Ortaya çıktığı günden beri sol görünümlü bir gericiliği ve
milliyetçiliği savunan Doğu Perinçek ve partisi, her zaman olduğu gibi şimdi de
tarihi ve kavramları alt üst ederek bu günkü gerici ve ırkçı politikalara sol
bir cila sürmeye çalışıyor. Bunlar için olaylar ve kavramlar, o an izlenen
gerici politikalara bir sol görünüm kazandırmak için içerikleri boşaltılacak ve
istenildiği gibi oynanacak basit araçlardır.
Türkçü Bonapartist Talat Paşa’yı Jakoben yaptıkları
kolaylıkla, Hazreti Muhammet’i de
cuntacı yaparlar. Örneğin şöyle yazıyor “Bilim ve Ütopya” dergisinde “Silahlı
Peygamber Hazreti Muhammet’in Medeniyet Devrimi” adlı çok bilimsel
yazısında bay Doğu Perinçek:
“Hz. Muhammed de, bütün devlet ve medeniyet kurucuları
gibi, elbette silahlı bir güce kumanda etmiştir. Silahlı güç tekeline sahip
olmak, devletin ayırt edici özelliğidir. Silahlı güç varsa, devlet vardır. Ve
her medeniyet, ancak devletle, silahlı güçle kurulur. İnsanlık kabile
toplumundan devlet ve medeniyet kuruculuğuna silahın tekelde toplanmasıyla
geçmiştir. İşte İslam Peygamberi'nin büyük başarısı da buradadır.
Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?”
Mezopotamya uygarlığı, Mısır, Çin, İran, Türk, Yunan, Roma uygarlıkları, Cromwell'in İngiliz demokrasisi, Washington ve Lincoln'ün Amerikan demokrasisi, Robespierre'in Fransız demokrasisi, Bismarck'ın Alman birliği, Garibaldi'nin İtalyan birliği, hep silahla kurulmadılar mı?”
Burada yapılan oyunun niteliği çok açıktır. Aynı şekilde,
silah ve savaş aracına başvurdukları için, sosyolojik olarak tamamen farklı
karakterdeki, farklı sınıfların ve tarihsel dönemlerin ifadesi olan kişi ve
hareketler, sadece silaha başvurmalarından hareketle aynı sepete atılmaktadır.
Bay Perinçek, İslam peygamberinin büyüklüğünü onun
başarısında, başarısını da silah kullanmasında bulmaktadır.
Muhammed’in büyüklüğü Perinçek’in başarısını bağladığı silah
kullanmasında değildir; aslında Muhammet başarılı da olamamıştır kurmak
istediği düzen göz önüne getirilirse, daha ölümüyle birlikte, cesedi soğumadan,
Mekke eşrafı su başlarını kesmiş ve adım adım birkaç on yıl içinde, İslam’ı
tipik bir uygarlık ve devlet dini yapmıştır.
Tümü silahlı ve eşit Müslümanların Camide toplanarak ortak
kararlar aldıkları ilk günlerin yerini, Müslümanların silahsız olduğu, silahın
sadece devlet ve onun asker ve zaptiyelerinde bulunduğu; Camilerin devletin
başındakilerin kararlarının halka duyurulma ve bu karar ve uygulamaları
meşrulaştırmanın aracı olduğu, namaz saflarında sembolize olan hukuksal
eşitliğin yerine aşılmaz sınıf farklarının geçtiği İslam namlı bir gericilik,
soygun ve zulüm düzeni almıştır.
Muhammet’in büyüklüğü başarısında değil, tam da o başarısız
kaldığı noktadadır.
Eğer Muhammet ile bu gün arasında bir paralellik kurmak
gerekirse, bu günün Muhammet’i, tüm ulusal devletlere, özellikle bunlar içinde
bir ulusu dil, din, etni, soy, tarih vs. ile tanımlayan devletlere karşı,
“vatanım yeryüzü milletim İnsanlık” parolasıyla bu devletleri yıkmak için
mücadele eden olabilir. O günün putları ve aşiretleri ve soy kardeşliği ne ise
ve nasıl Muhammet o soyları, aşiretleri ve onların putlarını parçaladı ise, bu
günün Muhammet’i de bu günün dünyasının aşiretleri olun ulusları, bu günün
dünyasının putları olan ulusal bayrakları; bu günün soydaşlığı olan ulusçuluğa
ve ulus kardeşliğine kutsal cihat açan; bütün ulusal devletleri “dar ül harp”
olarak görendir.
Eğer Muhammet’in silah kullanması ile günümüz arasında bir
bağ kurmak gerekirse, bu gün bütün ulusal devletleri, dolayısıyla öncelikle de
vatandaşı olduğu ulusal devleti yıkmak için silah kullanmak Muhammet’in
yaptığına benzer. Muhammet silahı kendi içinden çıktığı kabileye (Kureyş’e) ve
şehre (Mekke’ye) karşı kullanıyordu. Mekkeliliğin ve Kureyşliliğin yerine
Müslümlüğü, yani insan kardeşliğini geçiriyordu. Allah, tüm insanlığın
ifadesini bulduğu genel kavramdı. Ruhunu Allah’a teslim etmek, yani Müslüman
olmak, tüm insan kardeşliğine inanca
teslim olmak anlamına geliyordu. Muhammet’in Kabeye girip putları yakmasının bu
günkü karşılığı, bir Türkiyeli veya Türk için, Ankara’yı ele geçirip, Türk
bayrağını yıkmaktır. Ve oradan da bütün ulusal devletlere, tıpkı Muhammet gibi
savaş açmak, bütün ulusal devletleri “dar ül harp” olarak görmektir.
Perinçek devrimci Muhammet’i, kendisi gibi basit bir gerici
milliyetçi gibi görmektedir. Doğu Perinçek’in Muhammet dönemindeki karşılığı,
hala o Kureyş ve aşiretler dönemini savunan Ebu Cehil’lerdir.
Bay Perinçek’in devrimcilik olarak vaftiz ettiği şey sadece
silah ve şiddettir.
Devrimi şiddet olarak görmek, en karşı devrimci devrim
kavrayışıdır.
Perinçek’in tahrifatları tarihi alt üst edişleri, son “Talat
Paşa Harekatı”da Talat Paşa denen darbeci Bonapartı, Jakoben olarak satmasında
da görülür. Bunun için, o güya karşı olduğu liberallerle aynı şeyi yapar, Jakoben
kavramının içini boşaltır ve onu bir şiddet kullanımı, bir yukarıdancılıkla
özdeşleştirir. Yani son yılların gerici atmosferinde devrimci ideallerinden vaz
geçen aydınların Jakobenliğe yüklediği anlama aynen sahip çıkar.
Ama önce şu Jakobenin ne olduğuna bir bakalım. Çünkü yeni
kuşaklarca Jakoben’in gerçek ve otantik anlamı unutulmuş bulunuyor.
Yeni kuşaklar Jakoben diye, üstten darbecilik yapanı
anlamaktadır. Jakobene bu anlamını verenler, 12 Eylül darbesinden sonra
gericilik ve yılgınlık ortamında demokrasiyi terk edip liberallere dönüşen
aydınlar oldu. Ondan sonra bu yeni yanlış anlamıyla yayıldı ve öyle bilindi.
Belli bir çağın ruhu ve sınıfsal çıkarlar sadece olayları
tahrif etmez, kimilerini unutup kimilerini öne çıkarmaz, kavramların da
anlamların da anlamlarını değiştirir. Ve bu anlam değişmeleri hiç de masum
değildir, Jakoben kavramında olduğu gibi.
Örneğin bu gün bir hakaret sıfatı olan Herif, Hırfetten
gelir ve bir zamanlar zanaat ehlini tanımlamakta kullanılırdı. Osmanlı
Devletinin çürümesilyle birlikte emeğiyle yaşamanın, zanaatın toplumdaki
değerinin azalmasına paralel olarak bu günkü olumsuz ve aşağılayıcı anlamını
almıştır.
Jakoben kavramı da böyle bir anlam değişmesine uğramıştır
Türkiye’de, hatta dünyada. Devrimci demokrasiyi; burjuva devrimleri
ideallerinin ezilen ve yoksullar tarafından sonuna kadar savunulmasını ifade
eden bir kavram olan Jakoben, 68 sonrasındaki gericiliğin yükseldiği
atmosferde, Wajda’nın Dandon gibi
filimleriyle birlikte, bu gerçek tarihsel anlamından boşaltılıp, sadece
şiddetle özdeşleştirildi.
Jakobenizm, Marks’ın deyimiyle Burjuva devriminin
ideallerini plepçe, avamca gerçekleştirmeye denir.
Yani Jakobenizm, bırakın üstte olmak, darbecilik veya
yukarıdan devrimciliği bir yana bunun tam zıddıdır. Paris’in donsuzları, yani
baldırı çıplakları, yani yoksulları, Jakoben derneklerinde örgütlenmişlerdi.
Burjuvazinin devrimi savunmakta kararsız olduğunu görüyorlardı. Devrim dört bir
yandan kuşatılmıştı. O devrimi savunmak için devrimi yok etmeye kalkanların
şiddetine karşı şiddet uygulamak zorunda kalmasıdır bu yoksulların Jakobenizm.
Jakobenizmin şiddeti yüceltmek gibi bir yanı da yoktur.
Robespiyer, idam cezasının kaldırılmasını ilk isteyendir.
Jakobenizm, bu yoksulların iktidarıdır. Bunun unutulmuş bir
adı da Birinci Paris Komünü’ür.
İkinci Paris Komünü’nü yapanlar da, yine kuşatma şartları altında,
Jakobenlerdir, yani Paris’in yoksullarıdır. Ama artık, Birinci Paris Komünü’nün
o yarı esnaf işçileri az çok modern proletarya oldukları için, ikincisinde,
Jakobenizm fiilen bir İşçi İktidarı olur, Marks’ın “güneşi fethe çıktılar” diye selamladığı.
Jakobenizmin gerçek mirasçısı Rus devriminde Bolşeviklerdir.
Bolşevikler de yukarıdan darbeci değildiler, dünya tarihinde eşi görülmemiş
işçi ve köylülerin ayaklanmasının öne çıkardığı devrimcilerdi. Tıpkı Robespiyer
gibi, karşı devrimin kuşatma ve saldırısına karşı Kızıl Orduyu kuran Troçki de
İdam cezasının kaldırılmasını önerenlerdendi devrimin ilk günlerinde.
Ne Robespiyer’de, ne Troçki’de şiddetin ve insan
öldürülmesinin yüceltilmesinin zerresi yoktur. Bu Doğu Perincek gibi nasyonal
sosyalistlerin bir özelliğidir. Onlar sadece devrimi savunmak için buna başvurmuşlar
ve onu hiçbir zaman yüceltmemişlerdir.
Yani Jakobenizm, burujuva devriminin ve aydınlanmasının, tüm
insanların eşitliği; fikir ve örgütlenme özgürlüğü gibi ideallerini savunan
yoksulların hareketidir. Bu anlamda, örneğin, PKK bir Jakoben hareket karakteri
taşır. 12 Eylül öncesinin devrimci radikal sol hareketleri Jakoben
sayılabilirdi.
Türkiye tarihine bakarsak, Jakoben kavramına darbeci
yukardancı anlamını veren liberal aydınların iddialarının aksine, Atatürk bir
Jakoben değil, bir Bonapart’tır. Eğer jakobene benzeyen bir şeyler aranırsa,
son duruşmada silahlı halk olana, Çerkes Ethem, Yeşil Ordu ve çetelerin güçlü
ve egemen olduğu dönem, bir parça Fransa’nın Jakoben iktidarı dönemine benzer. Thermidor’un karşılığı, Çerkez Ethem’in
tasfiyesi, Suphi’lerin öldürülmesi ve Ali Fuat Cebesoy’un batı Cephesi
komutanlığından alınıp onan yerine İsmet İnönü’nün getirilmesidir. Bonapart’ın
İmparator ilan edilmesinin karşılığı da Cumhuriyet’in ilanıdır.
Jakobenizm, ezilenlerin toplumsal bileşiminin değişmesiyle
birlikte, kendisi de evrim geçirmiş ve Rus devriminde Bolşevizme dönüşmüştür.
Paris’in yarı esnaf “san kilot”ları (donsuzları,
baldırı çıplakları) Putilov fabrikalarının işçileri olunca, Jakobenizm de
Bolşevizm olmuştur. Robespiyer ve Marat’nın, Rus devrimindeki karşılığı, Lenin
ve Troçki’dir. O devrim günlerinde jakobenlik taslayan Napolyon’un karşılığı da
Stalin’dir.
Ama yoksullar sadece işçilerden ibaret değildir, işsizler,
küçük üreticiler de bunlara dahildirler. Hatta işçiler kendilerini iyi kötü
sendikalarla koruyabildiklerinden bu tabaklar daha korumasız olduklarından,
kriz dönemlerinde bunlar hızla radikalleşme eğilimi gösterirler. Eğer bu
radikalleşme devrimci bir yükseliş döneminde, devrimci umutların yaşadığı bir
çağda gerçekleşirse, bir işçi sınıfı devrimciliğiyle, yani kendi evrilmiş
biçimiyle ittifaka girebilir. Sandinist, Küba, Çin, Vietnam devrimleri bu
anlamda Jakoben devrimlerdir.
Ama gericiliğin ve devrimci umutların yitirildiği bir
dönemde, bu radikalleşme pek ala faşizmde olduğu gibi, işçi sınıfına karşı bir
küçük burjuva haçlı seferine de dönüşebilir. Jakobenizm ile Faşizm’in bu
bağlamda belli bir ilişkisi de vardır. Ama bu da yine, işçi sınıfının yeterince
Jakoben olmamasının, yani devrimci olmamasının, oportunist günahlarının bir
cezası olarak ortaya çıkar. Ve faşist hareket içinde alt sınıfların bir eğilimi
olarak yansır. Faşizm imtidarı alır ve devlet olarak örgütlenirken, bu “jakoben”
tarafından kurtulmanın yoluna bakar Almanya’daki “Uzun Bıçaklar Gecesi”nde olduğu gibi.
*
Bonapartizm Jakobenizmin zıddıdır. Tepeden darbe yapar o
devrimin kazanımlarına oturur ve onları budar. O budadığı biçimiyle de
genellikle başka ülkeleri istila eder.
Bonapartizm’e adını veren Napolyon Bonapart böyledir.
Örneğin İslamiyet’in Bonapart’ı Muvaiye’dir. İslamiyet’in
Robespiyer’i Ali’dir.
Ekim Devrimi’nin Robespiyer’i Lenin Troçki’dir, Bonapartı
Stalin’dir.
Ama devrim ile bu karşı devrimler arasında, Fransa’da
Jirondenler diğer dönemler; İslam’da Dört halife Devri, Rusya’da Zinovyev,
Kamanav, Buharin’li dönem vardır.
Napolyon, Muaviye ya da Stalin, ancak bu aşamalardan sonra imparator olacak
güce ulaşırlar.
Bonapartların esas karakteri, onların Jakobenizmi, yani
devrimin ideal ve amaçların terk etmesinde ve bu geleneği sürdürenleri
tasfiyesinde toplanır. Bonapartizm bir karşı devrimdir. Bonapartizm, devrimi,
bir egemen sınıfın ele geçirmesidir. Bu hiç şaşmazca aynı biçimde olur. Egemen
sınıf bunu devrimin bayrağıyla yapar. Napolyon İmparator olduğunda, Fransız
devriminin, Eşitlik, Özgürlük, Kardeşliği sembolize eden üç renkli bayrağını
İmparatorluk Kuşağı olarak kuşanmıştı. Muaviye, Ali’ye karşı Sıffın savaşında,
Askerlerinin mızraklarının ucuna Kuran yaprakları taktırarak yok olmaktan
kurtulmuştu. Stalin, Lenin’i bir tanrı gibi dokunulmaz tabu yaparak karşı
devrimini yapmıştı.
Bu tarihsel ortaklıklar ışığında baktığımızda Osmanlı
tarihinde kimdir Jakoben?
Osmanlı tarihinde Jakoben neredeyse yok denecek kadar azdır.
Çünkü, Osmanlı’da burjuvazi çoktan devrimci barutunu yitirdiğinden, burjuva
devrimlerinin tüm insanların eşitliği ideali terk edilmiş, ulus bir etni, dil
veya din ile tanımlanmaya başlanmıştı. Diğer yandan., Rusya’nın aksine, bir
modern ve büyük sanayi olmadığı için, bu gerici burjuvazi karşısında, bu
Jakoben gelenekleri savunacak bir işçi sınıfı da yoktu. Dolayısıyla Jakobenizm
çok sınırlı ve cılız bir eğilim olarak vardır Osmanlı’da.
Jakobenizm’e en yakın eğilim, Ermeni ve Rumlar ve Balkan
halkları arasındaki işçi ve sosyalist partiler olabilir. Osmanlı
imparatorluğunda hem modern işçileri içerdikleri hem de ezildikleri için, Rum
ve Ermeni ahali arasında bir Jakobenliğin izleri görülebilir. Ama bu bile
sınırlıdır. Çünkü, sadece burjuvazi devrimciliğini yitirmemiş, işçi hareketi de
bu gerici milliyetçilikten etkilenmiştir. Ulus artık, insan haklarıyla değil,
Ermenilik, Türklük, Rumluk, Bulgarlık vs. ile tanımlanmaktadır.
Fransız devrimi olduğunda Fransa’nın yüzde onu Fransızca
konuşuyordu. Fransız olmanın devrimde bu günkü gibi bir etnik aidiyetle
ilişkisi yoktu;. Fransız imparatorluğunun yayılmış oluğu topraklarda yaşayan
yurttaşlar anlamına geliyordu.
Osmanlı’da böyle bir hareket olmadı. Osmanlıcılık, egemen
Müslüman devlet kastının kendini savunma ideolojisiydi, bu anlamda
aydınlanmayla bir ilgisi yoktu. En Devrimci ve Sosyalist Hınçak partisi bile,
hiçbir zaman, tüm Osmanlıda bir Fransız devrimi gibi devrim yaparak, Osmanlı
topraklarında dilsiz, dinsiz., etnisiz, tarihsiz bir cumhuriyet kurmayı
düşünmezdi, bir Ermeni partisi olmaktan öteye gidemedi.
Bu anlamda, içinde Türk ve başka din ve milliyetlerden
komutanlar yöneticiler bulunan ve etnik milliyetçiliğe daima mesafeli duran
PKK, Türkiye’de Jakobenizm’e en yakın eğilimi temsil eder. Osmanlı’da en
devrimci ve sosyalist örgütler bile buna uzaktı. Hıncak içinde, Kürtler,
Türkler, Rumlar ve diğerleri yer almıyordu. Bu nedenle, Hınçak bile tam bir Jakoben
sayılmazdı.
Osmanlı’da bilinen meşhur aydınlar arasında, Jakoben adını
almaya layık olarak Tevfik Fikret’ten söz edilebilir. O “Vatanm yeryüzü
milletim İnsanlık” diyerek, her hangi bir etni, dil, din, soy aidiyetini,
ulusun buna göre tanımlanmasını reddetmiştir. Yani burjuva devrimi
ideallerinin, aydınlanmanın tutarlı bir savunucusudur.
Sadece bu idealleri sonuna kadar ve tutarlı savunmaz,
bunlara ulaşmak ve bunları savunmak için, tıpkı Jakobenler gibi her şeye de
hazırdır. Örneğin bir “lahza i teahhur” şiirinde, Sultan İkinci
Abdülhamit’e suikast yapan Ermeni
devrimcinin bombasının biraz geç patalaması ve bu nedenle müstebit sultanın
ölmemesi nedeniyle hüznünü anlatır. Fikret, eğer yaşasaydı, 1908 devrimini
(Babıali Baskını denen) darbeyle gömen, Ermenileri katleden Talat Paşa’nın
öldürülmesini, muhtemelen alkışlardı.
Bu gün bile böyle devrimciler yokken. Türkiye’nin sosyalistlerini
çoğu Genel Kurmayın peşine takılmışken,
kendini Türklükle tanımlayan bir devletin yurttaşları olmak onları
rahatsız etmez ve sözde ABD’ye karşı olmak adına bu devleti savunmaya geçmiş
bulunurlarken, Tevfik Fikret, cumhuriyet döneminin bir sürü komünistinden bile,
Jakobenizme çok daha yakındır. Çünkü Cumhuriyet’in Komünistleri de Türk
“Komünist”i olmuşlardır, Osmanlı’nın komünistlerinin Ermeni “Komünist”i
olmaları gibi.
1908 kıytırık devriminin Bonapart darbesi, İttihat
Terakki’nin babıali baskını, yani darbesidir. 1908 devriminde bir Jakoben
iktidarı yoktur.
İşte Talat Paşa, bu darbenin örgütleyicisi, devrimin
kardeşlik ve özgürlük idealleri yerine devleti yaşatma ve korumayı geçiren
adamdır.
Zaten tam da bir Bonapart olduğu için, bir karşı devrimci
olduğu için, o cılız devrimi yok ettiği için Hitler’e ilham veren Ermeni
katliamının örgütleyicisi olmuştur.
Biz sosyalistler ve devrimci demokrasi, Talat’ın değil; ulusu
din yani İslam ile tanımlayarak Osmanlıyı yaşatmaya çalışan Teşkilatı Mahsusacı
Mehmet Akif’in değil; “Vatanım
Yeryüzü Milletim İnsanlık” diyerek,
her hangi bir din, etni, dil ya da toprak parçasıyla ulusu tanımlamayı
reddeden; tarafını daima ezilenlerden, yoksulardan yana koyan, kadın haklarını
savunan, çok yönlü aydın (Ressam, eğitimci, mimar vs.) burjuva devrimlerinin
idealinin, aydınlanmanın o gerçekleşmemiş projesinin savunucusu; belki de tek Jakoben, Tevfik Fikret’in
mirasının savunucularıyız.
*
Bu vesileyle Tevfik Fikret’in Sultan’ı öldürmek isteyen
Ermeni devrimcisinin başarısız kalan teşebbüsüne duyduğu üzüntüyü anlatan
şiiriyle bu Jakobeni analım:
Önce bu günkü Türkçe’yle sonra o zamanın diliyle:
bir anlık gecikme
bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı,
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...
ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.
sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.
silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;
yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini
bir patlama...bir duman...ve bütün bir şenlik alayı,
sahnelediği oyunu seyreden kalabalık; haşin, azgın
tırnaklarıyla bir kahredici elin, didik didik,
yükseldi havaya bacak, kelle, kan, kemik...
ey yüce patlama, ey öc alıcı duman,
kimsin? nesin? bu saldırıya iten ne, sebep ne? kim?
arkanda bin meraklı bakış ve sen yoksun,
görünmeyen bir eli andırıyorsun, kurtarıcı.
sesinde o öfkenin o korkunç yıldırımı var ki
her yerde hak ve kurtuluş duygusunu tetikler.
vuruşunla kahredici ayağı titrer zorbalığın,
en gururlu, görkemli tâcı sarsar yaklaşışın.
silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini, en çetin
bir uykudan uyandırır milleti dehşetin.
ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın!
attın...ama yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman,
ya da o durmasaydı o tâlihsiz* taç,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş.
ancak, rastlantı... âh o güçlülerin dostu,
güçsüzlerin, zavallıların değişmez düşmanı,
birden yetişti etkisiz kılmaya, bu yakıcı planı,
söndürdü bir nefeste bu parlak umudu;
yazdı, alay etmek için bilinçsiz yazgı,
zulüm tarihine bir övünme önsözünü.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi öcünü;
ancak; unutmasın şunu (ki) alçaklığın tarihi:
bir milleti çiğnemekle bu gün eğlenen (alçak)
bir anlık gecikmeye borçlu bu keyfini
Orijinal dilinde:
bir lahza i teahhur
bir darbe... bir duman... ve bütün bir gürûh-ı sûr,
bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur
tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik...
ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,
kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?
arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,
bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.
mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki
her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.
sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,
en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.
silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin
bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,
yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,
âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,
söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;
nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr
târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;
lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:
bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)
bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
-5 temmuz 1322-
-18 temmuz 1906-
tevfik fikret
bir ma'şer-i vaz'ı temâşâ, haşin, akuur
tırnaklariyle bir yed-i kahrın, didik didik,
yüseldi gavr-ı cevve bacak, kelle, kan, kemik...
ey darbe-i mübeccele, ey dûd-i müntakim,
kimsin? nesin? bu salvete sâik, sebeb ne? kim?
arkanda bin nigâh-ı tecessüs, ve sen nihân,
bir dest-i gaybı andırıyorsun, rehâ-feşân.
mâlik sensin o servet-i ra'dîn-i gayza ki
her yerde hiss-i hakk u halâsın muharriki.
sadmenle pâ-yı kaahiri titrer tegallübün,
en gırca tâc-ı haşmeti sarsar takarrübün.
silkib ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin
bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!
dursaydı bir dakîkacağız devr-i bî-sükûn,
yâhud o durmasaydı, o iklîl-i ser-nigûn,
kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş
bir hayr olurdu, misli asırlarca geçmemiş.
lâkin tesâdüf...âh o kavîler münâdimi,
âcizlerin, zavallıların hasm-ı dâimi,
birden yetişdi mahve bu tedbîr-i hârikı,
söndürdü bir nefesde bu ümmîd-i bârikı;
nakş etdi bir tehekküm içün baht-ı bî-şuûr
târih-i zulme bir yeni dîbâce-i gurûr.
kurtuldu; hakkıdır, alacak şimdi intikaam;
lâkin unutmasın şunu tarih-i siflekâm:
bir kavmi çiğnemekle bu gün eğlenen...(denî)
bir lâhza-i teahhura medyun bu keyfini!
-5 temmuz 1322-
-18 temmuz 1906-
tevfik fikret
Bu gün böyle şiir yazacak demokrat var mı bu Osmanlı artığı
kayfi, ırkçı, inkarcı, baskıcı devlete karşı mücadele eden Kürt gerillalar
için?
Demokratı bırakalım sosyalist var mı?
Yok.
Nereden nereye gelindiği böyle daha iyi görülüyor.
Osmanlı’nın Jakobeni, Tevfik Fikret’i bile yok bugün.
Yirmi birinci yüzyılın devrimcisi ve Jakobeni bir yana.
16 Mart 2006 Perşembe
Demir Küçükaydın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder