç ortaklığı
yaptıklarını itiraf etmiş olmaktadırlar.
*
Diğer bir örnek, Einstein.
Einstein bir Alman mıydı? Hayır. Almanlar onu Yahudi
diye dışladı ve Amerika’ya gidip Amerikan vatandaşı oldu. Orada, Almanya’nın
Atom silahı geliştirip tüm dünyaya egemen olabileceği ve Hitler'den önce Atom
bombası yapılması gereği üzerine Rooswelt’e meşhur mektubu yazdı. Bir daha
Almanya’ya dönmedi.
Einstein, Hem İsviçre hem de Amerikan yurttaşlığına
sahipti. İsrail kendisine devlet başkanlığı teklif etmiş ve bunu reddetmişti
ama aynı zamanda evrakını İsrail’e bırakmıştı. Ama aynı zamanda birleşmiş
milletlere bir mektup yazarak bir dünya devleti kurulmasını önermişti.
Einstein’ın kendisini Alman kabul ettiğine dair ortada
hiçbir veri yokken, bir ihtimal Yahudi veya Amerikalı iken, ama daha büyük bir
ihtimalle o da ulussuz, kendini hiçbir ulustan kabul etmeyen bir insanken, yarışmada
o da en büyük Almanlardan biri olarak tartışılıyor. Ve bırakalım Allah’ın bir
tek kulunu Allah’ın bir tek sosyalisti bile buna da itiraz etmiyor.
Burada açık ki, milliyetçilerin insanlık tarihini,
bilim tarihini ezilenlerin tarihini soyuşu söz konusudur. Bu anlaşılır bir şey.
Ama sosyalistlerin buna bir ses çıkarmaması ve bu hırsızlığa hiçbir itirazda
bulunmayarak, hatta Marx’ı da Alman yapıp burjuvazinin ve milliyetçiliğin
çalmasına yardım etmesi ve sonra da bu hırsızlığı sosyalizmin bir zaferi olarak
kutlaması anlaşılamaz.
Elbet bunun da anlaşılamayacak bir yanı yoktur. Tek
yapılması gereken şey sosyalistlerin milliyetçilerin millet anlayışlarını
paylaştıklarını, yani milliyetçi olduklarını kabul etmektir. O zaman her şey
yerli yerine oturmaktadır.
09 Aralık 2003 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder