Bu sempozyumun konusu şöyle tanımlanmış bulunuyor: “Tarihi Konuşuyoruz - “Türkiye Devrimci Hareketi 12 Eylül
1980’e Kadar Olan Dönemi Tartışıyor”.
Konu ve konuyu ele
alacak olan Öznenin bu tür bir
tanımlanması, her şeyden önce Konu ve Özne
ilişkisinin sorunlarını genel olarak ele almayı gerektirmektedir.
Çünkü Konu bizzat Öznenin kendisidir. Bu da konu ve özne ilişkisine çok
özgül bir nitelik kazandırır. Bu bir bakıma; fizik biliminin kendinsin fiziksel
bir olay olmadığından fizik biliminin konusu olmaması ama buna karşılık, sosyolojinin
konusu aynı zamanda sosyolojik bir olay olduğundan sosyolojinin konusu olması,
yani kendi kendisinin konusu ve öznesi olması gibidir.
Bu nedenle, öncelikle bu “Tarihi
Konuşma”nın nasıl bir “konuşma” olduğunun netleştirilmesi gerekmektedir. Bunun
bazı temel sorunlarına biraz
değinelim.
*
Çok kaba olarak bilgi süreci iki
temel farklı aşamaya ayrılabilir. Olgular
hakkında bilginin toplanması (Birikim) ve bu bilginin, olguların iç bağlantıları göz önüne ele alınarak
sınıflandırılması (Klasifikasyon). Bilimin ilerlemesi de özünde, tıpkı üretici
güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki gibi, olgular hakkındaki bilgi ve onu klasifize eden (Sınıflayan, düzene
koyan) teorilerin arasındaki
gerilimlerin oluşması ve çözülmesi biçiminde olur, en genel hatlarıyla.
Eğer, Türkiye Sosyalist Hareketi
veya Türkiye’deki Devrimci[1]
Hareketin Tarihi üzerine bu sempozyumdaki konuşmalar, olgular hakkındaki
bilginin toparlanması, yani esas olarak Birikim
amacına yönelik ise, Tarih hiç bir zaman tarihle ilgili olmadığı,
tarihle ilgili tartışmalar, doğrudan bu günün politik tartışmalarının tarih
aracılığıyla yapılması olduğundan, olguların öne çıkarılması, ayıklanması ve
ele alınışının bile çok farklı olacağı, hatta o anlatılan olayları ele alan bu
gün politik olarak aktif elemanların özellikle bu günkü politik hedefleri
açısından bu olguların ele alacağı çok açıktır.
Yani bu, sadece olguların ortaya
koyulması, birikim aşamasında bile, sosyalistlerin yine bizzat aktörü oldukları
olayları ele alır ve aktarırken, çok farklı olarak ele alıp aktaracağını
gösterir.
Bu nedenle, olguların ve bu
olgular ilişkin bilginin, az çok gerçeğe uygun, onun hiç olmazsa kimi esaslı
karakteristiklerini yansıtan bir resme ulaşabilmesi için, özellikle o olayların
kahramanı olmuş bu günkü aktörlerin anlattıklarını ve anlatmadıklarını,
(aslında her anlatmama bir anlatma, her anlatma da bir anlatmamadır) olağanüstü
dikkatle ve eleştirel bir tarzda ele almak gerekmektedir.
Ama bu sempozyumda, bu
olağanüstü dikkatli ve eleştirel tarzda ele alması gereken öznenin de yine
bizzat aynı olayları yaşamış ve aktaran öznen ta kendisi olması, bu Sempozyumun
en esaslı handikapını oluşturmaktadır[2].
Olayların kahramanları
tarafından olguların aktarılışı ve ele alınışının, daha sonraki veya bu günkü
konumlarla ilişkisi ve ne kadar farklı ve birbirine tamamen zıt ve çelişkili
olabileceği konusunda somut bir fikir edinebilmek için, örnek olarak,
Sempozyumun ikinci günü için hazırladığımız bildiri ele alınabilir. (Burada
kastedilen “TKP-B ve TSİP'in Tarihöncesinin Tarihine
Katkı (Olgular Üzerine Bir Arkeolojik Kazı)” başlıklı bildiridir. Sempozyumda
sansüre uğrayan bu bildiriyi de Sosyalist Hareketin Tarihine ilişkin bu yazılar
çerçevesinde, anılar ve tanıklıklar bağlamında ayrıca paylaşacağız.)
Orada bizzat bizim de
aktörlerinden biri olduğumuz, 1971-74 döneminin bu dönemin aktörlerince ne
kadar farklı anlatıldığı ve bunun nedenleri ele alınmakta ve böyle bir
çerçevede belli bir mesafeyi de koruyabilmek için, kendi alternatif anlatımımız
da başka bir versiyon olarak takdim edilmektedir.
Somut bir örnek çerçevesinde birikime
ilişkin sorunlar ikinci güne ilişkin toplantıya sunulan bildirinin konusu
olduğu için, sorunun bu bölümünü, sorunlara kısaca değinerek ve esas ele alınan
yeri işaret ederek burada kesiyoruz.
*
Burada esas olarak, bu olgular
hakkındaki bilginin sınıflandırılmasının, klasifize edilmesinin sorunlarına
yönelelim.
Türkiye Sosyalist Hareketinde ya
da Sosyalistler arasında, Türkiye’deki sosyalist hareketinin iç bağlantılarını
göz önüne ele alarak sınıflandırmanın sorunları üzerine elde pek az
kaynak bulunmaktadır. Hatta bu konunun bir
sorun olarak ortaya koyulması bile görülmemektedir.
Türkiye sosyalist hareketinin
tarihini ele alışın bulunduğu sınıflama düzeyini kavrayabilmek için Foucaut’nun
Kelimeler ve Şeyler’in Önsözünde, Borges’in bir denemesinden, onun da
Kuhn’dan, akardığı “Eski Bir Çin Ansiklopedisindeki Hayvanlar Sınıflaması”
bir fikir verebilir. Bu hayvanlar sınıflaması şöyledir:
“a) imparatora ait olanlar,
b) mumyalananlar,
c) evcilleştirilenler,
d) emici domuzlar,
e) deniz perileri,
f) efsanevi olanlar,
g) sürüden ayrılmış köpekler,
h) şimdiki sınıflandırmaya
alınanlar,
i) kudurmuşlar,
j) sayısız olanlar,
k) çok güzel bir deve tüyü
fırçayla çizilenler,
l) vesaireler,
m) su testisini kırmış
olanlar,
n) uzak bir mesafeden
bakıldığında sinek gibi görünenler.”
İşte Türkiye’deki sosyalistlerin
sosyalist hareketin tarihini ele alırken dayandıkları kriterler ve ortaya çıkan
sonuçlar bu Çin ansiklopedisinden farklı değildir.
Çok uzağa gitmeye gerek yok. Bu
yıl yayınlanmış “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce” serisin sekizinci
cildini oluşturan “Sol” adlı kitap bir örnek olarak alınabilir.
Kitabın içindekiler listesine
bakıldığında, ilk elde sanki solun tarihini, kronolojik bir sırayla ele alarak
asgari bir sınıflama yapmaya çalıştığı sanılabilir. Ama biraz dikkatli bir
bakış, bir süre sonra bu kronolojik dizilişin terk edilip bu sefer konulara
yönelik bir dizilişe geçildiğini; ama bu konulara göre dizilişin de ortak
bir kriterden yoksun olduğunu, belli politik ve teorik akımlar ve
ideolojiler ile solun ilişkisi ele alınırken, (“demokrasi görüşü”
veya “din” ve sol başlığının yanında) bu sefer belli bir toplumsal
kesim ile solun ilişkisini ele alan (“Öğrenci Hareketleri ve Sol”
gibi) bir konuya geçilmekte; bunun yanında birden belli bir teorik sorunun
ele alınışı bunu izlemektedir (Örneğin “ATÜT” ve Sol).
Yani kriterler ne kronolojik, ne
konulara, ne ideolojilere veya fikir akımlarına, ne örgütlere, ne kişilere, ne
solun tarihini ele alan öznelere vs. göre değildir. Son derece keyfi bir
biçimde iç içe, yan yana, alt alta ele
alınmaktadır sol. Yirminci Yüzyılda, o eski Çin ansiklopedisindeki gibi bir
sınıflama başarabilmek, hele konu sol olunca ancak böyle olabilir herhalde. Daha
dikkatli ve ayrıntılı bir incelemeyle, bu sınıflamanın gerçektin Çin
ansiklopedisinden daha ileri gitmediği ayrıntılı olarak ele alınabilir.
Ancak bizim tartışmak ve ele
almak istediğimiz konu açısından bu kadarı yeter. Biz burada böyle üstünkörü
bir bakışla, sol üzerine en son yazılmış ve sistematik olma iddiasındaki bir
kitapta bile eski bir Çin ansiklopedisinden daha öteye giden bir sistematik bulunmadığı
ve sınıflama çabalarının bulunduğu durum
hakkında bir fikir verme amacına ulaşmış bulunuyoruz.
Dikkat edilirse, bu
Ansiklopediyi derleyenlerin de bizzat bu solun bir ürünü olduğu ve içinden bir
eğilimi yansıttığı görülür. Bu derlemeyi yapanlar, “Birikim Çevresi”
denebilecek, içinde Murat Belge, Tanıl Bora, Ömer Laçiner gibi, Türkiye’nin sol
entelektüel hayatına kesin bir egemenlik kurmuş çevredir. Kitabın içindekiler
bölümü ve bu içindekilerde yansıyan sınıflama, aynı zamanda sol içindeki en
etkili akım veya ekibin nasıl bir sınıflama yaptığı ve nasıl bir metodolojiye
sahip olduğu hakkında bir fikir vermektedir. Foucault’nun önsözüne girmeye
layık bir metodoloji ve sınıflamadır bu.
Bu örnek, solun kendi tarihini
ele alış ve sınıflayışın problemleri hakkında bir ipucu verir bize.
Bu ipucu tutularak şöyle bir
genellemeye gidilebilir: Solun kendi tarihini ve evrimini ele alışı,
genel olarak onun kendi evrim kavrayışından ve onu sınıflayışından daha ileri
olamaz.
Bu biraz matematik
formülasyonlara benzedi. Galiba Stuar Mill’e çocukken bir büyüğü sormuş, “bu
ormanda yapraklarının sayısı birbirine eşit iki ağaç var mıdır” diye. O da,
“ormandaki ağaçların sayısı, ormandaki en çok yapraklı ağacın yapraklarının
sayısından bir fazlaysa muhakkak vardır” diye cevaplamış. Bu formülasyon da
biraz böyle oldu.
Yani örneğin toplumları örneğin,
meşhur ilkel, köleci feodal veya hayvanları, tek hücreliler, çok hücreliler,
omurgalılar, memeliler vs. tarzında sınıflayan bir metodoloji, sol hareketin
tarihini ele alırken de, en ileri gittiği noktada bile, bu genel evrim ve
sınıflama kavrayışının ötesine gidemez. Öte yandan, solu ve onun tarihin ele
alışına ve sınıflayışına bakarak, o tarihi ele alanın, evrim kavrayışının nasıl
bir evrim kavrayışı olduğu, evrim kavrayışının hangi aşamasın denk düştüğü
hakkında bir fikir de edinilebilir.
Bu durumda bu formülü yukarıdaki
örneğe aktardığımızda, onun, henüz bir
evrim kavrayışına bile ulaşılmamış; sistematik,
kategorileri karıştırmadan sınıflama yapmayı bilmeyen bir aşamayı
yansıttığı görülmektedir. İşte Türkiye’de solun kendi tarihin ele alış ve
sınıflayışının en son eserinin bizler sunduğu tablo budur. (Burada en azından
bir hata payını azaltmak için, piyasayı kaplamış olanının da denebilir.)
Aslında bunun ötesine giden,
küçüğü ve büyüğüyle bütün solu klasifize etmeye yönelik olarak bir sınıflamanın
yokluğu bir yana; böyle bir sorunun yokluğu, birazcık bir incelemeyle bile
kolayca görülebilir.
Dolayısıyla, bir olgu olarak, Türkiye solunun klasifikasyon, sınıflama diye bir sorunu yoktur.
Hele bu sınıflamanın bir evrimin farklı aşamaları olarak anlaşılması ve bunun
sorunları hiç gündem bile değildir.
Ama bu aynı zamanda, toplumu
değiştirmek dolayısıyla da öncelikle onu anlamak, açıklamak zorunda olun solun,
en azından onun içindeki Marksistlerin, aynı zamanda ne kadar geri ve ilkel kavramsal araçlara sahip
olduklarını da gösterir.
Marks bir zaman bir toplumun
üstyapısı hiç bir zaman maddi üretim düzeyinden ileri olamaz diyordu; bu
konumuz bağlamında, bir ülkedeki solun kendi tarihini el alışı da, onun genel olarak evrime
yaklaşımından daha ileri olamaz diye de geliştirilebilir.
Murat Belge ve Birikim, aynı zamanda Türkiye’deki solun
evriminin çok ilkel, henüz ortak kategoriler göre sınıflama gibi bir anlayışı
geliştiremediği, tabiri caiz ise Aristo öncesi dönemine ait bir “yaşayan
fosil”in anatomisini sunar bizlere, bir sınıflama ve evrim kavrayışı açısından
bu anlayışın kendisi sınıflandığında ve evrimin hangi aşamasın ait olduğu ele
alındığında.
Peki, bundan daha ötesi, yani
daha üst aşmaya ait olanlar var mıdır? Vardır.
Bir de hayvanları tıpkı Aristo
gibi, havada yaşayanlar, suda yaşayanlar, karada yaşayanlar gibi görünümlerine göre sınıflayan,
onların anatomilerine ve özlerine inmeyen ve o dolayısıyla anatomilerdeki
değişmeleri, evrimin farklı aşamaları olarak da ele alamayan, ama en azından,
kimi görünüşteki kriterlere göre böyle bir sınıflama yapmaya çalışan girişimler
vardır.
Bunlara en tipik örnek olarak,
genellikle bir tek kritere göre sınıflama yapan yaklaşımlar gösterilebilir.
Aynı kitapta örneğin Ertuğrul Kürkçü’nün, 1970’de silahlı mücadelenin
başlamasını tayin edici bir aşama olarak, bir sırçama bir kopuş olarak görüşü
örnek olarak gösterilebilir. Buna benzer bir başka yaklaşım, İbrahim
Kaypakkaya’yı bir kopuş olarak gören Teori
ve Politika dergisidir. Benzer şekilde, solu geleneksel ve geleneksel
olmayan sol diye ayırtan Metin Çulhaoğlu’nun sınıflama çabası; Troçkistlerin,
Aşamalı Devrim - Sürekli devrim diyenler veya Stalinistler - Marksistler gibi
denemeleri bu çerçevede zikredilebilir.
Ama bu tür sınıflama ve bu
ortaya koyulan kriteri tarihi açıklayacak esas ana kavramlardan biri olarak
sunmanın kendisi de bizzat, solun evrim ve sınıflama kavrayışının evriminde belli
bir aşamaya karşılık düşer.
Öte yandan, bu tür sınıflama
denemeleri, elbette şu veya bu hareketin kendi öne çıkardığı veya kendini
tanımladığı problematiği, tüm hareketi tanımlamak ve onları buna göre
sınıflamak çabasıdır da aynı zamanda ve var olan diğer sol akım ve örgütleri
buna göre konumlandırma gibi bir amaca hizmet eder. Bu nedenle, bilimsel
olmaktan ziyade, politik bir sınıflama çabasına örnek oluştururlar
Bundan daha ötesine giden, solu
tarihi içinde, evrimine göre tanımlamaya sınıflamaya yönelik daha gelişmiş bir
çabaya bu güne kadar rastlamadık. Belki bilmediğimiz, gözümüzden kaçmış başka
girişimler olmuştur. Bu olasılığı bir yanılma payı olarak not edelim.
Şimdi solun tarihinin sol
tarafından el alınışının sınıflanmasının sorunlarına doğru bir adım daha atarak
konuyu ele almaya ve bazı metodolojik sorunları en azından kaba hatlarıyla
ortaya koymaya çalışalım
***
Yukarıdaki formül daha spesifik
olarak ama aynı zamanda daha genel bir çerçevede, bir ülkedeki sosyalistlerin
kendi tarihlerini ele alışlarıyla, bizzat kendilerinin ürünü oldukları o
tarihin kendisinin ilişkisi olarak da şöyle formüle dilebilir:
Bir ülkedeki sosyalist hareketin evriminin
yasalarını ve tarihini Marksistlerin ele alışı, o ülkedeki Marksistlerin evrimi
ele alışlarından ileri olamaz ve Marksistlerin evrimi ele alışı da son
duruşmada, Marksizm’in evrimi ele alışının evriminin bir aşamasından, bu da
genel olarak evrim fikrinin evriminin belli bir aşamasından, belli bir anından
başka bir şey değildir. Ama bu evrim fikrinin belli bir aşaması da toplumsal
evrimin belli bir aşamasında var olabilir ve onun ifadesidir.
Bu çok genel bağıntıyı veya
teoremi biraz somutlayalım.
Türkiye Sosyalist Hareketi,
politik görevlerini, programını ve stratejisini belirlerken, yani 1960’lı
yıllarda, esas olarak, toplumların belli aşamalardan geçtiği, programatik ve
stratejik görevleri doğru belirleyebilmek için de var olan toplumun bu
aşamalardan hangisinde bulunduğunun belirlenmesinin temel sorun olduğu
varsayımından hareket ediyordu. Örneğin kabaca, kapitalist ise sosyalist devrim
görevleri ve stratejisi, yarı feodal ise veya güçlü kapitalizm öncesi
kalıntılar varsa, demokratik devrim görevleri ve stratejisi gerektiği gibi
sonuçlar çıkarılıyordu.
Ne var ki, verilen cevap ne
olursa olsun, taraflar ortak bir varsayımda anlaşıyorlardı: toplumların belli aşamalardan geçmek zorunda
olduğu.
Dolayısıyla bu tartışma ve
varsayımın ardında toplumların evrimi
hakkında belli bir kavrayış bulunuyordu.
Ne var ki toplumların evrimi hakkındaki bu
kavrayışın kendisi de, toplumların evrimine ilişkin, hareket yasalarına ilişkin
kavrayışın evriminde bir aşamaya karşılık düşüyordu. Bu anlayış: toplumların
belli aşamalardan geçmek zorunda olduğu. Bu aşamaların da üretici güçlerin
gelişme düzeyi ile ilişkili olduğu anlayışıydı.
Ama toplumların bu evrim
yasalarına ilişkin toplumsal evrim fikrinin kendisi de genel olarak evrim fikrinin evriminin belli bir
aşamasının toplum denen özel bir alanda ifadesinden başka bir şey değildir.
Yani ilerleyen, düzgün bir doğru boyunca
aşamaların birbirini izlediği bir evrim kavrayışıdır bu. Örneğin bunun
benzeri, biyolojideki, tek hücreliler, süngerler, yumuşakçalar, omurgalılar,
memeliler türü bir sınıflama, evrim fikrinin evrimi bakımından, toplum
alanındaki ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist evrim fikri ve
sınıflamasıyla aynı karakterdedir. Ama evrimi böyle anlaman kendisi de bizzat
evrim fikrinin evriminde bir aşamaya karşılık düşer. Çünkü evrimi anlayışı,
bunu da içererek sonradan evrilmeye devam etmiştir.
Türkiye Sosyalist Hareketi program
ve strateji tartışmasını 1960’ların sonuna doğru, MDD içinde, böyle bir
toplumsal evrim kavrayışı çerçevesinde yaptı. Bu anlayış, evrim kavrayışının
evrimi içinde, yani metodolojik bakımdan, aşamaların
birbirini izlediği, düz ve ilerleyen bir evrim kavrayışını temsil ediyordu.
Daha sonraki bütün ayrılıklar,
bölünmeler hep bu metodolojik çerçevede kalmıştır, bunu aşan bir yaklaşım
bulunmamıştır.(Gerçi burada Troçki ve Kıvılcımlı’nın çok farklı ve buna göre
çok daha gelişmiş bir evrim kavrayışları vardır ama Doktorcu ve Kıvılcımlıcılar
da Türkiye’deki sosyalist hareketin ürünü olduklarından, onların evrim
kavrayışını kavramamışlar, ürünü oldukları harketin yaklaşımın sınırlarını
aşamamışlardır.)
Sosyalist hareketin evrimine
bakışın, genel olarak evrime ve özel olarak da toplumun evrimine bakıştan daha
ileri olamayacağını, daha önce görmüştük. Dolayısıyla sosyalistlerin sosyalist
hareketinin tarihine en azından, düzgün, aşamaların birbirini izlediği bir
evrim kavrayışının çerçevesinde bakıp onu öyle sınıfladıkları beklenebilir.
Ne var ki, sosyalist hareketin
kendi tarihini ve kendini sınıflamadığı ve sınıflayamadığı, hatta böyle bir
sorunu ortaya koyup tartışmadığı görülmektedir. Yani sosyalist hareketin kendi
tarihini ele alışı ve sınıflama çabaları, genel olarak evrim ve sınıflama
kavrayışından da geridir.
Yani şöyle bir soru sormamıştır
Türkiye Sosyalist Hareketi kendisine: “Onlarca sosyalist akım, örgüt vs.
var. Bunlar nasıl sınıflanabilir. Örneğin milyonlarca canlı türü veya çok
farklı toplumlar bulunuyor. Bunlar çoğu kez aynı zaman ve yerde bir arada
bulunmalarına rağmen, biyoloji ve sosyoloji, bu aynı mekan ve zaman içinde
farklılık gibi görünenin, özünde evrimin farklı aşamalarının karşılığı olduğunu
göstermiştir. Acaba Türkiye sosyalist hareketindeki akımlar da böyle midir?
Eğer böyle ise, evrimin farklı aşamalarını ayıracak temel kriter, temel ölçü ne
olmalıdır? Örneğin biyoloji, artan bir kompleksliği ve sonra ortaya çıkışı,
bunun için de anatomik özellikleri evrimi kavrayacak temel ölçü olarak ele almaktadır.
Sosyoloji (Tarihsel Maddecilik), benzer şekilde bir toplumun üretici güçlerinin
gelişme düzeyini, emek üretkenliğini sınıflamasında temel ölçüt ve açıklayıcı
kavram olarak ele almaktadır, peki sosyalist hareketleri sınıflamak için ölçü
ne olmalıdır?”
Türkiye sosyalist hareketine
bakıldığında, onların sosyalist hareket ve eğilimleri sınıflama girişim ve
denemelerine bakıldığında, sorunun bu şekilde soruluşuna ve bu yönde cevaplar
aranmasına hiçbir şekilde rastlanmaz.
Aslında, normal olarak
rastlanması gerektiği, çünkü böyle bir evrim ve sınıflama kavrayışının yabancı
olmadığı ve strateji ve program tartışmalarını yürütürken genel kabul gördüğü
ortadadır.
Neden yoktur?
Ama başka türlü sınıflama
girişimleri görülür, onlar da şöyledir: o hareketin kendini diğerlerinden
ayırtmak için kullandığı kriterlere göre (örneğin silahlı mücadele, Kemalizm,
Sovyetçilk, Çincilik veya bunlardan hiç biri olmama gibi) sınıflamalar
yapılmaktadır.
Bu kriterlere bakılınca,
bunların evrimsel bir sınıflama ve programatik sorunlarla ilgili değil;
biçimsel ve mücadele biçimlerine ilişkin sorunlarla ilgili olduğu görülür.
Sınırlarını program değil, mücadele ve örgüt biçimleriyle çizmenin kendisi ise
bizzat küçük burjuvaziye özgü bir özelliktir. Bunun ardında da sınıfların
sadece iktisadi ilişkiler içindeki konumlar ve çıkarlar bakımından
tanımlanamayacağı, sınıfların bir de tarihsel ve kültürel boyutunun varlığı vardır.
Küçük Burjuvazi, iktisadi ilişkiler içindeki konumu bakımından işçi sınıfı
ile burjuvazi arasında yer almakla birlikte, küçük üretim kapitalizm öncesine ait olduğundan, küçük burjuvazi modern sosyalizme ve işçi
sınıfına tarihsel ve kültürel olarak burjuvaziden de uzaktır ve daha
geri kavrayışa denk düşer. Bu nedenle, küçük burjuvazi, antik tarihteki
uygarlığı ele geçiren henüz kentleşmemiş orta barbar toplumlar gibi, kendi özel programını geliştirecek konumda
değildir. Öte yandan toplumsal konumuyla, burjuvazi karşısında
memnuniyetsiz bir muhalefet durumundadır ve çoğu durumda işçi sınıfından da
hızlı bir radikalleşme eğilimi gösterir. Bu tarihsel kültürel
yetersizlik nedeniyle, küçük burjuvazi sınırlarını programatik düzeyde değil,
mücadele ve örgüt biçimleri alanında çizmeye çalışır, ayrı bir program yapabilecek hem tarihsel ve
kültürel hem de iktisadi bir konumu yoktur.
Ama işte tam da bu nedenle,
hareketler kendilerini mücadele biçimleriyle tanımlayınca, program ve strateji,
yani evrim fikrinin kendisi ve evrimi bir tanımlama aracı olmaktan çıkar. Çünkü
programın ne olacağı evrim ve aşamaların birbirini izlediği evrim kavrayışıyla
yakından ilgiliydi. Program sınır çizebilecek bir konu olmayınca evrim fikrinin
kendisi de otomatikman gündemden düşer ve sosyalist hareketi sınıflamakta
kullanılmaz.
Tarih de var olan politik konum
ve çıkarları savunmanın aracı olduğundan, sosyalist hareketin tarihinin de bir
evrim süreci ve sınıflaması olarak ele alınmasını gündemden düşürür. Bu
nedenle, yukarıda ifade edilen soru yoktur Türkiye sosyalist hareketinde.
Yani Türkiye sosyalist hareketi
aslında kendi tarihine yaklaşımında kendi evrim fikrinin varsayımlarına bile
dayanmaz: Sosyalistlerin kendi tarihlerini ele alışı, genel olarak tarihi ve
toplumu ele alışlarından daha geridir ve yazının başında örnek olarak verilen
eski bir Çin ansiklopedisindeki sınıflamadan daha ileri değildir.
*
O halde şimdi şu soru
sorulabilir: Sosyalist hareketteki, adeta biyolojideki canlı türlerine benzeyen
onlarca hareket, eğilim hangi temel ölçüye göre sınıflanabilir? Ve bu
ölçü aynı zamanda onları bir evrimin hangi aşamalarına denk düştüğünü de
gösterebilir?
Aslında tartışılması ve belki
sosyalist hareketin tarihini ele alma ve var olan karmaşaya bir düzen getirmek
için yapılması gereken budur. Ama bu yıllardır yapılmış değildir.
Biz bu sorunu, 1970’li yıllardan
beri aynen böyle ortaya koyup tartışıyoruz. Böyle bir yaklaşımla da Türkiye
sosyalist hareketinin tarihini ve evrimini açıklama denemelerinde bulunuyoruz.
Biz onlarca sosyalist hareketi
aynı kriterlere göre sınıflamanın mümkün olduğunu bu sınıflaman aynı zamanda
onun evrimini ve bu hareketlerin o evrimin hangi aşamasına ait olduğun
gösterebileceğini savunuyoruz.
Bizim sosyolojide üretici
güçlerin gelişme düzeyinin; biyolojide anatominin sosyalist
hareketin tarihindeki karşılığının dayanılan metodoloji ve gizli varsayımlar olduğunu söylüyoruz.
Bunun için şöyle bir örnek
verelim. Örneğin Türkiye’deki Devrim stratejisinin tartışıldığı 1960’lı
yılların son yarısını alalım. Bu
tartışmada tarafların dayandığı ortak gizli varsayımlar bulunmaktadır.
Örneğin bir ülke kapitalist ise program sosyalist devrim olmalı, feodal veya
yarı feodal ise demokratik devrim gizli varsayımını ele alalım. Ama bunun
ardında da başka bazı gizli varsayımlar vardır? Bir sosyalist parti veya
hareketin programını belirlerken, toplumun içinde bulunduğu aşamaya göre bunu belirlemesi
gerektiği gibi varsayım örneğin. (Çünkü pek ala, hiç böyle bir kavrayışa
dayanmadan da, tamamen insanlar için bu daha iyidir, bunun için de şöyle bir
program kabulü gerekir diyerek de, toplumun gelişme aşamalarıyla hiçbir ilgi
kurulmadan, hatta böyle bir olgu reddedilerek de bir program tartışması
yapılabilir.)
Ama böyle bir varsayımın ardında
da başka bir gizli varsayım vardır: bu aşamaların tarihsel maddeciliğin el
kitaplarında bulunan ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist gibi bir
çizgi izlediğine dair bir varsayım.
Ama bunun andında da örneğin
Marksizm’in bize bu aşamaları anlayacak en temel kavramsal araçları sunduğu
gibi bir varsayım vardır.
Bu gizli varsayımlar gösterir
ki, böyle bir tartışma ancak Marksistler arasında olabilir. O halde bu
Marksistler arası bir tartışmadır. Bu varsayımın henüz bulunmadığı bir aşamanın
olması gerektiği ortadadır bu nedenle Marksist olunmadığı bir aşamanın varlığı
da varsayılabilir.
Örneğin Türkiye Sosyalist
Hareketin tarihinde aynen böyledir. TİP ve YÖN de değişimin yukarıdan mı
aşağıdan mı tartışmasını yapmışlardır. Ama bu tartışma içinde, toplumun hangi
aşamada bulunduğunun tespit edilmesi gerektiği gizli varsayımına ulaşılmış ve
bunun için de bunu tespit etmek için gerekli kavramsal araçları Marksizmin
sunabileceği gizli varsayımına ulaşılmıştır: Bu nedenle 60’ların ikinci
yarısında Marksist klasikler yayınlanır ve okunur. Bu gizli varsayımlar
açsından bakıldığında, Yön ve TİP’in, yani 1968’lere kadar olan dönemin, “Marksizme
Hazırlık” dönemi, bir “Marksizm Öncesi” dönem olduğu görülür.
Buna karşılık bu gün politik
tezleriyle herkesin lanetleyip mirasını reddetmek için yarıştığı MDD, dayandığı
gizli varsayımlar bakımından, Marksizm aşamasına karşılık düşer ve Yön ve TİP’e
göre bir üst aşamaya karşılık düşer anatomik olarak.
Örneğin sosyalist hareketi
Kemalizm karşısındaki tavırlarla veya Sovyetler karşısındaki tavırlarla veya
silahlı mücadele gibi ölçülerle sınıflamaya kalkanlar, MDD’nin özündeki
anatomik olarak yeni ve bir üst aşamaya düşen özelliği atlamış, görmemiş, es
geçmiş ve dolayısıyla aynı zamanda Türkiye sosyalist hareketini bir evrimin
aşamaları olarak sınıflama olanağını da yitirmiş olurlar.
Yani MDD, 60 sonrasındaki her
iki akımdan da daha üst bir aşamanın ifadesidir. MDD Marksist kavramsal araçların
doğru bir programa ulaşmak için olmazsa olmaz koşul olduğu varsayımına dayanır.
Böyle bir varsayım ise henüz Yön ve TİP’de yoktur.
Böyle bir kriter, yani
metodolojik yaklaşım, gizli varsayımlar kriteri, bizlere çok farklı hareketleri
güçleriyle ya da dayandıkları sınıflarla ya da dayandıkları ideolojilerle
değil, hemen göze görünmeyen anatomik, gerçek yapısal özellikleriyle tanımlama
olanağı sunar. Ve böylece aslında bir çok sorun anlaşılır hale gelebilir.
Örneğin 1968’de niçin eski komünistlerin, etkisinin arttığı, böyle bir yaklaşım
çerçevesinde kolayca açıklanabilir. Çünkü eski komünistler daha önceden de 1960
sonrası gelişen hareketi etkilemek için birçok girişimlerde bulunmuşlardın ama
bunlar yankısız kalmıştır. Hareket 1968’de kendi evrimiyle Marksizme
ulaştığında, eski komünistlerin bulunduğu aşamaya, aynı dalga boyuna ulaşmış ve
o yayınları algılayabilecek hale gelmiştir.
Örneğin, böyle bir yaklaşım aynı
zamanda aynı toplumsal (sınıfsal) eğilimi ifade etmekle birlikte, niçin farklı
sosyalist partiler olduğu ve bunların aynı zamanda bir arada birleşmeden var
olmaya devam ettiğini açıklama olanağı da sunar.
Somutlarsak, Aybar’ın partisi,
TİP, TKP ve TSİP aynı burjuva sosyalizmi
eğiliminin ifadesidirler ve aynı programa sahiptirler esas olarak. Ama bir
türlü birleşmezler. Sonra birleştiklerinde bile ek yerinden kırılırlar. Neden
böyledir?
Bu gizli varsayımlar ve
hareketleri bu gizli varsayımların evriminin farklı aşamaları olarak ele alma
yöntemiyle bu olgu kolayca açıklanabilir. Aybar, Marksizm dışı ve Öncesi aşamanın
burjuva sosyalizmidir. TİP ve TKP eski doğuşun Marksizm aşamasının, TSİP
altmışların sonundaki Marksizm
aşamasının burjuva sosyalizmidir. Bunlar çok farklı aşmaların gizli
varsayımlarına sahip olduklar için, toplumsal konum ve çıkarlar bakımından aynı
zümre ve eğilimi temsil etmelerine rağmen bu metodolojik, anatomik farklar
nedeniyle birbirlerine karşı şerbetli kalırlar.
*
Türkiye Sosyalist Hareketinin
tarihini bu tür dayandığı gizli varsayımlara dayanarak açıklama ve bu şekilde
sınıflama yapma girişimleri, esas olarak bildiğim kadarıyla sadece Demir
Küçükaydın tarafından 70’li yılların sonunda yapılmıştır. Bu konuda bildiğim
kadarıyla başka bir deneme bir yana, sorunu böyle bir ortaya koyuş bile yoktur.
Ne var ki, Demir Küçükaydın, bu
fikri esas olarak Kıvılcımlı ve Lenin’den almıştır. Kıvılcımlı da bu fikri
Lenin’den almış 1930’larda, Troçki’nin Rus tarihini ve devrimini açıklamakta
kullandığı eşitsiz gelişim fikrini, muhtemelen ondan bağımsızca yeniden bularak
ve bulguyla Lenin’in yaklaşımını geliştirerek, Türkiye Komünist Partisi
tarihini, 1930’lara kadar açıklamakta kullanmıştır (Dr. H. Kıvılcımlı, “Partide
Konaklar ve Konuklar”). 1960’lar sonrasında, Demir Küçükaydın hariç bu
yöntemi kullanarak 60’lar sonrası hareketi açıklamak ve sınıflamakta kullanan
olmamıştır.
*
Lenin Rus sosyal demokrasisinin
geçtiği aşamalar ve temel ayılık noktaları üzerine, bunları sınıflamak ve
aralarındaki ilişkiler belirlemek için çeşitli kereler denemelerde bulunmuştu.
Çok açık bir bölünme çizgisi görülüyordu. Narodnikler ve Marksistlerin ayrılışı
bir program ve Marksizm’e geçiş aşamasına denk düşüyordu Rus devrimci
hareketinde. Ama bundan sonra Marksist hareketin içinde, Legal Marksizm, Ekonomizm
ve Menşevizim gibi (Türkiye’deki
Aybar, TİP, TKP, TSİP gibi) aynı metodolojik hatalarla malul, ama aynı zamanda
her biri de diğerinden ayrı bir çizgi görülüyordu ve Lenin, kendisini her
aşamada tekrar tanımlamak zorunda kalıyordu. Bu olguyu açıklamak için, Lenin, Program sorununda birlikten sonra Stratejide birlik konusunun gündem
geldiğini, bunu Örgüt sorunlarında
birlik konusunun bunu izlediğini, zaten bu mantıki
çizginin hareketin evriminde tarihsel
olarak hareketin farklı aşamalarına denk düştüğünü ve bu eğilimin de her
aşamada yeni baştan ifadesi olduğun söylüyordu.
(Troçki de Lenin’in bu
sınıflamasına dayanarak, daha sonra bu eğilimin, Ekim devriminde aşamalı devrim biçiminde ve daha sonra
Stalinizmde tek ülkede sosyalizm
biçiminde devam ettiğin gösterir ve bu eğimin temelinde yatan metodolojik,
gizli varsayımsal özelliğine dikkati çeker: bu, düzgün ve aşamaların birbirini izlediği bir evrim kavrayışıdır.)
Daha sonra Kıvılcımlı, Lenin’in
bu yaklaşımını 1930’larda, eşitsiz bir gelişim anlayşıyla da geliştirerek, o
zamana kadarki Parti tarihini açıklamakta kullanır. “Partide Konaklar ve
Konuklar” parti tarihini tam da böyle ele alır: Parti tarihi: “Marksizme
hazırlık” ve “Marksizm” aşamaları olarak. Marksizm aşaması da kendi içinde,
Program, Strateji, Örgüt ve taktik birliğinin tanımlanması biçiminde incelenir.
Yani var olan 1960 sonrası
sosyalist hareketler aslında Kıvılcımlı’nın 1930’larda yaptığı ve
geliştirdiğinin bile gerisinde kalırlar ve bu güne kadar da gerisindedirler.
İşte Demir Küçükaydın, önce
Lenin ve Sonra da Kıvılcımlı’nın bu tarihi ele alıştaki bu metodolojik
katkılara dayanarak, bunları başka bir sorunu çözmekte kullanmayı dener.
Gerek Kıvılcımlı gerek Lenin’in
ele aldığı farklı eğilimler ve aşamalar aynı
parti içinde bölünmelerdir ve bir bakıma hep iki temel çizgi halinde sürerler. Çizgiler kendi içinde evrim
geçirirler. Geçmiş aşamalar varlıklarını ayrı hareketler ve örgütler olarak
sürdürmez, yeni varsayımlar içinde yeniden tanımlarlar. Menşeviklik ortaya
çıktığında Ekonomizm diye bir eğilim kalmamıştır artık örneğin. Ekonomistler
Menşevik olmuşlardır. Ama 1970’lerin Türkiye’sinde ne bütün eğilimlerin içinde
yer aldığı bir parti veya hareket vardır, ne de ortak bir tartışma vardır, ne
de önceki aşamaların yok olup onların varlığını yeni aşamalar içinde sürdürmesi
vardır. Onlarca eğilim ve hareket bulunmaktadır. Bu nasıl izah edilecektir?
Öte yandan, Türkiye’de hareketin
iki kez doğmuşluğu denebilecek bir olgu da vardır. Bu iki doğuşun birbirleriyle
etki ve tepkileri de iyice karmaşıklaştırmaktadır durumu. Bu durumda sanki
doğadaki milyonlarca canlı gibi onlarca sosyalist eğilimin varlığını açıklamak
ve sınıflamak, bu kaosun ardındaki düzeni görmek ve göstermek gibi bir sorun
vardır.
Bu bağlamda, Küçükaydın, bir
yandan Lenin ve Kıvlcımlı’nın geliştirdikleri metodolojiye dayanarak, içinde
bulunduğu partinin (vatan Partisi) geçtiği aşamaları program, strateji örgüt ve
taktik konularında ayrılıklar olarak ele alıp bütün bu başlıklar altında sınır
çizgilerini çizmeye ve sınıflamaya çalışır; diğer yandan da var olan çokluğu ve
onların hangi aşamaya ait olduğunu teşhis etmek için dayanılan gizli varsayımların
bu sınıflama ve evrimin anlaşılmasının temeli olduğu sonucuna ulaşır.
Bu denemeler Vatan Partisi
içindeki tartışmalarda “Komisyon Raporu” denen, esas olarak Demir
Küçükaydın’ın yazdığı ve sonradan Sosyalist Vatan Partisiyle bölünmeden sonra,
geride kalan Vatan Partisi’nin teorik temelini oluşturan metinde yer
almaktadır.
Kısa da olsa bir fikir vermek
için bu yöntemin Kıvılcımlı’nın trajedisini açıklamakta kullanılışıyla ilgili
bir bölümü aktaralım.
“Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın kitapları 1960 öncesinde ta
1930'lardan beri vardır ve yayınlanmıştır. 1960 sonrasında da 1970'lere
gelinceye değin gerek kitaplarda, gerek gazete ve dergilerde onlarca yazısı
çıkmış olmasına rağmen, 1970 yılı 15-16 Haziran Olaylarından sonralarına kadar
geçen 40 yıl boyunca, Kıvılcımlı'nın geliştirdiği teori temeli üzerinde bir
hareket var olmamıştır, olamamıştır.
Bunun
neden olmadığına verilecek cevap, Kıvılcımlı'nın trajedisine de açıklık getirir.
1920'lerde
doğan Türkiye'nin devrimci hareketi 1923'e kadar ütopist „Başlangıç”,
1923-1927 arası „Marksizme Hazırlık”, 1927-1930 arası „Marksizm”
konaklarını aşarak, 1930'larda Yol'un yazılışıyla, tıpkı Leninizm gibi,
örgüt konusundaki oportünizmle bir kopuşma („Parti ve Fraksiyon”)
temeli üzerinde Türkiye'nin öz Leninci Marksizm’i doğar.
Tam bu
noktada, Rusya ve Türkiye'de Devrimci hareketin gelişimi zıt yönlere girer.
Rusya'da Leninizm, bir Parti bir Hareket biçimini alabilir. Türkiye'de ise,
adeta bir tek Kıvılcımlı'ya has bir teori gibi boğulur. Menşevizm her zaman
Parti'ye egemen olur. Yuvar ilkelliğini fraksiyonculuk biçiminde ebedileştirir.
Bu, Örgüt sorunlarındaki oportünizm 1930'lardan sonra Program ve Taktik
konularında oportünizm (Menşevizm) haline de gelir.
Neden
böyle oldu? 1930'larda Leninci bir teori temeli ortaya çıkmasına rağmen, neden
Leninci (Kıvılcımcı, veya Yol'cu) hareket ortaya çıkamadı?
Egemen
sınıfın terörü bir yana, başlıca iki nedenden.
Birincisi,
şu bizim “Babil kalıntısı küçükburjuva ortam”dır. Türkiye'nin devrimci
hareketi, içinde bulunduğu antika ilişkilerin doğrudan etkisiyle, hiçbir zaman,
Leninizm’in serpilip gelişeceği modern prensipcil, yazılı mücadele ve ilişkiler
aşamasına ulaşamadı. Bunun sonucu Kıvılcımlı'nın öğretisi olmamışa döndü,
döndürüldü.
Evet,
Türkiye'nin 1930 -1960 arası objektif koşullarının geriliği başlıca nedendir.
Ama bu henüz tam bir açıklama getiremez. Çünkü 1930 - 40 arası bir Dünya
Partisi vardı ve Türkiye Komünist Partisi, Üçüncü Enternasyonal'in bir
şubesiydi.
Daha
önce, Türkiye Komünist Partisi'nin “Aydınlıkçılık” ve “Müterakkipçilik”
konaklarının aşılmasında üçüncü Enternasyonal sancıları ılımlaştırıcı bir
etkide bulunabilmişti:
„Bereket
bugün Leninci sosyalizmin Oportünizmle boğazlaştığı zamandaki gibi devrimci
mücahitler (militanlar), çorak bir sahada tek başlarına kalmış değillerdir.
Milletlerarası
Marksizm, varılmış geçilmiş aşamalar ve konaklar üstünde saplanıp halanları,
düştükleri batakta çiğneyip geçmenin bütün vasıtalarına sahiptir.“ (Dr. Hikmet
Kıvılcımlı, Yol, s. 141)
Enternasyonal’in
bu olumlu etkisi, 1930'dan sonra, Yol'un teorik platformunda, Leninci
Marksizm konağına sıçranabilmesi için söz konusu olmadı. Aksine, Stalinizm’in
Enternasyonal üzerindeki etkisi, Menşevizm konağının ebedileşmesine; Dünya Partisinin
yitirilmesine ve Türkiye Partisi üzerindeki olumlu Enternasyonal etkilerin ortadan
kalkmasına yol açtı.
Şu
halde Yol, Türkiye devrimci hareketi ölçüsünde, teori plânında
Leninizm’in doğuşu anlamına gelmekle kalmaz. O, aynı zamanda Dünya Komünist
Hareketi ölçüsünde, Leninci teorinin devrimci özünün bayağılaştırma ve
şemalaştırmalardan kurtarılmış Stalinci olmayan ilk yorumu ve dolayısıyla da
Stalinizm'in ilk eleştirisidir. En azından başına gelenler Yol'un bu
özelliğinin bir göstergesidir.
Olsaydı,
bulsaydı ile Tarih olmaz. Ama bir noktayı kabartılandırmak için şunu söylemeden
geçmeyelim: Eğer Enternasyonal gerçekten Leninci bir çizgi sürdürseydi,
Kıvılcımlı'nın Yol adlı incelemesi tozlu arşivler arasında kalmaz, en
azından Enternasyonalin üst organları ölçüsünde bir yankı bulurdu. Ve
Enternasyonal yönetimi aracılığıyla, tıpkı daha önceki konakların aşılmasında
olduğu gibi TKP'nin Menşevizm’i aşmasına, yukardan olumlu bir destek
sağlanabilirdi. Ama olmadı. Nedenleri ayrı bir konudur. Olmayışın trajik
sonuçları gerek Dünya, gerek Türkiye ölçüsünde yarım yüzyıldır yaşandı,
yaşanıyor.
*
Evet,
1960'a kadar esas olarak Türkiye'nin antika ilişkiler ortamı Doktorcu bir hareketin
doğmasına olanak tanımadı.
Ama
1960'dan sonra, ülkenin objektif şartları bakımından durum, Kıvılcımlı’nın
görüşlerinin yayılması için elverişli bir aşamaya ulaşmıştı. 1946 - 1960 arası
hızla büyüyen proletarya ve modern kapitalist ilişkilerin artan egemenliği,
Kıvılcımlı’nın fikirlerinin yayılması için gerekli modern ilişkiler temelini
oluşturuyordu. Ama bu sefer, yeniden doğan devrimci hareketin
gelişiminin alt aşamalarda bulunması, 1960 - 70 arasında Dr. Hikmet
Kıvılcımlı'nın bir yankı bulmasını engelledi.
Doğu'da
hemen her kral sülalesi, tarihi ve takvimi kendisiyle başlatır. Objektif olarak
Tarihe yeni giren Barbar, sübjektif olarak Tarihin kendisiyle başladığını
sanır.
Türkiye'nin
Devrimci hareketi de, kendisini, geçmişin bu “üzerine bir kâbus gibi çöken”
geleneğinin etkisinden kurtaramamıştır. Tıpkı her Tarihsel Devrimden sonra
kurulan Antika Medeniyetler gibi, Devrimci hareket de “Tekerrür” etmiştir. İki
kez doğmuştur, iki kez Hazırlık ve Başlangıç Konaklarını aşmış, iki kez öz
Marksizm’e ulaşmıştır.
Bu iki
gelişim, iki melez (Yarı Tarihsel) devrimi izler.
Gerek
Kurtuluş Savaşı, gerek 27 Mayıs, bir tür “iç barbar akını” “melez devrim”lerdir.
Yani, yarı antika, yarı modern özellikler gösterirler. Bu iki sıçrama konağının
ardından gelen iki uzun birikim konağında, Türkiye Devrimci Hareketi bakımından
Tarih ve Takvim adeta yeniden başlar.
27
Mayıstan sonra, sanki geçmişin 40 yıllık devrimci mücadelesi ve birikimi hiç
yokmuşçasına, sanki modern sınıflar savaşı yeni başlıyormuşçasına devrimci mücadele
adeta yemden doğar ve “Amerika'yı yeniden keşfe” çıkar.
Ve bir
kez yeniden doğup ta yola düzülünce, Birinci Kurtuluş Savaşı ve sonrasında
yaşanmış konakları, olmadı baştan yeniden yaşar. Antika Tarih gibi, Devrimci Hareketin
Tarihi de “Tekerrür” eder.
Marks'ın
dediği gibi: gelişimin doğal aşamaları ne bilmezlikten gelinebilir, ne de
iradenin bir vuruşuyla yok edilebilir. Hareket bir kere yeniden doğunca, yıllar
önce geçilen konaklardan yeniden geçmek kaçınılmazlaşır.
Belki
de, Dünya'nın hiç bir ülkesinde, devrimci hareketin böyle iki kez doğup
geliştiği görülmez. Ve bu orijinalite kavranmadıkça, Devrim tarihimiz bir kaos
olarak görülmekten kurtulmaz.
İşte,
Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1960-70 arasındaki trajedisi de buradan doğar. 1930 -
60 döneminin aksine, modern toplum ilişkileri teorinin kavranabilmesi
için uygun bir ortam oluştururken, 1960 - 70 arasında, devrimci hareketin
gelişim konakları henüz geridir. Ancak 1970'lere gelindiğinde devrimci
hareketin gelişim konağı Hikmet Kıvılcımlı'nın dedikleriyle bir rezonans
uyandırabilecek noktaya gelir. Ve o nedenledir ki, 1970 15-16 Haziran'ında
Proletarya, fiilen taktik sorunların tartışılmasına bir son verdikten sonra,
Kıvılcımlı'nın tozlu raflarda, dergi sayfalarında yayınlanmış ve kendisini
okuyacak insanları bekleyen kitapları okunmaya başlanır.
Buraya
kadar dediklerimizi şöyle özetleyebiliriz: Doktorcu bir hareket 1960 tan önce
doğamazdı: Çünkü ülkenin objektif koşullan buna olanak tanımıyordu. 1970'ten
önce doğamazdı: Çünkü, devrimci hareketin gelişim düzeyi (öznel koşullar) buna
olanak tanımıyordu.
Bizim
1970 yılı, Rusya'nın 1900'lerinin ilk yıllarına pek benzer. „Anarşi Yok! Büyük Derleniş!“:
Lenin'in „Nereden Başlamalı?“sına; „Halk Savaşının Plânlan“, „Oportünizm
Nedir?“, „Devrim Zorlaması“: „Ne Yapmalı?“ ya. O sıralar İkinci baskısı
yapılacak kadar çok talebe yol açan „Uyarmak İçin Uyanmalı...“: „Bir Yoldaşa
Mektup“a benzer. ISKRA'nm karşılığı SOSYALİST idi.
Türkiye'nin
öz Leninizm'i ikinci kez, tıpkı Leninizm’in kendisi gibi böyle ilginç
benzerlikler içinde: Program, Taktik, Örgüt konularında sınırlarını yeniden
çizerek doğuyordu. Daha doğrusu, 40 yıl önce doğmuştu ve şimdi bir hareket
haline geliyordu. Bu “KIVILCIMCI” hareketin doğuşu, “ISKRACI”lıkla
adına kadar aynıdır.
Ama
biliyoruz: Iskracı'larm içinden daha sonra Menşevikler çıktı. “Kıvılcımcıların”
veya “Doktorcuların” içinden de çıktı. Ve tam bu noktada, Doktorun ölümü üzerine,
Doktor'un trajedisi, doktorculuğun trajedisine dönüşür.
1970'e
kadarki trajedi: ülkenin ve hareketin objektif gelişim düzeyinin geriliğinden
kaynaklanırken; 1971'de Kıvılcımlı'nın ölümünden sonra, önderlerinden yoksun ve
hemen hepsi 25 yaş sınırının altında olan ve Doktor'un teorilerine ortodoksça
bağlananların sübjektif (Bilgi - Tecrübe) yetmezliği ve bu yetmezlik üzerinde
Burjuva - Küçük Burjuva Sosyalizminin egemenliğinden kaynaklandı.
“Doktorcular”,
hemen “Doktorcu” bir görünüm kazanan burjuva sosyalizmini yenecek bilgi ve
tecrübeye sahip olamadıkları için 1970 - 78 arasında Doktorcu Harekete egemen
olan, Doktorcu görünüm altındaki burjuva sosyalizmi oldu. Doktorun, kendisine
göre objektif geriliklerden doğan trajedisi, böylece Doktorcu harekette zıddına
atlayarak, sübjektif yetersizlik nedeniyle bir 8-10 yıl daha devam etti,
ediyor.”
Bu uzun alıntıdan görülebileceği
gibi, Demir Küçükaydın 1978 yılında, devrimci hareketi açıklamak için ve
farklılıkları aynı evrimin farklı aşamaları olarak gören bir metodolojiye, yani
bu güne kadar sosyalistlerin kendi tarihlerini açıklamak için kullanmadıkları
bir metodolojiye dayanmakta ve bazı önemli görünümleri açıklamak için bundan
yararlanmaktadır.
Yani şu an bile, aradan 30 yıl
geçmiş olmasına rağmen, sosyalistlerin kendi tarihlerini ele alışlarından çok
ileri bir noktada bulunmaktadır. Aynı şekilde Küçükaydın’ın dayandığı
Kıvılcımlı’nın çalışması ve yöntemi de hala aşılamamış olma özelliğini
korumaktadır Türkiye Sosyalist hareketince.
Ancak bu yaklaşım kendisi, daha
sonraki gelişmelerin gösterdiği gibi, gerek genel olarak evrim kavrayışının
evrimi, gerek Marksist toplumlara ilişkin evrim kavrayışının evrimi, gerek
Küçükaydın’ın kendi evrim kavrayışının evrimi içinde çok ilkel bir aşamanın
ifadesidir.
O zamandan beri gerek genel
olarak evrim kavrayışında (Paleontoloji ve Astronomi aracılığıyla), gerek özel olarak da
toplumların evrim kavranışında (Kıvılcımlı, Troçki, Batı Marksizmi), birbirine paralel
giden ve birbirini destekleyen çok köklü ilerlemeler olmuş
bulunmaktadır.
Bu daha gelişmiş evrim
kavrayışının ve bu kavrayışın dayandığı kavramsal araçların, aynı zamanda
sosyalist hareketin tarihini de anlamak ve açıklamak bakımından yepyeni
olanaklar sunacağı açıktır. Türkiye solu ise, kendi tarihini ele almada bu
araçları ve evrim kavrayışını kullanmaya galaksiler kadar uzaktır çünkü o bu
evrim kavrayışını bilmemektedir ve evrim kavrayış açısından tam da yaşayan bir
fosil durumundadır. Ya da bu galaksiler kadar uzaklığı onun tam da yaşayan bir
fosil olduğunun bir kanıtıdır.
Marksizm içinde evrim kavramının
evriminin tarihinin ana hatlarıyla bir açıklaması, Demir Küçükaydın’ın bu yıl
çıkan, “Marksizm’in Marksist Eleştirisi” kitabının “Tarihsel
Maddeciliğin Tarihine Katkı” başlıklı önsözünde yer almaktadır. Burada
sadece kısaca Eşitsiz ve bileşik gelişim,
ileriki aşamaların önceki aşamalarla
karşılıklı ilişkisi; Eski aşamaların
kendi içindeki evrimi, yani türün kendi içindeki evrim; açık uçlu evrim gibi başlıklar
hatırlatılabilir.
Bütün bu evrimin daha derin ve karmaşık,
bizzat evrim fikrinin dayandığı gizli varsayımların evrimi ile tanımlanmış
biçimlerinin hepsi aynen sosyalist hareketinin evrimini ele alırken de
kullanılabilir.
*
Burada bir fikir vermek için
bazı örnekler verilebilir.
Evrim kavrayışında en önemli alt
üstlüklerden bazıları Paleontoloji alanındaki gelişmelere bağlı olarak çıktı.
Özellikle Stephan Jay Gould’un
denemeleri bu derinleşmeyi nefis bir biçimde anlatmaktadır.
Klasik aşamalı ve ilerleyen
evrim kavrayışı, canlıların tarih ele alındığında birçok olguyu açıklamakta
yetersiz kalıyordu. Örneğin türden türe geçişlerle ilgili fosillerin
bulunamaması önceleri zamanla bunların bulunacağı, şimdilik elde az ver
bulunduğu ile açıklanıyordu ama bu aynı zamanda yaratıcılık taraftarları
tarafından bol bol kullanılıyordu. Ama bir süre sonra bu açıklamanın yetersiz
olduğu görüldü. Buna bir açıklama getirmek gerekiyordu. Sonra dinazorların yok
oluşu gibi, doğa tarihinde en azından beş altı tane kitlesel yok oluş ve bunun
ardından adeta türlerin patlarcasına
çoğaldığı ama ondan sonra bir kere ortaya çıkan türlerin yavaşça değiştiği dönemler görülüyordu. Keza
sınıflamaların büyük ölçüde doğrusal oarak ilerleyen bir tarih anlayışıyla
(Aydınlanma) damgalı oldu ortaya çıkıyordu. Örneğin, Dinazorlar ve memeliler
önceleri klasik ilerleyen evrim anlayışıyla, memelilerin üstte olduğu iki
farklı aşama olarak görülürken, aslında bunların aynı zamanda ortaya
çıktıkları, iki farklı yaşam stratejisi ve yapıyı temsil ettikleri ve bu kriter
açısından bakıldığında, bir göktaşı ile yok olmasalar, Dinozorların
Memelilerden daha başarılı olduğu; onlar var olduğu sürece memelilerin bu gün
gökteki yaşayan dinozorlar olan kuşlar karşısında ancak mağaralarda yaşayan ve
ancak marjinal bir varlık gösterebilen memeliler olan yarasalar gibi ancak çok
marjinal olarak varlıklarını sürdürebildiği görülüyordu.
Bunları anlatması uzun sürer.
Ama evrimin daha karmaşık bu
anlayış ve kavramsal araçlarıyla bakıldığında, sosyalist hareketi açıklamak
için, bu anlayışın çok elverişli kavramsal araçlar sunduğu görülmektedir.
Örneğin, doğada, “Kambrium Patlama” veya “Kambriyum Deney” denen, doğanın adeta
çok farklı anatomik yapılar ile deney yaptığı, henüz denizlerde sadece
yumuşakçaların bulunduğu bir dönem vardır. Yine bir kitlesel ölümle bunların
çoğu yok olmuş ama sadece bir veya ikisi yaşayabilmiş ve bugünkü bütün hayvanlar
bu rastlantısal olarak kalan bu türlerden türemişlerdir.
Benzer şekilde Dinozorların yok
oluşundan sonra memelilerin adeta patlarcasına yeni türler yarattı bir dönem
vardır ilk 15 milyon yıl. Sonraki 50 milyon yıl bu oluşmuş temel türler
çerçevesinde bir evrim kapsamına girer.
Benzer eğilimleri ve
yasallıkları sosyalist hareketin tarihinde de görüyoruz. Örneğin 1970 yılı 16
Haziran ile 12 Mart arasındaki dönem, adeta, sonra bütün türlerin içinden çıktığı,
birkaç temel türün oluştu dönemdir. Bundan sonraki evrim, bir bakma ilk 15
milyon yılda oluşmuş temel memeli türlerinin sonraki evrimine benzer. Anatomik
özellikler, yani dayanılan varsayımlar bakımından hiçbir evrim yoktur.
Keza hızlı bir genişlemenin
yaşandığı ve bütün alanların feth dildiği dönemler ile bundan sonraki,
paylaşımın oluşumu sonrası dönemler ayrılabilir doğa tarihindeki gibi. Örneğin
1974 sonrası bir iki yıl, tam böyle bir dönemdir. Bütün sosyalist hareketler
hem nicelik ve hem de nitelikçe hızla çoğalır ve yayılırlar. Ancak 1978’lerdn
sonra artık kullanılabilir alanın paylaşılmış oyması söz konusudur adeta.
Bundan sonra, çok gelişmiş özelliklere sahip olan türler ortaya çıksa bile,
yaşam alanları önceden kapılmış olduğundan, var olma ve gelişme şansı bulamazlar.
Halbuki örneğin 1974-78 arasında, tam tersi bir durum söz konusudur. En geri
türler için bile yayılacak geniş alanlar bunmaktadır. Dolayısıyla bu dönemlerin
başında şu veya bu eğilimin var olmasının sonraki gelişim ve türlerin çıkışı
üzerinde tayin edici bir önemi bulunmaktadır.
Bu gibi örnekler çoğaltılabilir.
Böyle bir evrim anlayışını
Sosyalist hareketin tarihini açıklamak ve onu sınıflamakta kullanmak mümkün
olabilir kanımızca.
Bundan başka her hangi bir
hareketin hangi sınıfsal eğilimleri temsil ettiğinin tesbiti gibi bir sorun da
vardır.
Kanımızca, mücadele ve örgüt
biçimleriyle sınır çizgisini çekenler küçük burjuva karakterdedirler. Burjuva
sosyalist partiler ise, devrimci bir programın önüne acil bir reformlar
programı koyma ve burjuvaziyi tarafsızlaştırma ve de düzgün ve aşamalı bir
evrim kavramıyla karakterize olmaktadırlar.
Bir başka sorun, belli bir
kritik kütleye ulaşma sorundur. Belli bir eğilim belli bir kritik kütlenin
altında kaldığı sürece, küçük grupların evrimlerini belirleyen çok başka
kuvvetlerin etkisi altında kalmaktadırlar. Bu bir bakıma atom altındaki güçlü
ve zayıf kuvvetlere benzetilebilir. Orada Gravitasyonun esamesi okunmaz.
Ancak belli bir kritik kütle
aşıldıktan sonra (ki kritik kütleyi aşacak büyüklüğe gelmenin de doğruluk veya
gelişmişlikle ilgisi yoktur. Belli bir büyümeye uygun dönem, belli bir kültürel
yakınlık veya geçmiş çok daha belirleyicidir) temel toplumsal güçlerin
eğilimleri o harketin sonraki evrimini belirlemektedir.
Keza farklı eğilim ve
hareketlerin nasıl doğduğu, tıpkı biyolojideki farklı türlerin nasıl ortaya
çıktığı gibi, ilginç bir alan olmaya devam etmektedir. Genellikle farklı
eğilimler başlangıçta doğrudan programatik, ideolojik ve sınıfsal bir
muhtevayla doğmamaktadırlar. Bunlar başlangıçta, farklı kültürel yakınlıklar ve
stiller biçiminde oraya çıkmakta ve kendini neredeyse istisnasız olarak,
örgütsel sorunlarda bir ayrılık biçiminde dışa vurmaktadırlar. Ancak ondan
sonra bunlar sınıfsal ve ideolojik ve hatta programatik bir muhteva kazanmaktadır.
Bu gibi olgu ve sorunlar
çoğaltılabilir. Evrimin bu daha gelişmiş kavrayışının geliştirdiği kavramsal
araçları Türkiye sosyalist hareketinin tarihini açıklamak ve onu sınıflamakta
kullanmak gerekmektedir.
Ancak, şu an var olan
sosyalistler, bırakalım bu çok gelişmiş evrim kavrayışıyla evrim ve
sınıflamanın daha derin ve karmaşık görüngülerini incelemeyi bir yana, düzgün
ve aşamalı bir evrim kavrayışıyla bir sınıflama yapmaktan bile çok uzaktırlar.
Ama bu uzak oluşun kendisi
bizzat onların, henüz evrimin çok ilkel bir aşamasından kalan yaşayan fosiller
olduğunun kanıtıdır.
Biyolojide ve paleontolojideki
en ilginç ve henüz açıklanamamış olgularan biridir yaşayan fosiller konusu.
Örneğin, Köpek balıkları,
kemikli balıklardan bile önce; Timsahlar, kaplumbağalar, dinozorlardan bile
önce, hemen hemen bu günkü
özellikleriyle vardılar. Arada geçen milyonlarca yılda nice türler ortaya
çıktı, yok oldu ve değişti. Ama bunlar hiç değişmedi ve var olamaya devam etti.
Bunun açıklanması ciddi bir sorundur. Benzer şekilde de Türkiye sosyalist
hareketinin yaşayan bir fosil olarak, nasıl hala yaşadığı ciddi bir sorundur ve
açıklanmayı beklemektedir.
Bu konuda şöyle bir açıklama
denemesinde bulunulabilir.
Bir de, başka tür yaşayan
fosiller vardır. Küçük bir alanda tecrit olduğu için evrimin adeta durduğu,
yaşayan fosillerden oluşan fauna ve floralar vardır. Örneğin Baykal gölü,
Avustralya, Madagaskar vs. gibi.
Türkiye sosyalist hareketi bu
türden yaşayan bir fosildir.
Bu fosiller belki bu yargıya
itiraz edip, kendilerini fosil olmadıklarını kanıtlamaya kalktıklarında belki
gerçekten bir evrim sürecin içine gidip, evrim kavrayışında bir evrim geçirmeye
başlayıp bir fosil olmaktan çıkabilirler.
Bu bildiri bu umutla sunuluyor.
08 Kasım 2007 Perşembe
Demir Küçükaydın
[1]
Elbette sosyalist ve devrimci hareket kavramları farklıdır. Bir hareket pek ala
devrimci olabilir ama sosyalist olmayabilir veya pek la sosyalist olabilir de
devrimci olmayıp reformist olabilir. Ancak Türkiye’nin yerleşmiş politik
kültüründe bu tür ayrımlara dikkat edilmeyip birbirinin yerine
kullanıldıklarından konumuz bakımından da fazla bir önemi olmadığından bu
yanlış kullanımı olduğu gibi, yanlış olduğunu bile bile, sürdürüyoruz.
[2]
Bu nedenle doğrudan sosyalist politik mücadelede bulunmayan veya yer almamış,
asgari akademik kriterlere dayanarak olgular hakkında belli bir birikim yapma
çabalarının sonuçlarının, sosyalistlerin bu yöndeki çabalarından çok daha
verimli sonuçlar içereceği öngörülebilir. Zaten yayınlar incelendiğinde de bu
görülmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder