(Kitap PDF, EPUB ve MOBI formatlarında şuradan indirilebilir: https://yadi.sk/d/xzcGWDAEeeA5D )
Sunuş
Yazılar
aşağıda, okununca çok kısıtlı bilgiye ve neredeyse dakkası dakikasına yorumlar
yapmamıza rağmen çok büyük bir yanılgı yoktur. Aksine olayların alacağı biçim
önceden görülmüştür. Ordu’nun en azından tarafsızlığı ile devrime biraz ebelik
yapar gibi olmasının, ilerde bu devrimin en büyük zaafı olacağını öngörmüştük.
Diğer
yandan Müslüman (Alandan gelen Allahu ekber sesleri) ve Mısır milliyetçisi
(Mısır Bayrakları) niteliğinin onun en büyük zaafı olduğu da öngörülüyordu.
Marksizm'in
kavramsal araçları ve sistematize ettiği tarihsel deneyler ve genellemeler olmasa
elbette Devrimin bu genel gidişini böylesine en azından ana hatlarıyla doğru
olarak değerlendirmek mümkün olamazdı. Bu yazıları yazarken, sosyalist
mücadelenin tarihsel hafızasına dayanıyorduk.
Birkaç
yıl sonra Türkiye’nin Tahrir’i olan Taksim’de başlayan ve Taksim’in merkezi olduğu
devrimci bir kabarış yaşadık.
Gezi
hareketinin başladığı gün yine saaati saatine yazdığımız ilk yazıda şu satırlar
okunuyordu:
“Mısır’da
Tahrir’de olanları El Cezire’nin canlı yayınlarından izleyerek neredeyse dakikası
dakikasına yorumlar yapmış, sonradan neredeyse hepsinin doğruluğu ortaya çıkan,
öngörülerde bulunmuştuk.
O
zaman olaylardan çok uzakta çok dolaylı bilgilere dayanıyorduk ve
yazdıklarımızın dil farkı nedeniyle herhangi bir şekilde olaylar üzerinde etki
yapması olasılığı neredeyse sıfırdı.
Şimdi
ise durum birazcık farklı.
Birincisi
İstanbul’da yaşıyoruz. Dolayısıyla doğrudan görme, içine katılma, doğrudan izlenimler
edinme, nabzını daha doğrudan tutma şansımız var.
İkincisi
ise dil bariyerleri, engelleri yok. Küçük de olsa yazılanların bir etkide
bulunması olasılığı bulunuyor.”
Bu
sefer en azından yazılarımızla az da olsa bir etki yapma olanağımız vardı.
Neredeyse hemen her gün bir yazı yazdık. Olayları sadece yorumlamakla
yetinmeyip sürekli o ana ilişkin öneriler, sloganlar, taktikler ve örgütlenme
biçimleri önerdik. Gezi boyunca sanırız en çok yazı yazan olduk.
Bu
yazılar elbet örgütlü bir güce dayanmadığından fazla bir etki yaratmadı belki
ama yine de büyük bir yankı bulduğu Demirden
Kapılar başlıklı bloğumuza giriş ve okunma sayılarından
görebiliyorduk. Derinden derine işleyen bir birikim yarattığı kanısındayız.
Eğer ilerde Gezi benzeri bir hareket veya onun bir ikinci baskısı olursa bu
derinden işleyen birikimin etkileri görülebilir.
Gezi
Hareketi belki Mısır’daki gibi bir iktidar değişimine yol açmadı; belki bugün
Gezi buharlaştı ve geriye hiçbir şey bırakmadı ama nitelik olarak Taksim,
Tahrir’den daha ileri gitti ve onun düştüğü tuzaklara düşmedi diyebiliriz.
Laiklerin
ve Alevilerin güçlü bir şekilde damgasını vurduğu bir hareket olmasına rağmen
hiçbir zaman laikçi olmadı. Başlangıçta Türk bayrakları epey yoğun olmasına
rağmen, onlardan büyük ölçüde kurtuldu ve Türk milliyetçiliğine uzak durmaya
çalıştı. Kürtleri ve Müslümanları da saflarına çekmek için elinden geleni ve
hatta gelmeyeni yapmaya çalıştı.
En
büyük zayıflığı örgütlenememesi ve bu nedenle önceki dönemin küçük örgütlü
gruplarına ve örgütlerine (Taksim Dayanışma) sözcülüğü ve önderliği bırakmış
olmasıydı.
Bunun
ardında da teorik, politik ve örgütsel hazırlıksızlık vardı. 12 Eylül, Duvar’ın
yıkılışı, Özel Savaş Rejimi gibi neredeyse otuz yılı bulan bir gerileme dönemi
ve o dönemin ideolojik atmosferi ve teorik hazırlıksızlığı Gezi’nin en büyük
zaafıydı. İkinci zaafı, Türkiye’de ekonominin nisbeten iyi gittiği, refahın
arttığı ve alt sınıfların aldığı payın nisbeten büyüdüğü bir dönemda
gerçekleşmesi ve bu nedenle İşçi Sınıfı’nın kendisine uzak durmasıydı.
*
Gezi
günlerinde, özellikle Gezi’nin parklara çekildiği dönemde, İktidar Gezi’yi
Mısır’da Müslüman Kardeşler karşısında Ordu’nun darbesini destekleyen veya onun
karşısında tarafsız kalan Mısırlılara benzeterek Gezi’ye karşı bir savaş
veriyordu.
Bu
derlemenin ikinci bölümündeki yazılar, bu döneme aittir. Sadece Mısır’daki
devrimin sonraki gelişmelerini değil aynı zamanda onunla kıyaslamalar içinde
Gezi’yi ele alırlar ve aynı zamanda Gezi’nin içinden yazılardır.
*
Mısır’daki
devrim günlerinde yazılan “Uzaktan Yorumlar”ın sonuncusu 13 Şubat 2011 tarihini
taşıyor. Bugün tam dört yıl olmuş. Bu vesileyle bu yazıları derledik.
Gezi
süresince yazdığımız yazıları daha önce derlemiş hem kitap olarak yayınlamış
hem de indirilmek üzere internete de koymuştuk.
Benzer
şekilde Kobani savaşı günlerinde de neredeyse hemen her gün yazılar yazmıştık.
Şimdi onları da derleyip kitap haline getirmek gibi bir görev önümüzde duruyor.
13.
Şubat. 2015
Demir
Küçükaydın
Tahrir’i İzlerken Uzaktan Yorumlar
Uzaktan
Yorumlar (01) – Televizyondan Tahrir - 2 Şubat 2011
Mısır’da
şu an (saat: 21.15) devrimin kaderi çiziliyor. Televizyonlardaki görüntülerden
çıkarabildiğim kadarıyla, alandaki muhalifler hala çok az, hatta sayıları bile
azalıyor ve Kahire Halkı o alana akmış ve alanı feth etmiş değil.
Eğer
sonraki saatlerde durumda bir değişme olmazsa, devrimin bu ilk dalgası acı bir
yenilgiyle son bulacak demektir. O alandaki gençleri büyük bir olasılıklar
öldürüp, derdest edecekler ve ibreti alem için cezalandıracaklar. Sonra da sıra
bütün diğer muhaliflere gelecek.
Sabahleyin,
alandaki direniş, Mubarek’in polislerinden ve lumpenlerden derlenmiş saldırganlarını
püskürttü ve alanın dışına sürdü. Ama onları, peşine düşüp yok edemedi. Çünkü
peşine düşecek gücü de yoktu kararlılığı da.
Bu
da devrimi, alanda savunmaya ve alanı korumaya zorladı. Bir devrimin
intiharıdır savunmaya geçmek. Alanı savunmak bir bakıma devrimin savunmaya
geçmesi demekti.
Bu
gidişi, ancak Kahire halkının Meydana akın akın gelmesi ve Mubarek’in
adamlarını sokaklardan silip süpürmesi durdurabilir ve tersine çevirebilirdi.
Belli
ki Mısır halkı hala çok korkuyor, bir kaç günlük gösteriler onun yeterince güç
ve kendine güven kazanmasını sağlayamamış olmalı. Kendine güvenini kazanacak
kadar bir gösteriler dizisi yaşamadan, birden bire tayin edici muharebi ile
karşı karşıya kaldı.
Mubarek
akıllıca bir hamle yaptı, çekileceğim ama sonra dedi ve böylece “tarafsız”
duran orduyu kendi yanına çekmek için esas hamleyi yaptı.
Ordu
bir gün önceki Mubarek’in “çekileceğim” mesajı üzerine , “işte çekiliyor
artık gösteriler dursun” diyerek, bu kayışını ifade etmişti.
Ama
bugün bile henüz karışmadı. Sabahki direnişin Tahrir Meydanı’nı Mubarek’in adamlarına
teslim etmeyip onları püskürtmesi üzerine. Tarafsız tavrını sürdürüp, güç
dengelerini kollamaya devam etti. Yanlış ata oynamak istemedi.
Eğer
alana büyük bir halk desteği aksaydı, ordu da ilk gösterilerde yaptığı gibi,
göstericilerin emniyetini sağlayacağım diye, tekrar göztericilerden yana
ağırlığını koyar ve Mubarek’in ülkeyi terk etmesini isteyebilirdi.
Gerçi
ordunun böyle bir davranışı, uzun vadede, devrimin izleyeceği yol ve kaderini
belirlemekte, ordunun ağırlığını arttırır ve bu da muhtemelen, ordunun
kontrolünde, biraz Türkiye’de olduğu gibi bir liberal reformlar dönemini açar,
bu da bir demokratikleşme değil ama belli bir liberalleşme sağlardı.
Ama
şu saatlere kadar Tahrir “Kurtuluş” Meydanı hala bomboş. Hala gençler var ve
koca alanda küçük ve dağınık kümeler halindeler.
Meydanı
savunmaya geçiş aynı zamanda devrim yasalarının sembolik bir ifadesi de.
Marks,
Engels, yaşadıkları ve daha önce yaşanmış devrim deneylerinden çıkardıkları sonuçlarla,
savunmanın veya duraksamanın bir devrimin ölümü demek olduğunu defalarca
yazmışlardı,.
Meydan’ı
savunma bir bakıma devrimin ya da ayaklanmanın savunmaya geçmesi demekti.
Ve
savunma’da kalış etkisini göstererek, Mubarek’in güçlerini toplamasını ve karşı
saldırıya hazırlanmasını sağlayacak zaman ve morali bulmasını sağladı.
Şu
an gazeteler İnternette, başkan yardımcısı Ömer Süleyman’ın, gösterilerin son
bulmasını, diyalogun koşulu olarak koyan bir beyanat verdiğini yazdı.
Yani
bu şu demektir, akşamdan beri korktuğum başa geliyor. İsyan yenildi. Karşı
taraf koşul öne sürecek cesareti buluduğuna göre artık kendini toparladı.
Bu
şu demektir: devrim yenildi ve şimdi gösterilere katılanları katletme ve
tutuklama dalgası başlayacaktır. Cuma günü de hiç bir şey olmaz. Hatta Cuma
gösterisi, terörden sinmiş halkın evlerine kapanıp, Cuma gösterisini Mubarek’in
adamlarının yapmasına bile yol açar.
Şu
an yeni bir haber düştü, Alandan silah sesleri geliyormuş. Karşı devrim alanı
ele geçirmlek için saldırıya geçti. Alandaki çocukları öldürecekler.
Ama
her zaman olduğu gibi devrimin katilleri onun vasiyetini yerine getirirler.
Yani
Prusya yolundan bir demokratikleşme değil, liberalleşme.
Eğer
devrimin ikinci bir dalgası gelmezse, bu yenilgi kolay atlatılamazsa, Mısır da
Ordu’nun kontrolünde, Türkiye’deki gibi bir sistem oturur.
Gerçi
devrim başarıya da ulaşsa sonuç aynı olabilir.
Ama
bir devrim, amaçlarına ulaşamazsa bile, onun halkın ruhunda ve bilincinde
yapacağı değişikliklerin değeri hiç bir şeyle ölçülemez.
02.02.2011
21:51:35
Demir
Küçükaydın
Uzaktan Yorumlar (02) - Devrim Hala Ölmedi
– 3 Şubat 2011
Sabah
oldu ve meydan hala göstericilerin elinde. Hiç destek gelmedi. Buna rağmen sabaha
kadar, Mubarek’in bindirilmiş kıtalarına meydanı terk etmediler.
Az
öncve El Cezire, Twitter ve internet üzerinden haberleşmek için yeni bir yol
bulunduğunu açıkladı. Bir telefon numarası verdi ve Twitter mesajlarını oraya
yollayın dedi. Videolarınızı yollayın dedi.
İlk
verdiği mesajlardan biri, alandaki bir kadının yardım çağrısıydı, Kahire
halkını meydana çağırıyordu.
Meydandakiler
durumun bilincinde.
Belli
ki El Cezire tehlikenin farkında, sadece haberciliği bırakıp, habercilik
yapıyormuş gibi yapıp, devrimin yaşaması için bir haberleşme kanalı açmak
istiyor.
Başkan
yardımcısının, akşamki, gösteriler bitmeden görüşme yok tehdidine rağmen, hala
askerler duruma müdahale etmiş değil.
Belli
ki ordunun tabanında, alt rütbeli subaylarda rejime duyulan rahatsızlık,
tepedeki generalleri şimdilik oyunun dışında gibi durmaya zorluyor.
Ayrıca
bu, ordunun kontrolünde bir değişiklik için de işlerine geliyordur.
Bu
durum da birden bire sokaktaki, hatta o meydandaki gelişmeleri kilit bir öneme
getiriyor.
Hak
kitleleri sokağa hakim olamazsa ve süremezse Mubarek’in bindirilmiş kıtalarını,
kaybeder. Hala zaman var. Belki günün ışıkları, Kahirelilerin üzerindeki
korkuyu atmalarına yardımcı olur.
El
Cezire’nin geçtiği haberler Mubarek yanlılarının toplanmaya başladığını
yazıyor.
Kahire
halkı 30 yıllık diktatörlüğün üzerinde biriktirdiği korkuyu atıp Tahrir alanına
dolacak mı?
Burada
derinden bir kendiliğindenlik, yaratıcılık, inisiyatif ğerekir. Halkın
derinlerinden gelecek bir şeyler.
Bütün
devrimler bunların üzerinde yükselir zaten.
Ama
şu ana kadar henüz bir şey görünmüyor. O çok kıymetli saatler su gibi akıp
gidiyor.
Bu
ayaklanma hala yaşarsa bir mucize demektir.
Avrupa’nın
daha başından beri öne çıkarmaya çalıştığı ve muhtemelen de zorlayarak Mısır’a
yolladığı El Baradey gibi liberaller böyle zamanlarda hiç bir şey yapamazlar.
Adam
Cumaya kadar mühlet verdi, Mubarek gidinceye kadar sürekli gösteri çağrısı yapacak
yerde.
Sonra
da Mubarek’in bindirilmiş kıtaları saldırınca orduya yönetime el koy çağrısı
yaptı.
Halkı
sokağa çağırmadı.
Halktan
korkan burjuvaziyi bundan daha iyi ne gösterebilir.
Türkiye’nin
liberalleri de öyledir. Avrupa birliğine bağlanacak iplerden, kazıklardan medet
umarlar.
En
büyük demokrasi gücü olan Kürt Özgürlük hareketi’ne karşı düşmanca bir korku
duyarlar.
2011.02.03
Uzaktan yorumlar (03) - Kontrollü Geçiş
veya Sezaryen – 4 Şubat 2011
İki
gün boyunca Tahrir meydanındaki bir kaç bin gencin orayı canla başla ve
yapayanlız savunmalarını gördük. Neredeyse hiç bir yardım gelmedi, Kahire halkı
alana koşup, o alanı doldurarak ve Mubarek’in bindirilmiş kıtalarını sürmek
için o gençlere yardım etmedi.
Alandan
El Cezire-Twitter kanalı aracılığıyla mesaj yollayıp yardım isteyen kızın
çağrısı yankısız kaldı.
O
yardım isteyen kız, El Cezire’nin yayın merkezinde alanın savunulmasını
isteyenlerin hayallerinin ürünü de olabilir. Çünkü bütün devrimlerin değişmez
bir kuralı vardır: Devrimlerde kadın sokağa çıkar ve ayaklanmanın başını çeker.
Tahrir
alanını savunanlar içinde neredeyse hiç kadın görünmüyordu. Şehirli genç ve
yoksul delikanlılardı oradakiler.
Tahrir
alanında kadınsız bir savunmanın yapıldığı aynı gün ve saatlerde ise
İskenderiye’de binlerce kadın yürüyordu El Cezire’nin haberine göre.
Kimbilir
belki de ayaklanmanın motoru olan şehir Kahire değil, İskenderiye’dir.
Türkiye’de
İstanbul ile Ankara, Rusya’da Petersburg ile Moskova ne ise Mısır’da İskenderiye
ile Kahire aynı durumda olabilir.
Başkent’in
memur dolu ortamından uzak olmanın; bir liman, dolayısıyla dünyaya daha açık, daha
özgür ruhlu olmanın etkisi olamaz mı bu?
Modern
toplumun sinir düğümleri şehirlerdir. Şehirler içinde de, ekonomi, politika ve
Kültür’ün merkezi olan şehirler, ki bunlar genellikle de baş şehirlerdir, en
önemlileridir.
Ama
bazan bu üçü aynı şehirde birleşmez. Türkiye’de olduğu gibi, Ekonomi’nin ve Kültür’in
merkezi (İstanbul-Leningrad) ile Politika’nın merkezi (Ankara-Moskova) ayrı
şehirlerde bulunabilir. Böyle yerlerde, devrim iki merkezi de ele geçirmelidir.
Ama
tarih genellikle, ekonomi ve kültürün merkezi olanların, politikanın merkezi
olanlardan daha hızlı ve daha ileri gitme eğiliminde olduğunu göstermiştir.
Büyük
olasılıkla benzer bir farklılık Mısır’da da var. Bu fark, Kahire Tahrir
alanında kadın ve savunmacı yokluğunda; İskenderiye’de kadınların sokakları
feth etmesinde kendini dışa vurmuş olabilir.
Ama
o sinir düğümlerinin de sinir düğümü, o şehirlerin merkezlerindeki alanlardır.
İstanbul’da Taksim, Kadıköy, Aksaray, Mecidiyeköy; Ankara’da Kızılay ve Ulus
gibi alanlar hayati önemdedir. Tahrir meydanı da benzer bir durumdaydı. Coğrafi
konumuyla ve biçim olarak Aksaray gibi, politik anlamı ve şehrin yapısındaki
işleviyle Taksim gibi; Aksaray ve Taksim’in (hatta Mecidiyeköy’ün)
özelliklerini kendinde toplamış bir alandı.
Böylesine
kritik hayati noktayı yeterince güçlü ve kararlı savunmadı Mubarek karşıtları.
Ancak
Mubarek’in adamları yeni destek alarak saldıramadıği gibi, ordu birlikleri
adeta bir boks ya da futbol maçı hakemi gibi davranarak, hatta Mubarek’in
adamlarına zaman zaman daha sert davranarak, Mubarek karşıtlarına adeta moral
verdi ve isyanın ezilmesini engelledi.
Böylece
Ordu başından beri, önce ateş etmeyerek, sonra mitinge emniyet garantisi
vererek, değişimin ebesi; doğamayan çocuğun doğmasına sezeryanla yardım eden
doktor işlevinin sürdürdü.
Bu
elbette yığınlardaki genel memnuniyetsizlikle, genç askerlerin ve subayların
mitingçilere sempatisi ile de bağlantılıdır ama Mısır’ın Firavunlar ve
Kölemenlerden beri gelen devletçilik geleneğinin tecrübesi ve sezişleriyle
ilgili olduğu kadar, ABD’nin ve Avrupa’nın kontrollü bir geçiş arzuları ve bu
anlamdaki yönlendirmeleri ve mesajlarıyla da.
Bu
devrimin şimdiki bu gücü, yani ordunun tarafsız ve hayırhah tavrı, bu devrimin
en büyük zaafı olacaktır. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermez.
*
Quemada
diye bir film vardı. Evaristo Marquez ve Marlon Brando’nun oynadığı, 12 Mart
döneminde, o en sıkı terör günlerinde, Adada İsyan adıyla yanlışlıkla
sinemalarda oynamıştı bir süre. O filmde, eski sömürgecilikten yeni
sömürgeciliğe geçiş ve bunu bir İngiliz ajanının örgütlemesi konu edilir.
Adanın
egemeni şeker kamışı plantasyonu sahipleridir ve halkı da oralarda çalışan köle
ve yarı köle siyahlardan oluşmaktadır. Adada eski sömürgecilere karşı
siyahların bir isyanını örgütlemek isteyen yeni sömürgeciliğin sembolü,
hayallerini yitirmiş, pragmatik İngiliz ajanı Sir Willam Walker, siyahların
içinden bir önder bulmaya çalışır.
Ama
siyahları kölelik öylesine yıldırmıştır ki, beyaz adama karşı çıkmayı
akıllarından bile geçiremez durumdadırlar. Sadece bir tanesi cesaret edemese de
aklından geçirir.
Ajan
bu aklından geçirebileni alır ve adeta zorla ona beyaz adamın da ölebileceğini
gösterir. Sonra bu siyah önder, mücadele ve devrim tarafından eğitilecek ve
kontrolden çıkacaktır. Bu sefer de ilk kendisinin keşfettiği ve yetiştirdiği bu
siyah önderin isyanını bastırmak için gelir tekrar adaya bu sefer İngiliz
Hükümeti adına. Bastırır da. Ama bu sefer giderken, siyahlar artık onu
bıçaklayarak öldürecek tecrübe ve cesareti edinmişlerdir.
Köleciliğin
siyahların ruhunda bıraktığı derin izlerden çok söz edilir, ama beş bin yıllık
Şark devletçiliğinin o insanların ruhunda yarattığı derin tahribatın, neredeyse
genlere işlemiş korkuların pek sözü edilmez.
Binlerce
yıllık şark devletçiliğinin ve o devletçiliğin sembolü Nemrutlar (Dicle Fırat
balçıklarının Firavunları) ve Firavunların (Nil balçıklarının Nemrutları),
onların modern biçimi olan otuzbeş yıllık Mubarek diktatörlüğünün yüreklerde
yarattığı korkuyu silmeye yetmemişti Tunus örneği ve son bir haftadaki
gösteriler.
Mubarek’in
adamları bir kaç bin kişi daha sürebilseydi eğer, alanı ele geçirirler ve tam
bir yenilgi ve yılgınlık havası yaratabilirlerdi. Böylesine kritik bir süreç
yaşandı şu iki günde.
Bunun
yapılmamasının nedeni muhtemelen ABD ve Avrupa’lıların işlerin kontroldern çıkıp
radikal islamcıların iktidara gelmesi korkularından kaynaklanan baskısı
olabilir.
Böyle
bir davranışın bütün yumuşak ve kontrollü geçiş olanaklarını yok edeceğini
görerek, Mubarekin adamlarının saldırısını engellediği; ilerde ağırlığını korumak
ve kontrollü geçişi düzenlemek için ordunun tarafsız kalmasını sağladığı tahmin
edilebilir.
Ordu
tarafsızlığı ile adeta ölmek üzere olan devrimin yaşamasını ve bugünkü büyük
gösterileri sağladı.
Zaten
başından beri Ordu’nun tarafsız kalması, aynı zamanda binlerce yıllık Şark
devletçiliğininin kendini yenileme yeteneğinin yeni bir tezahürü olarak da
görülebilir. Ordu ateş etmeyeceğini söyleyerek adeta korkmadan miting alanına
gelebilirsiniz dedi.
Kan
dökülmeden, ordunun koruması ve desteğinde devrim!..
Ordu
ölecek çocuğu kurtardı, sezaryan yaptı adeta.
Ve
bundan sonraki gelişmeleri ordu belirleyecek.
Politik
olarak Mısır’ın AKP’si ordu olacak gibi görünüyor. Ama Türkiye’nin askeri bürokratik
oligarşisinin sınıfsal yapısı ve ağırlığıyla.
Aynı
esnekliği Türkiye’de de gösteriyor bu tabaka.
Şimdi
AKP giderek tutucu ve anti demokratik bir çehre kazanırken, Askeri Bürokratik
oligarşi, AKP aracılğıyla kendi içindeki fosilleri, inkarcıları tasfiye edip,
kendini yeniliyor.
Baykal’ın
gitmesinden Radikal’deki değişime kadar her şey bu cephelerdeki dönüşü
gösteriyor.
04
Şubat 2011 Cuma
Demir
Küçükaydın
Uzaktan
Yorumlar (04) – Uzun Bir Çocukluk – 11 Şubat 2011
Geçen
yazıda Mısır’da İskenderiye’nin Kahire’den daha önde olabileceğini, Kahire
halkı o kritik günlerde meydanı doldurmazken, İskenderiye’de sokakların
kadınlar tarafından doldurulduğunu, İskenderiye-Kahire farkının
Moskova-Leningrad, Ankara-İstanbul gibi bir farka denkliğin ifadesi olduğunu
yazmıştık. Bir kaç gün önce İskenderiye’den gelen bir tanıdık bu uzaktan
değerlendirmeyi doğrulayan doğrudan gözlemler ve değerlendirmeler anlatmış. Devrimini
esas motorunun, İskenderiye olduğunu söylemiş.
İskenderiye’nin
haberlerde Tahrir alanı kadar yer almaması, bir yanıyla konuya istikrar ve
güvenlik açısından bakan gericiliğin devrimden, onun ileri gitmesinden
korkularını da yansıtmaktadır. İskenderiye’den söz etmeyerek “deliye taşı
andırmak” istememektedirler.
Ama
artık çok geç, korktukları başlarına gelecektir.
İlk
günlerde Tahrir alanına gelip onu savunmakta tereddüt eden Kahire halkı, o
cumadan beri yavaş yavaş kendine güvenini kazandı hızla kendini eğitmeye
başladı. Devrimin ayakları üzerinde durabilmek için biraz zamana ihtiyacı
vardı. Ordunun hangi gerekçeyle olursa olsun, tarafsızlığı devrim bebeğinin ayakları
üzerinde durmayı öğrenecek, kendine güveni kazanacak, derine işlemiş
korkulardan kurtulacak zamanı bulmasını sağladı.
Devrim
artık ayakları üzerinde yürüyor. Tahrir alanını gece gündüz bırakmayan; alan dolduğu
için mecburen geri dönen Kahire halkı bunun en güzel göstergesi.
Şu
saatler ve bu gün en kritik gün olacak. Mubarek akşam İstifa’yı reddetti.
Neredeyse bütün Mısır halkı ayakta. Yüz milyonluk Mısır’da bugün yirmi otuz
milyonun sokaklarda olacağı düşünülüyor. Zaten son günlerde milyonlarcası sürekli
sokaklardaydı. Bütün Mısır bir Tahrir Alanı’na dönüşmüş bulunuyor.
Eğer
arada önemli bir gelişme olmazsba, bugün Cuma’dan sonra, milyonlarca insan
Tahrir Alanı’na akacak ve oradan da başkanlık sarayına doğru yürüyüp bu rejimi
devirmek isteyecek.
Bu
bir kaç saat içinde devrimin nasıl bir yol izleyeceği belli olacak. Artık bu
halkı bir rejim değişikliği olmadıkça kimse tutamaz.
İlk
olasılık, ordunun bu sefer de, belki de kendi içindeki farklılık ve
bölünmelerden dolayı, kararsız kalması, ne halktan ne de Mubarekten yana bir
tavır almayıp, şimdiye kadarki pozisyonunun sürdürmesi olabilir.
Bu
durumda halk meydandan Başkanlık Sarayına yürür. Bu sarayı Mubarek’in kendine
bağlı özel birlikler korumakta.
Burada
şu olasılıklar öne çıkıyor.
Bu
birlikler ya halkla kardeşleşir, Mubarek kaçar; ya da halka ateş açarlar bu ise
Halkın öfkesini daha da arttırıp ordunun bölünmesine ve rejimin bütün büyük
devrimlerdeki gibi bir ayaklanmayla çöküşüne yol açabilir.
Ancak
muhtemelen, ordu daha bunlar olmadan idareyi alıp, Mubarek’i yollar ve
kontrollü bir geçiş denemesinde bulunur. Şu saatlerde bu olasılık öne çıkmış
görünüyordu.
Bu
devrimin hızını kısmen keserse de aynı zamanda ona daha da büyümek için daha da
çok zaman ve olanak sağlar. Devrim böylece henüz yürüyen bir çocuk olmaktan
ergenliğe geçebilir.
Ve
ergenliğe ulaşan devrim ilerde, doğumuna şimdiye kadar şu veya bu nedenle
tarafsız kalarak “babalık” etmiş ordu ile karşı karşıya gelebilecek, “baba
katili” olabilecek zaman ve gücü bulabilir.
Galiba
Mısır’da daha yavaş ama daha sağlam bir gelişim gösteren bir devrim görüyoruz.
Bazı
devrimler 100 metre koşucuları gibidir, hızlı gider ama çabuk yorulur.
Biriktirdiği güçler uzun menzilli bir koşuya izin vermez. Bazı devrimler bir
maraton koşusu gibidir, belki biraz yavaş ama daha uzun soluklu. Mısır Devrimi
bu ikincisinin özelliklerini gösteriyor gibi.
Tabii
bu yavaş gelişen devrim, aynı zamanda diğer ülkelerdeki devrimleri
tetikleyeceği, onlara cesaret vereceği gibi, aynı zamanda hızı tükenmiş, gücü azalmış
Tunus’taki devrim gibi devrimlere yeni bir güç ve rüzgar da verebilir.
İşte
o zaman, devrimlerin birbirlerinin ateşini güçlendirdiği, her devrimin
diğerlerinde yeni güçleri ve daha derin tabakaları harekete geçirdiği, kendini
besleyen, eşi benzeri az görülen bir muazzam devrimci kabarış dönemi
yaşayacağız demektir.
Şimdilerde
Türkiye Modeli önerilir oldu. Eğer böyle bir süreç harekete geçerse, bir kaç ay
sonra Türkiye modeli de eskir, bütün anlamsızlığı ve bayağılığı ile ortaya
çıkar.
Mısır
ya da Arap Modeli, tüm dünyaya örnek olur.
İnşallah
Türkiye’ye de
11.02.2011
09:12:55
Demir
Küçükaydın
demiraltona@gmail.com
Uzaktan yorumlar (05) – Bir Devrimi
Yaşamak!.. – 13 Şubat 2011
Yarım
yüzyıldır “sadece boş zamanlarını değil, bütün ömrünü” devrimci
mücadeleye adamış ama hiç devrim yaşamamış bir devrimci olarak Mısır halkına
imreniyorum.
“Devrim
ne olacak? Gerçek başarıya gidecek mi, yani var olan, binlerce yıllık,
firvunlardan kalma, merkezi, keyfi devlet cihazını parçalayabilecek mi?
Başarılı olursa devrimin önderliğini kim ele geçirebilir?” gibi soruların
zamanı değil şimdi.
Şimdi
bu devrim sarhoşluğunu, o bir kaç günden daha fazla sürmeyen, ama yaşanması çok
nadir zamanlarda, çok nadir yerlerde, çok nadir kuşaklara kısmet olan o
kardeşleşmeyi, o toplu sarhoşluğu yaşamanın ve tadını çıkarmanın zamanı.
Herkese
ve her zaman kısmet olacak bir mutluluk değildir bu. Bazan her kaygıyı bir yana
bırakıp, o anı yaşamayı bilmek gerekir. Tıpkı uzun bir mücadeleden sonra
birbirine kavuşmuş iki sevgili gibi. O anı yaşamak ve tadını çıkarmak gerekir.
Sonra?
Sonra zaten hep zorlu mücadeleler, genellikle yenilgiler, yılgınlıklar, kan ve
gözyaşı izleyecektir, o kısa mutluluk günlerini, o aşıkların günlük hayatın
bayağılıkları ve zorlukları içinde o aşklarının ilk heyecanını yitirecekleri
gibi.
Önemli
olan bunu başarmış olabilmenin o halkın ruhunda yarattığı büyük değişimdir. Bir
şeyleri değiştirebileceğini ilk kez görmüştür. Kardeşliğin, özgürlüğün,
polissiz, ordusuz, bürokratik ve silahlı adamlardan oluşmayan bir aygıtsız da
bu toplu yaşamanın gereklerini kendisinin örgütleyebileceğini görmüştür. Önemli
olan budur. Devrimin esas kazancı budur.
Bu
nedenle Marks, İşçi Sınıfının devrime, önce kendini değiştirebilmek için büyük
ihtiyacı olduğunu söyler.
Bu
bilgi, en korkunç yenilgilerde bile bir yerlerde, derinlerde varlığını
sürdürmeye devam eder. Halktın bilincinin, ağulardarn süzülmüş tarihsel
tecrübesinin derinlerine ve devrimcilerin ve teorisyenlerin kitaplarında,
unutulmuş, tozlu raflarda var olmaya devam eder.
Zaten
ben de bu satırlara dökülen düşünceleri, 1789’u anlatan Michelet, 1848’i
yaşayan ve anlatan Marks-Engels, 1905 ve 1917’yi hem en önde yaşayan ve anlatan
Troçki’nin kitaplarından, İran devriminin başarısını yaşamış İran’lı dostların
anlattıklarından ve İran sinemasının filimlerine sinmiş o derin duyarlıktan ve
benzeri büyük devrimlerin derslerini anlatan, o artık okunmayan ve unutulmuş
kitaplardan ögrenmedim mi?
Bu
nedenlerle, şu bir kaç günün mutluluk sarhoşluğunu, yarın ne olacak diye
düşünmeden yaşasın, anın tadını çıkarsın Mısır halkı.
Herşey
nasıl olsa hep kötüye gidecek.
İşin
kötüsü bütün veriler her şeyin daha da kötüye gideceğini gösteriyor.
*
Bir
devrim yaşamadım ama sanırım öyle bir atmosferi ve başarıyı 1968’de, Üniversite
İşgallerinde yaşadım.
Faşistlerin
işgalindeki Fen-Edebiyat Fakültelerinin bulunduğu binanın, öğrenci kitlesi ve
Merkez Bina’dan gelen ve daha sonra Devrimci Öğrenci Birliği’ni oluşturacakların
katılımıyla ele geçirildiği gün böyle bir gündü.
Her
yer cam kırıklarıyla, faşistlerin kaçarken bıraktıklarıyla ve zaferlerine
inanamayan ellerinde bir sopa, bir taşla dolaşan binlerce öğrenciyle doluydu. O
saatlerde yaşadığım mutluluğu bir daha hiç bir zaman hiç bir yerde yaşamadım.
Şimdiki
Mısır ordusu gibi, tecrübeli eski dernekciler (Uğur Büke vs.), yüksek bir
masaya çıkıp konuşarak inisiyatifi ele geçirip bazı şeyleri
yönlendirebiliyorlardı henüz. Bu sözler bizim sözlerimiz değildi ama henüz
bunlarla nasıl mücadele edileceğini bilmiyorduk, kimseyi tanımıyorduk. Mısır
devrimindeki arkada duran ama büyük bir örgütlü güç olan Müslüman Kardeşler
gibi, o zamanki FKF (Şimdi bilinen isimler Nabi Yağcı ve Veysi Sarısözen) hep
itidal tavsiye etmiş, bir öncülük yapmamış, bizleri hayal kırıklığına
uğratmıştı. (Ama işgalden sonra, şimdi Mısır’da olacağı gibi, o örgütlülüğüyle
giderek artan bir şekilde ağırlığını koyacaktı.)
Ama
ne olursa olsun yüzlerce, binlerce öğrenci, başarılarını kutluyorlardı. Bir
daha hayatım boyunca o günkü gibi bir durum yaşamadım. Mısır’dakilerin şimdi
bizlerin o minyatür ölçülerdeki küçük devrimde yaşadıklarımızın binlerce kez
daha büyüğünü yaşadıklarını düşünüyorum.
*
Bu
duygu yoğunluğunu ilk dersler ve hayal kırıklıkları izlemişti.
Gündüzleri
muhasebecide çalışıyor geceleri gelip nöbet tutuyordum. Tahrir alanındaki
gençler gibiydik. Faşitlerin saldıracağı haberleri geliyordu hep. Sonuna kadar
dövüşmek ve savunmak gerekiyordu. İki üç gün sonra yorgunluktan ayakta duramaz
olmuş, sanırım dekanlıkta bir geniş salonda, yeşil halıların üzerine elimde
sopamla yatmışıtım, başkalarının da orada yattığını görünce.
Bir
süre sonra, FKF’nin yönetici takımı geldi (Yani daha sonra Partizan’ı çıkarıp
da TKP’yi 1974 sonrasında Türkiye’de TKP yapacak olanlar) ve toplantı
yapacaklarını ve orayı boşaltmamız gerektiğini söylediler. Biz de boşalttık.
Bir süre dolaştıktan sonra yorgunluktan ayakta duramadığımdan, tekrar gidip
bakayım dedim belki toplantı bitmiştir, bir iki saat olsun uyuyayım diye,
kapıyı açtığımda, toplantı yapacaklarını söyleyerek bizi oradan çıkaran FKF’nin
yönetici kastının Rahmi Saltuk ile birlikte, yiyip içip türküler söylediğini
gördüm. Biz sıradan öğrenciler uzanacak bir yer bulamazken.
Benim
için FKF orada bitti, o ilk günlerin sarhoşluğu ve hayalleri de. Kazandığım
kaybettiğimdi, çocuksu hayaller. Devrim böyle eğitiyordu.
Ondan
sonra bir daha faşistlerin elinden binayı ele geçirdiğimiz günün duygularını
yaşamadım hiç. Zaten sonrası hep bir yenilgiler, bölünmeler dizisidir. Bir tek
1974’te Vietnam ve Portekiz ve bunlara bağlı zincirleme devrimlerin bir kısa
süren mutluluğu vardır. Arada ve sonrasında hep yenilgiler: 12 Mart, 12 Eylül,
Özel Savaş Rejimi, Duvar’ın yıkılışı. Dünyada ve Türkiye’de korkunç gerici bir
eideolojik atmosferin nefes almayı olanaksızlaştıran ağırlığı. Muhtemelen böyle
bu zehirli ideolojik atmosferi soluyarak, ona karşı umutsuz bir mücadele
yürüterek sıramızı savacağız.
*
Mısır
Devrimi gibi devrimler elbette bizim yenilgilerle kaşarlanmış duygularımızı biraz
canlandırsa da aklımız hep bunlara fren yaptırıyor.
Biliyoruz
ki, devrimin ne ideolojik, ne politik, ne kültürel hazırlığı var.
Öyle
çok derinlere giden çözümlemeler yapmaya da gerek yok. Yaklaşan bir devrim genellikle
bir çeyrek yüz yıl önce entelijansiyanın kafasında yeni problemler, teorik
tartışmalar, paradigma değişiklikleri ile oluşur. Onu sonra yığınlar devrim
günlerinde ayaklarıyla o çok soyut gibi görünen kavramlara, paradigmalara,
somut programlar ve istemlerle oy verirler.
Ekim
devrimi olmadan önce Avrupa’da en iyi beyinlerin Marksizme akışı vardı. Genç
Rus devrimcilerinin Marks ile yazışmalarında, yazdıkları kitaplarda ve
tartışmalarda, 1917’nin bütün belirtileri bulunabilir.
Duvarın
çöküşü’ndan önce, çok önce, Çekoslovakya’ya Sovyet tankları girdiğinde, Doğu
Avrupa Entelijasiyası sosyalizm ve eşitlik idealiyle bağlarını koparmış, kültür
kavrmı üzerinden Avrupalılığını keşfetmişti. 1989’da olacakları, Doğu
Avrupalıların daha iyi ve imtiyazsız bir dünya için değil, Batı’ya dünyanın
imtiyazlılarına katılmak için ayaklarıyla oy vereceklerini, Wajda’nın
filimlerinde veya “Varolmanın Dayanılmaz Hafiliği”nin satırlarında görebilirsiniz.
(Örneğin Şimdi, Türkiye’deki egemen ideolojik iklimin kökleri tam da
buralardadır.) Program belliydi, imtayızlılığı yok etmek değil, imtiyazlılar
arasına katılmak. Bugün de Türkiye’nin ideolojik atmosferinin özü budur.
Avrupa’ya (imtiyazlılara, dünyanın beyazlarına) katılmak.
Mısır’da
ideolojik iklime İslam egemen. Problemler İslam’ın paradiglmaları içinde tartışılıyor.
En radikal ve devrimci fikirler, bu paradigmalar içinde ifade ediliyor.
Sınıfsal eğilimler İslam paradigması içinde ifade ediliyor. Mısır’ın
liberalleri ise Türkiye’nin liberalleri gibi. Yani bu devrimin en ileri gittiği
noktada bile köklü ve sağlam bir demokrasiyle buluşma olasılığı yok. Çünkü bu
yönde hiç bir ideolojik teorik hazırlık ve belirti yok.
Zaten
bu devrimin sembollerinde bile görülebilir. Devrimin sembolü Mısır bayrağı.
Yani bir ulusun sembolü.
Bu
günün dünyasında, bir devrim ancak uluslara karşı bir devrim olabilir. Yani
başta Mısır bayrağı olmak üzere bütün ulusal bayrakları yakan ve bütün
uluslardan insanları, o uluslara karşı mücadeleye çağıran bir devrim ancak
insanlığa bir perspektif sunabilir. Böyle bir program ve bakış açısı ise, bırakalım
Mısır’ı henüz dünylanın hiç bir yerinde yok. Böyle bir bakış açısı, teorik ve
ideolojik olarak böyle bir devrimin hazırlığı henüz başlamış bile değil dünyada.
Böyle
bir devrimin teorik temelleri ancak Marksizm’in kavram sistemi içinde
hazırlanabilir. Böyle bir devrimin temelleri ancak, var olan Marksizmin
geliştirilmesi ve aşılması temelinde, Din ve Ulus gibi kavramların yeniden
tanımlanması temelinde hazırlanabilir. Bu alanda neredeyse tek açıklama bize
ait ama o da henüz kimsenin bilmediği ve bilmek istemediği, hor gördüğü ve
görmezden geldiği, marjinalin marjinali bir görüş. Şimdilerde kim Marksizmle,
hele onun otantik ve eleştirel damarlarıyla uğraşır ki?
Yani
Mısır veya başka devrimlerin aslında kelimenin gerçek anlamda devrim olma şansları,
insanlığa bir umut verme şansları yoktur.
Kimileri,
Mısır devrimini globalleşme çağının devrimi olarak selamlıyorlar. Bu baylar sadece
işkembeden atıyorlar. Globalleşmenin devrimi uluslara karşı devrim olabilir. Bu
devrim, globalleşmeye karşı ulusal devletlerin ayakta durmasının araçlarıdırlar
daha genel bir tarih açısından bakıldığında. Tıpkı 68’in devrimci kabarışının,
aslında savaş öncesinden kalmış yapı ve kültürün tasfiyesinin; kapitalizmin ve
burjuva devletlerinin kendisini yenilemesinin aracı olması gibidir. Devrimler
de onların kendileri hakkındaki yargılarla yargılanamaz.
İşte
o devrimlerin sembolü, Mısır veya Tunus bayrakları. Onlar aslında, tam
anlamıyla ulusal çapta bir demokratik devrim programını bile ifade etmezler.
Peki,
toplu namazlar ve Tahrir alanındaki kitlenin içinden birilerinin sürekli
“Allahu Ekber” sloganı atmaya çalışmaları bir umut verebilir mi? Bu da vermez.
Daha baştan nüfusun yüzde onunu oluşturan Hıristiyanları dışlar ve baskı altına
alır. Politik İslam, ulusu yani politik olanı İslam ile tanımlamayı amaçlar.
Dolayısıyla zaten İslam’la ilgisi yoktur; İslam’la tanımlanmış bir ulusçuluktur
ve ırkçı bir ulusçuluktan belki tek tanrılı İbrahimi diğer dinler karşısında
gösterdiği (“Hak dinleri”, “Kitaplı dinler”) paternalist hoşgörüyle ayrılabilir.
Bırakalım
köklü bir demokratik devrimi bir yana, daha Ordu olduğu yerde duruyor, onu
parçalamak gerekecek ve bu gücü bulabilecek mi? Haydi diyelim orduyu parçaladı.
Yerine gelecek olan, en iyi halde, en ileri gittiği noktada bile her hangi bir Güney
Avrupa ülkesindekinden daha iyi bir şey olamaz. Çünkü en küçük bir eğilim bile
yoktur Mısır devriminde, uluslara karşı bir devrim için. Sadece bunun için
değil, ulusu bir din, dil veya kültür ile tanımlamaya karşı demokratik bir
ulusçuluk için.
Durum
böylesine umutsuzken, bu devrimi çok zorlu görevler, bir yığın sert çatışmalar
ve yenilgiler bekliyorken, tam da bu nedenle şu bir kaç günün değerini
bilmeleri ve tadını çıkarmaları gerekiyor.
*
Mısır
devrimi’nin sonucu ne olursa olsun, bundan en karlı çıkan Amerika olacaktır. Amerika,
çok uzun zamandır bütün dış politikasının İsrail’in elinde rehine olmasından
rahatsızdı. Bu Amerika’nın bütün hareket ve manevra kaabiliyetini yitirmesine
yol açıyor, tecridini arttırıyor ve astarı yüzünden pahalıya mal oluyordu.
Mısır
devrimi, birden güç dengesini İsrail karşısında değiştirerek, Amerika’nın
İsrail’e karşı daha geniş bir hareket alanı kazanmasının ve dış politikasını
İsrail’in rehinesi olmaktan kurtarmasının olanaklarını yaratacaktır. Bu aynı
zamanda Obama’nın zor olan politik pozisyonunu güçlendirecektir. Bir diğer
olası sonucu da İsrail’deki ırkçı ve faşit partilerin bu kuşatılmışlık
durumunda eskisi gibi güçlü sonuçlar alması mümkün olmayacak, İsrail’deki rejim
kendini yenilemek ve esnekleşmek zorunda kalacaktır.
Devrimler
biraz da böyledir, kime niyet, kime kısmet?
İkinci
Dünya savaşından sonraki sömürgelikten kurtuluş ve bağımsızlık savaşlarından
esas karlı çıkarlar, bu savaşların başarıları nedeniyle sistemlerini yenileyen
batılı emperyalist güçler oldu. Üçüncü dünyanın sömürgeleri yine aynı sefaletin
içinde kaldılar. Mısır Devrimi’nin kaymağını da, ona en çok karşı çıkanlar
yiyecektir.
Bu
çıkmazı en iyi gören Abdullah Öcalan’dır. O nedenle, ayrı ve bağımsız bir
Kürdistan için değil Demokratik Ulus ve Demokratik bir Ortadoğu’yu
programlaştırıyor.
Kürdistan
Türkiye’den ayrıldığında, Türkiye’nin ve/veya başka emperyalistlerin darbeler
ve anti demokratik rejimler içinde bunalan bir kuklası ve yeni sömürgesi
olmaktan başka bir şey olamaz.
Ama
ayrılmış bir Kürdistan’ın esas kaymağını Türkiye yer. Kürdistan yükünden ve
onun masraflarından ve güçlü ordu ve bürokrasinin bukağılarından kurtulmuş bir
Türkiye, bir kaç on yıl içinde İspanya, İtalya, Yunanistan ayarında bir refah
ve özgürlük düzeyi yakalayaceğı gibi, eskisi kadar büyük olmayacağından Avrupa
Birliği’ne de alınır. Türkler de, hangi akla hizmet edip de Kürtlere karşı bu
milyarlarca doları savaşa yatırmışız, ne akılsız başımız varmış diye
kaybettikleri yıllara yanarlar.
İşte,
Öcalan ve partisi, mücadelenin kaymağını Kürtlerin veya Kürdistan’ın da
yemesini sağlamak için, ayrılık değil, demokratik bir ulus diyor.
Ortadoğu’da
belli bir açılım getirecek, uluslara karşı değil ama en azından gerici ulusçuluklara
ve uluslara karşı demokratik bir ulus ve ulusçuluğu savunan tek hareket, bu
yönde biraz ideolojik politik ve örgütsel hazırlığı olan hareket Öcalan’ın
önderi ve teorisyerni olduğu harekettir.
Eğer
olur da bir devrimci kabarış yakalar, bu tecritten kurtulur ve şöyle Mısır’daki
gibi bir şeyler olabilir ise, işte o zaman Ortadoğu’da gerçekten kaymağını
Ortadoğu’daki halkların da yiyebileceği yeni bir devrimci dalga ortaya
çıkabilir.
*
Ancak
Mısır’daki gibi bir ayaklanma ve devrim Türkiye’de pek mümkün görünmüyor.
Türkiye bir bakıma dünyanın en uzun 68’ini, ağır çekim bir 68, yaşadı ve
yaşıyor.
İtalyan
68’ine “sürüngen ve uzun 68” derler. Türkiye’nin 68’i çok daha uzun ve sürekli
bir yenilgi ve yükselişler dizisi olarak devam ediyor. Sürekliliği ölçüsünde
patlayıcı gücü az.
70’lerdiki
politizasyon ve radikalleşme 68’in 12 Mart’ta kesintiye uğramış devamı ve yayılışıydı.
Uzun 68 seksenlerin sonuna doğru hem Kürtlerin ayaklanması ve gerillanın
mücadelesinin yükselişiyle, hem sol ve işçi hareketindeki canlanmayla tekrar
istim alıyordu ki, Duvar’ın yıkılması ve bu yıkılışın sağladığı gericilik
ortamında özel savaş rejimi 10-15 yıllık bir gerilemeye yol açtı. Bu yıllarda
68 Kürdistan’ın dağlarına sığındı, orada yaşamaya devam etti.
68’in
ve 70’lerin mirasını, demokratik özlemlerini, politik İslam kendi kanalına
aktararak, bir bakıma 68’in ilk kaymağını yiyen oldu.
Şimdi
Kürt hareketi ve Demokratik hareketin tekrar güçlenmesi ve toparlanması 68’in devamının
son perdesidir.
Ama
bütün bunlar, var olan rejimin kendini yenilemesi esnekleştirmesi olanaklarını
da yaratmıştır. 68’in kaymağını Türkiye’de şimdilik Burjuvazi yiyor.
Ama
ne olursa olsun, gelişmeler bir halk ayaklanmasıyla, devrimle değil, küçük
adımlarla olacakmış eğilimi gösteriyor ve şimdiye kadarki çizgi bu yargıyı
doğrular görünüyor.
Mısır
ise Türkiye’nin askeri bürokratik oligarşisinin, 1946’da çok partili rejime
geçerek ve 27 Mayıs ile kısmi bir özgürlük ve örgütlenme ortamı sağlayarak
sağladığı yavaş ve uzun vadeli dönüşümleri toplu halde ve bir arada yapmaya
hazırlanıyor.
Türkiye’de
bütün bu işler, yukarıdan “Prusya tipi”, devrimci olmayan bir tarzda gerçekleşti.
Bu nedenle Türkiye’de devrimci ve demokratik gelenek, kitlelerde bir devrim
yaşamış ve yapmış olmanın kendine güveni ve kişilikliliği yok. Bu nedenle
Türkiye’nin entelektüel hayatı taşrarılık ve bayağılık içinde.
Mısır’da
ise bu değişiklikler belki yarım yüzyıllık bir gecikmeyle ama devrimci bir
yolla, aşağıdan, “Fransız tipi” bir yolla gerçekleşecek gibi görünüyor.
Sonunda
varılacak aynı yer bile olsa, aynı yere Fransız ve Prusya yollarından varmak
çok derinlerde çok farklı tecrübelerin birikmesi demektir.
Bizim
gönlümüz hep “Aşağıdan”, “Devrimci”, “Fransız Yolu”ndan yana oldu.
Bunu
hiç göremesek ve yaşayamasak da.
Demir
Küçükaydın
13
Şubat 2011 Pazar
Tahrir’den Taksim’e
Mısır’da
Darbe, Türkiye ve Gezi Hareketi
Mısır
ve Türkiye’deki gelişmelerin benzerlikleri görmezden gelinemez.
Mursi
yerine Erdoğan, Müslüman kardeşler yerine AKP, “laik muhalefet” yerine
de “Gezi Hareketi”; Mursi’nin taraftarı Müslüman Kardeşler yerine,
Erdoğan’ın hızla kemikleştirdiği ve sokağa hazırladığı taraftarları; Tahrir
yerine Taksim, Kıptiler yerine Aleviler; Nasırcılar yerine Kemalistler ve
Ulusalcılar koyulabilir.
Akla
tabii hemen şu soru geliyor: O halde Türkiye’yi de bir darbe mi bekliyor?
Türkiye
ve Gezi Hareketi, Mısır’ı tartışırken aslında kendini ve geleceğini
tartışmaktadır. Gezi Hareketi, Mısır’ın aynasında kendi geleceğini görmeye
çalışmaktadır.
*
Marks,
Fransız Devrimin yapanların eski Roma Cumhuriyetinin vokabüleriyle konuşmalarına
gönderme yaparak, şöyle yazıyordu:
“İnsanlar
kendi tarihlerini, kendileri yaparlar, ama canları istediği gibi ve kendi
seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan içinde bulundukları ve geçmişten
bugüne devrolunan koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği,
büyük bir ağırlıkla yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve tam kendilerini ve
şeyleri devrimcileştirmeye, yepyeni bir şey yaratmaya başlamış gibiyken bile,
özellikle böyle devrimci kriz dönemlerinde, aceleyle ve endişeyle geçmişin
ruhlarını yardıma çağırır, dünya tarihinin bu yeni sahnesini bu saygın görüntünün
arkasına gizleyerek sunmak için, bu ruhların isimlerini, sloganlarını,
kostümlerini alırlar.”
Ancak
artık “tarihin sonu”nun çoktan ilan edildiği post modern zamanlarda,
iletişim çağında yaşıyoruz. Kahramanlar hem “sonu”nu gördükleri tarihi
bilmezler hem de geçmişin diline ihtiyaçları yoktur, “gerçek zamanda”
yaşanan bir devrimin dili ve kahramanları daha elverişli bir araçtır. Türkiye
Mısır’ın diliyle konuşmaktadır.
*
Olayların
akışı da benzemektedir.
Gezi
direnişinin ilk günlerinde bundan bir ay önce Türkiye’deki muhtemel gelişmelere
ilişkin olarak yazdıklarımız, sanki Mısır’da olanların da bir tasviri gibidir.
“Elbet
şu saatlerde olayların nasıl gelişeceği bilinmezken olayların gelişimi üzerine
bazı tahminlerde bulunmak yanlış görünebilir. Ama yine de ayrıntılara ilişkin
değil ama genel gidiş üzerine bir tahminde bulunabiliriz. Güçler ve onların
karakterleri üzerinden.
Epeydir
birçok kereler yazdığımız bir benzetme vardı. “Şimdi DP iktidarının 1955 sonrasını
yaşıyoruz. Önümüzde 27 Mayıs var” diyorduk. Menderes ve Tayyip’in yaptıklarının
paralelliklerine dikkati çekiyorduk. Önümüzde, muhtemelen böyle bir süreç var.
Neden
böyle olur?
Sosyolojik
nedenleri vardır. Sınıfların gücü, karakteri ve çıkarları ile ilgili.
Askeri
bürokratik oligarşi (CHP) ile burjuvazi (DP, AP, ANAP, AKP) birbirlerinin
varlığına meşruluk kazandırırlar.
Birincisi,
Burjuvazi anti demokratik olduğundan geniş bir demokratik reformlar manzumesiyle
en geniş kitleleri birleştirmez ve bu pahalı, baskıcı bürokratik devlet
cihazını tasfiye etmez, sadece var olan cihazı kontrolü altına almakla kendini
sınırlandırır.
Ama
bu cihaz aynı kalınca Askeri Bürokratik Oligarşinin maddi temeli (Bu muazzam baskıcı,
merkezi, bürokratik, askeri, keyfi mekanizma) olduğu gibi kalır. Politik gücünü
tekrar ele geçirmek için karşı tarafın yıpranmasını ve akılsızlıklarını bekler.
Karşı
taraf yine demokratik olmadığından nüfusun bir yarısını karşıya itecek
uygulamalara gider. Bu memnuniyetsizlik geri teper. Nüfus içinde az da olsa
şehirli ve modern toplumun sinir uçları da şehirler olduğundan nüfus içindeki
oranlarından çok daha etkili bu güçler ayağa kalkar.
Karşı
taraf da bunu ezmek ve sindirmek için şiddete başvurur. Bu çıkmaz içinde ordu
yine bir denge unsuru, bir kurtarıcı olarak geri gelir.
İkincisi,
Askeri bürokratik oligarşi esnektir. Burjuvazi kadar hatta ondan daha esnektir.
Bizans iken, Osmanlı ile ittifak kurup, Kendini yenilemiştir. Osmanlı olunca,
Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, Çok Partili Rejim gibi dönüşümlerle muazzam
bir esneklik gösterir ve bu güne kadar gelir örneğin.
Bu
sefer de aynı esnekliği gösterip ömrünü bir elli yıl daha uzatabilir. Bunu
yapacak esnekliği ve tazeliği bizzat AKP iktidarı Ergenekon tevkifatlarıyla bu
tabakaya sağladı. Zaten bu tabakanın kendisi el ve bel vermeseydi Ergenekon
tevkifatları, yani bürokrasinin bağırsak temizliği gerçekleşmezdi.
Nasıl
28 Şubat Politik İslam’a taze kan verdiyse, Ergenekon tevkifatları da askeri
bürokratik oligarşiye tekrar esneklik kazandırıp taze kan verdi.
Daha
önce, Son birkaç yılda cephenin döndüğünden, Erdoğan’ın artık otoriter ve anti
demokratik bir görünüme bürünüp muhalefetin demokrasi savunucusu ve mazlum
duruma geçtiğinden söz etmiştik. Şu an bu görünüm iyice pekişmiş bulunuyor.” (http://demirden-kapilar.blogspot.com/2013/06/neler-olabilir.html)
Bu
satırlar gerekli değişiklikler yapıldığında Mısır’daki gelişmeleri de
özetlerler.
*
Hatta
Askeri Bürokratik Oligarşi’nin esnekliği bile Mısır’da da aynıdır.
Mısır’da
Tahrir devrimi olurken, günü gününe hatta saati saatine El Cezire’nin Tahrir’i
gösteren yayınını izleyerek yaptığımız yorumlarda, devrimin ilk saatlerinde,
Ordu’nun tarafsızlığını ilan ederek, Devrim’e cesaret verdiğini, adeta ona
ebelik yaptığını şu sözlerle belirtiyorduk:
“Ordu
başından beri, önce ateş etmeyerek, sonra mitinge emniyet garantisi vererek,
değişimin ebesi; doğamayan çocuğun doğmasına sezaryenle yardım eden doktor
işlevinin sürdürdü.” (http://demirden-kapilar.blogspot.com/2011/02/msr-tahrire-uzaktan-yorumlar-ve.html)
Bunun
sonucunun ne olacağını da o zaman şöyle ifade etmiştik:
“Bu
devrimin şimdiki bu gücü, yani ordunun tarafsız ve hayırhah tavrı, bu devrimin
en büyük zaafı olacaktır. Tarih hiç bir şeyi karşılıksız vermez.”
Maalesef
olaylar bu öngörüyü doğrulamış bulunuyor.
Ordu
bu günkü gücünün ve eyleminin tohumlarını o zaman atmıştı ve şimdi meyvesini topluyor.
Radikal’in yazarı Mısır’dan yazıyor:
“Mısır
dün ordunun Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye tanıdığı sürenin dolduğu saat
17.00’ye kilitlenirken ülkenin Mübarek’i devirdikten 2,5 yıl sonra geldiği
nokta trajik: “Kitleler bastırdı, ‘kurtarıcı ordu’ işe el attı.” El Ezher şeyhi
ve Kıpti papazının desteğini de alan ordunun yaptığı düpe düz darbeydi ama
Tahrir Meydanı’nı hınca hınç dolduranlar Mursi’nin devrilişini görülmemiş bir
coşkuyla kutladı. Mursi’nin 1 yılda her şeyi batırdığını söyleyenlerin
kafasında askerin gözetiminde bir geçiş sağlanması dışında çözüm yoktu. Bunun
demokratik olup olmadığı da kimsenin umurunda değildi. Kitleler ‘İrhal’ (Terk
et) sloganına öyle kilitlenmişti ki, Mursi’nin ‘sandıktan aldığı meşruiyeti
kanıyla savunacağı’ çıkışları da iç savaş çağrısı olarak algılanmanın ötesinde
bir şeye yaramadı.” (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/fehim_tastekin/misir_nasira_selam_durdu-1140334)
*
Neredeyse
bütün darbeleri, darbeci olmadığı düşünülerek ordunun başına getirilmiş generaller
yaparlar. Pinochet ya da Evren, darbeci generallere karşı, darbe yapmazlar diye
getirilmişlerdi. Mısır’da dün gece yapılan darbe bu kuralı doğruladı. General
Abdulfettah Sisi’yi de ordunun başına, darbe yapmaz diye Muhammed Mursi
getirmişti.
Mursi
sadece darbeciyi oraya getirmemişti, darbe koşullarını da kendisi bizzat
yaratmıştı, liberal muhalefeti, Hıristiyanları, seküler yaşamı olanları İslam’a
göre yaşamaya zorlayarak, zaten kollarını açmış ordunun kollarına iterek.
Bir
an için Mursi’nin iktidara geldiğinde, politik alanı kendi yorumu olan İslam’la
düzenlemeye kalkmadığını; bütün diğer dinler ve dinsizlerin de kendini özgür
hissedeceği gerçek bir demokrasi ve laikliğin savunucusu olarak davrandığını
var sayalım. Bu takdirde, ordunun başında en darbeci general bile olsa, nüfusun
neredeyse yüzde doksanını arkasına almış bu hükümete karşı hiçbir şey
yapamazdı.
Ve
nüfusun yüzde doksanını arkasına almış bir iktidar, Firavunlar çağından kalma,
binlerce yıllık pahalı, baskıcı, militer, bürokratik ve keyfi devleti
parçalayıp, en azından Kuzey Avrupa veya Amerika’daki kadar olsun, nispeten
daha az baskıcı, daha az merkezi, daha az bürokratik ve daha az keyfi bir
devlet cihazı örgütleyebilir; bir darbe olasılığını tamamen yok edebilirdi.
Bütün
bunlar olmadı? Neden? Çünkü bunun ardında kişilerin niyetlerinden öte, derin
sınıfsal çıkar ve eğilimler vardır?
Nasıl
darbe yapmaz diye ordunun başına getirilen Sisi darba yaparsa, Mursi de
demokratik davranamazdı. Çünkü burjuvazi karşı devrimcidir. Ezilenlerden, dolayısıyla
ezilenlerin örgütlenme imkânları bulduğu demokrasiden ölüyü görmüşçesine
korkar. Bugünkü “batı demokrasisi” bile, burjuvazinin değil, İşçilerin
mücadelelerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Binlerce
yıllık, Firavunlar çağından kalma devlet ve bugünkü modern Firavunlar, burjuvazinin
bu korkaklığı ve karşı devrimciliği temelinde varlığını ve gücünü
koruyabilmektedir.
Burjuvazi
bir parça devrimci olsa, hedeflerini İslam söylemi içinde ifade etse bile;
teorik ve ideolojik hazırlık yaptığı dönemlerde, örneğin İslam tarihini Mekke
eşrafının, daha Muhammet’in sağlığında başlayan ve Emeviler ve Muaviye ile
kesin başarıya ulaşan bir karşı devrim olarak yazar; bütün resmi İslam’ı ret ve
mahkûm eder; demokratik ve devrimci bir İslam yorumu üzerinden teorik ve
politik hazırlıklarını yapardı. Böyle bir İslam ile teorik hazırlığını yapmış
bir devrim ise, yukarda söylenen aslında Aydınlanma’nın idealinden başka bir
şey olmayan değişiklikleri tamamen İslam’ın özüne dönüş söylemiyle bile
gerçekleştirebilirdi. Örneğin şöyle diyebilirdi.
“İlk
camiler topluluğun sorunlarının tartışıldığı demokratik meclislerdi ve oralara
giden Müslümanların üzerinde yükselen bir ordu yoktu, bütün Müslümanlar
silahlıydı” diyerek düzenli orduyu kaldırıp, İsviçre’deki gibi silahlı halktan
oluşan bir milis sistemi kurmanın ideolojik veya teolojik veya fikri
hazırlığını yapabilirdi örneğin. Silahlı bir halk ise kendi kendine karşı darbe
yapmaz ve yapamaz.
“İslam
tüm dünyaya bir düzen getirmek üzere bir dindir, doğduğu Mekke’de putlar, yani
aşiretler egemen olduğu için onlara karşı ifade edilmiştir, ama bu günün
aşiretleri uluslar; bu günü putları ulusal bayraklardır; bu gün gerçek Müslüman
olmak kimseyi inancından, dininden dolayı baskı altına almamaktır” diye bir
İslam yorumu geliştirerek de ideolojik hazırlığını yapabilirdi. O zaman,
Hıristiyan ve “laik yaşam tarzı”ndakileri baskı altına almaz, onları ordunu
kucağına itmez; aksine onlar, böyle İslam’a bile imtiyaz tanımayan bir
İslam için gereğinde ölmeyi göze alırlardı.
Bütün
bunlar olmadı. Bu yöndeki eğilimler daha doğarken tohum halindeyken küfr olarak
görüldü ve öldürüldüler. (Örneğin “İslam’da Kayıp Gerçek” kitabını yazan
Ferec El Fuda gibiler[1])
Bunun
nedeni, modern burjuvazinin de gerici bir azınlık olmasıdır. Bu temel sınıfsal
çıkar ve eğilim bu yöndeki hazırlıkların yapılmasını engeller.
Hâlbuki
devrimler uzun hazırlıklar; “Zihniyet devrimleri” gerektirir. Evrenin
özünü su veya atomda arayan İyonya filozofları; iyi, doğru, güzel, adil olan nedir
sorusuna cevap arayan Yunan filozofları kavramsal düşünceye geçişleri ve bu
sorularıyla, soyut bir Allah fikrinin, bir tek tanrılı dinin oluşumu için fikri
hazırlıktan başka bir şey yapmıyorlardı.
“Düşünüyorum
öyleyse varım” diyen Descartes’ten, Kant’ın “Salt aklın Eleştirisi”ne
kadar bütün modern felsefe, Aydınlanma’nın “fikri Hazırlığı”ndan başka bir şey
değildi.
Ne
Mısır’da ne de Türkiye’de (veya başka bir yerde) böylesine radikal teorik
hazırlıkların izi tozu görülmedi.
Burjuva
muhalefet, “laik” olduğunda, bu Aydınlanmanın devrimci ve eşitleyici
geleneğini inkâr üzerin kurulmuş bir pozitivizmden ve gerici bir
milliyetçilikten öteye gidemedi. Hep milliyetçiliğin, bir dil ve/veya din ile
temellenmiş en gerici biçimlerine teşne oldu.
Politik
İslam’ın kendisi ulusu bir dinle ve dinin de en reaksiyoner yorumlarından
biriyle tanımlama olmaktan öteye gitmedi.
Ama
aynı sırada İşçi Sınıfı, Aydınlanma’nın Din ve İslam tanımlarının eleştirisine
geçiyor; İslam tarihini yeniden yazarak onun özüne ve devrimci geleneklerine
sahip çıkıyor; kendi hataları önünde gerileyerek sıçramak için hız almaya
çalışıyordu[2].
Elbet
bugün ortalıkta İşçiler adına görülenlerin İşçi Sınıfı ile bir ilgileri yoktur.
Ama bu türden bir teorik hazırlık sadece ve sadece İşçi Sınıfında ve
Marksizm’de vardır.
*
Türkiye’de
sorun şudur: Gezi Direnişi ile başlayan devrimci hareket, Mısır’daki gibi bir
gelişmenin mi aracı olacaktır, yoksa yepyeni bir devrimin mi?
Modern
tarih birbiri ardınca hep şu sonucu göstermiştir: ya sonuna kadar giden
kararlı ve radikal demokrasiyi savunan bir güç devrime önderlik eder ve devrim
başarıya ulaşır ya da karşı devrim olur. Bunun en son örneğini Mısır’da
görüyoruz.
Mısır’da
ne liberaller ne de Müslüman Kardeşler bu radikal demokratik ve kararlı tavra sahip
değillerdi.
Binlerce
yıllık Şark Devleti ve Devletçiliği ise tam da bu her biri tutarlı demokrat
olmaktan yoksun güçleri birbirine karşı oynayarak kendi Bonapartist rejimini
sürdürebilmektedir.
Bu
tehlikeye Gezi Hareketi’nin daha ilk günlerinde, tam bir ay önce, 3
Haziran’da şu satırlarda dikkati çekmiştik:
“Bu
gidişle bir darbe gelir. Hem de Erdoğan’ın en güvendiği generalleri yapar.
Allende de bir takım güvenilir generaller getirmişti ve onlar onu yıkmıştı onu.
O
zaman ne olur?
Bu
kurtarıcı, bir denge rejimi olur. Tekrar prestiji ve gücü elinde
bulunduracağından hükümeti kısa zamanda parlamentoya iade eder. Muhtemelen
Kürtleri de sisteme entegre edecek bir anayasa yapar. Yani 27 Mayıs’ın ikinci
bir versiyonu. Hatta Öcalan başbakan bile olabilir.
Nasıl
Bizans Osmanlı aşısıyla ömrünü bir dört yüz yıl daha uzattıysa Kürt aşısıyla en
azından bir kırk yıl daha uzatır.
Tıpkı
Roma-Bizans’ın aldığı Osmanlı aşısıyla Doğuda hızla gelişmesi ve iki yüz yıl
önce Selçuk aşısı alarak kendisini Ege sahillerine kadar kovalayan İran’ı ta
bugünkü sınırlara kadar sürmesi gibi. Kürt aşası almış, parlamentoyu da ayıbını
örten bir asma yaprağı olarak ayıp yerinin üstüne koymuş Türk-Kürt askeri
bürokratik oligarşisi de, mezhep ve aşiret çatışmaları içinde bunalmış Suriye
ve Irak halkına da bir kurtarıcı gibi görünüp, Bağdat ve Şam’a kadar
yayılabilir.
Tarih
bu işlerin genellikle böyle yürüdüğünü gösteriyor.
Bir
mucize olur da İşçi Sınıfı tarihsel uykusundan uyanır ve unuttuğu demokratik ideallerini
yeniden kazanırsa. Orta doğunun Prusya tarzı birliğinin yerini, Devrimci
Demokratik bir Ortadoğu Demokratik Cumhuriyeti alabilir.
Ama
şu an bu olasılık nerdeyse sıfır.”
Ancak
o zaman “mucize” dediğimiz ve “neredeyse sıfır” olasılık
verdiğimiz yönün bugün biraz daha büyük bir şans olduğunu düşünüyoruz.
Türkiye’de
Mısır’da olmayan ya da Mısır’da çok daha zayıf bir katman olarak bulunduğundan
etkisini hissettiremeyen, Gezi Hareketi’ne damgasını vuran, Türkiye’nin bütünü
içinde oldukça ince bir katman olmakla birlikte, toplumsal ağırlığı (kültür ve
eğitim durumu, şehirliliği vs.) nicel gücünden çok daha fazla olan, tutarlı
demokratik eğilimler gösteren bir toplumsal güç var.
Bu
güç, ücretlilerden oluşuyor. Eğitim düzeyi yüksek, gelir ve yaşam düzeyi bakımından
orta sınıf denebilecek durumda, kültürel olarak kendisi şehirli ve “seküler bir
yaşam tarzı”nda bir güç.
Bu
güç, İslam’ı dışlamadı ve onların özgürlüklerinin savunucusu oldu. Onların da
istedikleri gibi giyinme ve ibadet etme haklarını savundu. Kürtlere de aynı
şekilde Türklük değil, demokrasi ve destek mesajı verdi.
Özetle
bu güç, işçi sınıfının radikal demokratik ideallerini yeniden keşfedip
bayrağına yazma eğilimi gösteriyor. Bu yönde kısa zamanda büyük adımlar attı.
Bu
devrimci demokratik eğilimini güçlendirir, netleştirir ve bayrağı yapabilirse;
bunun yanı sıra hızla yayılabilir, mahallileşebilir ve aynı zamanda Türkiye
ölçüsünde merkezileşebilirse bir devrim olur.
Gezi
Hareketi Radikalleştiği ölçüde dayandığı güçleri genişletebilir.
Bunun
için Mısır’da bulunmayan iki büyük şansı var:
1)
PKK’nın temsil ettiği Kürt Hareketi’nin öncü ve özgürlükçü plebiyen
kanadı.
2)
Anti Kapitalist Müslümanların genel başlığı altında toplanabilecek,
giderek daha demokratik ve radikal ve demokrasi hedefini ve duruşunu
içselleştiren ve netleştiren henüz küçük ve güçsüz ama nitelik bakımından çok
önemli şehirli eğilim.
Yani
İstanbul’un Kadıköy ve Beşiktaş’ı, Gazi (Aleviler), Fatih (Müslümanlar) ve
Diyarbakır’la (Kürtler) birleşebilecek, ulusu ne bir dinle, ne bir dille
tanımlamayan, böyle tanımlamaya karşı tanımlayan bir programla ortaya
çıkabilirse, bir devrim olur.
Ve
bu devrim Türkiye ile sınırlı kalamaz, hızla Ortadoğu çapında bir devrime
dönüşme eğilimi gösterir.
Bunu
yapamaz ise, Türkiye’deki devrimci kabarışı da 27 Mayıs gibi veya Mısır’dakinin
benzeri bir akıbet beklemektedir.
Öyle
görülüyor ki, Ortadoğu’nun kaderi şimdi gezi hareketinin çekildiği ve düşünüp
taşınıp örgütlenmeye çalıştığı parklarda yazılacaktır.
04
Temmuz 2013 Perşembe
Darbeler, Mısır’da Darbe ve Gezi Hareketi
Darbeler
bir boşlukta gerçekleşmez. Hatta en kontrol edilemez, dokunulmaz, muazzam
güçlü ordular bile (örneğin Türk ve Mısır orduları gibi) bir boşlukta hareket
etmezler. Nüfusun epey bir önemli kesimi darbeyi desteklemeyecek veya en
azından pasif bir tarafsızlık veya hayırhahlık durumunda bulunmayacaksa,
derbeler gerçekleşemez.
Şimdi
herkesin lanetlediği 12 Eylül örneğini ele alalım. 12 Eylül sabahı, en devrimci
ailelerin bile, “artık sokağa çıkamaz olmuştuk; can ve mal güvenliğimiz
kalmamıştı; darbe kötü ama o daha kötüydü” diye 12 Eylül’ün karşısında
denize düşenin yılana sarılması gibi bir tavır gösterdiğini unutmayalım.
Ciddi
bir devrimci burada, “niye Türkiye tarihinin en kitlesel politikleşmesi ve radikalleşmesi
böyle sonuçlandı, bizler nerelerde hata yaptık” diye bütün sivri okları
kendine döndürür.
Suçu
karşı tarafta, kontr gerille provakasyonlarında aramaz. Çünkü savaş
verilmektedir ve karşı tarafın her türlü kötülüğü yapacağı zaten baştan veridir.
“Başarıya ulaşan devrimlerde de bütün bunlar vardı ama o devrimler bütün
bunlara rağmen başarıya ulaşmıştı” diye koyar sorunu. Çarlık Okrahana’sı
veya Kara Yüzler çeteleri Türkiye’deki benzeri kontr gelilla veya faşist
çetelerden daha az tehlikeli ve acımasız değildi.
Böyle
bir koyuş, hangi hataların yapıldığı üzerinde yoğunlaşır. Herhangi bir sol
siyasetin egemen olduğu yerde, ki egemen olmak orada öz savunmayı iyi yapmaya
bağlıydı, neden egemenliğini insanların haklarını garanti altına almak için
kullanmadığı sorununa gelir. Yani belli bir yerde A hareketi egemense, orada
bırakın başkalarını, diğer solcular bile fikrini savunamaz durumda oluyordu;
yani egemenlik başkmalarının da fikirlerini savunma özgürlüğünü garanti altına
almak için kullanılmıyordu. Yani bugünkü AKP’nin yaptığının, siyasetler ve
görüşler düzeyinde yazlerce farklı, küçük, mikro alanda yapılmasından başka bir
durum ortaya çıkmıyordu. O zamanlar din ve dil sorun olarak gündemde
olmadığından, bu bir Lübnanlaşma ile sonuçlanmamış, genel bir sol sağ ayrımı
belirleyici olmuştu.
Yani
herhangi bir iktidar veya ikili iktidar tohumu, var olan devletin karşısında
gerçek demokratik bir cumhuriyetin tohumu olan ilişkileri kurmadığı takdirde,
tüm ezilenleri birleştiremez. Bunun tek yolu, insanların, dili, dini, siyasi
inancı, kültürü ne olursa olsun eşit olması; iktidarın bunlar karşısında gerçek
bir tarafsızlığı ve bunların politik alanın dışında bulunmasıır. Bir yerde
insanların dinine, giyinişine, diline vs. karışıldığı anda, demokrasi terk
edilmiş demektir.
12
Eylül öncesindeki “kurtarılmış bölgeler” bir demokratik cumhuriyetin küçük
tohumları olamadığı için 12 Eylül gelebildi.
*
Mısır’ı
ele alalım. Mısır’da da en azından nüfusun yarıya yaknı kadarı darbeyi
desteklemiyorsa bile, ona karşı mücadele etmiyor?
Neden
böyle?
Burada
soru şudur, nufusun bu geniş kesimi neden böyle darbeyi bile onaylayacak bir duruma
gelmiştir?
Çok
açıktır ki, Hıristiyanlar, Laikler vs. nüfusun içinde azınlık olduklarından,
Politik İslam’ın çounluğun gücü ile, kendisinin anlayışını kendilerine
dayatacağını ve dayattığını gördüğü için, bu çoğunluğun demokrasiyi haklar
üzerinden değil de, çoğunluğun hakları ortadan kaldırabilme hakkı olarak
görmesine karşı bir mücadele içinde olduğundan; bu çoğunluğu dengeleyebilmek
için darbeye karşı mücadeleye girmemektedir. Bunun rasyonalize edilmesi politik
akıma ve eğilime göre değişebilir. Darbeyi darbe olarak destekleyenden,
darbenin darbe olmadığını kanıtlama çabasına kadar binbir biçim alır.
O
zaman burada soru şudur: Niçin geniş bir kesim buraya gitmiştir, darbeyi
engellemenin yolu nedir?
Darbeyi
engellemenin biricik yolu çoğunluk olanın çoğunluk oluşunu, insanların en azından
hukuki ve biçimsel eşitliği ve bu yöndeki haklarının garanti altına alınması ve
savunusu için kullanmasıdır.
Yani,
her türlü inancın sarbest bırakılması, politik alanın sadece bir toprak
parçasında yaşamakla snırlanması; politik olanın bir dil, din, etni, soy, sop,
külütr vs. ile tanımlanmaması.
Bu
durumda Müslüman Kardeşler, örneğin insanların “İslama göre” yaşaması için
yasalar çıkarmaya kalkmaslardı. O zaman Mursi’nin tüm yetikileri elinde
toplaması veya kendi adamlarını kritik görevlere atamaları bile, insanların
haklarını korumanın araçları olarak görülürlerdi. O zaman Hıristiyanlar
bile Müslüman Kardeşler’in iktidarını savunurlardı.
Demek
ki, politik olanı İslam’la (Daha doğrusu İslam’ın bir yorumuyla, çünkü İsam
binbir türlü de yorumlanabilir. Tam bu dediğimiz tarzda da yorumlanabilir.)
tanımlanması, otomatik olarak baskı atına alınan toplum kesimleri yaratmaktadır.
Bunlar da bu çoğunluğun gücüne karşı, ordunun desteğini sağlayarak bu gidişi
engelleme zorunda kamaktadırlar.
Bundan
bir darbe karşıtının çıkaracağı bir tek sonuç vardır: İnsanların farklı
dinlerini ve yaşamlarını baskı altına alarak onları denize düşenin yolana
sarılması durumunda bırakmamak, özgürlüklerin ve hakların bekçisi olmak
gerekir. İnsanların dilleri, dinleri vs. nedeniyle baskı alında olmamalarının
tek yolu, bunların politik olanın dışında tutulmasıdır.
Bu
takdirde sadece darbeler engellenmez, darbeyi yapacak gücün (ordunun), gücü de
yok edilebilir. Çünkü o gücü budamaya kaltığınızda, bu güç budanırsa ben
kendimi nasıl savunurum korkusu ortadan kalkar.
*
İşte
AKP tam da bunları yapmayarak, kendisini yıkacak bir darbenin zeminini
hazırlamaktadır. Ve işin ilginci odur ki, darbeci olakla suçlanan Gezi
Hareketi, eğer başarıya ulaşırsa, bir darbeyi engelleyebilir.
Gezi
harekeinin başarıya ulaşması ise, ulusun Sünni İslamla ve Türklükle
tarımlanmasına karşı kesin bir tavır ve mücadeleden geçer. Yani AKP’in
kendisini tanımladığı ve çatışmayı çekmeye çalıştığı yere girmekten
kurtulmasıyla mümkündür.
Yani
Gezi Hareketi ya sonuna kadar demokrat olacak; kimsenin diline, dinine,
giyinişine vs. karışmayacak; bunları insanların hakları olarak tanımlayacaktır;
yani ulusalcılara ve CHP laikliğine tavır alacaktır ve böylece tüm ezilenleri
demokratik haklar çerçevesinde birleştirebilecektir, ya da buna yeterince
kararlı ve köklü biçimde yapamayacak. Ezilecek ve bu sefer Kürtlerle Anlaşmış
bir AKP’nin gücünden korkan seküler şehirliler ve Aleviler bunu dengelemek için
orduyu çağırmaya başlayacaklardır.
Burada
Kürt hareketinin çok kritik bir yeri bulunmaktadır. Gezi hareketi Kürtlerin
ezilmesine kaşı çıkarak; laikçiliğe karşı durarak elini Müslümanlara ve Kürtlere
uzattı. Müslümanlar ve Kürtler içindeki demokratlar bu uzatılmış ele cevap
vermedikleri takdirde, bu elin gücü tükenir, o zaman işte bu hareket tekrar
Türkçülerin ve laikçilerin kontrolnüne geçer ki, işte o zaman şimdi Mısır’da
olan gibi bir bölünme ortaya çıkar.
Bu
duruda ordunun bir hakem gibi gelip, en azından nüfusun büyük bir bölümü
tarafından hayırhah bir tavrla karşılanmasının koşulları ortaya çıkar.
Bütün
bu nedenle, Erdoğan’ın ve kimi liberallerin sorunu “darbeyi destekliyor musun,
karşı mısın?” ikilemine çekmesi, yeni ve kendisine karşı bir darbenin
koşullarını hazırlamaya hizmet etmektedir.
2013.07.08
Darbeci AK
Parti ve Darbeye Karşı Mücadele Eden Gezi Hareketi?
Darbeden
yana mısın değil misin tartışması hedeflere değil araçlara, öze değil biçime
ilişkin bir tartışmadır
Ve
biçime ilişkin itirazların ardında daima içeriğe ilişkin itirazlar vardır.
Ancak
içeriksel itirazları biçimsel itirazlarla yürütmek, hem tutuculuğun hem de
ufuksuzluğun bir yansımasıdır.
Devrimciler ise, biçimsel tartışmaların içeriksel olduğunu göstermeye çalışır ve kendi içeriksel itirazını ortaya koyar.
Devrimciler ise, biçimsel tartışmaların içeriksel olduğunu göstermeye çalışır ve kendi içeriksel itirazını ortaya koyar.
Ne
var ki, reaksiyonerler, içeriksel tartışmaya girmeyerek, susuşa getirerek,
kendi biçim üzerine tartışmalarını gündemde tutarak; tutamadığı yerde diğerinin
gündeme gelmesini binbir idari vs. yollarla engelleyerek devrimcilere karşı
mücadelesini sürdürür. Yani mücadelesini onunla ideolojik mücadele yapmayarak,
onu tartışmadan ve gündemden uzak tutarak yapar.
Bunun
da anlışılmayacak bir yanı yoktur: ortadaki bir sınıf savaşıdır ve savaş
sanatını bilsin bilmesin, her savaşanın içgüdüsel olarak uyguladığı savaşın
birinci yasası, savaşı karşı tarafın istediği ve onun işine yarayan yerde ve
şartlarda kabul etmemektir. Biçimsel bir tartışma alanı küçük burjuvazi ve
burjuvaziye bir ideolojik egemenlik sağlar; insanları aptallaştırır;
burjuvazinin dünyasının dayandığı kavram ve varsayımların sorgulanmasına imkan
bırakmaz; tartışmanın içeriğe girmesi demek ise, dayanılan varsayımların
gündeme gelmesi demektir ki onlar için baştan yenilgidir.
Burjuva
ve küçük burjuva politikası ile modern işçi sınıfı politikasının temel ayrımı,
birincilerin içeriksel itirazları biçimsel itirazlarla tartışması; işçi
sınıfının politikası ise biçimsel tartışmaların içeriksel olduğunu göstermek ve
tartışmayı o yana, içeriksel ve programatik alana taşıma çabasında toplanır.
Mısır
üzerinden yürütülen “darbeyi lanetliyor musun? Darbelere karşı mısın değil
misin?” tartışması da işçi sınıfına ve gerçek demokratlara karşı bir mücadele
stratejisidir .
Ve
bu tartışmada, darbeyi lanetlediğini söyleyenler, ister AKP’li, ister sosyalist
olsunlar, içeriksel programatik hedefleri, tartışma dışı tutarak, Türkiye’de
yeni bir darbenin tohumlarını ekmektedirler?
Çünkü
sorunu lanetlemeye çekmek, aslında darbelerin nedenlerini gözlerden gizlemenin
gündemden düşürmenin aracıdır; darbelere karşı gerçekten mücadele etminin
engellenmesidir.
Sorunun
özü programatiktir ve şudur: Politik olanı bir dille, dinle, soyla mı
tanımlamak; yoksa böyle tanımlamaya karşı mı tanımlamak? Diğer bir ifadeyle
yurttaşlık ve yurttaşların hakları nasıl tanımlanacaktır. Örneğin, ana dilde
eğitim hakkı ve bütün dillerin eşitliği bir yurttaşlık hakkı mıdır yoksa sadece
bir dilden, ulusu belirleyen dilden, olanların hakkı mıdır? Bütün dinler eşit
midir yoksa belli bir dinden olanlar mı belli haklardan yararlanacaktır? Okullarda
sadece belli bir dilden veya dinden olanların tarihi mi okutulacaktır yoksa
hiçbir dine, dile ayrıcalık tanımayan bir tarih mi?
Çoğunluğu
oluşturanlar, demokrasi çoğunluğun karar alma hakkını tanır, çoğunluğun kendi
dili veya dininin ulusun dili ve dini olarak kabul etme hakkı vardır
diyorlarsa, aslında anti demokratik bir programı ve demokrasi anlayışını,
demokrasi ve çoğunluk sözlerinin ardına gizlenerek savunuyorlar demektir.
Bu
anlayışla demokrasi, haklar tanımlanması değil; çoğunluğun hakları sınırlama
hakkı olarak tanımlamaktadırlar. Yani ülkenin çoğunluğu Müslümansa ve çoğunluk
kendisine oy vermişse, insanları kendi istediği gibi giyinmeye ve yaşamaya
zorlayabilir, çünkü çoğunluktur ve demokrasi de azınlığın çoğunluğa uymasıdır
demektedir.
Buna
karşı liberallerin hiçbir zaman yapmadığı itiraz aslında çok basittir. “Evet,
genel olarak demokrasi, azınlığın çoğunluğa uymasını kabul eden rejimdir. Ancak
bu anti demokratik bir demokrasi tanımıdır. Çünkü bu genel olarak
demokrasidir ve genel olarak demokrasi en gerici, ırkçı, karşı devrimci
görüşlerle uyum içinde ve onların egemenlik aracı olabilir. Amerika’nın
güney eyaletlerinin beyaz çoğunluğu çoğunluk olarak siyahların haklarını
reddediyorlardı. Bu son derece demokratikti. Hitler demokratik seçimlerle
iktidara gelmişti. Ama demokratik bir demokrasi anlayışı ise, çoğunluğun
değiştiremeyeceği hakların bulunduğu rejimdir. Genel olarak demokraside, bir
salonda bulunan sigara içen çoğunluk demokratik olarak, sigara içebilme kararı
alabilir. Ama gerçek bir demokraside, bir kişi bile itiraz etse, çoğunluğun
sigara içip içmemeyi oylama hakkı olmaz ve çoğunluk bu hakka dokunamaz.
Dokunduğu takdirde o bir kişi bin kişiyi içeri tıktırabilir.”
Ne
var ki, Türkiye’de veya başka yerlerde, Politik İslam’ın muhalifleri olar
“laiklerin” bu demokrasi tanımının, demokrasiyle ilgisinin olmadığını söylemesi
mümkün değildir. Çünkü böyle yaptıkları takdirde kedilerini mahkum ederler.
Çünkü tutarlı olarak savundukları ve mantık sonuçlarına götürdükleri
takdirde, Türk çoğunluğun ulusu Türklükle ve Türk diliyle tanımlamasını
da tartışma konusu olacağını bilirler.
Bu
durumda, tartışmanın özü aslında ulusun nasıl tanımlanacağı iken, politik
olanın alanını genişletmek ve bunu da İslamla tanımlamak isteyenler,
Müslümanlar çoğunluk olduğundan, darbe karşıtlığı; Türklükle tanımlayanlar da,
açıkça darbeyi savunamayacaklarından, darbe olmadığı veya darbe ise bile
çoğunluğun desteklediği bir darbe olduğu gibi bir düzeyde tartışırlar.
Dikkat
edilsin burada darbe mi değil mi tartışması aslında programatik bir tartışmayı
gizlemektedir. Tartışmanın özü, politik olanın nasıl tanımlanacağıdır.
Politik
İslam, “ben politik olarak tanımlananın alanını genişletmek ve onu İslam’la
(aslında kendi İslam yorumuyla) tanımlamak istiyorum. Çünkü çoğunluk buna oy
vermiştir, eh demokrasi de azınlığın çoğunluğa uyması olduğuna göre, buna
hakkım vardır” demektedir.
Bu
noktada darbeci misin değil misin tartışması, hem ulusun İslam’la
tanımlanmasının anti demokratik niteliğini gizler ve tartışma dışı bırakır; hem
de anti demokratik bir demokrasi anlayışını demokrasi olarak tanımlar. İki kez
anti demokratik olanı demokratik olarak tanımlar. Böyle tanımlayarak başka
darbeleri engelleyebileceği hayali yayar.
Ama
tam da böyle yaparak yeni darbelerin yolunu açmış olur.
Burada
unutulan bir gerçek daha vardır: Her demokrasinin aynı zamanda bir diktatörlük
olduğu ve olmak zorunda oluğu. Sorunun diktatörlük olup olmamak değil; neyin ve
neye karşı diktatörlük olduğunda bulunduğu.
Örneğin,
her demokrasi en azından, bireylerin eşit olduğu gibi bir varsayımdan,
dolayısıyla iktidarın kaynağının halk olduğu gibi bir varsayımdan hareket eder.
Dolayısıyla her demokrasi, iktidarın kaynağı halk değildir damarlarımda akan
mavi kandır veya Allah’tır vs. diyenler üzerinde bir diktatörlük olmak
zorundadır. Çünkü bu iki kabul birbiriyle uyuşmaz. Hem iktidarın kaynağı
halktır; hem de damarlardaki mavi kandır veya Allah’tır demek,
islamiyetteki Allah’a şirk koşmaktan farksız değildir. Bunlar ilk başta saçma
gibi görünebilir bugünün dünyasında ama demokrasi böyle doğmuştu.
Aynı
şekilde demokrasi, aynı zamanda haklara sahip olanın sınırlarını belirlerken de
bir diktatörlüktür. Örneğin, bir ABD veya Türk vatandaşı olmayan gelip ben de
insanım, ben de oy kullanacağım diyemez. En demokratik gibi bilinen ulusların
demokrasisi bile o ulustan olmayanlar üzerinde bir diktatörlüktür. Bir ulustan
olmayan yurttaşların yararlandığı haklardan yararlanamaz diyen bir anlayışın
diktatörlüğüdür.
Günümüze
gelince, Ulusu Türklükle veya Müslümanlıkla tanımlayan bir demokrasi böyle
tanımlamayı reddedenler üzerinde bir diktatörlüktür. Ulusu hem Türklükle tanımlayıp
hem Türklükle tanımlamaya karşı tanımlayamazsınız. Hem Türkçeyi zorunlu dil
yapıp hem herkesin ana dilinde eğitim hakkı vardır diyemezsiniz. Yani hem Türk
milliyetçisi hem de demokrat olamazsınız. Bu ikisi birbiriyle çelişir. Bir
arada olamaz. Bu Allah’a şirk koşmaktan farksızdır İslam’ın terminolojisiyle
ifade edersek.
O
halde, tutarlı bir demokrat, demokrasinin sadece bir azınlık ve çoğunluk rejimi
olmadığını aynı zamanda bir diktatörlük olduğunu da inkar etmez.
Demokratik
bir demokrasi anlayışı veya bir demokratik cumhuriyet de bir diktatörlüktür ve
öyle olmaması mümkün değildir. Sorun dikdatörlüğün, kime ve neye karşı
diktatörlük olacağıdır. Örneğin ulusu bir dille, dinle vs. tanımlayanların
böyle tanımlamayı reddedenler üzerindeki bir diktatörlüğü mü, yani Türklerin ve
Kürtlerin demokratlar üzerindeki bir diktatörlüğü mü; yoksa böyle tanımlamayı
reddedenlerin, yani demokratların, bir dille, dinle tanımlayanlar
(örneğin Türkler ve Kürtler) üzerindeki bir diktatörlüğü mü?
O
halde genel olarak her türlü gericilikle uyuştuğu ve demokrasinin bir
diktatörlük olduğu kabulleri olmadan ve bunlar açıkça koyulmadan darbeden yana
mısın karşı mısın tartışması, aslında bu öze ilişkin, ulusun nasıl
tanımlanacağına ilişkin tartışmayı gizleme, kendi karşı devrimci ve anti
demokratik tanımını dayatma tartışmasından başka bir şey değildir.
Şimdi
bakalım Mısır’daki ve Mısır’a ilişkin tartışmaya.
Önce
biçim üzerinden değil, içerik üzerinden bakalım. Her ikisi de demokrat
değildir. Biri İslam (daha doğrusu kendi İslam yorumu) diğeri Araplık (veya
Türkiye’de Türklük) üzerinden ulusu tanımlamaktadır. İçerik olarak her ikisi de
anti demokratik, gerici birer ulusçuluktur.
Çoğunluk,
çoğunluğun, azınlığa kendini dayatma hakkını savunursa, hiç birşey de bu durumda
azınlığın da gereğinde şeytanla veya şeytanın büyük annesiyle (örneğin orduyla)
ittifak yapmasını engelleyemez.
Hıristiyanlar
veya laikleri suçlamak hiçbir zaman, çoğunluk karşısında onların Ordunun
kanatları altına sığınmalarını engellemez. Burada eleştirilmesi ve karşı
çıkılması gereken, ulusun demokratik olarak tanımlanmaması ve onları denize
düşenin yılana sarılması durumunda bırakmasıdır. Mursi veya Erdoğan, Alevileri
ve Laikleri kendilerini tehlikede görmelerine yol açmayacak, onları
rahatlatacak uygulamalar yapsa, Ordu hiç bir şekilde darbe yapamayacağı gibi,
iyice budanabilme olanakları da ortaya çıkardı.
Burada,
bu tartışmanın nasıl yeni darbelere ortam hazırladığı daha açık bir biçimde
ortaya çıkmaktadır. Bu tartışma ve bölünme egemen olursa, güçler ve konumları
değişmeyeceğinden Ordu uygun koşullar oluştuğunda yine darbe yapar.
Peki,
bir demokrat ne yapar?
a)
Her demokrasinin bir diktatörlük olduğunu gizlemez ve inkar etmez.
b)
Sorun neye karşı diktatörlük olduğudur der ve kendisinin savunduğu demokrasinin
ulusu veya politik olanı, herhangi bir dil, din ile tanımlamaya karşı
diktatörlük olacağını söyler. Yani haklar biçiminde formüle edersek, ulusu
Tüklükle tanılmlama hakkı diye bir hak tanımaz. Bütün dillerin eşitliğini ve
herkesin ana dilinde eğitim hakkının tanır ve garanti eder. Ben İslam’ı
yaşayacağım, Kuran’a göre yargılanacağım diye bir hak tanımaz, herkesi tüm
dinlerden insanları eşit olarak gören hukuka göre yargılanma hakkını tanır ve
garanti eder.
c)
İki tarafında da farklı gerici milliyetçilikleri savunduğunu, bunların
ikisinin de anti demokratik olduğunu demokratik olmanın ölçüsünün darbelerden
yana olmak veya olmamak şeklinde koymanın gerçekte anti demokratik bir
demokrasi anlayışını demokrasi gibi tanıttığını söyler.
d)
Kendi programının içeriği gereği zaten herhangi bir bürokratik ve anti
demokratik ordu veya devlet tarafından hiçbir şekilde savunulamayacağını
gösterir.
Elbet
böyle net duruşu olan bir parti, hareket vs. yok bugün Türkiye’de ve Msır’da.
Ama el yordamıyla ve ayaklarıyla böyle bir programa oy veren bir hareket var:
Gezi Hareketi
Gezi
hareketi, bu alanda çok önemli bir ilerleme yaptı bu açmazdan çıkmak için.
Ulusu Türklükle tanımlayanlara karşı da, Müslümanlıkla tanımlayanlara karşı da
mesafe koydu.
*
Bugün
darbelere karşı olmak demek, demokratlık demek, ulusun İslam ve Türklükle tanımlanmasına
kaşı olmak emektir.
Bu
konuda susup da darbelerden yana mısın diye bir biçim tartışması sürdürmek,
özünde bu öze ilişkin tartışmayı gündemden düşürerek; çıkmaz tartışmaya fiilen
güç vermekve darbelerin yolunu yapmak demektir.
2013.07.18
[1]
İslam’da Kayıp Gerçek şu adreste bulunabilir. http://ebookbrowse.com/islamda-kayip-gercek-farac-el-fuda-pdf-d316515316
[2]
Bizim Marksizm'in Marksist Eleştirisi kitabımıza yazdığımız, Tarihsel
maddeciliğin trişine Katkı başlıklı Önsözümüz, bu kendi hataları üzerinde
gerileme, onlarla hesaplaşma ve tekrar ileri atılmak için hız almanın kısa bir
özeti olarak okunabilir. Kitap şuradan indirilebilir: http://issuu.com/demir/docs/demir_kucukaydin_-_marksizmin_marks
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder