Cumhuriyet gazetesi 1 Mayıs’ta Komünist Manifesto’yu ek olarak verdi.
Nasıl Deniz Gezmiş’ler, Che Guavera’lar, Mahir Çayan’lar
ulusalcıların ikonlarına dönüştürüldüyse şimdi, Marksizm de ulusalcı bir
söylemin aracına dönüştürülüyor.
Ama bunu mümkün kılan nedir?
Yıllardır bunun mantığını açıklamaya; teorik olarak Marksizmi
aydınlanmanın kalıntılarından arındırmaya; programatik ve politik olarak da onu
ulusçuluk virüsünden kurtarmaya ve uluslara ve uluşçuluğa karşı bir bağışıklık
kazandırmaya çalışıyoruz.
Bu da kategorik olarak özce şudur: Biçimsel eşitsizliğin olduğu bir yerde, biçimsel eşitsizliğe karşı
mücadeleyi başa almadan ekonomik
eşitsizliği öne çıkarmak; o biçimsel eşitsizliğin sürdürülmesinin bir aracı
olmakla sonuçlanır.
Marksizm biçimsel
eşitliğin veri olduğu varsayımı üzerinde yükselir.
Ama kendine Marksist diyenler, bu varsayımın gerçek duruma tekabül etmediğini
unuttuğu andan itibaren, biçimsel eşitsizliğe dayanan rejimlerin ve güçlerin
bir aracı haline dönüşürler.
Sadece ulusların bir dille, dinle, kültürle, tarihle
tanımlanmasına karşı değil; genel olarak uluslara; yani politik olanın ulusal
olanla tanımlanmasına karşı mücadeleyi bayrağı yapmamış; bunu en acil görev
olarak öne çıkarmamış bir Marksizm; biçimsel eşitliği yeryüzünde yerleştirmeyi
öne çıkarmamış bir marksizmdir dolayısıyla ulusçuların ve ulusların varlığını
sürdürmesinin bir aracı olarak kullanılabilir ve kullanılmaktadır.
Cumhuriyet’in Komünist Manifesto’yu ek olarak vermesi, bu
teoremin doğrulanmasından başka bir şey değildir.
Bu vesileyle bu konuyla doğrudan bağlantılı 2013 Mayıs’ında
yazılmış bir yazıyı teoremin açıklaması için aşağıya tekrar aktarıyoruz.
1.Mayıs.2015
Marksizm “Sınıf Mücadelesi Kuramı” mıdır?
İşçi Hareketinin yükseldiği 1960’lı yıllarda Türkiye’nin
aydınları, gençleri, işçileri büyük bir açlıkla Marksizm’i öğrenmeye çalışıyorlardı.
Şimdi Marksizm’i öğrenen ve bilen yok. İkinci el kitaplardan bayağı klişeler
Marksizm diye öğreniliyor. Eskiden kalanlar ise öğrendiklerini bile unutmuş
bulunuyorlar. Bunu somut ve basit bir örnekle gösterelim.
Geçenlerde, “Devrimci
24 Nisan – Karşı Devrimci 1 Mayıs” diye bir yazı yazmıştık. O yazıda, 1
Mayıs’ın kutlanmasının bugünün Türkiye’sinde, 24 Nisan’ı gölgeleyen, somut
olarak karşı devrimci bir işlev gördüğünü yazmış ve Türkiye’nin bütün işçi ve
sosyalistlerini 24 Nisan’ı 1 Mayıs veya 1 Mayıs’ı 24 Nisan yapmaya çağırmıştık.
Bu öneri ve önermelerin somutluğu (Bugünün Türkiye’si ve somut olarak 1
Mayısların gördüğü nesnel işlev) göz ardı edilerek, 1 Mayıs’a kategorik olarak
karşı devrimci dediğimiz türden, aslında hiç de söylemediklerimizi bize atfeden
eleştiriler yapanlar oldu. Bunların üzerinde durmuyoruz.
Bu eleştirinin yapıldığı bir yazıda, “Demir Küçükaydın'ın (…) yazılarında toplumların tarihlerini
belirleyen ana temanın sınıf savaşları olduğu kuramı Marksizm'in dışına
düştüğünü (…) görüyoruz” diye bizi eleştirirken aynı zamanda bir Marksizm
tanımı da yapılmış oluyor.
Buna göre Marksizm: “Toplumların
tarihlerini belirleyen ana temanın sınıf savaşları olduğu kuramı” imiş.
Bir “tema”nın
toplumların tarihlerini nasıl belirleyeceği ayrı bir konu ve çok temel
kategorik bir yanlış olmakla birlikte, bunun üzerinde de durmayalım, esas
vurgulamak istediğimiz konuya gelelim.
Marksizm’i bir sınıf
mücadelesi öğretisi olarak tanımlamak çok yaygın bir görüştür. Yukardaki satırlarda
da bu yaygın, ama gücü yüygınlığından gelen yanlış görüşün tekrarlandığını görüyoruz.
Yeni kuşaktan kulaktan dolma Marksistlere veya eskiden biraz
Marksizm öğrenmiş de artık bildiğini unutmuş olanlara garip gelebilir ama Marksizm'in
Sınıf Mücadelesi Öğretisi olduğu görüşü veya tanımı baştan aşağı yanlış bir
Marksizm tanımı ve anlayışıdır.
Marksizm bir sınıf mücadelesi öğretisi değildir. Ya da
toplumun tarihini sınıf mücadelesiyle açıklamaz veya daha dakik olarak formül edersek,
böyle açıklamak onun ayırt edici özelliği değildir.
Ne Marks, ne Engels kurdukları bilimi, yani toplumun ve
tarihin hareket yasalarını inceleyen bilimi, bir sınıf mücadelesi öğretisi
olarak tanımlamamışlardır.
Aksine onlar öğretilerinin ayırt edici özelliğinin bu
olmadığını her zaman vurgulamışlardır.
Örneğin Engels’in, Marks’ın ölümünde, mezarının başında
yaptığı ve Marks’ın teorik katkısını özetlediği konuşmasında bir tek sınıf
sözcüğü geçmez. Katkıyı şöyle özetler:
“Nasıl ki Darwin
organik doğanın gelişme yasasını bulduysa, Marks da insan tarihinin gelişme
yasasını, yani insanların, siyaset, bilim, sanat, din, vb. ile
uğraşabilmelerinden önce, ilkin yemeleri, içmeleri, barınmaları ve giyinmeleri
gerektiği; bunun sonucu, maddi ilksel yaşama araçlarının üretimi ve böylece,
bir halk ya da bir dönemin her iktisadi gelişme derecesinin, devlet
kurumlarının, hukuksal görüşlerin, sanatın ve hatta söz konusu insanların
dinsel fikirlerinin üzerinde gelişmiş bulundukları temeli oluşturdukları ve
buna göre, bütün bunların şimdiye değin yapıldığı gibi değil, ama tersine, bu
temele dayanarak açıklamak gerektiği yolundaki, daha önce ideolojik bir
saçmalıklar yığını altında üstü örtülmüş bulunan o temel olguyu buldu.” (Engels
bu konuşmada bir de Ekonomi Politik alanındaki Artı Değer’in kaynağına ilişkin
teorik katkısından söz eder.)
Engels böyle.
Peki, Marks öğretisini nasıl tanımlamış? O da öğretisini ve
onu o yapan özelliği sınıflar ve Sınıf Mücadelesi olarak tanımlamayı
reddetmiştir. Örneğin meşhur satırlarında öyle yazar:
"Ve şimdi bana
gelirsek, modern toplumda sınıfların varlığı ya da bunlar arasındaki mücadeleyi
keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva
tarihçileri, bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçıları da
sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak
tanıtladığım şey: 1) sınıfların varlığının ancak üretimin gelişmesindeki
belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu 2) sınıf
mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı, 3) bu
diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalkması ve
sınıfsız topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir." (Karl Marks)
Görüldüğü gibi, Marks’ın öğretisini Sınıf Mücadelesi
Öğretisi olarak kavramak, aslında Marksizm'in burjuvazinin ufku çerçevesindeki
bir kavranışından öte bir anlama gelmez.
Bunu da biz demiyoruz. Lenin diyor.
“Marks'ın öğretisinin
özü, sınıf mücadelesiymiş. Durmadan söylenen ve durmadan yazılan şey, budur.
Ama, bu doğru değildir. Ve Marksizm’in oportünist çarpıtmaları, onu burjuvazi
için kabul edilebilir bir duruma getirmeye yönelen çarpıtmalar, kolayca bu
yanlışlıktan kaynaklanırlar. Çünkü sınıf mücadelesi öğretisi Marks tarafından
değil, ama Marks'tan önce burjuvazi tarafından ortaya konmuştur; ve bu öğreti,
genel olarak, burjuvazi için kabul edilebilir bir öğretidir. Yalnızca sınıf
mücadelesini kabul eden biri, bundan dolayı bir Marksist değildir; henüz
burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri
olabilir. Marksizm’i sınıf mücadelesi öğretisine indirgemek, onun kolunu
kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye
indirgemek demektir. Ancak, sınıf mücadelesinin kabulünü, proletarya
diktatörlüğünün kabulüne dek genişleten kişi bir Marksist’tir. Marksist’i
bayağı küçük (ve büyük) burjuvadan temelden ayırt eden şey, işte budur. Marksizm’in
gerçekten anlaşılıp kabul edildiğini, işte bu denektaşı ile sınamak gerekir“
(Lenin; Devlet ve Devrim; 2 ciltlik Seçilmiş Eserleri, C. II, s. 182, Berlin
1955, Alm.).
Peki, Proletarya Diktatörlüğü nedir?
Sanılır ki Proletarya Diktatörlüğü diktatörce bir
yönetimdir. Burada daha sonra Bürokrasinin kendi diktatörlüğünü bir proletarya
diktatörlüğü olarak tanımlarken yaptığı ucuz bir hile vardır.
Diktatörlük kavramının bir sosyolojik, bir de politik
anlamı vardır.
Sosyolojik olarak her
demokrasi bir diktatörlüktür. Örneğin, demokrasinin kendisi bile
demokrasiye karşı olanlar, örneğin diktatörlükten yana olanlar ve diktatörce
bir yönetim karşısında bir diktatörlüktür. Demokrasinin temeli olarak
yurttaşların eşitliğini savunmak,
yurttaşların eşit olmadığı bir düzen ve anlayış özerinde diktatörlüktür
ve diktatörlük olmak zorundadır. Tersi de aynı şekildedir. Yani insanları eşit
görmeyen bir düzen de eşit görenler üzerinde bir diktatörlüktür.
İslam bunu Allah’a Şirk koşmama biçiminde ifade
etmiştir. Yani bir toteme tapıyorsanız,
bir aşiretin hukukunu kabul ediyorsanız, Allah'a tapmıyorsunuz Allah’ın
hukukunu ve ilişkileri düzenleyen kurallarını kabul etmiyorsunuz demektir. İkisi
bir arada bulunamaz. Allah’ın kuralları ve hukuku geçerliyse, aşiretlerin,
putların, totemlerinki geçerli olamaz.
Bütün insanları eşit kabul eden bir düzen, insanları eşit
kabul etmeyen bir düzen ve anlayışla bir arada olamaz. Bunun tersi de
geçerlidir. Yani bunlar birbiri üzerinde diktatörlük olmak zorundadırlar.
Özetle Proletarya Diktatörlüğü, sosyolojik anlamıyla
İslam’ın Allah’a Şirk koşmamak dediğinin, bu sosyolojik ilişkinin ve bağın
modern siyasetin kavramlarıyla ifadesinden başka bir şey değildir.
Bu diktatörlük kavramının, siyasi bir kavram olan, bir rejim biçimini tanımlayan, demokrasinin
zıttı anlamındaki diktatörlük kavramıyla ilişkisi yoktur.
Ama aynı sözcüğün kullanılmış olması, Bürokrasinin kendi
egemenliğini Marks’ın teorisine uygun davranıyormuş gibi göstermesini de
kolaylaştırmıştır.
Özetle Sosyolojik olarak Proletarya Diktatörlüğü ve
Proletarya Demokrasisi özdeştir.
Politik olarak Diktatörlük ve Demokrasi zıttır.
Peki, Proleter Demokrasisinin Burjuva Demokrasisinden farkı
nedir?
Proletarya Demokrasisi, Burjuva demokrasisinin hala hiçbir ülkede
bile tam anlamıyla uygulanmayan tüm özelliklerine sahiptir, bunun üstüne,
üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin kaldırılmasının sağladığı ek eşitleyiciliği
de koyar.
Yani burjuva demokrasisinde zenginlikler belli ellerde
toplandığından dolayı örneğin, fiili olarak burjuvazinin bir üstünlüğü olur.
Bunu ortadan kaldırır. Yani biçimsel eşitliğe sosyal eşitliği ekler. Ama bu
biçimsel eşitliği yok etmez, önemsizleştirmez, aksine onu sonuna kadar da
götürür.
Marksizm biçimsel eşitliğin veri olduğu varsayımından
hareket eder. Bunun üzerine sosyal veya iktisadi eşitliği de getirmeye çalışır.
Ama ya biçimsel eşitlik yoksa?
Bugünkü dünyada yoktur? Çünkü insanların eşitliğinin yerini
ulusların eşitliği almıştır.
Ulusların eşitliğinin egemen olduğu bir dünyada, insanların
eşitliği mümkün değildir. Ulusların eşitliği insanların eşitliği üzerinde bir
diktatörlüktür.
İnsanların eşitliğini sağlamak, yani ulusları ve ulusal
sınırları yok etmek ise, uluslar ve ulusların eşitliğine dayanan sistem
üzerinde bir diktatörlüktür.
O halde Proletarya Diktatörlüğü, uluslar ve ulusal devletler
ve ulusların eşitliği üzerinde bir diktatörlük olmak zorundadır. Yani politik
bir birim olarak ulusu kabul etme üzerinde bir diktatörlüktür Proletarya
Diktatörlüğü.
Peki Marksizm her şeyden önceproletarya Diktatörlüğünü kabul
etmek ve bunun için mücadele etmek olduğuna göre; var olan devlet cihazı, yani
ulusa göre tanımlanmış devletler sınıfsız topluma gidişin araçları olamayacağına
ve parçalanması gerektiğine göre, Marksist olmak, uluslara ve ulusal devletlere
karşı savaşı en baş görev olarak öne almak demektir.
Tekrarlarsak, İnsanların eşitliğini sağlamak için ana şart,
ulusları yok etmektir. Ancak böylece biçimsel eşitlik sağlanabilir.
Yani Proletarya Diktatörlüğü öncelikle biçimsel eşitliği sağlamak
zorunda olduğundan ancak Dünya Cumhuriyeti olabilir. Yani Proletarya
Diktatörlüğü için savaş, uluslara ve ulusal devletlere karşı savaş olmak
zorundadır. Çünkü ancak uluslar ve ulusal devletler yıkıldığında, bir tek dünya
cumhuriyetinin yurttaşları arasında gerçek bir biçimsel eşitlik sağlanıp sosyal
bir eşitliğin koşulu yaratılmış olabilir.
Yani 1 Mayıs, her şeyden önce, eğer Marks’ın öğretisine
uygun davranılacaksa, uluslara karşı bir gün olmalı ve insanları uluslara karşı
mücadeleye ve ulusal devletleri yıkıp bir tek Dünya Cumhuriyeti kurmaya
çağırmalıdır. Bunun da ön koşulu, herkesin öncelikle “kendi” devletine ve
ulusuna karşı savaşması ve insanları bu savaşa kazanmak için mücadele
etmesidir.
Ne Türkiye’deki ne de dünyadaki başka 1 Mayıslarda böyle bir
acil hedef ve temel parola görülmemektedir. Bu biçimsel eşitlik yokken sanki
varmış ve mümkünmüş gibi insanları ulusal devletler çerçevesinde kapitalizme
karşı savaşa çağırmak (Şimdi yapılan bütün 1 Mayıslar böyledir) sadece ham
hayaller yaymak değildir ayın zamanda anti Marksist bir anlayışı savunmak ve
uygulamak demektir.
Türkiye’ye gelirsek. Durum daha vahimdir.
Ulusların eşitliği insanların eşitsizliğinin temelidir ama
bir de ulusların içinde, ulusu bir dille, dinle, etniyle, tarihle, ırkla
tanımlayan uluslarda, ulusların içinde de biçimsel eşitlik yoktur. Yani bir
ulus içindekilerin eşitliği de yoktur. Örneğin Türkiye’de Ermeniler,
Süryaniler, Kürtler vs. Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar vs. Türklerle ve
Sünnilerle eşit değildir.
Böyle bir ülkede de en azından asgari olarak işçilerin
savunması gereken, ulusun bir dille, dinle, soyla, ırkla, kültürle, tarihle
tanımlanmasına karşı çıkmak, bütün bunların politik alının dışına atılması için
mücadeledir.
Yani Türkiye’de 1 Mayıs’ta işçilerin yapması gereken,
işçilerden ve işçi haklarından söz etmek değil; bütün bu ulus içinde bile
eşitsiz olanların sorunlarını ve eşitsizliğini bayrağına yazıp bunun için
mücadele etmektir.
Ancak o zaman Müslüman ve Türk işçiler birer Demokrat haline
gelmeye başlarlar.
Sanılanın aksine, işçiler işçilerin sorunlarıyla ve ekonomik
mücadeleyle ilgilenirlerse sosyalist olmazlar. Onlar toplumdaki tüm gayrı
memnunların sorunlarıyla ilgilendikleri zaman sosyalist olabilirler.
Yani Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Aleviler, Ezidiler, Hıristiyanlar,
kadınlar, Eşcinsellerin eşitliği için mücadele edip birer demokrat olduklarında
işçiler ancak gerçekten sosyalist olmaya başlarlar.
Lenin’in Ne Yapmalı’da anlattığı hep budur.
Proletarya Partisi işçi partisi olmaz. Devrimcilerin, tüm
gayrı memnunlardan ve sınıflardan devrimcilerin partisi olur.
O halde, gerçek bir sosyalist, gerçek bir devrimci, gerçek
bir işçi için, Türkiye’de ulus Türklükle ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmış olduğundan,
buna karşı mücadele ve bunun önemini vurgulamak, programlaştırmak için,
sembolik olarak 24 Nisan’da 1 Mayıs yapmak, tamı tamına Marksist öğretiye uygun
davranmaktır.
Bizi “sınıf mücadelesi
öğretisi” olan Marksizm'i reddetmekle eleştirenlerin kendileri vulgar Marksistler
bile değildirler.
13 Mayıs 2013 Pazartesi
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder