(Türkiye’de
sosyalist hareketin tarihi üzerine kırk yılı aşkın bir süre boyunca birçok yazı
yazdık.
Bunların bir kısmı anı ve tanıklık sınıfına
girebilir. Diğer bir kısmı nispeten daha
analitik yazılardır. Bir kısmı da bu tarihin ele alınışının metodolojik sorunları üzerinedir.
Tabii yazıların çoğunda bu üç özellik bir arada ve iç içe geçmiş olarak da bulunmaktadır.
Elbet, özellikle 2005’te din ve ulus
sorunlarını Marksist bir açıklamasını yaptıktan sonraki görüşlerimiz ışığında
eskiden yazdığımız birçok yazı bize eski
ve aşılmış gelmektedir. Bugün yazsak
çok başka yazardık.
Ama bu eskilik
ya da aşılmışlık bizim bugün
bulunduğumuz teorik ve metodolojik yer bakımındandır. Yoksa okunduğunda hemen
görüleceği gibi, Türkiye veya dünyadaki sosyalistlerin çoğu, bu “eski” ve “aşılmış”
yazılardaki kavramsal araçların ve metodolojinin kıyısına bile yaklaşamamaktadır.
Ayrıca bu “eskilik” veya “aşılmışlık” onların yanlışlığı olarak anlaşılmamalıdır. O yazılarda dile getirilen görüşlerin
yanlış olduğunu düşünmüyoruz. Sadece bugünkü bakış açımızdan doğrulukları daha sınırlıdır.
Bunu şöyle bir örnekle somutlanabilir.
Din’in ne olduğunun (Tüm üstyapı) teorik bir
açıklığa kavuşturulmasına bağlı olarak devrim kavramı ve tanımı da değişmiştir.
Dolayısıyla devrimlerin oluş, yayılış ve evrimlerine ilişkin kavrayış da
değişmiş bulunuyor. Örneğin “burjuva devrimleri” kavramı da bugünkü bakış
açımızdan eskimiş ve pek kullanmamaya çalıştığımız, ama eski alışkanlıkla ve
bazan da konuyu dağıtmamak için neyi kastettiğimizi daha kısa yoldan ifade
edebilmek için kullanmaya devam ettiğimiz, bir kavramdır. Tabii buna bağlı olarak “Jön Türkler”in “burjuva
devrimciliği” olarak tanımlanması da yanlış
olmaktadır. Tabii o zaman ulus olmamış “Türkler”in de ulus olarak tanımlanması da
yanlış olmaktadır. (Bu bağlamda “Türk Nedir?” başlıklı
yazımıza bakılabilir.)
Örneğin aşağıdaki tezlerdeki ilk cümleyi
bugün formüle etsek, “burjuva devrimlerine” ile ifade edilmiş bir devrim
kavramına değil de; dünya devrimler tarihi içinde (ki devrimler tarihi, dinlerin
ortaya çıkışları ve dinden dine geçişler tarihidir, bugünkü vardığımız
noktadan) modern toplumun dinine (Aydınlanmaya) geçişe ve bunun içindeki sınıf mücadelelerine ve
karşı devrimlere bağlı olarak formüle ederdik. Bu konudaki yeni yaklaşımımız
örneğin “Aydınlanma
ve İslamın Sentezi Olarak Marksizm” başlıklı yazımızda görülebilir.
Meraklı ve dikkatli bir okuyucu bugün
yazsaydık bu yazıları nasıl yazacağımızı tahmin edebilir. Zaten son on yılda
yazdığımız birçok yazıda bunu çeşitli yazıların içine yedirilmiş bir biçimde ve yeri geldikçe yapmaya da
çalışıyoruz.
Ne var ki, bugün ulaşılmış nokta henüz tartışılmadığı,
bilinmediği, yayılmadığı için, ortalama okuyucu bakımından bu bir sorun
oluşturmamaktadır. Dolayısıyla hala güncelliklerini korudukları söylenebilir.
15 Aralık 2014 Pazartesi)
Türkiye’de Sosyalist Hareketin Tarihini Yazacaklar İçin Tezler
I
Gerek dünya tarihi; gerekse tek
tek ülkelerin tarihi bakımından modern sosyalizmin ve sosyalist düşüncenin
kökleri burjuva devrimlerine ve ideallerine dayanır.
Burjuvazinin kendi ideallerine
ihaneti ve/veya bizzat bu ideallerin yetersizliği ve sınırlılıkları kimi
devrimcilerin sosyalizme yönelmelerine ve sosyalist düşüncenin ortaya çıkmasına
kaynaklık etmiştir.
Türkiye'de sosyalist düşünce ve
hareketin doğuşu da bu gidişte bir istisna oluşturmaz. İlk sosyalistler,
burjuva devrimcisi JönTürkler'den çıkmıştır.
II
Türkiye'de burjuva devriminin ve
gelişimin özgün ve paradoksal nitelikleri bilinmezse, ilk sosyalistlerin
burjuva devrimcisi "Jön Türkler"den çıktığı önermesi eksik, giderek
yanlış olur ve gerek Türkiye'nin; gerekse solun tarihini anlaşılmaz kılar.
Türkiye'de burjuva gelişiminin
özgün ve paradoksal nitelikleri en kısa ve özlü biçimde şöyle ifade edilebilir:
Türkiye'nin burjuva devrimleri burjuvaziye karşı ve burjuvazisiz burjuva
devrimleridir ve bu nedenledir ki "yukarıdan" gerçekleşmişlerdir.
Modern Batı sermayesinin koordinat
sistemine göre "Orta Doğu"daki Antik (prekapitalist) sermaye
imparatorlukları ve uygarlıklar zincirinin son halkası olan Osmanlı
İmparatorluğu'nda Müslüman Türkler siyasi ve hukuki bakımdan üst, egemen,
devleti yöneten ulusturlar; fakat tam da bunun sonucu olarak iktisadi ilişkiler
bakımından egemen sınıflar, alt Hıristiyan uluslardan çıkmıştır. Zanaat ve
ticaret hayatının Hıristiyan ulusların ve azınlıkların elinde yoğunlaşması,
Hıristiyan uluslar arasında burjuvazinin ve dolayısıyla da ulusal hareketlerin
gelişmesine yol açmıştır. Diğer yandan Batı burjuvazisi de Osmanlı
İmparatorluğunu birbiri peşi sıra yenilgilere uğratmaktadır.
Gerek Batının, gerek kendi
egemenliği altındaki Hıristiyan ulusların burjuvazisinin tehdidi altında parçalanmaya
başlayan Osmanlı İmparatorluğuna egemen olan Müslüman/Türk "Devlet
Sınıfları" İmparatorluğu, dolayısıyla aslında kendi egemenliklerini ve
varlıklarını koruyabilmek için: modernleşmek; modernleşebilmek için de Batı,
yani burjuva dünyasının tekniğini ve kurumlarını edinmek; özetle: burjuva
karakterde ama burjuvasız ve burjuvaziye karşı reformlar ve devrimler yapmak
yoluna girmişlerdir. Bunun sonucu olarak da, "Jön Türkler" hareketini
yaratan, varolan ve gelişen bir Türk burjuvazisinin ihtiyaçları değil, çünkü
böyle bir burjuvazi yoktur, Osmanlı "Devlet Sınıfları"nın konumunu,
varlığını ve çıkarlarını koruma ihtiyacıdır.
III
İmparatorluğu, dolayısıyla kendi
egemen konumlarını ve varlıklarını korumak amacıyla modern burjuva sisteminin
kurumlarını ve tekniğini yerleştirmeye çalışan "Jön Türkler" için,
burjuvazinin devrimci döneminin idealleri ve düşüncesinin özü daima anlaşılmaz
kalmaya mahkum olmuştur. Bu nedenle de, Batı'da politik sürgünlük yaşayan
"Jön Türkler" için sosyalist düşünce hiçbir çekiciliğe sahip
olmamakla kalmamıştır. Onlar, ancak, en gerici burjuva sosyologlarının
(A-Comte, Le Play, Durkheim gibi) fikirlerine yankı gösterebilmişlerdir.
IV
Ne zaman ki Osmanlı İmparatorluğu
çökmüş, elde artık kaybedecek bir şey kalmamış, ancak o zaman "Jön
Türkler'den bazıları Ekim Devrimi'nin de etkisiyle sosyalizme yönelmişlerdir.
(Fransa'da Şefik Hüsnü ve Sadrettin Celal J. Jaures' den; Almanya'da Ethem
Nejat ve arkadaşları Spartakistler'den; Rusya'da Mustafa Suphi ve arkadaşları
Bolşevikler'den etkilenerek sosyalizme yönelmişlerdir. )
İlk doğuşun sosyalist
entelijansiyası, özünde burjuvazinin ve kapitalizmin eleştirisinden hareketle
değil, devletin varlığını koruma kaygısından hareketle sosyalizme yönelme
doğuştan günahıyla damgalanmış olduğu için, ulusal devletin kuruluşu ve
stabilizasyonuyla birlikte kolaylıkla Kemalizm'in saflarına geçip onu
doktrinleştirmeye çabalamış ya da yine aynı kolaylıkla isçi sınıfı
bürokrasisinin (Stalinizmin) saflarında yer alabilmiştir. Ve yine bu nedenledir
ki, "Jön Türk"lükten gelen sosyalist entelijansiya kuşağı, hiç bir
zaman eleştirel, yaratıcı ve özgün bir eser veya düşünce bırakamamıştır.
V
Rusya gibi Türkiye'de de sosyalizm
ve işçi sınıfı tarihe geç gelmiştir, fakat bu geç geliş iki ülkede birbirine
zıt sonuçlar yaratmıştır. Bu zıt gelişimin nedeni, Türkiye işçi sınıfı ve
sosyalizminin tarihe "geç gelmenin
faziletlerinden" yararlanamayacak; fakat "geç kalmanın reziletleri" içinde
bunalacak denli geç gelmesindendir.
İstanbul gibi büyük şehirlerde ve
Anadolu'da sosyalist propaganda ve örgütlenme çalışmalarına giren küçük
sosyalist yuvarlar, 1920'de Bolşeviklerin katalizatörlüğü ve yönlendirmesiyle
bir araya gelerek, henüz Ermeni ve Rum burjuvazisine karşı "Lokal
Patriyotizm" sınırlarını aşıp bir parti bile kuramayan Türk/Müslüman
eşraftan önce Türkiye Komünist Partisi'ni kurarlar. Başlangıç çok parlaktır.
Eşitsiz ve Bileşik gelişim yasası, geç geleni ödüllendirecek gibidir.
Rusya'da kapitalizm geç geliştiği
için, kapitalist gelişmeye erken giren ulusların geçtiği aşamalardan geçmeden,
ya da onları minyatür ölçülerde yaşayarak, doğrudan sanayi kapitalizmi olarak
doğmuş; en modern teknikle üretim yapan işçi sınıfı, sınıf mücadelesinde de,
diğer ülkelerin geçtiği yollardan geçmeden daha başlangıçta en gelişmiş teori
ve örgüt biçimleriyle silahlanmıştır. Rus İşçi Hareketi, daha baştan Marksist
olarak ve Marksist'lerin öncülüğünde doğmuştur. İşte TKP'nin 1920'deki kuruluşu
ve o yıllardaki yüksek etkinliği, paralel bir gelişimin habercisi gibidir. Ama
sonraki evrim böyle olmaz.
Marks, Kapital'in önsözünde,
kapitalist gelişime geç girmiş Almanya'ya, İngiltere'yi kastederek: "Aldırmıyorsun ama bu anlattığım senin
hikayendir" der. Ne var ki, yirminci yüzyılla birlikte, artık gelişmiş
ülkeler geri ülkelere geleceklerini göstermez olmuşlardır. Prusya ya da
Amerikan tipi kapitalist gelişme yolları tıkanmıştır.
Dolayısıyla Türkiye proletaryası
büyük iş yerlerinde, en modem araçlarla üretim yapamaz, cılız kalır.
Aynı tersine gidiş, Sovyet
devriminin yozlaşması ve bürokratikleşmesi sonucu, teori ve örgüt alanında da
ortaya çıkar. Türkiye İşçi Sınıfı, tüm cılızlığının yanı sıra, uluslar arası alanda
geliştirilmiş, en gelişmiş teori ve örgüt araçlarından da mahrum kalır;
uluslararası işçi hareketinin tüm kazanımlarını yok eden Stalinist teori ve
örgütle işe başlamak zorunda kalır.
1950'lerde TKP'nin fiili
likidasyonuyla son bulan bu süreç, “ihanetlerin”, “baskıların” ya da
"hataların" değil, bu nesnel koşulların bir ürünüdür.
Ne üretim ne de Teori alınında en
gelişmiş araçları olmayan işçi hareketi ve sosyalizm, başka bir sonuca varamazdı.
VI
Türkiye'de burjuva devrim ve
reformlarının, yukarıda değinilen burjuvaziye karşı ve burjuvazisiz olma
özelliğinin bir diğer sonucu, Türkiye'de "kendisi için" bir burjuvaziden önce, Tekelci devlet
kapitalizminin ortaya çıkışı paradoksunda da ifadesini bulur.
Osmanlı İmparatorluğu'nda
Hıristiyan Kapitalizmi ile Müslüman Prekapitalizmi çatışması Balkanlarda ve Anadolu'da
zıt sonuçlar vermiştir.
Balkanlarda Hıristiyan uluslar ve
burjuvazileri, prekapitalist Müslüman - Türk Osmanlı egemenliğine son vererek,
Müslümanları Balkanlar'dan sürerek ya da imha ederek ulusal devletlerini
kurabilmişlerdir.
Anadolu'da ise, am tersine, Müslüman
Türk ve Kürt prekapitalizmi, Hıristiyan Rum ve Ermeni kapitalizmini sürgün/imha/mübadele
yoluyla yok etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda
Ermeni ve Rum burjuvalarının evleri, Türk/Kürt Müslüman aşiret reislerinin veya
toprak ağalarının konakları veya Türk bürokrasisinin Devlet cihazının hükümet
binaları haline gelmiştir. Anadolu'nun kültürel ve ekonomik hayatı onlarca yıl
geriye gitmiştir.
Balkanlar ve Anadolu gelişim
zıtlıkları, Britanya Adaları ile Kıta Avrupası'nın gelişim zıtlıklarına
benzetilebilir. Püritenlik İngiltere'de üstün gelir ve İngiltere kapitalist
gelişmeye daha erken ve rahat girebilirken, kıta Avrupa'sında bu gelişim Sen
Bartelmi katliamlarıyla en az yüzyıl gecikmiştir.
Ancak metafizik bir mantığa
sığmayan diyalektik şuradadır ki, Anadolu'da Hıristiyan burjuvazinin tasfiyesi,
Türkler açısından, Osmanlı kalıntısı "Devlet Sınıfları" aracılığıyla
gerçekleşen; padişahlığı tasfiye eden, Cumhuriyet namı altında padişahsız bir
padişahlık kuran bir burjuva devrimi anlamına da gelmektedir.
Eğer daha sonra işçi sınıfının
cılız olduğu ülkelerdeki sosyalist devrimlerle bir analoji yapmak gerekirse,
Türk burjuva devrimi, "daha baştan bürokratik yozlaşmaya uğramış" bir
burjuva devrimidir.
Önünde Prusya ya da Amerikan
yolları tıkalı, adı anılmaya değer bir burjuvazisi olmayan ama kapitalist bir
yola giren Türkiye Cumhuriyeti; yani Osmanlı "Devlet Sınıfları"
yadigarı devlete egemen zümre, burjuvaziden önce Finans-Kapital'i yaratmıştır.
Türkiye'de Kapitalizm, rekabetçi bir aşamayı yaşamadan, 1929'larda Tekelci
Devlet Kapitalizmi olarak doğmuştur. Liberal ve rekabetçi bir burjuvazi çok
sonra ortaya çıkıp bir toplumsal ve siyasi güç oluşturabilmiştir.
Nice Marksist'in yolunu şaşırtan,
klasik şemalara uymayan bu gelişim sonunda ekonomi ve üst yapıda en arkaik
ilişkiler; en ultra modern tekelci devlet kapitalizmi ile eklemlenmiştir.
Geçmişin ve geleceğin bu çifte kamburu en ilginç sonuçlarını sınıf
ilişkilerinde ortaya çıkarır.
VII
Türkiye'de kapitalizmin gelişimi
Batı'daki gelişimin aynadaki aksi veya geriye doğru oynatılan bir filim
gibidir. Batı'da sonra olanlar Türkiye'de önce olur; Batı'da soldan sağa olan
gelişmeler, Türkiye'de sağdan sola olur.
Türkiye'de burjuvazi tüm
zümreleriyle egemen sınıfı oluşturmaz. Egemen olan, uluslararası
finans-kapitalle et ve tırnak gibi iç içe geçmiş bir finans-kapitalistler
zümresidir. Bu zümre iktidarını diğer burjuva zümreleriyle ittifak halinde değil,
prekapitalist Tefeci-Bezirgan ve Toprak ağaları sınıfı ile ittifak halinde
yürütür. Parlamenter bir sistem içinde, doğrudan politik iktidarı elde tutabilmek
için buna mecburdur.
Buna karşılık, burjuvazinin
rekabetçi, liberal zümreleri, doğrudan müttefik değil, tarafsız tutulmaya
çalışılan politik iktidardan dışlanmış bir güçtür.
Bu nedenle, liberal burjuva
zümreler Finans-Kapital, Tefeci-Bezirgan egemenliği karşısında bir denge
oluşturabilmek için modern işçi sınıfında bir müttefik ararlar. Sendikalist ve
Parlemantarist çerçeveyi aşmayan bir işçi hareketiyle ittifak yapmaya, daha
doğrusu işçi hareketini bu çerçevede tutarak oyuna sürmeye çalışırlar. Bu
liberal ve reformist burjuvazinin arayışları ile, sendikalist ve parlamentarist
sendikacılar zümresinin, yani işçi bürokrasisinin konumu ve arayışları tencere
ve kapağı gibi birbirini bulur.
Klasik şemalarla uymayan bu
orijinalitenin sonucudur ki, burjuva sosyalizmi ya da reformist sosyalizm ve
doğrudan Reformizm (Sosyal demokrasi) Türkiye'de Reformizmi güçlendirecek
Batıdaki gibi bir prosperite (refah) olmamasına rağmen, son yirmi yılda daima
güçlü bir temele sahip olmuştur.
Ve yine bu özellik nedeniyledir ki,
Avrupa'daki gelişimin tersine, Sosyal Demokrasi, bir işçi partisinin evrimiyle
değil, bir burjuva partisi olan CHP'nin evrimiyle ortaya çıkmıştır.
1960'ların başında kurulan Türkiye
İşçi Partisi de, esas olarak, sendikacıların (işçi bürokrasisinin) ve kasaba
avukatlarının, burjuva aydınlarının (reformist burjuvazinin) bir partisiydi.
VIII
Türkiye'de Sosyalizm iki kere
doğmuştur. Birincisi Ekim Devrimi rüzgarıyla Osmanlı yıkıntıları üzerinde olur.
İkincisi ise, sanki birinci doğum hiç yaşanmamışçasına, ondan bağımsız olarak,
1950'li ve 60'lı yılların, Ulusal Kurtuluş Savaşları ve Sputniklerin başarılarıyla
belirlenen, Tarihsel ikliminde gerçekleşmiştir.
İkinci Doğum'un sosyalizmi, ancak
belli bir gelişmişlik düzeyine ulaştıktan sonra, birinci doğumun kalıntılarıyla
bir rezonans kurabilmiştir.
IX
Solun 1960 sonrasındaki ikinci
doğuşu ilk ifadesini Yön dergisinde
bulmuştur. Yön'cüler bir bakıma Dekabristlere benzerler.
Gerilikten nasıl kurtulabiliriz,
diye soran aydınlar, çözümü, yaşayarak gördüklerinde arıyorlardı. Henüz işçi
sınıfı piyasada görülmüyordu, buna karşılık 27 Mayıs'ta genç subaylar tüm
bilinçsizliklerine rağmen daha demokratik bir sistem kurmamışlar mıydı? İşte
Nasır bir diğer örnek değil miydi? Türkiye'nin kendi tarihinde de ilerici
hareketler hep yukarıdan, "halka rağmen halk için", aydınlar ve ordu
kanalıyla gerçekleşmemiş miydi? 1908, 1919-23, 1960 bunun örnekleri değil
miydi?
Böylece Yön Hareketi, kırda derebeyi artıklarına bir toprak reformuyla son
vermek, iç dış ticareti, büyük sanayii ve bankacılığı devletleştirmek, tarafsız
bir dış politika izlemek şeklinde özetlenebilecek programı gerçekleştirecek
özne olarak genç aydınları ve subayları görüyordu, dolayısıyla tüm propaganda
ve örgütlenme çabaları bu zümreye yönelik oldu.
Küçük burjuva radikalizminin bir
ifadesi olan Yön Hareketi, tıpkı
radikal tarikatların dini bayrak etmeleri ama yorumlarını değiştirmeleri gibi,
Kemalizm'i bayrak etmiş ama onu radikal bir yorumla sunmuştur.
1963'deki başarısız darbe teşebbüsü
ve bu teşebbüse giren iki subayın (Aydemir ve Gürcan) idamı bu hareketin, daha
sonra 1970'de ikinci bir başarısız teşebbüste bulunsa da, bir gelişme aşaması
olarak sonudur denilebilir.
X
Yön'ü doğuran problematik, Batı'nın
ileriliği karşısında Türkiye'nin geriliği idi ve bu nedenle güçlü bir
Milliyetçi yanı vardı.
Bu sırada, bambaşka bir
problematikten hareketle, yükselen isçi hareketinin bir yansıması olarak TİP
(Türkiye İşçi Partisi) doğar. Onu yaratan problematik: tüm zenginlikleri
yaratan işçilerin ve emekçilerin niye bu kadar yoksul olduğu ve ezildikleridir.
Gerçi, her iki akımda da ulusal
bağımsızlık, ilerleme, emekçilerin refahı birer sorundur, fakat vurgular ve
hareket noktaları farklıdır.
XI
TİP bir yanıyla sendikacılar
zümresinin ve reformist, liberal burjuva zümrelerinin, burjuva sosyalisti,
sendikalist parlamentarist partisidir; ama aynı zamanda, 1960 sonrasında
gençliğini soluyan ve hızla yükselen işçi hareketinin de bir ifadesidir.
İşçi hareketinin bu yükselişi, uzun
bir hazırlık döneminden geçmiş bir Marksist öncülük ve gelenekle
birleşebilseydi, 1960'lar Türkiye'sinde 1890'larda Rusya'da gerçekleşene
benzeyen bir süreç yaşanabilir, işçi hareketi daha baştan sosyalist olarak
doğup yığınsal ve devrimci bir işçi partisi ortaya çıkarabilirdi.
XII
Kristof Kolomb'un yolculuğu yanlış
bir ilke üzerine kuruluydu, ancak keşfettiği yeni bir kıtaydı ve gerçekti. 1960
sonrasının Yön ve TİP arasındaki
tartışmalar da benzer bir sonuç yaratmıştır.
Yön
ve TİP arasında önemli bir programatik ayrılık yoktu, temel tartışma: aşağıdan mı, yukarıdan mı tartışması
olmuştur.
Toplumsal değişimi ancak işçilerin
ve emekçilerin aşağıdan sağlayabileceğini savunan TİP, bunu Türkiye'nin kapitalistliğine
dayandırıyordu.
Değişimi "Asker Sivil Aydın
Zinde Güçler"in gerçekleştirebileceğini savunan Yön ise, bunu Türkiye'nin yarı sömürge, yan feodal olduğu,
dolayısıyla devrimi yapacak güçte bir işçi sınıfının olmadığı önermelerine
dayandırıyordu.
Ancak, gerçekte her iki taraf da aynı varsayımları paylaşıyordu, yani
TİP'e göre, Türkiye kapitalist olmasa, pekala "yukarıdan değişim"i
kabul edebilecektir. Tersi de Yön için geçerlidir: yani Türkiye kapitalist
olsa, pekala aşağıdan bir değişimi kabul edecektir.
Böylece, Marksizm'i tanımayan,
hafızasını kaybetmiş, Soğuk Savaş sonrası aydınlar kuşağının yanlış
varsayımlara ve çıkarsamalara dayanan, devrimi hangi gücün yapacağına ve
devrimin karakterine ilişkin tartışması; bizzat o yanlış varsayımlar
aracılığıyla Türkiye'nin toplumsal yapısı ve Tarihi üzerine bir tartışmaya
dönüşür.
Taraflar, ülkenin kapitalist ya da
yarı feodal olduğunu, yani aşağıdan ya da yukarıdan değişim görüşlerini
kanıtlamak için Türkiye'nin toplumsal yapısını ve tarihini araştırmaya
girerler.
Ancak bu araştırmayı yapacak kavramsal araçlardan ve teoriden
yoksundurlar. Bu araçlar ise Marksist klasiklerde bulunabilirdi. O halde
onları okumak gerekiyordu.
Böylece “aşağıdan mı, yukarıdan mı”
tartışması, yanlış varsayımlar aracılığıyla Marksist klasiklerin çevrilmesi,
basılması ve muazzam bir açlıkla okunması dönemini açtı. Bu dönemde herhangi
bir kavram ya da olgu üzerine yapılan ve toplumsal mücadele ile en ilgisiz gibi
görünen tartışmalar bile doğrudan strateji tartışmasının bir fonksiyonuydu.
Bu, teori ve pratik ilişkisine
kopmaz ve içsel bir bağ kazandırıyordu; ama diğer yandan strateji belirlenimi,
bilimsel araştırmanın bir sonucu olarak ele alınmadığından; belli ön kabulleri
kanıtlamaya yönelik olduğundan, bilimsel değeri son derece sınırlıydı.
Klasiklerin çevrilme ve
tanınmasının çok sınırlı olduğu bu TİP ve YÖN’ün damga vurduğu bu Marksizm
Öncesi dönem 1967-68’e kadar sürmüş sayılabilir.
XIII
1968’de gerçek anlamda doğan MDD'cilik,
1960 sonrasında yeniden doğan sol hareketin içine girdiği Marksizm aşamasının
ifadesidir.
Hareket 1968'e doğru Marksizm
aşamasına girdikten sonra, geliştikçe, ilk doğuşun Marksist birikimiyle bir
rezonansa geçebilmiştir. İlerledikçe daha gerilerden yankı bulmuştur, daha
doğrusu onlara yankı gösterebilmiştir. İlk aşamada İkinci Dünya Savaşı kuşağı
"Eski Tüfekler" ile, örneğin M. Belli ile; ikinci aşamada, Ekim
Devrimi kuşağı ile, örneğin Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bir rezonans kurulmuştur.
MDD'cilik, yeni doğan solun içine
girdiği Marksizm aşamasının ifadesi olduğu kadar ve aynı zamanda, sınıfsal
olarak, TİP'in Burjuva Sosyalizmine karşı bir Küçükburjuva Sosyalizminin
ifadesidir.
MDD'ye göre TİP ve Yön arasındaki tartışmada
problemin koyuluşu yanlıştı. Türkiye elbette gelişmiş bir kapitalist ülke
değildi ve önünde demokratik devrim görevleri vardı. Sorun işçi sınıfının bu
aşamada kimlerle ittifak yapabileceği idi. İşçi sınıfı bu aşamada demokratik
bir programa sahip sınıf ve tabakalarla ittifak yapmak zorundaydı. TİP bu
aşamada ittifak yapabileceği ve yapması gereken güçleri, günün görevlerini
atlayan "Sosyalist Türkiye"
sloganıyla karşıya itiyor ve işçi sınıfını tecrit ediyordu.
Sorunun bu tarz koyuluşuyla, MDD
kelimenin gerçek anlamında bir program ve strateji tartışması başlatmış ve
yürütmüş oluyordu.
MDD'cilik 1968'de başlayan öğrenci
hareketinin yükselişi üzerinde yığınsallaştı ve bir iki yıl içinde, bugün
Türkiye Sosyalist Hareketi'nde görülen bütün temel akımlar MDD'ciler arasındaki
bölünmelerden çıktı.
XIV
MDD içindeki ilk bölünme, eski Yön ve
TİP ayrığının MDD vokabüleri içinde bir yansıması biçiminde oldu. Bugün legal
Türkiye Birleşik Sosyalist Partisi'ni kurmuş olan ve 2000'e Doğru dergisini çıkaran
çevre, yani "Beyaz Aydınlıkçılar" olarak bilinen kanat, MDD'nin küçük
burjuva radikalizmine karşı bir burjuva sosyalizmi tepkisiydi. 1969 Dev-Genç
kongresi arifesinde bu kanat "Türkiye'de İşçi Sınıfının objektif koşullan
yoktur" tezini ileri sürdü.
MDD vokabülerinde bunun anlamı,
Türkiye'de Halk Savaşı yoluyla Demokratik Devrim yapılamaz, Suriye ve Mısır'da
olduğu gibi "Kapitalist Olmayan Yol" geçerlidir demekti.
Buna karşılık "Kırmızı
Aydınlıkçılar" ise "İşçi sınıfı vardır" diyerek, Çin, Vietnam
veya Küba'da olduğu türden bir "Halk Savaşı" önermiş oluyorlardı.
Ancak Beyaz Aydınlık
radikalleşmenin çok hızlı geliştiği bir dönemde ortaya çıktığından, hızla aşırı
sol gibi görünen bir söylem geliştirmek zorunda kaldı.
Bu sefer yine işçi sınıfının
olmadığı önermesinden halk savaşı sonucuna ulaştı. Ama bunu gerçekte hiç bir
zaman ciddiye almadı, pratiğe geçirmedi. Ciddiye alanlar ise, beyaz aydınlık
içinde, radikal bir küçük burjuva kanat oluşturup koptular (İ. Kaypakkaya) ve
pratiğine girdiler.
XV
Beyaz Aydınlığın burjuva
sosyalizmine karşı bir küçük burjuva sosyalizmi tepkisini ifade eden İ. Kaypakkaya adına bağlı bölünme, kırmızı
aydınlıkçılar gibi teoride ve pratikte halk savaşını savunmakta ama bunu Mao'cu
problematik içinde şöyle formüle etmekteydi:
Türkiye yarı feodaldir, isçi sınıfı
güçsüzdür (hatta yoktur) o halde kırlardan şehirleri kuşatmaya yönelik halk
savaşı stratejisi gerekir. Bu hareket, bugün hala kendini bu problematiğe bağlı
olarak tanımlayan, teorik bakımdan bir "yaşayan fosil"dir. Problemin
koyuluşu tıpkı YÖN-TİP ayrımında olduğu gibidir, bu ayrımda Yön'cülerin
"yukarıdan devrim" görüşlerine temel olan değerlendirmeler, bu sefer,
kırlardan şehirlerin kuşatılmasına temel olmuştur.
XVI
Sınıf mücadelesi sosyolojik bir
olgudur. Yani sınıfların eğilimleri ve karakterleri son duruşmada daima
kendilerini ifade edecek bir yol bulabilirler, ya da tersinden söylemek
gerekirse, her bölünmenin ardında farklı sınıf eğilimleri yatar.
Reformist burjuva sosyalizmi ile
radikal küçük burjuva sosyalizmi arasındaki bölünmelerde, küçük burjuvazi,
tarihsel olarak burjuvazi karşısında ayrı ve ileri bir program geliştirme
yeteneğinde olmadığından, genellikle eleştirdiği reformizmin amacını ve kavram
sistemini paylaşır, radikalliğini mücadele
biçimleri alanında ifade etmeye çalışır.
Türkiye Sosyalist hareketindeki
hemen hemen her bölünme, burjuva reformist ve küçük burjuva radikal eğilimlerin
bir yansımasından başka bir şey değildir. Her bölünme, hareketin o gün içinde
bulunduğu aşama, varsayımlar ve vokabüler çerçevesinde, aynı nesnel eğilimlerin
kendini yeniden tanımlama çabasıdır.
XVII
O zamanki gençlik kitlesinin büyük
çoğunluğunun desteklediği Kırmızı Aydınlık kanadı, 15/16 Haziran olaylarının da
etkisiyle hızla ayrışmaya uğrar. Ayrılık Demokratik devrimde sınıfların yer
alışı, yani strateji sorununda ortaya
çıkar, ama bölünenler için bu tartışma farklı anlamlara sahiptir.
Dr. H. Kıvılcımlı, Devrimde temel güç işçi sınıfı, köylülük yedek güçtür der.
Buna karşılık, daha sonra
"Cephe" ve "Ordu"yu oluşturan kanatlar iççi sınıfı ideolojik öncü, köylülük temel güçtür der.
Ancak, Dr. H. Kıvılcımlı, işçi
sınıf temel, köylülük yedek güçtür derken, devrimde güçlerin yer alışı sorununu tartışmakta, devrimin nasıl bir yol izleyeceği sorununu
tartışmamakta, tartışmayı yanlış bulmakta, açık bırakmaktadır. Bu stratejiden
çıkan acil görev: iççilere gitmek, kaynaşmak, işçi sınıfı partisi kurmaktır.
Karşı taraf için ise, bu tartışma,
mücadele biçimlerine ilişkin bir anlama sahiptir, işçi sınıfı ideolojik öncü,
köylülük temel güçtür demek, gerilla savası demektir. Bu anlayışa göre, isçi
sınıfı temel güçtür demek de "Sovyetik ayaklanma"yı savunmak anlamına
geliyordu, karşısı bunu hiç bir şekilde kast etmese de.
15/16 Haziran olaylarından iki
taraf da farklı sonuçlar çıkarır. Kıvılcımlı'ya göre olaylar işçi sınıfının
devrimin temel gücü olduğunun kanıtıdır. Gerillacı kanada göre ise, şehirlerin
emperyalizmin işgali altında ve yaşanmaz olduğunun; şehirlerin ancak kırlardan
kurtarılabileceğinin.
THKO ve THKP-C bölünmesi ise, bir
bakıma kır ve şehir küçük burjuvazilerinin eğilimlerinin, ruh hallerinin
yansımasıdır denilebilir.
XVIII
Türkiye devrimcilerinin 1974-80
arasında yaşadığı trajedi şöyle özetlenebilir: Devrimciler olgunlaşma fırsatı
bulamadan, bir devrimci durum, daha
doğrusu bir ön devrimci durum
olgunlaştı.
Eğer Türkiye'nin devrimcileri bütün
yetersizliklerine rağmen, bugünkü bilgi ve tecrübeleriyle ve 1974'deki
prestijleriyle o yükselen dalganın içinde bulunabilselerdi, tarih başka bir yol
izleyebilir, faşistlere karşı öz savunmanın dinamikleriyle, 1979'lara doğru bir
sosyalist devrim başarılabilirdi.
1974'de hapisten ya da
illegaliteden çıkan, 25 yaşı civarındaki, gerek biyolojik, gerekse de teorik
olarak çocukluktan yeni çıkan bu kuşağa, Tarih birdenbire altından kalkamayacağı
görevler yüklemiş ve ezmiştir. Örgütlerin de, tarihin de insan harcamasının iki
temel yolu vardır: ya kapasitelerinin üstünde görevler yüklerler ya da
kapasitelerinin altında.
XIX
1974'den sonra ilk önce reformist
sosyalizmin yükselişi yaşanır. 1974 öncesinin radikal gerillacı militanları
burjuva sosyalist partilere doğru akma eğilimi gösterir. Bu akışta Vietnam
KP'sinin Moskova'ya yakınlaşması, Portekiz'de KP'nin birdenbire güçlü bir parti
olarak ortaya çıkması, Küba'nın Angola'ya asker yollaması, Türkiyeli
devrimciler üzerinde Sovyetler'in devrimci ve radikal bir çizgi izlediği
yanılsamasına yol açmıştır. Aynı eylemler, bir grup devrimcinin de Mao'culuğa
tümüyle angaje olmasına ve "Üç Dünya Teorisini" savunmasına yol
açmıştır.
Bu dönemde peş peşe kurulan ve
güçlenen TSİP, TİP, TKP, SDP gibi partilerin hepsi de burjuva sosyalizminin şu
ortak karakteristiklerine sahiptirler: Sosyalizm ve devrim uzak bir geleceğin
işidir; acil görev: demokratik reformlardır. Bu reformlar için de
"anti-tekel" burjuvaziyle ittifak gerekir, onlar ürkütülmemelidir. Bu
partiler böylece işçileri burjuva reformizminin kuyruğuna takarlar.
Bu burjuva sosyalist partiler
geleneksel olarak büyük şehirlerin işçilerinin güçlü sendikaları arasında
etkilidirler. Bir bakıma sendika bürokratları zümresinin ve kısmen de kalifiye
ve örgütlü işçi çekirdeğinin reformist eğilimlerinin ve zümre çıkarlarının
yansımasıdırlar.
Bu partilerin aynı eğilimlere
dayanmalarına, aynı program ve stratejiye sahip olmalarına rağmen ayrı
olmalarının nedeni, her birinin, Türkiye Sol Hareketi'nin gelişiminin değişik
bir aşamasında şekillenmesinden, o dönemin varsayımları ve problematikleri
çerçevesinde kendini tanımlamasındandır. Özdeki aynılık, TİP TKP birleşmesiyle
ve Aydınlıkçılar yakınlaşmasıyla bugün kolaylıkla görülebilir.
XX
1974 Sonrasında yükselmeye başlayan
enflasyon karşısında İşçi Sınıfı'nın örgütlü çekirdeği, sendikalar aracılığıyla
kendini bir sure savunabildi ve hatta gerçek ücret artışları sağlayabildi. Ama
gecekonduların işsiz gençleri, küçük burjuvalar için hiç bir savunma
mekanizması yoktu, bu genç işsizler ve küçük burjuvalar hızla politize olmaya
ve radikalleşmeye başladı. Radikalleşen tabakaların bir kısmı faşist
organizasyonlara kayarken, daha büyük bölümü, 1970-74 arasının kahramanlarının
ve sosyalizmin prestijinin yüksekliği nedeniyle sol örgütlere yönelmeye, faşist
çetelerin saldırılarına karşı örgütlenmeye yöneldiler.
Böylece 1970-74 arası dönemin kılıç
artıklarının kurdukları örgütler ve hareketler hızlı bir militan akımına
uğradılar ve büyümeye başladılar. Aslında bu hareketlerin hiç birinin
teorisinde öz savunma örgütlenmesi diye bir problem yoktu. Faşizmle mücadele,
Dimitrov'un VII. Kongre Raporu'nda koyulduğu şekilde, burjuva güçlerle bir
ittifak surunu olarak ele alınıyordu.
Bu örgütlerin çoğunun devrim
şemalarının köşe taşı olan "halk savaşı"na hazırlık ve kadro toplamak
amacıyla yaptıkları iş, fiilen öz savunma oluyordu. Öz savunma, örgütler
tarafından öz savunma amacıyla ve bu araçla yığınları eğitip örgütlemek amacıyla
yapılmıyordu. Böylece, hemen bütün radikal örgütlerin 1968-70'lerin Çin,
Vietnam, Küba'dan esinlenmiş devrim teorileriyle yaptıkları arasında açık bir çelişki
ortaya çıkıyordu.
Bu çelişki en açık ifadesini, en
güçlü örgüt olan Dev - Yol'da bulmuştur. Bu hareket, resmen kabul ettiği
teoriye göre gerilla savaşını başlatması gerekirken, gecekondu bölgelerinde öz
savunma yaptığı için, aynı gelenekten gelen diğer hareketler tarafından
eleştirilmiştir. Teoriye uygun davrananlar ise, yığın bağlarını yitirmişler,
marjinal gruplara dönmüşlerdir. Başka koşullarda bir hareketin güçsüzlüğünü
oluşturacak özellikler, yani teorik eklektisizm ve teori ile yapılan iş
arasındaki uyumsuzluk Dev-Yol'un gücünü oluşturmuştur.
Bu dönemde hangi politik hareket
nerede faşist saldırılara karşı öz savunmayı fiilen iyi örgütleyebilmişse orada
güçlenmiştir. Bunu başaramayanlar, bu görevin önemini kavrayamayanlar ise hızla
marjinalleşmişlerdir. Teoriyle tutarsızlık pahasına da olsa başaranlar
güçlenmiş, ama bu da teoriye ilgisizliği ve eklektisizmi beslemiştir.
XXI
1974'ten sonraki dönemde, işçi
sınıfının alt tabakaları, işsiz gençler, küçük burjuvalar radikal akımların
etrafında yoğunlaşırken. işçi sınıfının üst tabakaları, özellikle büyük sanayi
şehirlerindeki çekirdeği reformist sosyalistlerin kontrolü altında kalmıştır.
Böylece, bir anlamda, İşçi sınıfının alt ve üst tabakaları arasındaki bölünme,
aynı zamanda reformist sosyalistler (TİP, TSİP, TKP, SDP, TİKP) ve radikal
sosyalistler (Dev - Yol, Dev - Sol, Halkın Kurtuluşu, Partizan, Devrimci Halkın
birliği vs. ) şeklinde ifadesini buluyordu. Bu bölünme aynı zamanda, bir başka
açıdan, işçi sınıfı küçük burjuvazi bölünmesi olarak da görülebilir.
Böylece bu bölünme, bir yanıyla
isçi sınıfının birliğinin önünde, diğer yanıyla işçi sınıfıyla küçük
burjuvazinin ittifakının önünde bir engel oluyordu.
Engel oluyorlardı, çünkü taraflar,
ideolojik dayanaklarından hareketle birbirleriyle ittifakı reddediyorlardı.
Radikal akımlar bir bakıma
Komüntern'in 1933'te Alman yenilgisine yol açan "sınıfa karşı sınıf"
taktiğini benimsiyorlar, bu nedenle de, reformist sosyalistlerle, tıpkı o zaman
komünistlerin sosyal demokratlarla ittifakı reddetmesi gibi, ittifakı
reddediyorlardı.
Reformist sosyalistler ise,
İspanyol yenilgisine yol açan taktiği benimsiyorlar, küçük burjuvazinin radikal
öz savunma eylemlerini anarşizm ve terörizmle suçluyorlar, o zamanki
komünistlerin anarşistleri ezip, burjuva cumhuriyetçileri desteklemeleri gibi,
burjuva partilerinde destek arıyorlardı.
Taraflar aynı zamanda yaklaşık
olarak, "Sovyetçi" ve' "Çinci" diye bölünmüş olduğundan
karşılıklı konuşmaları bile olanaksız hale geliyordu.
Komünist Enternasyonal'in tarihinde
birbirini izleyen ve birincisi Almanya'da, ikincisi İspanya'da yenilgiye yol
açan "sol" ve sağ taktikler, 1974 - 80 arasının Türkiye'sinde, o
sıralar dünyanın en güçlü ve hızlı gelişen faşist hareketinin bulunduğu
Türkiye'de, aynı zamanda ve bir arada bulunuyorlardı.
Bu koşullarda Devrimci Yol gibi, teorik saflığın ve Çin - Sovyet ayrımının önem
taşımadığı hareketlerin en güçlü hareket olması bir rastlantı değildir. Bu
hareket böylece hem Öz savunmayı örgütleyebiliyor, hem de daha esnek bir
ittifaklar politikası izleyebiliyor, herkes tarafından kabul edilebilir bir
partner olabiliyordu.
XXII
1974 - 80 arası dönemin önemi
şuradadır: Uluslararası sosyalist ve isçi hareketinden gelen tüm olumsuz
geleneklere ve bölünmelere rağmen, ilk kez, hızla büyüyen bir faşist kitle
hareketi, sosyalistler ve devrimcilerce durdurulabilmiştir, zaferi
engellenebilmiştir. Bunun henüz başka bir örneği yoktur ve uluslararası olarak
incelenmeye değerdir.
Ama bu hareket aynı nedenlerle,
yani kendisini sırf öz savunma perspektifine hapsettiği; reformizm karşısında
devrimci bir program geliştiremediği; öz savunmanın bir devrim bakımından
taşıdığı muazzam potansiyelleri göremediği için faşist hareket karşısında tayin
edici bir zafer de kazanamamıştır.
Ve devrimcilerle faşistlerin bu
dengesi üzerindedir ki, Bonapartist karakterdeki 12 Eylül darbesi
gerçekleşebilmiştir.
Askeri Darbe, yığınların artık
yorulduğu bir dönemde geldiği için de uzun süreli olabilmiş, dengeyi oluşturan
tarafların ikisini de ezebilmiştir.
XXIII
Bir ülkede devrimin önemli
koşullarından biri de ezilen sınıfların ve ülkedeki çeşitli bölgelerin radikalleşmelerinin senkronize
olmasıdır.
1974 sonrası dönemde işsizler ve
küçük burjuvazi ve işçi sınıfının alt kesimleri önce radikalleşti.
İşçi sınıfının esas örgütlü
çekirdeği ise, 1979'a doğru, artık enflasyon karşısında kendini koruyamaz hale
gelince ve önce radikalleşenler artık yorulmaya başlamışken radikalleşme
eğilimleri göstermeye başladı. Ayrıca, önce radikalleşenlerin sınıf
yapılarından gelen sekterlikleri de işçilerin radikalleşmesini geciktirici bir
etkide bulunmuştur.
"Doğu"nun radikalleşmesi
de "Batı"ya göre daha geç olmuştur. Radikalleşmeler farklı bir sıra
izleseydi, örneğin önce işçiler radikalleşseydi gelişim çok farklı olabilirdi.
Küçük burjuvazinin ve işsizlerin
önce radikalleşmesinin sosyalist ve devrimci hareket üzerinde belli olumsuz etkileri
olmuştur.
Bütün örgütler genellikle işçi
olmayan, işsiz, genç ve öğrenci unsurlarla dolmuştur. Onları hazmedecek,
eğitecek sosyalist ve işçi, yeterli güce sahip bir çekirdek de yoktur. Bu
nedenle, örgüt ve hareketlerin çekirdeğinde bulunan, çoğu 68'li, nispeten daha
modern kadrolar, örgütlere akan bu taze güçler tarafından hazmedilmiştir. Bu
dalgaya karşı durmaya çalışanlar ise tüm etkilerini yitirmişlerdir, bir kenara
itilmişlerdir. Böylece tüm hareketlere yarı lümpen davranışlar, feodal ahlak
normları, değer yargıları, sekterizm damgasını vurmuştur.
1974'den sonra sosyalist
hareketlerin yığınsallaşması bir sınıf hareketi karakteri değil, bir yığın hareketi
karakteri taşıyordu. Hareketin gücü ve güçsüzlüğü buradaydı.
XXIV
1979'a doğru gelindiğinde
toplumdaki radikalleşme zirvesine ulaşmıştı. Bu, reformist sosyalist partileri
de etkilemekte gecikmedi. Hemen hemen bütün reformist sosyalist partilerden
radikal kanatlar koptu.
Bu kopuşlar gerçekte, işçi
sınıfının radikalleşmesinin, burjuvaziyle ittifak politikasının bukağılarından
kurtuluşunun; bağımsız bir politika geliştirerek, küçük burjuvaziyle ve ezilen
ulusla birlik arayışına yönelmesinin bir ifadesiydi.
TSİP'ten TKP-B, TİP'ten
"Sosyalist İktidar" dergisini çıkaran kanat, (bugünkü Gelenek ve Toplumsal Kurtuluş), TKP'den "İşçinin Sesi", Vatan Partisi'nde radikal kanat Parti'de kaldı,
reformist çizgiyi sürdürenler SVP'yi kurdu.
Bütün bu kopuşlarda temel eleştiri
noktası, devrimci bir politika izlenmemesi, küçük burjuva radikalizmiyle
ittifakın reddedilmesi, reformist burjuvaziyle ittifaka yönelinmiş olmasıdır.
Ancak bu eleştiriler koptukları hareketin teorik sistemi ve varsayımları içinde
yapıldığından hemen kolayca görülemeyebilir.
XXV
Her kuşak geleceğe geçmişin
aynasından bakar. 12 Eylül'de Askeri Rejim gelince, Türkiye'nin devrimcileri 12
Mart'ın ikinci bir baskısıyla karşılaştığını düşündü: yani yönetimin işsizlik
ve pahalılıktan yanan yığınların muhalefetiyle çekilip gideceğini, 1974
sonrasındakine benzer bir yükseliş yaşanacağını vs..
Ne var ki bu beklenti hiç bir zaman
gerçekleşmedi. 12 Mart dönemi biterken yığınlar yorgun ve umutsuz değildi,
sosyalizmin ve devrimcilerin yığınlar arasında muazzam bir prestiji vardı.
Bugün ise yığınlar bitkindir, yeni yeni bir nekahet dönemine girer gibidir.
Sosyalizme ve devrimcilere güven ise çok sarsılmıştır. Bu, dünya çapındaki
benzer süreçle de çakışmıştır.
Fakat henüz yeterince incelenmemiş
ve kavranmamış gelişme, sistemin örgütlenmesindedir. Burjuva Sosyalizmi,
şimdiye dek, daima sistem dışı bir muhalefete dahildi, bugün artık sistemin
tamamlayıcı bir öğesi olma eğilimi göstermektedir. Bu süreç en açık biçimde TİP
ve TKP'nin birleşerek Türkiye'ye dönüşlerinde ve programatik son
düzenlemelerinde; Türkiye Birleşik Sosyalist Partisinin çizgisinde, ama en önemlisi,
1960'larda tabur tabur sosyalizme akan aydınların, şimdi aynı şekilde, ters
yönde iktidar partisinin ve burjuvazinin saflarına akarak sistem içindeki yeni
rollerini üstlenmelerinde ve bu rollerini pekiştirme çabalarında görülüyor.
Ne var ki, Türkiye'nin hala kalan
sosyalist ve devrimcileri bu sürecin çapını ve önemini kavrayabilmiş
değillerdir. Aydınlardaki ve burjuva sosyalist partilerdeki bu tersine
dönüşler, 12 Eylül'ün yarattığı yılgınlıkla ya da kişisel moral ölçülerle
açıklanmaya çalışılıyor.
Türkiye'de Şehirin kıra oranı ve
üstünlüğü yükselmiştir. Bu Finans-Kapital'in eski bloğuyla egemenliğini
sürdürme olanaklarını sınırlamaktadır. Ayrıca kırda kapitalizm öncesi sınıflar
eskisinden daha az güçlüdür, onlar da bir metamorfoz yaşamaktadırlar, tefeci
bezirganlar burjuvalaşmaktadır, ağalar beyleşmektedir. Bu durumda Finans -
Kapital parlamenter oyunu sürdürebilmek için, diğer burjuva zümrelerle bir blok
oluşturmak zorunluğunu hissetmektedir. Turgut Özal'ın temel politikası, ki aynı
zamanda çelişkilerle doludur, bu değişimi olabildiğince yumuşak başarmaya
yöneliktir.
Kürdistan politikası bu değişimin
en zor bölümüdür. Orada, Türk burjuvazisinin, eski ağa ve şeyhlerin yerini
alıp, işbirlikçilik yapacak güçlü bir dayanağa ihtiyacı vardır. Kürt burjuvazisi,
"kültürel özerklik" diyerek bu
işbirliğine hazır olduğunu belirtmektedir. Türk burjuvazisi de buna teşnedir
ama büyük zorluk Ordu'da toplanmaktadır. Sonuç şimdilik ortadadır, ama
egemenler arasında şiddetli mücadeleler kaçınılmaz gibi görünmektedir. Belki bu
mücadeleler, yığınlarının yeniden toparlanması için bazı çatlaklar yaratabilir.
XXVI
1970'lere kadar sol ortak konuları
tartışırdı, ayrı dergiler etrafında toplanmış bile olsa. 1970'den sonra Sol'un
ortaklaşa tartıştığı konu kalmadı, her hareket kendi konusunu tartışmaktaydı,
kimse kimsenin dergisini okumaz olmuştu, hoş okusaydı da anlayamazdı. Yıllar
sonra, şimdi, sol'un belli kesimlerinde tekrar ortak tartışma konuları ortaya
çıkıyor, farklı gelenekler birbirini izliyor.
Bu ortak tartışma sağlanmadan ve bu
tartışma, yeni baştan tekrar program ve strateji sorunlarını gündeme almadan,
bu tartışmalar içinde programatik ve stratejik ayrılıklar yeniden, ama bir üst
düzeyde şekillenmeden solun toplumun karşısına ikna edici bir çehreyle
çıkabilmesi, yeniden hız kazanabilmesi hem güçtür hem de uzun vadede zararlı
olur.
Bu ortaklaşa ve bir üst düzeyde
yapılacak bir program ve strateji tartışması, eğer, bu sefer önce, ama yavaş
adımlarla yükselen işçi hareketiyle kaynaşabilir ise, ileriye umutla bakılabilir.
29.01.1989
(Bu yazı, aynı zamanda yazı
kurulu üyesi olduğumuz, Dördüncü Enternasyonal’in Almanya Seksiyonu’nun teorik
yayını sayılabilecek Soz Magazin adlı dergi için 1987 sonu ile 1988
başları arasında Türkçe yazılmış ve daha sonra Werner adlı bir Alman arkadaş
tarafından Almancaya çevrilmişti. Ne var ki, yazı o uzun bulunduğu için,
yazının sadece 1974'ten sonrasını içeren bölümü Almanca olarak, Celal Aydın
imzasıyla, SOZ Magazin'in Juli (Temmuz) 1988 tarihli 15'nci sayısının
34-37 sayfaları arasında yayınlandı. Çevrinin yapıldığı orijinal Türkçe metin
elde yok.
Daha sonra yazının biraz değişik
bir Türkçe versiyonu, "Türkiye'de Solun Tarihini Yazacaklar İçin Tezler"
başlığıyla 29. 01. 89 tarihinde yazıldı. Sınıf Bilinci dergisinin Ekim
1989 tarihli 4/5'inci sayısında, Demir Küçükaydın imzasıyla, 57-71 sayfalar
arasında yayınlandı.
Türkçe versiyon 1989'da
dijitalize edildi ve İnternette Sosyalizmin Sorunları Sitesinin Forum
bölümüne asıldı.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder