“Bir teoriyi rezil
etmenin en kolay yolu, onu toyca savunmaktır” diye bir söz vardır. Bu
önermedeki “teori” yerine, bir “dava”,
bir “program”, bir “strateji” de koyulabilir; “toyca” yerine de “akılsızca” da.
Seçim sonuçlarına, Türkiye politikasına, HDP’nin düşürüldüğü
duruma bakarak PKK’nın son misillemeleri için rahatça bu önerme kullanılabilir.
Bizzat bu satırların yazarı, herkesin “PKK ne yapıyor?” diye
mırıldandığı bir ortamda, 12 Ağustos’ta “PKK’ya
Açık Mektup: PKK Derhal Tek Taraflı Ateşkes İlan Etmelidir” diye bir
çağrı yaptı.
Daha sonra benzer çağrılar, Ezop Dili bir kenara
bırakılarak, başkalarınca da açıkça dile getirilmeye başlandı.
Örneğin 21 Ağustos’ta Hasan Cemal T24’te “PKK’ya
bir çağrım var: Tek taraflı ateşkes ilanı” başlıklı bir yazı yazdı. Cengiz Çandar da aynı anlama gelecek
yazılar yazıyordu. En son Diken’de
Levent Gültekin’in “PKK’nın
cevap vermesi gereken sorular” başlıklı yazısı da aynı anlama gelmektedir.
Ayrıca en son Demirtaş İzmir’de, Karşılıklı barış
çağrılarından daha da somut olarak ve bir adım daha ileri giderek, “PKK'nın
amasız olarak silahlı eylemelerini, durdurması lazım.” diyerek yine
PKK’ya tek taraflı ateşkes çağrısı yaptı.
Yani aklın yolu birdir denilebilir.
Peki, PKK bu çağrılar karşısında ne diyor?
Top çeviriyor?
Nasıl mı?
Tek taraflı ateşkes ile barış ve Kürt sorununun çözümünü
birbirine karıştırıyor.
Bu çağrıların hiç birisi PKK’den silah bırak, Türkiye’yi
terk et, savaşa son ver gibi ütopik bir istekte bulunmuyor. Sadece “tek taraflı
ateşkes yap”; “misilleme hakkı”na sözümüz yok hak yine senin solsun ama bu
hakkı kullanma; böyle yap ki biz şu Erdoğan’ın hakkından gelebilelim. Sen onun
istediği koşullarda savaşıyor, ona güç veriyorsun” diyorlar.
“Niye şimdi kullanıyorsun, bunca zaman sen de kullanmadın.
Örneğin seçimlerden önce kullanmadın. Daha önceleri hem de daha zor ve umutsuz
durumlarda kullanmadın; şimdi niye, tam da böyle, Kürt hareketinin ilk kez
gettodan çıkma olanağı bulduğu; yasal mücadele olanaklarıyla birbiri ardınca
zaferler kazandığı; savaşın sadece Erdoğan’ın işine yaradığı bir koşuda niye
böyle yapıyorsun?” diyor insanlar.
PKK bu soruların hiç birine cevap vermiyor ve sanki bu
sorular yokmuş gibi kategorik cevaplar veriyor. Türkiye’nin ikiyüzlüce, sadece
zaman kazanmak için, çürütmek için ateşkes yaptığı; aslında en küçük bir
demokratikleşme olması bir yana; birbiri ardınca daha antidemokratik ve keyfi
yasalar ve uygulamalar yaptığı konusunda bir kuşku varmışçasına, hep bu kategorik
cevaplarla yetiniliyor.
Örneğin Cemil Bayık, Die
Welt’te yayınlanan söyleşisinde şöyle diyor:
“Bayık, HDP Eş Genel
Başkanı Selahattin Demirtaş’ın, “PKK amasız silah bırakmalı” çağrısının
hatırlatılması üzerine şunları söyledi: “Sadece o çağrı yapmadı. Bu çağrıyı biz
değerli buluyoruz. Bize göre, ne Türkiye ne de biz bu sorunu silahla
çözebiliriz. Sekiz kez tek taraflı olarak ateşkes çağrısı yaptık. Son seferinde
ise güçlerimizi çekmeye başladık. Ancak Türkiye önce her şeyi erteledi,
ardından inkâr etti. Artık tek taraflı silahların susması olmayacak.”[1]
Görüldüğü gibi, hep kategorik cevaplar vardır. Bütün bu
koşullar daha önce de söz konusuydu, neden şimdi? Neden Erdoğan’ın işine
yarayacak koşullarda?
Bütün cevaplar hep bu soru yokmuş gibi.
Bütün cevaplar hep bu soru yokmuş gibi.
Madem PKK yöneticileri bu soru yokmuş gibi kategorik
cevaplarla yetiniyor, o zaman bizlerin de neden böyle kategorik cevaplarla
yetindiklerini, neden şimdi tam da en elverişli koşullarda böyle bir yola
girdiklerini açıklama denemelerimize söyleyecekleri bir şey olamaz.
Tekrar edelim, kimse PKK’dan şimdi silah bırakmasını
istemiyor. Ateşkes ilan et deniyor.
Kimse senin misilleme hakkın yok demiyor.
Hakkın yine senin olsun ama hak bir zorunluluk ve görev
değildir. O halde misilleme hakkını kullanma. Eğer şimdi kullanıyorsan niye
daha önce daha kötü koşullarda bile kullanmayıp da şimdi bu hakkı kullanmamanın
en elverişli koşulları sağlayacağı koşullarda kullanıyorsun sorusuna ikna edici
bir cevap ver.
PKK’dan ikna edici bir cevap yok.
Demek konuşamıyor.
*
Eğer ortada başka bir neden ve açıklama yoksa PKK’nın şu an
yaptığını yukarıdaki önermeyle açıklamaya çalışmaktan; yani “toyca” ve
“akılsızca” bir politika demekten başka hiçbir alternatif yoktur.
Ne var ki bu da doyurucu bir açıklama sunmaz.
Örneğin Erdoğan’ın şimdi izlediği politikayı, onun
kompleksleriyle; ihtiraslarıyla; ruhsal ve entelektüel şekillenmesinin oluştuğu
dönemin, örneğin soğuk savaş döneminin antikomünizmiyle; Türk ırkçı ve Emevi İslamcısı
milliyetçiliğiyle; iktidarın bozmasıyla açıklamak mümkündür. Zaten bu nedenle
de, muhtemelen çok kötü bir biçimde yıkılacaktır. Çünkü yaptıklarının güçlü bir
toplumsal kesimin çıkarlarıyla, örneğin kimilerinin dediği gibi “Anadolu Burjuvazisi”nin
çıkarlarıyla bir ilişkisi yoktur. Olsa olsa, kendisiyle avene ve kliyan
ilişkisi içinde bulunan bir küçük kapitalistler kesimiyle kader ve çıkar
ortaklığından söz edilebilir.
Ama PKK yöneticileri için bu denemez. Onlar çok uzun savaş
yıllarında, Ortadoğu gibi bir yerde; “dünyanın merkezi”nde ve bu merkezin de
merkezi olan, Bizans (Türkiye), Abbasi (İran) ve Emevi (Mezopotamya) uygarlıklarının
kesişme noktasında savaşmış ve politika yapmış; nice badireleri atlatmış
kimseler. Bayıkların, Karayılanların şimdi yaptığını “toyluk” veya “akılsızlık”
gibi kelimelerle izah etmek zordur.
O halde PKK’nın bu politikasını nasıl açıklayabiliriz?
İnsan aklı bu, gemlenemez, dışından olmasa içinden soru
soracak, cevaplar arayacak, ne oluyor, neden böyle davranıyorlar diye bir
açıklama arayacak.
Biz sosyalistiz. Biz sesli düşünmeye alışmışız. Biz yanlış
yapmaktan korkmayız. Bir yanlış yargımız varsa tartışa tartışa düzeltiriz.
Açıklık biricik silahımızdır.
Bu yazıda böyle bir denemede bulunalım.
*
Şu son birkaç gün içinde kanımızca iki önemli yazı çıktı.
Yazıların biri Metin Gürcan imzasıyla “Türkiye
ile PKK arasındaki çatışmanın değişen karakteri” başlığıyla 22
Ağustos’ta Radikal’de yayınlandı.
Yazı kaba propaganda değil. Bir uzman bilgisine dayanan bir
analiz çabası. Yazının başlığı bile bunun ipuçlarını veriyor, örneğin “Türk
Ordusu ile Teröristler” gibi bir başlık değil. Yazar hakkında şu bilgiler var:
“1998-2014 yılları
arası TSK'nın değişik birimlerinde çalışarak 2015 Ocak ayında kendi isteği ile
emekli oldu. 8 yıl Güneydoğu Anadolu bölgesi, Irak, Afganistan, Kazakistan ve
Kırgızistan’da çeşitli operasyonel faaliyetler, irtibat ve eğitim görevi
yürüttü. Özel Kuvvetler bünyesinde yetişen Gürcan, 2008-2010 yılları arasında
ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü’nde ‘Bölgesel Kürt Yönetimi ile Bağdat merkezi
yönetimi arasındaki çevre-merkez ilişkisi’ adlı teziyle güvenlik çalışmaları
alanında master derecesi aldı. 2014 yılında Oxford Üniversitesi'nde 'çatışmanın
değişen karakteri' konusunda akademik araştırmalar yaptı. Halen Bilkent
Üniversitesi Siyaset Bilim bölümünde TSK’nın kurumsal dönüşüm kapasite ve
isteği konusunda doktora tezini yazıyor. Metin Gürcan'ın Afganistan'daki
ayaklanma ve ayaklanmaya karşı koyma konusundaki bir kitabı İngilizce olarak
2015 yılı sonunda basılacak.”
Zaten bu kısa biyografi bile önemini gösteriyor. Yazarın
görüşleri, belli ölçüler içinde, aynı zamanda Türk devletinin ve ordusunun,
yani kurmaylarının değerlendirmeleri olarak da görülebilir. Hatta bu yazının
yayınlanması Türk devletinin son savaş hakkındaki değerlendirmelerinin gayrı
resmi bir ağızdan duyurulması gibi bile ele alınabilir. Elbette bunu kabaca bir
görevlendirme gibi algılamak yanlıştır. Kavrayışlar, amaçlar ve konumlar böyle
bir durumu otomatikman yaratır.
*
İkinci yazı, ertesi gün, 23 Ağustos’ta Die Welt’de yayınlanan Cemil Bayık ile yapılmış bir söyleşi.
Yazının başlığı Cemil Bayık’ın ağzından şöyle: “Evet
örgüt içi infazlar oldu”. Başlığın altında şu intro: “Cemil Bayık, kot adı: Cuma, PKK’nın 2
numarasıdır. Türkiye ile çatışmada ABD gibi aracılar istiyor. Ayrıca söyleşide
PKK’nın hatalarını da itiraf ediyor.”
Bu söyleşinin yapılmış ve yayınlanmış olması bile kendi
başına çok önemlidir.
Neden?
Bilindiği gibi, Dünya’da İran, Irak ve Türkiye’den sonra en
çok Kürt Almanya’da var. Muhtemelen Suriye’den fazladır. Kaldı ki Almanya’daki
Kürtlerin ağırlıkları niceliklerinden çok daha büyüktür. Ve Kürtlerin ve
PKK’nın en güçlü biçimde örgütlü olduğu yer de Almanya’dır. Yani Kürt Sorunu,
aslında Almanya’nın bir “iç sorunu”dur da.
Almanya PKK’yı ateşkesten sonra terörist ilan etmiş bir
ülkedir. Türkiye’nin baskısıyla bu terörist tanımlamasını kabul etmiş gibi
görünür ama istese etmeyebilirdi. Ateşkes ilan etmiş PKK’yı terörist örgüt olarak
tanımlayarak, aslında PKK üzerinde bir baskı da uygulamak istemiş olabilir.
Yani ateşkes nedeniyle bir cezalandırma gibi de görülebilir ve muhtemelen
böyledir de. Şeyler hiçbir zaman göründükleri gibi değildir. Bir taşta iki kuş,
hem Türkiye’yi memnun eder, “bak işte senin istediğin gibi terörist ilan ettim”
der, puan toplar; hem de PKK’ya mesaj verir, “niye Ateşkes yaptın,
yapmayacaktın”. Bu dil devletlerin ve istihbarat teşkilatlarının dildir.
PKK bu dili anlayan bir harekettir. Öcalan ise özellikle çok
iyi anlar. Türk devleti de iyi anlar ve o da bu dilden konuşur.
Şimdi bu Almanya’nın, Türkiye’nin Hürriyet’i gibi bir gazetesi olan, Die Welt’i, Cemil Bayık ile bir söyleşi yapıp manşete alıyorsa bu
önemlidir. Terörist olarak tanımlanmış bir örgütün lideriyle söyleşi, devletin
stratejik çıkarıyla uyumlu değilse, ayın zamanda terörizm propagandası yapmaya
bile gidebilir.
Demek ki bu söyleşi aynı zamanda bir politik tavrın da
ifadesidir; aynı zamanda bir politik mesajdır ve yeni bir konumlanışı
yansıtmaktadır.
Şimdi bu yazılardaki kimi ipuçlarına bakarak PKK’nın niye
böyle davrandığını anlamaya çalışalım.
*
PKK yöneticileri, bugünkü pozisyonlarının yani bugünkü
misillemelerinin, özerklik ilanlarının HDP’nin durumunu kötüleştirdiğini, hatta
Erdoğan’ın işini kolaylaştırdığını göremeyecek kadar kör değillerdir. Hatta
aslında bugünkü pratiğin aynı zamanda Öcalan’ın projesinin torpillenmesi
olduğunu bile görürler. Çünkü HDP ve HDP’nin seçimlere girmesi Öcalan’ın
projesiydi.
Ama niye böyle davranıyorlar? Soru budur.
Şu cevaplar düşünülebilir:
Elbet görüyorlardır, ama başka kazançların bu kayıpları
karşılayacağını düşünüyor olabilirler.
Ya da belki başka bir sıkışmışlık yaşıyorlar ve bu sıkışmışlık
içinde bir çıkış yolu arıyorlar ve zaman kazanmaya çalışıyor olamazlar mı?
Ya da bu ikisinin bir kombinasyonu olamaz mı?
Ayrıca şu da var.
Elbet PKK bir tek PKK değildir. Birçok PKK’lar vardır.
Öcalan’ın dediği gibi herkesin bir PKK’sı vardır.
Bunu şöyle anlamak gerekir. PKK içinde farklı toplum
kesimlerinin, farklı sınıfların farklı duruşları, çıkarları, programları ve
stratejileri ve bunlar içinde bir mücadele de vardır.
Elbette Ortadoğu ve Dünya politikası alanında bir güç olarak
ortaya çıkıldığında, bu farklı eğilimler ve güçler ile bölgedeki ve dünyadaki
güçler arasında da paralellikler, ittifakılar ortaya çıkar. Dolayısıyla bu güçlerin
içinde bir mücadele ve bu güçlerin program ve stratejilerinin PKK’nın program
ve stratejilerine yansıması ve damga vurması ortaya çıkar.
Örneğin 2000’lerin başında, ABD’nin Irak’ı işgal etmesi, Barzani’ye
askeri koruma ve ekonomik destek sunması, PKK içinde Kürt Ulusalcısı
denebilecek kesimlerin Barzani ve ABD’ye savrulmasına yol açmış ve Osman Öcalan
ve PKK’nın yöneticilerinin neredeyse yarısı PKK’dan ayrılmıştı.
PKK’da her zaman bu tür farklı eğilimler olmuştur ve
olacaktır.
İşin ilginci artık PKK bu gibi güç dengesi değişimlerine
daha duyarlı hale gelmiştir.
Bu konuda Metin Gürcan’ın analizindeki şu sözler ilginçtir
ve önemlidir:
“90’larda PKK ile
Türkiye arasındaki şiddet ilişkisi günümüze nazaran daha bir ‘Türkiyeli’ idi.
Yani Ankara ve Kandil arasındaki çatışma matematiğinde bölgesel ve küresel
dinamiklerin belirleyiciliği zayıftı. Ama şimdi Suriye krizinin (özellikle
kuzey Suriye’deki gelişmeler ve PYD), IŞİD’in mücadele stratejilerinin, ABD liderliğindeki
IŞİD-karşıtı koalisyonun kararlarının (İncirlik’in açılması, eğit-donat
stratejisi, PYD güçlerinin IŞİD’e karşı eğitimi vb.), Kuzey Irak’taki
gelişmeler (özellikle PKK-Bölgesel Kürt Yönetimi ilişkisi), Avrupa ve ABD’deki
Kürt diasporasının pozisyonu ve İran’ın bölgede giderek artan etkisini
anlamadan Türkiye ile PKK arasındaki çatışma dinamiklerini anlamak nerede ise imkânsızlaştı.”
Yani Türk devletinin iyi yetişmiş, akademik kariyer yapmış emekli
subayı, bu çatışmayı uluslar arası bağlam dışında anlamak olanaksızdır diyor.
Ve bu bağlamda özellikle de İran’ı zikrediyor.
Aslında ABD’nin Irak’a müdahalesiyle birlikte, yukarıda
değinilen PKK’daki bölünmeyle birlikte, PKK uluslar arası güçlerin de bir mücadele
haline gelmiştir. Örneğin Sakine Cansız’ların öldürülmesi, hem Türk MİT’i ve
devleti içindeki dengeler ve mücadelelerden hem de Fransa ve Avrupa’daki
dengelerden ayrı düşünülemez. Muhtemelen İran, Avrupa ekseninin, mit içindeki
bir kesimle ittifak içinde, PKK’nın ateşkesi ve barış sürecinin başlatmasından
rahatsız oldukları için verdikleri bir mesajdı.
Şimdi bu ön düşünceler ışığında şu son duruma bakalım.
Son zamanlarda Ortadoğu’da İran’ın artan egemenliğini
görüyoruz.
Öte yandan ABD, stratejik ölçüde dünyada güçlerini Pasifik
alanına kaydırmayı hedeflemektedir. Çin’in yükselişine karşı önlem almak
zorundadır.
Bunun için Ortadoğu’da belli bir istikrar ABD’nin olmazsa
olmaz hedefidir. Ayrıca sonrasında da Ortadoğu’yu yanına almak istiyor.
Bunun için ise, dış politikasını İsrail’in ipoteğinden
kurtarması; Ortadoğu’da kendisinin son sözü söylediği istikrarlı bir düzen
kurulması gerekiyor.
ABD bu hedefe yönelik olarak bir strateji izliyor ve adım
adım da yol kat ediyor. Örneğin Türkiye’nin kısmen de olsa demokratikleşmesini
ve Avrupa Birliği’ne girmesini isterken, sadece Almanya’nın AB’ye egemen
olmasına taş koymak istememekte, aynı zamanda Türkiye gibi dünyanın en kritik yerindeki
müttefikinin istikrarını ve bölgedeki gücünün artmasını da istemektedir.
Türkiye aracılığıyla her zaman İsrail ve İran üzerinde de bir baskı
oluşturarak, onların gücüne karşı bir karşı ağırlık oluşturabilir.
90’lı yıllarda, özel savaş rejimi ve inkârcılık ABD’nin bu
planlarının önünde bir engeldi. Bu engeli, Öcalan’ın teslimi ve politik
İslam’ın yükselişiyle büyük ölçüde aştı.
Ama bu sefer de Erdoğan’ın ihtirasları karşısına bir engel
olarak çıktı. Bu durumda ABD en azından şimdiki konjonktürde, İsrail’in
kaprislerine ve Erdoğan’ın imparatorluk hayallerine karşı da İran’ı da bir
denge unsuru olarak da destekleyebilir.
Bu durumda PKK, İran ve ABD’nin çıkarlarının ortaklaştığı
bir konumlanış ortaya çıkmaktadır.
Hatta Türkiye’deki Alevilerin ve şehirli laik kesimlerin de
Erdoğan karşıtlığı temelinde bu blok ile zımni bir çıkar ortaklığı içinde
olduğu bile söylenebilir.
Öte yandan, Erdoğan, İsrail, Suudi Arabistan, karşı cephede
yer almaktadırlar. IŞID de bu cephenin vurucu gücü durumundadır.
Aslında PKK ile IŞİD arasındaki savaş, aynı zamanda, bu
güçler ve cepheler arası bir sav şatır. PKK ve IŞİD şimdi bu cephelerin vurucu
gücüdürler. Ayrıca bugünkü konjonktürde Avrupa da ABD ile benzer bir konumdadır.
Bu verili durumu göz önüne aldığımızda, PKK’nın, “tamam
HDP’nin önü kapanıyor ama böylesine büyük güçler bizimle aynı mevzide
toplanmışken, Erdoğan’a karşı savaşı keskinleştirmek onun yenilgisine ve çöküşüne
giden bir yolu açabilir; hareket alanı iyice daralmış, ciddi biçimde tecrit
olmuştur” diyerek, bizler için akılsızca görünen bir pozisyonu seçmiş olamaz
mı?
Birçok veri de bunu desteklemektedir.
Birincisi, PKK bu saldırısında özellikle Türk ordusundan
ziyade, özel savaş birimlerini hedef almakta; her şeye rağmen savaşı belli bir
sınırın altıda tutmaktadır. Hem fiilen böyledir, hem de Cemil Bayık bu noktayı
çeşitli konuşmalarında vurgulamıştır.
Bu çok önemli bir ayrımdır. Yani PKK aynı zamanda bir mesaj
vermektedir. Bir yandan savaşıyor görünmekte ama aynı zamanda aslında savaşı
belli bir dozun altında tutmaya çalışmaktadır. Ayrıca Türk ordusundan ziyade,
özel timlere, polislere vs. yönelmektedir.
Yine aynı analizden uzunca bir bölüm aktaralım:
“Öncelikle Türk
F-16’larının Türkiye içindeki PKK hedeflerini bombalamasının Türkiye-PKK
arasındaki çatışmanın evrimini doğrudan etkileyecek kritik bir eşik olduğunu
vurgulamakta yarar var. Türk jetlerinin vurduğu noktalar Kazan vadisi olarak
bilinen ve PKK’nın Türkiye’ye giriş ve çıkışlarda geçici üslerinin, eğitim
kamplarının, lojistik tesislerinin bulunduğu bir yer. Şimdi acaba bu hamleye
PKK nasıl karşılık verecek? Şu an için
ben Türk güvenlik güçleri ile PKK arasındaki çatışmanın Ankara’daki siyasi
belirsizlikten, çözüm süreci konusundaki güven bunalımından ve daha da önemlisi
yerel unsurların hem Kandil hem de Ankara’daki karar alıcılar üzerindeki
baskılarından kaynaklandığını düşünüyorum. (abç) Sahadaki taktik resmi
incelediğimde hem Türk güvenlik güçleri hem de PKK çatışmayı yavaş yavaş
yükseltiyor. Türk jetlerinin Türkiye içindeki zaten hedef analizleri yapılmış
PKK hedeflerini çatışmalar başladıktan tam 20 gün sonra vurması bunun işareti.
Şimdi aşağıdaki sorular önem kazanıyor:
- Ankara’daki güvenlik
kaynaklarına göre PKK’nın halen Suriye’de PYD saflarında savaşan çok iyi
eğitimli, tecrübeli ve meskûn mahallerde muharebe, zırhlı birlik avcılığı, hava
savunması gibi sofistike muharebe konularına hâkim 10 bine yakın militanı
bulunuyor. Bir de bu militanların elinde zırhlı araçlara karşı anti tank
füzelerinin ve savaş uçakları ile helikopterlere karşı omuzdan atılan portatif
kısa menzilli hava savunma füzeleri (MANPADs) olduğu biliniyor. PKK ilginç şekilde bu eğitimli ve muharebe
tecrübeli militanları ve sofistike silah sistemlerini Türkiye’ye henüz sokmadı
ve bunları çatışmalarda kullanmadı. (abç) PKK hala Türkiye’deki çatışmaları
milis güçleri ve tecrübesiz militanlarla yürütüyor. Şayet PKK bu militanları ve
sofistike silah sistemlerini Türkiye’ye sokup çatışmalarda kullanmaya başlarsa
( ki bu durumda biz PKK’nın Güneydoğu’daki bazı illerde hakimiyeti geçici de
olsa ele geçirdiğini, Türk tanklarını ve zırhlı araçlarını anti-tank füzeleriyle vurduğunu, Türk
uçaklarının ve helikopterlerinin bölgede artan hava hareketliliğini kesmek için
hava savunma füzeleri ile uçak veya helikopter düşürdüğü haberlerini duymaya ve
okumaya başlarsak çatışmalarda bir kritik eşik daha aşılmış demektir.
- Devlet tarafında ise
henüz çatışma bölgelerinde hava kuvvetleri ve kara havacılık unsurlarının yakın
hava desteğinde büyük çaplı (2-3 tugay çapında) operasyon haberlerini henüz
okumuyoruz. Yine özel kuvvetlerin henüz PKK’nın lider kadrosuna yönelik taaruzi
nokta tarzındaki baskınlarına dair haberleri henüz okumuyoruz. Veya
Güneydoğu’daki meskun mahallerde PKK’nın şehirlerdeki silahlı kolu olan KCK’ya
yönelik sayıları yüzleri bulacak şekilde kitlesel gözaltına alma veya tutuklama
haberleri okumuyoruz. Şayet bunları okumaya başlarsak çatışmalarda bir kaç
kritik eşik daha aşılmış demektir.”
Elbet bu çatışma hızla tırmanıp kontrolden çıkabilir. Ama
şimdiye dek gerek Türk ordusunun gerek PKK’nın belli bir düzeyin altında
tutmaya çalıştıkları görülmekte ve karşılıklı olarak da yukarıda aktarılan
söyleşi ve bu analizlerde görüldüğü gibi birbirlerine yanlış anlamalara karşı
bu mesajı anladıkları mesajlarını da veriyorlar.
Tabii sosyolojik olarak bugünkü savaşın yeni olan yönlerine
ilişkin birçok şey de söylenebilir.
Ancak biz sadece PKK’nın neden böyle yaptığını anlamaya çalışıyoruz.
Şimdi biraz gözlerimizi Irak’a dikelim.
Geçenlerde, Barzani’ye karşı PKK, Talabani ve Goran’ın bir
ittifak kurduğu ve Barzani’nin başkanlığını sorgulamaya başladıklarına ilişkin
haberler vardı. Yani PKK artık Irak’ta da bir güç olarak ortaya çıkmış ve Talabani’yi
ve Goran’ı da yanına alarak Barzani’ye de meydan okumaya başlamış bulunuyor.
Tabii Irak’ta her zaman, Talabani İran’ın ve Avrupa’nın, Barzani
Türkiye’nin ve ABD’nin dengesi olmuştur denilebilir.
Kobani’de ABD’nin attığı ve Talabani’den alınan silahları
aynı zamanda İran’ın da izin verdiği silahlar olarak da görmek gerekir. Yani şu
an İran ile PKK nesnel olarak çıkar ortaklığı içindedir. İkisi de Erdoğan
iktidarı ve IŞİD’e karşı savaş müttefikidir. Türkiye ve IŞİD de aynı zamanda
PKK ve İran’a karşı müttefiktirler.
Bu durumda ABD’nin İran’la anlaşması ve YPG ile fiili ittifakı
PKK’nın konumunu iyice güçlendirmiştir. PKK hem ABD’nin, Hem Avrupa’nın, hem
İran’ın, hem Talabani’nin müttefiki durumundadır ve bunların hepsi bir şekilde
onunla aynı saftadır.
Bunun yanı sıra Türkiye’yi göz önüne aldığımızda, şehirli
Laikler ve Aleviler de Erdoğan ve IŞİD karşısında PKK ile çıkar ortaklığı
içindedir.
Bunun etkileri bizzat Türk ordusunda da görülmektedir.
Seçimlerden önce Ordu’nun tarafsızlığı ve Erdoğan’ın
heveslerine direnmesi şimdi Kardeşinin cenazesinin başında ağlayan ve hükümeti
suçlayan Türk subayı, ordudaki belli bir ruh halini ve konumlanışı
yansıtmaktadır.
Bütün bunları göz önüne aldığımızda PKK’nın hesabının
tutması mümkündür.
Ancak PKK buna belli ölçüde mecbur da kalmış görünmektedir.
Ortada İran’ın da ciddi bir baskısı olduğu varsayılabilir. İran’ın baskısı aynı
zamanda PKK içindeki Kürt Ulusalcılarının ve İran’ın dengesi olabileceklerin de
desteğini almış olmalıdır. Bu nedenle, Cemil Bayık’lar, Karayılan’lar top
çevirme durumunda kalıyor olsa gerektir.
Özetle, PKK’nın uluslar
arası bakımdan bu çok elverişli durumu değerlendirip, biraz da İran’ın baskısı
altında kalarak, onu da kısmen memnun etmek için, tek taraflı ateşkes ilan
etmeyip, bir çatışma ortamına döndüğünü; ama bunu büyük ölçüde verbal düzeyde (“Demokratik
Özerklik İlanları”) ve belli bir dozun altında tutarak; biraz da pazılarının gücünü göstererek,
Erdoğan’ın bu zayıf durumdan da yararlanarak çok daha güçlü ve elverişli bir
durumda tekrar masaya oturmayı umduğu; Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştığı bir
durumda hem zaferin ortağı olacağı; hem de o İran’ın dayatmalarına karşı daha
elverişli bir konumda olmayı hesapladıkları varsayılabilir.
Öyle sanıyoruz ki, PKK yöneticileri verili güç ilişkileri
içinde, ince dengeleri gözeterek, savaşı belli bir derecenin altında tutarak,
baskıları savuşturarak, Erdoğan’ın düşüşünü hızlandırabileceklerini
düşünmektedirler.
Şu an, güçlerin dizilişi bunun pek de boş bir hesap
olmadığını göstermektedir.
Subay’ın cenazede söyledikleri büyük bir kırılmadır.
Özellikle şehit cenazelerinin, özellikle Alevi ve laik
şehirli ailelerde ve yerlerde Kürtlere ve HDP’ye yönelik provokasyonlar
olmaktan çıkıp, Erdoğan’a karşı protestolara yönelme olasılığı çok güçlüdür.
Öyle görünüyor ki, Erdoğan gidicidir. Erdoğan kendi sonunu
hazırlıyor. Nasıl Gezi’yi, Kobane’yi ve 7 Haziran seçim zaferini her şeyden
önce Erdoğan’ın bizzat kendisine borçluysak; gidişini de kendisine borçlu
olacağız.
*
Ama biz buradan tekrar çağrımızı yineleyelim. Bu amaca çok
daha barışçıl mücadele biçimleriyle de ulaşılabilir.
PKK tek taraflı ateşkes ilan etmeli sadece özsavunmayla
yetinmelidir; “misilleme hakkı”nı kullanmamalıdır. Özellikle şimdi. Eğer hesap
yukarıdaki gibiyse bile herşey yerinde ve dozunda anlamlıdır.
HDP de derhal birey hukuku temelinde, her üyenin Allah’ın
kulları gibi eşit haklarının ve görevlerinin olduğu bir tüzükle; kast sistemi
benzeri “bileşen” hukukuna son vererek yeniden örgütlenmeli ve “vesayet rejimi”ne
son vermelidir.
24 Ağustos 2015 Pazartesi
[1]Asıl metin
daha farklı, çevirmen kısaltma yapmış. Orijinali şöyle:
“Welt am Sonntag: Der
HDP-Chef Selahattin Demirtas hat beide Seiten dazu aufgerufen, die Eskalation
zu beenden.
Bayik: Nicht nur
er. Wir finden diese Aufrufe wertvoll. Denn wir glauben, dass weder die Türkei
noch wir die Probleme mit Waffen lösen können. Aber wir haben achtmal einen
einseitigen Waffenstillstand ausgerufen und zuletzt sogar angefangen, unsere
Einheiten abzuziehen. Doch die Türkei hat uns erst hingehalten und dann alles
verleugnet, was im Friedensprozess bereits erreicht worden war.
Welt am Sonntag: Was müsste
für einen Waffenstillstand passieren?
Bayik: Einen
einseitigen Waffenstillstand wird es nicht mehr geben. Auch die Türkei müsste
offiziell einen Waffenstillstand verkünden. Eine unabhängige Kommission müsste
dessen Einhaltung überwachen. Dann müssen die Verhandlungen unter gleichen und
freien Bedingungen stattfinden, der Vorsitzende Apo muss als Verhandlungsführer
anerkannt werden. Und wir brauchen eine dritte Partei als Vermittler. Nur so
können wir sichergehen, dass die Türkei nicht plötzlich alles wieder
bestreitet.”
Bu son bölümün çevirisi şöyle: “Artık tek taraflı ateşkes
olmayacak. (ABÇ) Türkiye de resmi
olarak ateşkes ilan etmeli. Bağımsız bir komisyon ateşkese uyulduğunu kontrol
etmeli. Müzakereler eşit ve serbest koşullarda gerçekleşmeli, başkan Apo,
müzakere başkanı olarak kabul edilmeli. Ve bizim aracı olarak bir üçüncü tarafa
da ihtiyacımız var. Ancak bu koşullardaTürkiye’nin ansızın inkar
edemeyeceğinden emin olabiliriz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder