Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğüne giden darbe rejimine karşı
savaşın en kritik ve tayin edici alanı olan HDP’yi savunmak, HDP’li olsun
olmasın, demokrat olsun olmasın herkesin görevidir.
Bir demokrat ve sosyalist için, HDP’yi savunmanın en etkili
ve radikal yolu ise, HDP’ye üye olarak saldırılar karşısında siperde yerini
almak; HDP’ye gelecek saldırıların hedefi olmaktır.
Ama bir görev daha bulunuyor: HDP’yi reorganize etmek.
Çünkü HDP aynı zamanda bu mücadelenin bir öznesidir. Bu öznenin
etkili ve başarılı olması için baştan aşağı yenilenmesi ve yeniden organize
olması gerekmektedir.
Şimdi birçokları, yıllardır yaptıkları gibi, şöyle
diyecektir: “Şimdi reorganize olmaktan söz etmenin; nasıl reorganize
olunacağını tartışmanın, bunun için kongreler yapmanın zamanı mı? Hele şu
seçimi atlatalım ondan sonra.”
Bu gibi itirazlar, her zaman topu taca atmanın bir biçimi
olagelmiştir. Gerçek tarih tam da zamanı olduğunu göstermektedir. Tarihte her
zaman en verimli tartışmalar, örgütlenmeler ve reorganizasyonlar, en canlı
çatışmalar içinde, savaşın soluğunu ensesinde hissedenlerce
gerçekleştirilmiştir.
En azından herkesin bildiği bir iki örnek verelim. Türkiye’nin
en canlı tartışmaları ve reorganizasyonları, FKF ve DÖB gibi örgütler ve onların
daha sonra Dev-Genç olarak reorganizasyonu, en canlı mücadelelerin içinde
gerçekleşmiştir.
Türklerin “Kurtuluş Savaşı” dedikleri dönemde, Büyük Millet
Meclisi’nde en canlı tartışmalar, top sesleri arasında yapılıyordu.
Bolşevikler en canlı tartışmaları ve organizasyonları, Çar
gizli polisi olan Okrahana’nın terörü altında, illegal kongrelerde yapıyorlardı.
Hiçbir Bolşeviğin aklına, şimdi çar polisine karşı mücadele ve gizlilik
koşullarındayız, kongre falan yapmayalım; teori ve strateji tartışmalarına
girmeyelim diye bir fikir gelmiyordu. O gizlilik koşullarında, bin bir fedakârlık
ve emekle kongreler, konferanslar birbirini izliyordu. Bu gizli yapılan
kongrelerin, konferansların tutanakları üzerinden en canlı tartışmalar
yapılıyordu hem de açıkça. Çünkü fikirde gizlilik olmaz. Gizlenecek olan şey
sadece ilişkilerdir.
Ama aynı partiler Çarlık devletini ele geçirip; “üzerine
biraz Sovyet cilası sürüp” (Lenin) de ele geçirdiklerini ve yıktıklarını
sandıkları devlet tarafından ele geçirildiklerinde hem kongrelerin araları
giderek uzadı, hem de canlı tartışmaların yerlerini bürokratik metinler ve oy
birliğiyle alınan kararlar almaya başladı.
Ve bu bürokratlaşmış yöntem bir gelenek oluşturdu.
Geçmiş kuşakların geleneği yaşayanların üzerine bir kâbus
gibi çöker der Marks.
HDP bu yola tersinden girdi.
HDP bürokratik bir işleyişle; oy birliği ile alınan
kararlarla; hiçbir tartışma yapılmadan, arkalarda bir yerlerde yapılan denge
hesapları ve uzlaşmalarla alınan kararların mizansen kongrelerle resmileştirilmesiyle
zorla, ite kaka ve ruhsuz bir örgüt olarak işe başladı.
Gerek Kürt özgürlük hareketi gerek Gezi vs. gibi canlı
hareketler ve bu bürokratik örgütsel yapı arasında başından beri bir uyumsuzluk
var.
Ya bu bürokratik ve ruhsuz örgütsel yapı bu canlı
hareketleri boğacaktır; ya da bu yapı o canlı hareketler, bu bürokratik
mekanizmayı parçalayıp, onu kendi gelişmelerinin örgütsel bir biçimi haline
getirecekler; onu besleyecekler ve ondan besleneceklerdir.
Devrimci örgütlerin bürokratlaşması gericilik dönemlerin,
yenilgilerin damgasını taşıyordu. HDP’nin bugünkü örgütsel yapısı hem dünya
çapındaki hem de Türkiye çapındaki yenilgilerin bürokratlaşmış örgütlerin,
sektlerin damgasını taşımaktadır.
Ama yavaş yavaş da olsa küllerinden doğan yeni bir hareket
ve canlanma var. Bu canlanma olmadan HDP’nin bürokratik yapısının parçalanması
umut bile edilemezdi. Ama bu ortamda denemeye değer, tüm olumsuzluklarına
rağmen Türkiye’de en demokratik özlemlere sahip olanlar, en dinamik kesimler
HDP’nin etrafında yoğunlaşma eğilimi gösteriyorlar.
Bunun için HDP içinde (ve dışında) HDP’nin reorganizasyonunu
hedefleyen, bunun nasıl bir reorganizasyon olması gerektiğini açıkça savunan;
bunun için de HDP’nin çoğunluğunu kazanmayı hedefleyen açık bir platform oluşturulmalıdır.
Bu platform her şeyden önce bileşenlere ve bileşen hukukuna
karşı çıkmalı ve kendisinin bir bileşen gibi tanımlanması tuzağına da düşmemeli
ve direnmelidir. Çünkü bugünkü bileşen hukuku ile bireylerin hukuku uzlaşmaz çelişki
içindedir. Birey hukuku ile bileşen Hukuku çelişkisi, Allah ve Butlar çelişkisi
gibidir. Birinin olduğu yerde diğeri olamaz.
HDP’nin bugünkü yapısı Hindistan’daki kast
sistemine benzer. Hindistan’da da kast sistemi dışında olanlar vardır ama
bu kast sistemi, kastlar dışında olan paryaları da fiilen bir dokunulmazlar
kastına dönüştürür.
HDP de öyledir. İçindeki bağımsızları da aslında bir tür
bağımsızlar bileşeni gibi ele almaktadır.
Hatta öyle komiktir ki, bağımsızlar da kendilerini bir ara “Münferitler”
diye bir bileşen gibi kabul etmeye ve münferitler toplantıları yapmaya
başlamışlardı.
İlk hedef bileşen hukukunu yıkmak, birey
hukukuna geçmek olmalıdır.
HDP’nin bugünkü yapısından neredeyse bütün “bağımsızlar”
gayrı memnudur. HDP’ye girmeye ve çalışmaya hevesli nice insan, sırf bu yapısı
nedeniyle girmemekte ve dışında kalmaktadır.
Ama bu gayrı memnunlar sorunun yapısal olduğunu anlamamakta
ve ahlaki vaazlarla işin çözümünü istemektedirler. Bileşenlerden kendi çıkarları
için, kendi öncelikleri için çalışmamalarını istemektedirler. Bunların ahlaki
vaazlar olmaktan öte anlamları yoktur. Bunlar bir reorganizasyon, bir yapı
sorunu olarak ele almamaktadırlar sorunu.
HDP’nin bileşenlerinden ahlaki veya diğerkâm davranmalarını beklemek
ölü gözünden yaş ummaktır. Yapılması gereken ahlaki vaazlar değil; yapıyı
değiştirmek; bileşen hukukundan birey hukukuna geçişi sağlamaktır.
Bileşenler hukuku reddedilip birey hukukuna geçildiğinde, şu
veya bu örgütten olmanın hiçbir örgütsel ve politik anlamı kalmaz. Bu tabiri
caiz ise kişilerin özel sorunu gibi olur. Elbet herkes kişisel tercihlerini
üstün kılmaya çalışabilir ve çalışmalıdır. Ama bu tanınan bileşenlerin aracılığıyla
olmaz. O zaman kararlar ve seçimler eşit bireylerin olduğu ve her görüşün serbestçe
örgütlenip çoğunluğu kazanabildiği toplantılarda alınır.
Ahlaki vaazlarla bir örgüte “kendi çıkarlarını savunma”
demenin yerini, “kendi çıkarlarını ve etkini savun, ama gel bunu, bireyler
olarak üye olmuş üyelerinin nicel ve nitel gücüyle; her düzeyde örgüt yaşamı
içinde yapabilirsen yap.” denilmiş olur.
Ancak bu koşulda, örgüt içinde gerçek bir kaynaşma sağlanır
ve bugünkü bileşenlerin duvarları yıkılabilir. Bileşenlerin kendi etkilerini
arttırma çabaları HDP’nin gelişiminin ve dinamizminin bir itici gücü olabilir.
Bugün bileşen olanların üyeleri, örgütün birey hukukuna
bağlı üyeleri olduğunda, üye toplantıları ve kongrelerde çoğunluğu kazanmak
için çalışmak, diğerlerini kazanmak zorunda kalacaklardır. Elbette u toplantılarda,
eskiden bileşeni olukları örgütün görüşlerini ve ağırlığını arttırmak için
çalışabileceklerdir. Bu onların haklarıdır. Ama bu sefer bunu çalışarak, daha
örnek davranarak, bulundukları organda çoğunluğu kazanarak yapmaya çalışacaklardır.
Bu da kendi örgütlerinden ve görüşlerinden olmayan insanlarla ilişki ve tartışma
demektir; onları ikna çabası demektir. Dolayısıyla ava giden de avlanır;
başkalarını ikna çabası, onlar tarafından ikna edilme riskini, başkalarını etkileme
çabası; başkaları tarafından etkilenme riskini arttırır. Gerçek bir kaynaşma
başlar; Kast sisteminin, kapalı örgütlerin duvarları yıkılır. Bu nedenle bugün
var olan örgütler bugünkü bileşen hukukunun en uzlaşmaz savunucularıdırlar.
Çünkü bu tür bir HDP onların varoluş koşullarını da yok edecektir.
Ancak böyle bir örgüt yapısı ve işleyişi ile HDP bağımsız
bir kişilik kazanabilir ve Kürt siyasal hareketinin vesayetinden çıkıp; kendi
organları ve canlı bir örgütsel hayatı olan canlı bir organizma olabilir.
Kürt siyasal hareketinden insanlar da elbette bu örgütü
kontrol altına almaya çalışacaktır diğer bütün bileşenler gibi. Ama bunu şimdi
olduğu gibi, arkadan ve yukarıdan değil, gerçekten herkesin eşit olduğu toplantılarda,
çoğunluğu kazanarak yapmaya çalışabileceklerdir. Böylece aynı “tehlikeler”
onlar için de geçerli olacaktır. Kürt siyasal hareketi aslında bugünkü
tartışılmaz hegemonyasını tam da bu bileşen hukuku sayesinde
sürdürebilmektedir. O zaman da bu harekete muazzam nicel gücüyle damga vurabilir
elbette. Ama bu yukarıdan ve arkadan olmaktan çıkar; her düzeyde ayrı bir çaba;
çoğunluğu kazanma çabası gerektirir. Böyle bir yapı Kürt hareketini de eğitir;
onun da dünyaya açılmasını ve gelişmesini sağlar ve hızlandırır.
*
HDP’nin sorunu sadece örgütsel değildir; örgütsel sorunun
benzeri onun programında da vardır.
HDP’nin programı da demokrat değildir. HDP demokratik bir
ulusu savunmamaktadır. Programı da tıpkı yine bizzat kendi yapısı gibi, her
dilin, dinin, etninin vs. temsilini esas alan bir anlayışa dayanmaktadır.
Bu demokratik bir ulusun ve yapının önündeki en büyük
engeldir. Çünkü burjuvaziye hizmet eder böyle birimler. Bu ulusal “bileşenler” arasındaki
çatışma ve dengeler, dağılmayı engelleyecek merkezi bir devlete çağrı olur.
Bireylerin ve yurttaşların temsilinin ve eşitliğinin yerini dillerin, dinlerin
temsili ve eşitliği, dolayısıyla politik birimler olarak tanımlanması alır. Bu
gidişin varacağı yer Balkanlaşma ve Lübnanlaşmadan başka bir şey olamaz. Bunu
engellemenin tek yolu olarak da, merkezi bürokratik idareler mumla aranır hale
gelir. İşte Suriye, Irak, Afganistan vs. bunun örnekleridir.
Ancak, dil, din, etni vs.nin hiçbir politik anlamının
olmadığı bir düzen içinde demokrasi ve özerklik gerçekleşebilir. Tıpkı örgüt
içinde birey hukukunun geçerli olması gibi, ancak insanların dilleri, dinleri
nedeniyle ve aracılığıyla değil; doğrudan eşit bireyler olarak, dillerin ve
dinlerin hiçbir politik anlamının olmadığı; dil ve din körü bir devlette veya
politik cihazda gerçek bir eşitlik ve demokrasiden söz edilebilir.
Biri programatik, diğeri örgütsel ama özünde aynı
karakterdeki bu iki önemli değişikliği yapamadan HDP’nin Türkiye ve Ortadoğu’da
demokratik bir dönüşüme öncülük edebilmesi ve onun mücadelesini örgütleyebilmesi
olanaksızdır.
HDP’yi savunmak için üye olanların veya önceden HDP’ye üye olmuşların
şimdi yapmaları gereken en önemli görev: HDP içinde bu, reorganizasyonu ve örgütsel
yapıyı ve bu programı açıkça savunan; bunun için tüm örgütün çoğunluğunu
kazanmayı hedef alan; bunun için açık bir mücadele yürüten bir platform
kurulmalıdır.
Bu platform başarılı olamasa bile, en azından bir örnek
sunmuş; sonraki girişimler için bir başlangıç yapmış olur.
Bu konuyu daha birçok yazıda ele alacağız. Çünkü birey
hukuku ile “bileşen” hukukunun müthiş farkı ve zıtlığı pek kavranamamaktadır.
Bu farkı bize en güzel İslam ve Hinduizm gösterebilir.
İslam’da birey hukuku vardır. İnsanlar, Allah’a birey olarak
bağlıdırlar. Allah’a şirk koşmamanın, totemleri tanımamanın anlamı özünde
budur. Herkes Allah’ın eşit kuludur. Dilinizin, soyunuzun, sopunuzun Allah’ın
gözünde hiçbir anlamı yoktur. Ama toteminizin, putunuzun vardır. Çünkü o birey
hukukunun önünde, Allahın kullarının eşitliğinin önünde bir engeldir.
HDP’de yapılması gereken devrim hem örgütsel düzeyde hem de
programatik olarak, Hazreti Muhammet’in Mekke’de putlara (“bileşenlere”) karşı
yaptığı devrimin benzeri olmalıdır. Allah’ın putları reddetmesi gibi;
bileşenleri reddetmek; Allahın eşit kulları gibi HDP’nin eşit bireysel üyeleri
olmak hedeflenmelidir.
Hindistan’da ise HDP’deki gibi bir bileşen hukuku geçeridir.
Siz topluma, kendi tanrılarınız aracılığıyla bağlanırsınız. Bunun için
Hindistan’da binlerce tanrı vardır. Aslında bunlar komünlerin (bileşenlerin)
sembolleri, tanrıları, putlarıdırlar. Zaman içinde hepsi aynı tapınaklarda,
tıpkı Mekke’nin İslam öncesi Kâbe’sinde olduğu gibi, bir araya gelmişlerdir.
Ama herkes topluma, kendi putu, yani kastı aracılığıyla bileşen olarak katılır.
Hazreti Muhammet Peygamber olmadan önce hep bu bileşenleri
bir araya getirmeye; onların arasında ortak noktaları bulmaya çalışıyordu.
Mekke’de Hacer’ül Esved’in bir bezin üzerine konularak, bütün aşiretlerden
insanlarca topluca taşınması meseli, bu bileşenlere ortak iş yaptırma
girişimlerinin sembolik bir ifadesidir.
Ancak Muhammet olgunlaştıktan ve Allah’ı bulduktan sonra,
bileşen hukukunu reddetti ve bir tek Allah var diyerek, bütün putlara, yani “bileşenlere”
savaş açtı; bileşen hukukunun yerini; Kâbe’de toplanmış putların yerini; Allah’ın birey olarak kendine bağlı eşit
kullarının hakkı ve hukuku aldı.
İslam bu köklü örgütlenme farkından aldığı güçle dünya tarihindeki
en hızlı yayılan din oldu. Yarım yüzyıl içinde, bütün çürümüş Akdeniz ve Pers uygarlığının
topraklarında İslam birbiri ardınca zaferler kazandı. En karşı devrime uğramış
Emevi ve Abbasi devletleri biçiminde bile yepyeni Rönesansların; canlanmaların
yolunu açtı.
Bu nedenle Hikmet Kıvılcımlı, “Allah’ı keşfedişimiz şunun şurası
yenidir” diye yazar geçer ayak.
Demokrasi insanların biçimsel eşitliğidir; Allah putların
egemen olduğu bir dünyada, demokrasiden başka bir şey değildir.
Tıpkı İslam’ın Allah’ı gibi veya Muhammet gibi yapmak
gerekiyor. Gerçek biçimsel eşitliği sağlamanın yolu bileşenlerin; dillerin
dinlerin tanınması ve eşitliği değildir. Bileşenler; diller, dinler aracılığıyla
eşitliği reddetmenin; bireylerin eşitliğidir.
Bireylerin eşitliğiyle örgütlenen bir örgüt ancak Türkiye, Kürdistan
ve Ortadoğu’da yine bireylerin eşitliğine dayanan; bir dilin, dinin, soyun,
sopun, kültürün hiçbir politik anlamının olmadığı gerçek demokratik bir ulus
kurabilir.
Ve ancak böyle bir ulusta gerçek bir öz yönetim;
merkezileşme ile âdemi merkeziliğin birbiriyle çelişmediği; özgür komünlerin
gönüllü birliğine dayanan merkezileşmenin bürokratikleşmeye değil; sorunların
çözümüne hizmet ettiği bir sistem kurulabilir.
Demir Küçükaydın
25 Ağustos 2015 Salı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder