“HDP’ye Oy Ver, Barajı
Yık, Diktatörü Durdur, Barışı Sürdür Girişimi” veya diğer diğer adıyla “Diktatörü Durdurmak, Barışı Sürdürmek, Barajı
Yıkmak İçin Oylar HDP’ye Girişimi” için çeşitli toplum kesimlerine yönelik
bildiri önerileri hazırlamaya çalışıyoruz. Bu bağlamda Türk milliyetçilerinin
de Türk milletinin çıkarlarını savunmak için HDP’ye oy vermeleri gerektiğine;
onları kendi çıkarlarını görmeye çağıran bir bildiri yazmak için bilgisayarın
başına oturdum..
Ancak bildiriden önce, bunun mantığının kavranması gerektiğini
düşündüm ve benzeri biçimde yazdığım önceki yazılara bir göz attım. Bunun üzerine
o yazıların bugün tekrar yayınlanmasının, konunun anlaşılması için gerekli
olduğunu gördüm.
Bu nedenle biraz geçmişe dönüş yapacağız.
1998 yılında Henüz İnternetin yeni yeni yayılmaya başladığı;
Abdullah Öcalan’ın henüz Suriye’de bulunduğu zamanlarda, yani Özel Savaş Rejimi’nin
tüm gücüyle sürdüğü zamanlarda; hem sosyalistlerin aslında milliyetçi olduğunu;
yani sosyalistlerin sosyalizm gerekçesiyle savundukları her şeyin bir Türk
milliyetçisi olarak savunulabileceğini; hem de Türk milliyetçisi olarak bilinen
Özel Savaş Aygıtının aslında Türk milliyetçisi olmadığını göstermek için “Bir Türk Milliyetçisi Olarak” yazılar
yazmaya başlamıştım.
Bu seri dördüncü yazıdan sonra, yazdığım Site veya Forum
kapandığı için yarım kalmıştı.
Daha sonra Abdullah Öcalan kaçırıldıktan sonra yine aynı
mantığa dayanarak, Hamburg’ta “Öcalan’ın
Yaşamını Savunmak İçin Türk Girişimi”ni kurmuştuk.
Daha sonra da, yine Özgür
Politika’da yazmaya başladığımızda, yazılarımızda bazan bir Türk
milliyetçisi olarak, bazan da o milliyetçiyi eleştiren bir sosyalist olarak
yazacağımızı belirtmiş ve ilk yazıya Stefan Zweig’ın kendine karşı satranç
oynayan insan metaforundan hareketle “Schachnovelle”
başlığını koymuştuk.
Bunların bir hatırlatmasını yaparsak, Türk Milliyetçilerinin
niçin HDP’ye Oy Vermeleri gerektiğine ilişkin yazdıklarımızın daha iyi ve doğru
anlaşılmalarının mümkün olacağını düşünüyoruz.
Bu nedenle, 90’ların sonunda, “Bir Türk Milliyetçisi Olarak”
yazdığımız yazılar ile bu hafta sonunu dolduralım ki, sonra yazılacak yazılar
anlaşılır olsun.
Bu yazıları yazdığımız zamanlarda uluslar ve ulusçuluk
hakkında bugün ulaşmış bulunduğumuz teorik sisteme ulaşmış değildik. Bu nedenle
bazı kavramlar yerli yerine oturmuş değildir ve bugünkü bakış açımızdan yanlış
kullanımları vardır. Bu elbet gözününe alınmalıdır. Ama mantık esas olarak
doğruluğunu koruyor.
Aşağıda Bir Türk Milliyetçisi Olarak” yazılmış ilk dört
yazı. Tarihe dikkat: 1998 başları.
02 Mayıs 2015 Cumartesi
Demir Küçükaydın
Niçin ve Nasıl "Bir Türk Milliyetçisi
Olarak"
Halkın “akıllı düşman, aptal dosttan iyidir”
diye bir sözü vardır. Bu sözden hareketle epeydir bir düşünce kafamı
kurcalıyordu. Ya insanın akıllı düşmanı yoksa ne olacak? Bu durumda akıllı
düşmanı kendimizin yaratması gerekmez mi? Kanımca gerekir. Fikrimi daha iyi açıklayabilmek
için Gramsci'ye başvurayım.
Gramsci bir yerde,
fiziksel savaşla ya da ordular savaşıyla, fikir savaşı arasındaki temel bir
farklılıktan söz eder. Ordular savaşının temel yasalarını incelemiş ve o
muazzam, "savaş politikanın başka araçlarla devamıdır"
ilkesini formüle etmiş Von Clauswitz'den beri, her türlü fiziksel savaşın
başarıya götürücü değişmez bir ilkesi vardır: Güçlerin en irisini düşmanın en zayıf yerine yığmak.
(Aslında savaş
sanatının bütün diyalektiği ve yasaları da bir bakıma bu ilkeden türetilebilir.
Bir yere güç yığmak demek, başka yerleri zayıflatmak demektir de. Kaldı ki,
karşı taraf da en azından sizin kadar zekidir. O da başka yerlerinizin
zayıfladığını fark edecek ve güçlerini en zayıf ve hassas yerlerinize
yığacaktır. Tabii siz de bu açmazdan kurtulmak için kendi tedbirlerinizi alacaksınızdır
vs.. Ve bu böylece gidecektir.)
Fakat der Gramsci,
hatırımda kaldığı kadarıyla, fikir savaşında, ya da teorik veya ideolojik savaşta,
ezilen yığınların tarihsel tecrübesine, inisiyatifine, dolayısıyla bilincine
büyük önem veren insanlar, yani sosyalistler, ordular savaşına tamamen zıt bir
ilkeye göre hareket etmelidirler. Karşı tarafın en zayıf yerini, en kötü
temsilcilerini değil, en mükemmel temsilcilerini, en güçlü yanını, hedef olarak
seçmeli, bu fikirleri en gelişmiş en mükemmel formlarıyla eleştirmelidirler.
Hatta karşı tarafın yaptığı mantık hatalarını da görmezden gelip veya
düzelterek eleştirmelidirler.
İnternet'deki tartışma
platformlarına bakıldığında, böyle bir ilkeye göre tartışma yapanları bulmak
çok zor. Hatta hiç yok bile denebilir. Dolayısıyla hiç bir tartışma verimli
olmuyor. Çünkü bu tartışmalarda amaç bir fikir sisteminin zayıflıklarını ya da
yanlışlıklarını tespit etmek, okuyucuların düşünsel gelişimine bir şekilde
katkıda bulunmak değil. Karşı tarafı madara etmek. Mümkünse konuşamaz kılmak.
Bizzat bu tartışma metodunun kendisi bile, bu alanlara yazanların, ezilenlerin
tarihsel tecrübesi ve inisiyatifi gibi bir problemleri olmadığını gösterir.
Onlar insanların daha alıklaşmasından yanadırlar. Alık olsun da benim tarafımda
olsun!.. Bu, ezilenlerin kurtuluşunu isteyenlerin görüşü olamaz.
Burada, şöyle bir
itiraz gelebilir. "Yahu sen ezilenlerden falan bahsediyorsun ama,
internette ezilen ne arar. Bir bilgisayar, modem, gerekli programlar vs. aşağı
yukarı küçük bir servettir. Dünyadaki insanların ancak çok küçük bir azınlığı
bunları temin edebilir. Edebilen de, ezilme ve fakirlik nedeniyle öylesine
insanlıktan çıkmıştır ki, muhtemelen tartışma forumlarından ziyade, porno
sayfalarının izleyicisi olur. Yaptığın kendisiyle biraz çelişmiyor mu?"
Doğru böyle bir çelişki
var. Ama böyle bir itirazda dile gelebilecek bu gerçeğe rağmen, fikir tartışmasında,
prensip olarak karşı tarafın ve her okuyucunun, kısaca muhatapların iyi
niyetinden şüphe etmemek gerekir. Dolayısıyla, fikir mücadelesinin kendi iç
mantığı bakımından, somut okuyucuların kalite ve niyetleri, yazış eylemi
açısından anlam taşımaz. Siz yazınızı ezilenler için yazdığında okuyanlar
içinde bir tek ezilen bile bulunmasa, yazacağınız şeyin özü değişmeyecektir.
Fikrin gerçek muhataplarına ulaşması ise, başka koşullar bağlamında belirlenir.
Ve nihayet, bir
zamanlar, zanaatkar bir Ermeni ustadan duyduğum bir söze dayanmak da mümkün: "Emek
zayi olmaz" derdi. Ya da halkın değişiyle, "iyilik yap denize
at, balık bilmezse halik bilir". Yani biz doğru olanı yapalım ve
yazalım, o elbet bir gün gerçek muhataplarına ulaşacaktır.
Konu biraz dağıldı
galiba. Dağılsın. Toparlarız. Akıllı düşmandan, aptal dosttan, karşı tarafın en
mükemmel fikir temsilcilerini seçmekten bu fikirlerle çatışmayı göze almaktan
söz ediyorduk.
Yazarın bir sosyalist
olarak en büyük sıkıntısını çektiği şey, akıllı düşmanlar. Yok böyle bir şey
maalesef Türkiye'de. Öte yandan aptal dostlar da çok. Yani sosyalist olduğunu
söyleyen bizler de genellikle oldukça aptalız. (1960'larda falan pek böyle
değildi. Toplumun en ileri unsurları sosyalist olurdu. Şimdi biraz ters bir
durum var.) Acaba bu akıllı düşman kıtlığı ile aptal dost bolluğu arasında bir bağlantı
yok mu? Yani Marksist bir terminolojiyle söylemek gerekirse: “diyalektik bir
bağlantı” yok mu? Kanımca var.
Türkiye'deki
sosyalistlerin sosyalist olmalarındaki temel problematik, hemen daima,
Türkiye'nin nasıl demokratik, ileri, gelişmiş bir ülke olacağı problematiği
olmuştur. Ve bu aslında tamamen milliyetçi bir hareket noktasıdır. Türkiye'nin sosyalistleri, aslında
milliyetçi olduğunu bilmeyen milliyetçidirler.
Türkiye'nin kendini
milliyetçi olarak niteleyenleri ise, milliyetçi bile olmayan, çoğu kez çim çiğ
çıkarlarla hareket eden en bayağısından çıkarcılardır.
Bu durumda Türk ulusunun
genel ve tarihsel çıkarlarını savunan bir muhatap bulmak ve bir sosyalist
olarak onunla fikir mücadelesine girmek olanaksız oluyor.
Öte yandan, bilinçsiz
milliyetçiler olan, ve kısmen daha modern denebilecek bir milliyetçiliği temsil
eden sosyalistler, bir kere sosyalist ideolojiyi, bunun da en ilkel biçimlerini
benimsedikleri için, bu ideolojik formlar ve problematikler bir süre sonra bir
bağımsızlık kazanıyorlar ver türlü kavrayışın önünde bir engel teşkil
ediyorlar. Bu durumda, sosyalistler de akıllı bir milliyetçi fonksiyonunu
göremiyorlar, akılsız dostlar olarak ortaya çıkıyorlar.
Gerçi tek tük burjuva
aydınları var, şu "İkinci Cumhuriyetçi" denenler. Ama onlar da, tıpkı
sosyalistler gibi geçmişin bütün yargılarını sırtlarında taşıyorlar. Örneğin,
sosyalistlerin aslında pekala işbirliği yapabilecekleri milliyetçiler olduğunu
anlamıyorlar, söylemlerine takılıyorlar. Hasılı, bir yanlışlıklar ve yanlış
anlamalar komedisidir gidiyor.
Bu durumda, kendi
sosyalist görüşlerimi mükemmel bir şekilde ortaya koyabilmek için, milliyetçi,
demokrat görüşleri savunan, teorik olarak mümkün olan ama pratikte var olmayan
tipi yaratmam gerekiyor.
Bu tipin savunduğu
görüşlerin eleştirisi biçiminde kendi sosyalist görüşlerimi daha iyi formüle
edebilirim.
Ve nihayet ancak
böylece sosyalistlerin milliyetçiliğiyle mücadele edebilirim. Onlara, bırakalım
sosyalistliği bir yana akıllı bir milliyetçi bile olmadıklarını göstermenin
başka yolu da yok gibi.
*
Fikir mücadeleleri
tarihinde bu tür örnekler bulmak zordur. Ama bildiğim bir tanesi var. Marks Kapital’ini
yayınladığında, hiç bir eleştiri gelmez. Susuş komplosu ile kitap olmamışa
getirilir. Bu susuş duvarını kırmak için, Engels, Marks'a, Bir burjuva olarak
kitabın eleştirisini yapmayı önerir. Marks da bu fikri, bu “savaş hilesi”ni çok
beğenir.
Başka örnek var mı?
Bilmiyorum.
Kaldı ki, örnek olmasa
da, bugünün Türkiye ve dünya koşulları böyle bir biçimi gerekli kılıyor.
Bu yazar, tam
anlamıyla, Türk ulusunun uzun vadeli ve genel çıkarlarını savunan bir Türk burjuva
teorisyeni ya da milliyetçisi olacaktır. Son on yıl içinde gerçekleşmiş ve
dünya tarihinde eşi bulunmayan dönüşümden gereken sonuçları çıkarmış, bugünün
dünyasını anlayacak kavramlarla düşünmeye çalışan ve ona uygun bir strateji
belirlemeye çalışan bir burjuva olacaktır. Stratejik bir program ve vizyon
geliştireceği için, günlük politikanın kayıkçı dövüşleriyle pek oyalanmayacaktır.
Ama bütün bunlardan öte, fikirlerini akıllıca savunacaktır, aptalca değil.
Elbette bu akıllılık, onun yaratıcısının aklıyla sınırlıdır. Umulur ki, ilerde
daha akıllı bir Türk milliyetçisi çıkar da yazarı bu yükten kurtarır.
Bu Türk milliyetçisinin
eleştirisi ise Demir Küçükaydın'ın diğer yazılarında bol bol bulunabilir ve
bulunacaktır.
Bu yazılarda başlığın
altında hep "bir Türk milliyetçisi olarak" cümlesi
bulunacaktır. Böyle bir milliyetçiliğin veya burjuva teorisyenliğin mümkün
olduğuna dair daha geniş ve teorik bir yazıyı sosyalist olarak yazar kendi
sayfalarında yazacaktır.
Ama bu Gökkuşağı'nın
altında Bodrum Jazz'da hep "bir Türk milliyetçisi olarak"
yazılar yer alacak.
Demir küçükaydın
9. Şubat.1998
02:44
İki Yol
(Bir Türk
milliyetçisi olarak: 01)
Sömürge savaşlarına,
ezen ulusun demokratik ve barışçı bir kitle hareketlerinin son verdiği pek
görülmemiştir tarihte. Sömürge savaşları ezen ulusu öyle çürütürler ki, o
uluslar, özel harp dairelerinin basit bir piyonu ve şakşakçısı olmaktan öteye
bir şey yapamaz hale gelir. Bu aptalca politikalara direnebilecek hiç bir güç
bulunmaz ortalıkta. Bazı aydınların ve barışçı, demokratik çevrelerin
protestoları ve eylemleri ise somut bir gücü temsil etmekten uzaktırlar.
Diğer yandan, sömürge
savaşları, o savaşı yürüten orduların, sömürgelerdeki özel savaşı yürütecek
daha özel ordular ve işbirlikçi alayları örgütlemelerine yol açar. Artık, bu
noktadan sonra, herhangi bir politika değişikliği bile olanaksız hale gelir.
Geliri, toplumsal konumu, imtiyazları ancak bu özel savaş sayesinde var
olabilen, toplumun en aşağı, işsiz, kanun dışı, lümpen kesimlerinden
derlenilmiş; silahlı, gizlilikle donatılmış, örgütlü oldukça büyük bir güç
ortaya çıkar. Bu güç her türlü denetimden uzaktır.
Türkiye'yi düşünün. On
binlerce “Korucu”, “Özel Tim” elemanı, ispiyoncusu, istihbaratçısı, özel görevlisi
ile koca bir kanun ve denetim dışı ordu varlığını savaşın sürdürülmesine
borçludur artık.
Savaşın bitmesi,
bırakalım yaptıkları kanun dışı işleri ve bunların hesabını vermeleri bir yana,
bunların işsiz kalması demektir. Bunlar için savaş, artık “politikanın başka
araçlarla devamı” olmaktan çıkmış, kendi
başına bir amaç haline gelmiştir.
Bu durumda, saçmalığı
iyice ortaya çıksa bile, kendi başına amaç haline gelmiş savaşa karşı çıkabilecek
hiç bir toplumsal güç kalmamıştır ortada. Çürüme dört bir yanı sarar.
Cezayir kurtuluş savaşı
karşısında Fransa bu durumdaydı. Filistin karşısında İsrail. Sömürge savaşlarında
Portekiz de böyleydi.
Türkiye'de ise daha da
berbat bir durum var. Türkiye'de bu savaşı yürüten güçler aynı zamanda,
dünyanın en büyük uyuşturucu ticaretini yapıyorlar. Gizli yollardan Türkiye
ekonomisine milyarlarca dolar akıyor. Öyle ki, Muazzam savaş masraflarına
rağmen, Türkiye ekonomisi belli bir büyüme bile gösterebiliyor. Böylece bütün
ekonomi için de bir şekilde, bu uyuşturucudan gelen milyarlarca dolar büyük bir
önem taşıyor. Ulusun ekonomisi bile, bu durumda savaşı kendi başına amaç
edinmiş özel savaş aygıtının bir rehini haline dönüşüyor. Bu akıl dışlılığa
karşı tepkilerin böylesine silik ve cılız olmasının başka izahı yoktur.
Türkiye, eroin ticaretiyle resmen petrol bulmuş kadar büyük gelir elde
etmektedir.
Bu gibi çürüme
durumlarında hep aynı olayı görüyoruz: sömürgedeki savaşı yürütenler, ama özel
savaş aygıtının imtiyazları ve konumundan uzak durumdaki resmi savaş aygıtının
unsurları olarak yürütenler ile özel savaş aygıtı arasında bir çatlama ve
bölünme. Ve nihayet onlar, bütün ulus yalanlara bilerek inansa bile, gerçeğin
öyle olmadığını, bu savaşın tüm toplumu nasıl kirlettiğini, çıkmazını herkesten
daha iyi bilecek durumdadırlar.
Bu çatışmanın kendi iç
dinamikleri tarafları başlangıçta hiç hesaplamadıkları noktalara doğru da
sürükler. Bu dinamikler sonucudur ki, hemen bütün sömürge savaşlarını, ya ordu
ve generaller, ya da orada güçlü desteği olanlar bitirmek zorunda kalmışlardır.
De Gaulle, Rabin ve Portekiz darbesi bir örnek verilebilir. Rusya'da Lebed de
bu genel kuralı doğrular.
Öyle görülüyor ki,
Türkiye de bir istisna oluşturmayacak. Ordu, ya da Genel Kurmay, ya da eskilerin
deyişiyle "Sünuf-u Devlet" Kürdistan'daki sömürge savaşının çıkmazını
görmüş, bir şekilde bir politik çözüme yönelmiş durumda. Susurluk ve
sonrasındaki olaylar bunun ön hazırlıkları ve böyle bir politika değişikliğini
uygulayabilmenin koşullarını oluşturabilme çabalarıdır.
Tabii, bunu kısa bir
süreç olarak görmemek lazım. Ortada somut bir plandan öte somut çatışan güçler
vardır. Bunlar örgütlü ve silahlı güçlerdir. Çok bilinen örnektir. De Gaulle,
Cezayir'deki sömürge savaşını bitirmeye karar verdiğinde, bir gece Elysee
sarayına gizlice helikopterle Cezayir'deki kurtuluş savaşını yürüten cephenin
yöneticileri getirilir. De Gaulle, onlara, "biz düşmanız, savaşıyoruz,
elinizi sıkmayacağım" der onlar da ona aynısını söyler. Sonra da, şimdi
oturup bu savaşı nasıl bitireceğimizi görüşelim der. Ama bu görüşme ile savaşın
gerçekten bitimi arasında daha epey bir yol vardır.
Türkiye henüz bu
noktadan çok uzakta. Genelkurmay ve PKK her ne kadar uzaktan karşılıklı
birbirlerini anladıklarına dair sinyaller veriyorlarsa da, henüz Abdullah
Öcalan ile dolaylı görüşmeler bile yok. Oraya kadar da bir yol var. Ama yine de
olayların önceden hesaplanamayacak tarzda hızlanması da olasıdır.
Sömürge savaşının
bitimiyle de iş bitmez. Özel savaş aygıtları, gizli örgütlere dönüşürler, her
türlü suikastı yaparlar. Uzun yıllar problem olurlar ve daha sonra da yine en
gerici ve faşist akımların çekirdeklerini oluştururlar.
Büyük bir olasılıkla
Türkiye'nin Kürdistan'da yürüttüğü sömürge savaşı da böyle bir seyir izleyecek.
Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi, zafer çelengini bir Türk Ordusu generalinin elinden
alacaktır. Şimdilik bütün göstergeler bu yönde.
*
Ama bu çözüm, sadece
bir yarım çözüm olarak kalacaktır. Bu çözüm sonunda Türkiye daha demokratik
olmayacaktır. Aksine, ordunun ve bürokrasinin ağırlığı daha da artacaktır. Bu
çözüm, "ulan bu memlekete komünizm lazımsa onu da biz getiririz"
kafasıyla bir çözüm olacaktır. "Kürtlere haklar mı, gerekiyorsa onu da
biz veririz" türünden bir çözüm olacaktır. Böyle bir çözüm,
Türkiye'nin hiç bir problemini kökünden temizlemeyecektir.
Kısacası, Prusya
yolundan bir çözüm.
Bilindiği gibi modernleşmenin
iki yolu vardır.
Birisi, Fransa yoludur.
Kitlelerin inisiyatifiyle, kökten ve demokratik çözümler.
İkincisi Prusya
yoludur. Demokratik kitle hareketleri ezilir. Ama onu ezenler, ezdikleri
hareketin vasiyetini tepeden tedbirlerle uygularlar. Ulusun bütün demokratik
geleneği yok olur.
Bu bir kader değildir.
Türk ulusu artık, büyümek ve ordunun vesayetinden kurtulmak, rüştünü ispat
etmek zorundadır. Prusya yolunu olanaklı kılan, şu günlerde Almanya'da 150
yıldönümü vesilesiyle çok tartışılan 1848 devriminde, Alman burjuvazisinin
cılızlığı ve işçilerden korkusuydu. Bugünün dünyasında artık komünizmden
korkmanın anlamı yok. Aslında işçiler de, realist insanlar olarak, sonu
belirsiz maceralara girmektense, belirli ortak kazançlar için işverenleriyle
işbirliği içinde çalışma yeteneğinde olduklarını her yerde göstermiş
durumdalar.
O halde çekinecek bir
şey yok. Ordu ve Özel savaş aygıtının arasındaki çatışmanın açacağı çatlaklar
pekala örneğin 1974 Portekiz'i gibi, demokratik bir kitle hareketinin oluşması
için elverişli koşulları yaratabilir. Bu durumda Türkiye, şu devlet
sınıflarının vesayetinden, bütün ulusun kanını emen şu bürokratik ve baskıcı
aygıtın tahakkümünden kurtulmanın olanağını yakalayabilir. Şu tarihin lanetinden
kurtulabilir.
Kürt sorununun Fransız
usulü çözümünün açacağı olanakları ise başka bir yazıda ele alalım.
Demir Küçükaydın
11.02.98
02:36:23
Türklerin Ayrılma Hakkı
(Bir Türk milliyetçisi olarak: 02)
Ulusların ayrılmaları
ve ayrılma hakları (kendi kaderini tayin hakları) arsındaki farkı anlaşılır
kılmak için çok kullanılan bir örnek boşanma ile boşanma hakkı arasındaki
farklılıktır.
Kadınların boşanma
hakkı için mücadele etmek, kadınların boşanması için mücadele etmek anlamına
gelmez, hatta aksine, kadın ve erkek arasında nispeten daha eşit bir hukuki
konum dolayısıyla iki tarafın rızasına dayanan bir birliğin hukuki koşullarını
yaratmaya yönelik olduğu için, boşanma hakkı için mücadele, pratikte
boşanmaların azalması ya da daha az sorunlu olması sorucunu doğurabilir.
Türkiye'de Kürt sorunu
üzerine tartışmalarda, bu fark gizlenmektedir.
Kürtlerin
mücadelesinin, aslında ayrılmaktan ziyade, boşanmaktan ziyade, boşanma hakkı
için bir mücadele olduğu; onların aslında boşanıp boşanmamaya kendilerinin
karar vermek için savaş verdikleri anlaşılmıyor; ya da anlamak kimsenin işine
gelmiyor.
Evet gerçekten
Türklerin işine gelmiyor. Çünkü bu farkı anladıkları an kendi sefil durumlarını
sorgulamak zorunda kalacaklar. Sözüm ona demokratlıklarının kıratı belli
olacak.
Eğer bugün Türkler bir
parçacık kendilerine karşı dürüst olsalar, şu soruyu sorarlar:
Bizim, Türklerin,
Kürtlerden ayrılma hakkımız var mı?
Bu sorunun cevabı çok
açıktır: YOK!..
Bugün Türkiye'de,
Türklerin, “Biz Kürdistan'daki, Kürt çoğunluğunun olduğu bölgelerden, yani Kürt
ulusundan ayrı yaşamak istiyoruz” deme hakları yoktur. Bu amaçla bir Türk
partisi kurulamaz. Kurulursa derhal kapatılır. Üzerine her türlü terör
estirilir. İyi saatte olsunların bütün şiddetini üzerine çeker.
Bu durumda bir parça
demokrat, Türk ulusunun gerçek çıkarlarını düşünen birisi, “o halde yapılması gereken iş, biz Türk ulusunun Kürt ulusuyla birlikte
yaşamayı isteyip istemediğimize açıkça tartışarak karar verebilmemiz için
mücadele etmek gerekmektedir", demek zorundadır. Ama nedense
sorunu böyle koyan Türk'e rastlamak olası değil.
Çünkü o zaman, sorunun,
Kürt sorunu olmadığı, Türkiye'de gerçekten demokratik bir sistem istenip
istenmediği sorunu olduğu çok daha iyi anlaşılır.
Bugün Türkiye'de en
acil sorun, Türklerin kendi kaderlerini tayin edebilme hakkı için mücadele
sorunudur.
Türk ulusunun bugün
Kürt ulusuyla aynı Devlet çatısı altında yaşayıp yaşamamayı belirleme hakkı bir
yana bunu tartışabilme hakkı bile yoktur.
Bu hak nasıl gerçek
olabilir? Bir kere bugünkü, baskıcı, bürokratik, pahalı devlet cihazı baştan
aşağı tasfiye edilmelidir. Somut olarak ne olabilir bu tedbirler?
Örneğin, İsviçre'deki
gibi bir milis sistemi kurulmalı, Düzenli Ordu tasfiye edilmelidir. Sadece çok
modern ve spesifik araçların kullanımı için profesyonel ve küçük bir
profesyonel ordu bulunmalıdır. Polis sistemi baştan aşağı tasfiye edilmelidir.
Tıpkı Amerika'daki gibi, Emniyet görevlileri seçimle gelmelidir. Osmanlı
kalıntısı bütün valilik, kaymakamlık, nahiye müdürlüğü türünden makamlar iptal
edilmeli, bunların yerine mahalli yöneticiler seçimle gelmeli ve mahalli bütün
Jandarma ve polisin denetimi bunların elinde olmalıdır. Sınırsız bir fikir ve
örgütlenme özgürlüğü olmalıdır. Böyle bir sistemde, meclisler, bugünkü Genel Kurmayın
egemenliğinin çıplaklığını gizleyen bir asma yaprağı olmaktan çıkıp gerçekten
ulusun temsilcileri olarak ulusun iradesini yansıtabilirler.
Ancak böyle bir
sistemde Türk ulusunun da gerçekten Kürt ulusuyla birlikte yaşayıp yaşamamaya
karar verme hakkı olabilir.
Ama böyle bir hak için
mücadele etmek demek aynı zamanda, zaten bu hak için Kürtler bakımından
mücadele eden Kürt ulusal hareketiyle ortak amaca sahip olmak demektir.
Dolayısıyla birlikte
mücadele etmek demektir. Birlikte mücadele etmek kadar insanları ve ulusları
gerçekten birbirine bağlayan ve gerçek dostlukların temelini atan başka ne
olabilir?
O halde, Türklerin
ayrılma hakkı için mücadele etmek, pratik sonuçları bakımından, Türk ve Kürtler
arasında gerçek bir tarihsel güvenin ve dayanışmanın, geleceğe ilişkin ortak
projeler yapabilmenin; hem de bütün bunları hiç bir zorlama olmadan, gönüllü
olarak yapabilmenin tek yoludur.
Her gerçek Türk
milliyetçisi bunu görmelidir artık. Ve Türklerin ayrılma hakkı için mücadele
etmeyenlerin ve buna karşı çıkanların Türk ulusunun en büyük düşmanları
olduğunu bilmeli ve o düşmanlarına karşı direnebilmek cesaretini
gösterebilmelidir.
Onlar Türk ulusunun
değil, kendi kastlarının, çetelerinin, sülalelerinin çıkarlarını düşünen vatan
hainleridir. İhanetlerini gizlemek için, kendilerine milliyetçi damgası
vuruyorlar. Kendileri gibi düşünmeyeni temizliyorlar, bölücü hain damgası
vuruyorlar.
Türk'ü düşürdüler.
Kendine saygısını yitirttiler. Ve bütün bunları Türklük adına yaptılar.
"Ey Türk
titre ve kendine dön!"
İslamiyet'te savaşların
en kutsalı, insanın kendi nefsine karşı savaşıdır.
Gerçek Türk
milliyetçisi için de, savaşların en kutsalı, bugünkü aşağılanmış durumuna karşı
savaştır. Türk içindeki korkuyu yenmeyi öğrenmelidir. Türk'ün en büyük düşmanı
kendisidir. Bu korkuyu yendiği, Genel Kurmayın, Polisin ve çetelerin bir piyonu
olmaktan çıktığı, bugünkü aşağılanmasına baş kaldırdığı an çözemeyeceği hiç bir
sorun yoktur.
Demir Küçükaydın
13.2.1998 00.57
Vizyon
(Bir Türk
Milliyetçisi Olarak: 03)
Bugünün Türkiye'sinin
önündeki en önemli sorun, sorunların sorunu "Kürt Sorunu"dur.
Bu sorunu ikinci plana atan, önemini gizleyen, yokmuş gibi gösteren her çaba
aslında Türk ulusuna, onun gelişimine, refah içinde yaşamasına karşı bir komplo
demektir. Bu sorun hallolmadan hiç bir sorun hallolmaz. Çeteler mi? Kökeninde
Kürt sorunu vardır. Şeriat Tehlikesi mi? Kürt sorununu halledin bu sorun da yok
olur gider. Demokratik hakların bulunmaması, baskıcı devlet mi? Kürt
sorunundadır çözüm. İşsizlik ve pahalılık mı? Çözüm Kürt sorununa bağlıdır. Çok
derdin tek ilacı Kürt sorununun çözümüdür.
Türkiye'de solcusu
sağcısı dahil herkes bu sorun yokmuş, ya da sorunlardan bir sorunmuş gibi
davranıyor. Bu kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Karanlıkta ıslık
çalmaktır.
Türkiye'de solcular
bile böyle davranmakta. ÖDP diye bir parti var. Bu Partinin politikasına bakın.
Kürt sorunu sorunlardan bir sorun gibi ele alınmaktadır. Hatta bu partinin
anlayışı, "sadece Kürt sorununa dayanarak politika yapılamaz"
gibilerden bir formülasyonla ifade edilmektedir.
Halbuki, gerçek,
tutarlı politika ancak ve sadece Kürt sorununa dayanarak yapılabilir bugünkü
Türkiye'de. Ama böyle bir politika, ister istemez, akıntıya karşı yüzmeyi,
çoğunluğun tecrit ve kahkahalarına dayanmayı gerektirir. Bütün bunlar ise
gerçekçiliği ve bir vizyonu. Bugünün Türkiye'sinde bulunmayan iki şey ise
budur.
Kürt sorunun çözmüş bir
Türkiye'nin önünde hiç bir şey duramaz. Bir kaç yıl içinde Türkiye'nin etkinlik
alanı Orta Asya'dan Balkanlara kadar genişler. Avrupa Birliği Türkiye'nin
kapısını çalmaya başlar lütfen üye olun diye. Türkiye'nin önünde gerçekten
büyük olanaklar vardır.
Ve işin ilginci bu olanakları gören ve somut bir vizyona
sahip, bunu Türk ulusuna öneren tek
politikacı Abdullah Öcalan'dır.
Evet, yanlış
okumadınız. Abdullah Öcalan bugün Ortadoğu'da belli bir güce dayanan ve bir
vizyona sahip ama aynı zamanda son derece gerçekçi belki de tek politikacıdır.
Abdullah Öcalan, Türklere
açıkça şunu söylemektedir: Bırakın aptallığı, gelin demokratik bir sistem
kuralım, Eski Osmanlı Toprakları ve hatta daha geniş topraklar üzerinde siyasi,
kültürel, ekonomik muazzam refaha dayanan bugünkü dünyanın ulusal devletler
temelini de kabul eden bir etki alanı kuralım.
Aşağıda bu konuda
Abdullah Öcalan'ın söylediklerini aktaracağız. Okuyucu, onun sol kökeninden
kaynaklanan söylemine fazla takılmayıp özünde ne dediğini iyi anlamalıdır.
Bu alıntılar, Mahir
Sayın'ın Abdullah Öcalan ile yaptığı röportajlardan oluşan "Erkeği Öldürmek"
adlı kitaptan alınmıştır. Ancak Abdullah Öcalan'ın çeşitli yazı ve
konuşmalarında sürekli tekrarlanan temalardır bunlar.
Öcalan şöyle diyor:
"Onların
ömürlerini uzatma ya da kısıtlama değil de, Türk halkının temel çıkarlarına
katkı sunması anlamında Kürt sorununa nasıl yaklaşmalıyız? Bazı endişeleri
hemen gidermekte zorlanmayacağız. İşte dar ayrılıkçılıktır, milliyetçiliktir
deniliyor. Bunun olmasına hiç gerek yok. Örneğin Kuzey Kürdistan özgürleşirse
bunun Türkiye'den ayrılmasına gerek yok. Neden gerek yok? Ekonomik nedenler
büyük rol oynuyor. Kültürel yönden, sosyal yönden büyük bir iç içelik var. On
milyona yakın Kürt, Türkiye'nin içine yani metropolüne, batısına taşırılmıştır.
"Bunlar uzun
süre kalacaktır. Türk dili, kültürü bir oranda Kürtlerin dili ve kültürü haline
gelmiştir. Bu da hemen bir ayrılmaya maddeten imkan vermez. Açık söyleyeyim biz
ayrılsak, belki de bu aşamada ikinci bir Türk devleti gibi oluşacağız,
tartışacağız, hükümet olacağız. Programlarımızın belki de şimdi TV' de nasıl
yarıdan fazlasıysa, o zaman da yarıdan fazlası Türkçe olacak. Özbekistan'dan
Türkmenistan'dan daha fazla Türk devleti gibi çalışacağız. (...)
"Bizim kadrolar
var olan Kürtleri de Türkleştiriyor. Kürtler de şimdi Türkçe öğreniyor PKK' de.
Hiç Türkçe bilmeyen Güney Kürtleri mükemmel yarı yarıya Türkçe'yi biliyor.
(...)
"Evet kuzey
savaşına katılan bütün Güney Kürtleri Türkçe öğrenmiş durumdadır. Kaldı ki
bugün güneydeki federasyonun içine Türkmenler de girmiştir. Bir sürü
Türkiye'yle bağlantılar ileri düzeydedir. İran'da Azeriler ve Kürtler iç
içedir. Kürtçe, Türkçe epey iç içe geçmiştir. Kaldı ki, Arap da Fars da bu işin
içine epey bulaşmıştır. Çok net. Güney Kürtleri hepsi Arapça biliyor. Doğu
Kürtlerinin hepsi Farsça biliyor, Azerice biliyorlar. Bunlar tümüyle olumsuzca
değerlendirilecek durumlar değildir. (...)
"Bir kazanç
olarak değerlendirmeliyiz. Türkçe öğrenmeyi ben bir kazanç olarak değerlendirdim.
İşte devrim yaptım. Kürt devrimini onunla yapıyorum. Araplar vasıtası ile
Arapları demokrasi yönünde ilerleteceğiz. Farsça'yla kocaman bir İran ülkesini
ilerleteceğiz. Azerice'yle Orta Asya Türklüğüne adım atacağız. Bunlar hepsi
zenginlik olarak değerlendirilebilir. Kaldı ki; kültürlerin, dillerin sadece
zenginlik getirdiği açıktır. Bunlardan ürkmenin hiç bir anlamı yok. Türkçe'yi
hiç bir zaman "ben bir Kürt devrimcisi olduğum halde kullanıyorum"
diye mesele yapmadım. Bazıları yadırgıyordu. Ama uygulanışta bir şey olmadı ve
kimse de bundan rahatsızlık duymadı. Dolayısıyla dil, kültür farklılığı bir
olumsuzluk etkeni değil, önemli bir birleşme etkeni olarak görülmeli. Sosyal
olarak, ekonomik olarak da bu böyledir. Hemen gümrükleri koymak, o tarafa
gideni bu tarafa gideni zorlar. Gümrükler ucuz verimsiz bir bürokrasiye yol
açar. Ekonominin zayıflamasına yol açar, serbest açılımlara zarar verir. Demek
ki devletin bir şartı olan gümrüğe de gerek yok, maddeten gerek yok. (...)
"Yani
hudutların böyle anlamsızlığını ortaya koyduktan sonra varsın bir çizgi olsun
bana göre hiç önemli değil. Diyorlar "bağımsızlıkla çelişmez mi?"
hayır bağımsızlıkla çelişmez. Bağımsızlığın ille sınır gerektirdiği kanısında
da değilim. Bazıları diyor, "tezlerinden taviz verdi". Hayır, bir
Ortadoğu federasyonu bütün halkların bağımsızlığı için en doğru modeldir. Bu
federasyon olmadığı için veya hepsi bölük pörçük olduğu için örneğin Araplar
yirmi üçü aşkın devlet oldukları halde hepsi birer sömürge eyaleti gibidir.
Yani bağımsız devlet demek bağımsızlık demek değildir. Türkiye bile şu an
bağımsız bir devlet ama bağımsız bir ulus, toplum değildir. Tam tersine bir
federasyon bağımsızlığa neden daha fazla hizmet etmesin? Bana göre federasyon
modeli veya buna benzer birlik modelleri bağımsızlığı daha fazla mümkün
kılıyor. Daha da açılabilir. Ben kanıtlayabilirim de. İşte dediğim gibi, mevcut
objektif gerçekler de bizi böyle dar, çok birbirlerine zıt milli devletlere
götürmüyor. Tam tersine diyor ki, "birliğe ama halkların kültürüne,
kimliğine saygılı olan, ekonomik ve sosyal çıkarlarına, şeref ve onurlarına yer
veren özgürce birliklere." (...) Öyle ben bunu bir taviz meselesi olarak
görmüyorum. "biz size öyle özgürlük, özerklik, federasyon verdik, bu bir
tavizdir. Karşılığında da bana bağlı kal." Hayır! Ne seninki tavizdir ne
de benim özerkliği veya özgürlüğü bu düzeyde kabul etmem bir bağımlılık
tavradır. İkimizi de bağımsızlaştırdığı için, ikimizi de zenginleştirdiği için
kabul ediyoruz. Gönüllü, çok değerli, dolayısıyla bir özgür birliktelik
formülünü geliştirirken son derece zenginlik getireceğini peşinen iyi bilmek
gerekiyor. Ve Ortadoğu çapında da oldu mu, bu şimdiden birçok çatışmalara yol
açan ve bazı ulusların katliamına yol açmış durumların son bulmasıdır;
Ulusların, halkların, kültür ve azınlıkların birbirlerine muazzam güç
vermesidir. Hele Ortadoğu'da gerçekleşen bir federasyon tüm dinlerin hoşgörüsü,
tüm azınlıkların, kültürlerin canlanışı ve bir de ta bunun Balkanlara Kafkaslara
ve hatta Afganistan'a kadar Afrika'ya kadar yayıldığını düşün; bu yeni bir
dünya demektir. Ve her halde dünyanın buna ihtiyacı var demektir. Dolayısıyla
bu yönlü bazı endişeler anlamsızdır. Türk birliği söz konusu olduğunda da
açıkça söylemeliyim; eğer Kürt düşmanlığını sürekli geliştirirlerse bir kara
gibi Anadolu Türklüğü ile Orta Asya Türklüğü arasına Kürtler girer, düşmanları
ile ittifak yapar ve en büyük zararı da verebilir. Nitekim günümüzde de
veriyor. Ama Kürtlerin özgürlüğüne duyarlı bir birlik politikası Orta Asya'ya
kadar Türklerin birliği anlamına da gelir. Bunu niye görmüyorlar? (...)"
Kitapta ve Öcalan'ın
çeşitli konuşma ve yazılarında bu vizyon birçok defalar başka açılardan ele
alınmaktadır. Biz bu yazı çerçevesinde bu kadarla yetiniyoruz.
Abdullah Öcalan'ın
vizyonu ne ölçüde gerçekçidir, ekonomik, kültürel, tarihsel, toplumsal ne gibi
temelleri vardır? Bunları da gelecek yazılarda ele almayı deneyeceğiz.
Demir Kücükaydin
12 Mart 1998 Perşembe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder