Bugün, birkaç saat sonra Rasih Nuri İleri’nin cenazesi var.
Cenazeye gidecek yerde bilgisayarın başına oturup bu yazıyı yazmak daha anlamlı
bir veda olur. Hem de bir “vasiyet”i yerine getirilmiş olur.
*
Cenazeye gitmememin birinci nedeni, cenazesinin muhtemelen
ulusalcıların bir gösterisine dönüşme olasılığıdır. Çünkü Rasih Nuri İleri daha
şimdiden, ölümüne ilişkin haberlerde bile bir ulusalcıya dönüşmüş bulunuyor.
Google’a girip de
Rasih Nuri’nin adı yazılınca Cumhuriyet,
Oda TV, Sol Haber Portalı, Ulusal
Kanal ilk öne çıkanlar. Aydemir Güler, Aslan Kılıç, Şenol Çarık gibi
isimlerin yazdıkları ilk görülenler. Yine TKP’den adaylığı; Doğa Perincek’le
evindeki bir konuşmanın videosunun bir bölümü de ilk görülenler arasında.
Bu ilk izlenimlerle kolaylıkla onun da bir ulusalcı olduğu
bile söylenebilir. Acaba öyle mi? Bunun tam böyle olmadığı, Google’un yanılttığı da zaten bu yazının
konusu.
*
Cenazeye gitmek istemememin ikinci nedeni, artık modern
yaşamda ve hele büyük şehirlerde cenazelerin hala neolitik köy komünü ya da
antik kent benzeri kasabaların yöntemleriyle kaldırılmaya kalkılmasının giderek
saçmalığa varmasıdır.
Eskiden ölüler evlerinde ailesiyle ve torunlarıyla birlikte
yaşamaya devam ederlerdi. Bugün bile birçok yerde ölenler oturdukları yerin
altına gömülürler. Hazreti Muhammet bile öldüğü evin tabanına gömülmüştü. Ya da
ölüler, köyün hemen yanındaki, iki adımlık bir mezarlıkta yaşamaya devam
ederlerdi.
Uygarlıkla birlikte, zenginler ve devlet adamları için mezar
ve cenaze gücün ve eşitsizliğin bir gösterisi iken, olağan sıradan halk için her
cenaze, toplum için yaşama; dünya malının hiçbir şey olmadığını tekrar
hatırlatma; eşitlik fikrinin canlı tutulmasını; dayanışmayı ve paylaşmayı
yaşatma vesilesiydi. Örneğin tabutun herkes tarafından en azından belli adım
miktarında ve sırayla tabutun her tarafından taşınması, yükün adil bir
dağılımının; eşitlik ve dayanışmanın en somut örneklerinden biridir. Böylece
tabutuyla birlikte yüz kiloyu bulan cenaze, ortaklaşa ve ortaklaşmacılıkla
mezarına kadar götürülürdü. Sonra yine herkes bir miktar toprak atar ve
gömülürdü. Bütün diğer ritüeller de kalan yakınlarının acısını paylaşma;
zorluklarını azaltmaya yönelik idi.
Ama şimdi öyle mi? Milyonluk bir şehrin ölüleri, şehrin
dışında ölüler gettosunda, arabayla bile birkaç saatlik bir yerdeler. Bugünkü
dağı taşı kaplamış şehre uzak mezarlıkları eski antik şehirlerin
nekropolleriyle karıştırmamalı. Onlar ölülerin şehirleriydi, bugünküler birer
getto.
Her gün onlarca, yüzlerce insan ölüyor ve gömülüyor. Cenaze
namazları onar onar kılınıyor. Artık üretim gibi cenazeler de bant usulü ve anonim.
Aslında her şeyi belediye yapıyor. Her şey mekanik. Başka türlü de olamaz
zaten. Cenaze bir paylaşım ve dayanışma vesilesi olmaktan çıkmış durumda.
Mezarlıklarda trafik sıkışıklıkları yaşanıyor. Ölüm sonrası ritüelleri bugünün
dünyasına uymuyor. Bu nedenle bir yüke dönüşüyor. Bugünkü sürdürülmeye
çalışılan biçimler ile gerçek yaşam ve ilişkiler arasındaki uçurum iyice
açılmış durumda.
Bugünkü yaşamın hızı ve anonimliği içinde, alel acele
kalkacak bir “cenaze töreni” yerine, daha uygun bir zamanda yapılabilecek
herkesin zamanını planlayabileceği ve gelebileceği; ölenin ve onun dostlarının anonimlikten
biraz olup kurtulabileceği ve ölen vesilesiyle birbirini görebileceği, tanıyabileceği;
resmi protokolden öte içten veda seremoni veya şölenleri daha anlamlı gibi
görünüyor. Zaman zaman böyle bir tarzın tohumlarına da rastlanmıyor da değil.
Özellikle cenazesini ve organlarını tıbba bağışlamış arkadaşların cenazelerinde
bu eğilimin filizleri görülüyor.
Aslında cenazeler son zamanlarda çoktandır göremediğimiz
arkadaşları görme vesileleri ve imkânları yaratıyor. Bu anlamda yeni bir işlev
edinmiş durumdalar.
Ama bugün cenazeye gidersem başka işler araya girer ve
yazamam diye korktuğum bir “vasiyet”i var Rasih Nuri İleri’nin. “Vasiyet”i
tırnak içinde yazıyorum. Çünkü böyle bir vasiyet bırakmadı aslında. Ama fiilen
bir vasiyet gibiydi şahit olduğum olay.
O olayı izleyen çok insan vardı. Ama sanırım onu unutmayan ve
unutturmak istemeyen; unutulmaktan kurtarmak isteyen galiba benden başkası yok.
Rasih Nuri’nin yaptığının benimle birlikte unutulmasına
gönlüm razı gelmiyor.
*
Rasih Nuri İleri’yi ilk kez Türk Solu’nun Bürosunda gördüğümü çok iyi hatırlıyorum. Nurosmaniye
Caddesi ile Cağaloğlu yokuşunun kesiştiği köşedeki binanın en üst katında İsmet
Demir’in Yapı İşçileri Sendikası (YİS) ve Deniz Gezmiş’in Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB); onun
altında da Türk Solu’nun çıktığı büro
vardı. Lübnan’da İsrail baskınında öldürülen Bora Gözenç olurdu orada en çok.
Zaman zaman bir şey almak, vermek, sormak, birini görmek vs. için yukarıdan
aşağıya, Türk Solu’nun bürosuna
indiğimiz olurdu.
Daha ilk görüşte dikkatimi çekmişti halinde, tavrındaki,
giyinişindeki asalet. Evet, bu “asalet” sözcüğünü kullanmak gerekiyor. Elbette
asalete inanmıyoruz. Ama bir süzülmüşlük, bir birikim, bir nezaket hemen
hissediliyordu. Sanki filmlerden çıkmış gelmiş bir “İngiliz Centilmeni”ydi.
Sonra büroda defalarca gördüm ve Rasih Nuri İleri olduğunu öğrendim. Ama hiç
konuşmadık. Bir Şevki Akşit, bir Mihri Belli, bir Hikmet Kıvılcımlı gibi de
değildi. Onlar bizdendi, bizim gibiydi. Rasih Nuri daha farklıydı.
Yanlış bir izlenim değilmiş meğer bu ilk izlenim.
Cemal Süreyya nefis bir portreler çalışması olan 99 Yüz’ünde, Rasih Nuri’yi birkaç fırça darbesiyle şöyle
anlatırken şöyle der:
“Sosyalist aristokrat
diye anılır.”
*
Aileden sosyalist denebilirdi. Her yıl Adana’daki
arazilerinden bir parçayı satarak yaşadığı söylenirdi. Anlaşılan biraz Engels
gibiydi, aileden servete konmuş. Ama bir Marks’ı yoktu. Belki vardı da
görememişti. Kimi eskiler Rasih Nuri’yi aşağılamak için rantiye olduğunu
söylerlerdi. Ben ise, keşke her rantiye böyle olsa diye düşünürdüm. Rantiye
olup da bu tarafta olmak çok rastlanan bir durum değildi. Çok önemliydi
kanımca. Bu ilk izlenimler ve düşünceler pek yanlış değilmiş.
Cemal Süreyya şunları yazmış:
“Hiç çalışmadan büyük
işler başarmıştır. Çalışmasına gerek de yoktur zaten. Çalışmaz. Ama hazıra
konduğu şeyleri onun kadar iyi değerlendiren insan da pek azdır.”
*
Henri Lefebvre ile onun Anadolu
Yayınları aracılığıyla tanışmıştım. Sonra ileriki yıllarda bu Lefebvre’i
okumuş olmamın bana neler kattığını daha iyi fark edecektim. Rasih Nuri’nin Anadolu Yayınları arasında böyle sıra
dışı kitaplar vardı. Tony Cliff’in Rosa
Luxemburg’u da yine o yayınevinden çıkmıştı. 1968’ler. Biri “Batı Marksizmi”nin önemli bir
teorisyeni, diğeri “Troçkist” bu iki
marksistin kitaplarını o zaman yayınlaması bile çok önemliydi. Bunun önemini o
zamanlar kavrayamazdım. Çünkü o zamanlar Stalin’den “Leninizm”i öğrendiğimiz
yıllardı ve on yıl sonra öğrendiklerimizin yanlış olduğunu öğrenecektik
pratiğin içinde kafalarımızı vura vura. Ama şimdi bunun ne kadar önemli
olduğunu daha iyi kavrıyorum.
*
“Arşiv delisi”
Cemal Süreyya
Kerim Sadi (A. Cerrahoğlu) gibi iyi bir “Arşivci” olduğu söylenirdi. “Arşivciler” genellemelerle, teorik
tartışmalarla pek ilgilenmezler genellikle. Ayrıntılar, olgulardır onların esas
ilgi alanları. Olgular da belgeleri varsa olgu olurlar.
“Arşivciler”, bir takım
belgeler yayınlarlar ya da belgelere dayanan kitaplar. Konuya yakın olmayanlar
o belgelerin niye yayınlandığını; aslında kime ya da hangi tartışmaya bir
gönderme olduğunu bilemezler. “Arşivciler”
de o belgenin neye, hangi olaya veya tartışmaya gönderme olduğundan da pek söz
de etmezler. Okura bırakırlar. Ama okurların öyle ayrıntılarla ilgilenecek
zamanları yoktur.
Örneğin Kerim Sadi “Katkı”
diye bir dergi çıkarırdı. Dergide hep alıntılar olurdu Kerim Sadi’nin kısa
notlarıyla. Sanki o günün olaylarıyla ilgisiz gibi gelirdi bizlere. Derginin
sayfaları, bir antikacı dükkânında dolaşıyor hissi uyandırırdı.
Ama daha sonra yayınladığı her belgenin o sıralar tartışılan
bir konuyla ilgili olduğu görülürdü. Örneğin 1929 tevkifatının mahkemesinin
gerekçeli kararını koyardı. Kim okur mahkeme karının ve ta 1929’ların kararını.
Okusa bile dilini anlamaz. Ama bu belge, o zamanın (70’lerin) TKP’lilerine İ.
Bilen’in durumunu göstermeye yönelik olurdu.
Bunları kimse okumaz, okusa da anlamazdı. Ama onlar arşivci
idi. Yayınlarlar ve belgesini koymuş olurlardı. İlerde araştırmacılar er veya
geç o belgeyle ve o belgenin o tartışmalar bağlamında orada yayınlandığıyla
karşılaşacaklardı.
Yani arşivciler sadece belge toplamazlar; her eylemleriyle
bir belge de bırakırlar kendilerinden sonra gelecek arşivcilere. Bu nedenle,
“arşivciler”in yayınladığı bütün kitaplar ya da dergiler, hem belge
derlemesidirler hem de yayınlanmışlıklarıyla, bir duruşun, bir politik tavrın
bir belgesidirler. Onların hayatını biraz da bu açıdan incelemek sanırım daha
doğru olacaktır.
Rasih Nuri’nin hayatına da böyle bakmalı. Örneğin 68’lerde “Rosa Luxemburg”u yayınlamış. O zamanın
tartışmalarını bilenler hatırlarlar. Aybar “Prohudon okuyun, Rosa Luxemburg
okuyun” diyordu. Buna karşılık MDD cenahındaki bizler, bunların tavsiye
edilmesini bir sapma olarak görüyorduk. Aslında her şey bir yanlışlıklar komedisiydi.
Tartışma Çekoslovakya İşgali üzerine alınacak tavırlarla ilgiliydi. Aybar böyle
diyerek Sovyetlere karşı çıkıyor ve Rosa ile zerrece yakınlığı olmayan ulusal
bir sosyalizmi savunmuş oluyordu. Buna karşılık MDD’yi savunanlar da
Sovyetler’in hataları ne olursa olsun, eleştiriler aile içinde kalmak şartıyla
Sovyetler’i savunmak gerektiği üzerine vurgu yapıyorlardı. Ama bu polemik örneğin
Rosa’yı okumak veya okumamak üzerinden yürüyordu. Örneğin bizler Rosa’ya,
sadece Aybar önerdiği için, bir tür revizyonist, oportünist, troçkist muamelesi
yapıyor ve okumuyorduk. (Ve bu bizim Rosa ile tanışmamızı on yıl geciktirecekti.
Aybar Rosa tavsiye ederek Rosa’ya kötülük yapmıştı, bize de. Çünkü sırf Aybar
tavsiye ettiği için Rosa’yı okumuyorduk.). Ama Aybar da, Rosa’nın politik ve
teorik görüşlerini bildiğinden veya savunduğundan değil, resmi Sovyet
doktrininde Rosa’nın yeri olmadığı için onu okumayı öneriyordu. Yoksa Rosa’nın
teorik ve politik görüşlerini ve stratejisini hiç birimiz bilmiyorduk.
Rasih Nuri, Rosa hakkında o kitabı yayınlayarak belli ki,
Rosa hakkında onu tavsiye eden Aybar’ın da, ona olumsuz bakan bizlerin de
yanlış bildiğimizi, belgelerin başka bir Rosa gösterdiğini söylemek ister
gibiydi. Ama bunu kendi “arşivci” diliyle yapıyordu. Rosa hakkında bir
biyografi yayınlıyor, yani bir belge sunuyordu. Gerisi okurların anlayışına
kalmıştı.
*
“Milli demokratik devrimci”
Rasih Nuri, 1968-1979 arasında Aybar’a, Aren’e, Boran’a düşmandı. 80 öncesinde
Barancı. Şimdi de Mihri’ye iyice karşı. Rasih Nuri’nin beğenisi yüksek. Ancak
ona kısa süreler içinde sık sık yer değiştirtiyor. Ve beğenisini ideoloji
sanıyor”
Cemal Süreyya
Yıllar sonra 2001 yılında Almanya’da bir Kıvılcımlı
Sempozyumu’nda karşılaştık Rasih Nuri ile ve tanıştık. Miri Belli, Sevim Belli,
Vedat Türkali ve Mete Tuncay da gelmişlerdi. Bizim kuşaktan şimdi aramızda
olmayan Şirin Cemgil, Nail Satlıgan, Servet Ziya Çoraklı gibi arkadaşlar da
vardı.
İlk gün ilk sözü almış ve Şefik Hüsnü Değmer’in Üçüncü
Enternasyonal’e Hikmet Kıvılcımlı hakkında yazdığı övgü dolu mektubu okumuş ve
belgesini sunmuştu. (http://www.youtube.com/watch?v=F9T3T1QOl14 )
Aslında gündem dışı bir konuşmaydı. Ama toplantının
moderatörlüğünü yapan Suat Bozkuş, bir daha böyle bir bileşimin ve olanağın hiç
olmayabileceğini de görerek, çok yerinde bir davranışla ve ince bir sezişle,
ona sözü vermiş ve sonra da Sempozyum süresince söz aldıklarında “Eski
Tüfekler”in konuşmalarına en küçük bir müdahalede bulunmamıştı. Bütün bu
konuşma ve tartışmaları da Enis Rıza videoya kaydetmişti.
(Bu vesileyle Enis Rıza’ya bir serzenişte bulunalım. Elinde
neredeyse her önemli toplantının veya olayın videoları, filmleri var. Bunları
bir an önce, o ham şekilleriyle olsun İnternete koyması ve herkesin kullanımına
açması yerinde olur. Herkes izlesin, isteyen onları ham madde olarak kullanıp
kendi projesini gerçekleştirsin. Keşke Rasih Nuri’nin arşivi de tümüyle
dijitalize edilmiş ve herkesin görmesine ve kullanımına açılmış olsaydı.)
Sanırım bu toplantıya gelmesi ve o mektubu okuması onun
kendi açısından Kıvılcımlı’ya karşı tutumunda belli bir düzeltme anlamına da
geliyordu. Çünkü bildiğim kadarıyla 60’larda Kıvılcımlı’ya epey uzak bir
konumdaydı. Belgeler sunmak onun teorik ve politik konumunu açıklamasının
araçlarıydı.
Türkiye İşçi Partisinde
Oportünist Merkeziyetçilik ve Mihri
Belli Olayı gibi kitapları hemen sadece belgedirler. Örneğin Mihri Belli Olayı kitabının Önsöz’üne şu cümlelerle başlar:
“Bu kitabımda - çok
küçük ayrıntılar dışında Mahkeme zabıtları ve dosyaları sunacağım. Oysa şimdiye
kadar yazdığım birçok yazı ve kitapta mahkeme tutanaklarının tarihçi için emin
bir kaynak olmadığını belirtmiştim.”
Ama bu kitaplar, aynı zamanda kendi hayatının bir döneminin
de zımni bir değerlendirmesi gibidirler.
Bu bakımdan Kıvılcımlı ile ilgili bir belgeyi okuması ve
ondan sonraki dönemlerde Kıvılcımlı’dan hep olumlu vurgularla söz etmesi böyle
bir anlama sahipti. Kıvılcımlı ile hiç politik olarak beraber olmamıştı.
Kıvılcımlı’nın teorik çalışmaları onun için önemli değildi. Ama şimdi
Kıvılcımlı ile o belgeyi okuyarak, bir bakıma bir düzeltme yapıyor gibiydi.
Kıvılcımlı’ya ilişkin tavrını daha sonra da sürdürdüğü
görülüyor. Örneğin kendisiyle söyleşiye gelen gence şunları söylüyor:
“İşkencelerde direndi,
22 yıl hapis yattı, asla taviz vermedi Doktor Hikmet. 1925’ten itibaren hapiste
olduğu bazı yıllar dahil TKP’nin MK üyesidir. 1951 Tevkifatı ve 1953 davasından
sonra Türkiye’deki komünist bayrağı kurduğu Vatan Partisi’yle en kötü şartlarda
en olumsuz şartlarda yükseltmiştir. TKP’nin yayınlanmış en çok eser, çeviri ve
broşürü olan yöneticilerinden birisidir.”
(Şenol Çarık Rasih
Nuri İleri’yi Yazdı, http://www.odatv.com/n.php?n=deniz-gezmis-yasasa-ertugrul-kurkcu-olmazdi-0712141200)
Dikkat edilirse Kıvılcımlı’nın kitaplarının niceliği var ama
teorik içeriği ve tezleri konusunda en küçük bir gönderme yok.
*
Toplantıda ilgimi çeken bir nokta daha vardı. Eskilerin
hepsinin zihni sapasağlamdı. Ama en sağlamları da Rasih Nuri İleri idi kanımca.
Sadece zihni hala canlılığını korumuyor aynı zamanda belli
bir değişim içinde olduğu da seziliyordu. Bizzat o sunduğu belge ve sonra
toplantı boyunca yaptığı müdahaleler bunun gösteriyordu. Cemal Süreyya
yazdığında “Mihri’ye iyice karşı”
imiş. Ama o toplantıda Kıvılcımlı gibi Mihri’ye de tekrar daha olumlu yaklaştığı
seziliyordu.
Tabii teorik sorunlara büyük bir ilgisi yoktu. O daha ziyade
küçük ayrıntıların oradan çıkarılan sonuçların insanıydı.
Yine Cemal Süreyya’nın şöyle yazıyor:
“Türk solunun
sofistike adamı. İnce polemikler yaratığı. Polemik onda parçalı bilginin
zırhıdır. Ve şehvet duygusunun uzantısı”
*
Cemal Süreyya “Bir
devrim bildirisi yayımlansa, Rasih Nuri için devrim değil, o bildirinin bir an
önce arşive kaldırılıp saklanması önemlidir.”diye yazmış.
Kıvılcımlı Sempozyumu’ndan önce Amsterdam’da arşivin bulunduğu
yere gitmiş, Kıvılcımlı’nın resimlerini taramış ve onları bir yazıcıyla biraz
büyükçe boyutlarda basmış ve toplantı salonunda Kıvılcımlı’nın resimlerinden
oluşan küçük bir sergi de açmıştık. Bizler için o resimlerdekilerin çoğu
bilinmezdi Ama o teker teker kimin kim olduğunu söylemişti.
Toplantı sonunda da o resimleri kendi arşivi için istemişti
ve vermiştik.
*
Bu girizgâhtan sonra gelelim esas bu yazının konusuna ve
“vasiyet”ine. Belge adamının belge bırakamadığı bir olay söz konusu çünkü.
Aradan yıllar geçti. Türkiye’ye gidebilir hale geldim.
Birgün, 68’liler Vakfı’nın yanlış hatırlamıyorsam Rasih Nuri’nin 90. yaşı
vesilesiyle bir toplantı yapılacağına dair bir haber gördüm. Gideyim bir
göreyim. Eğer uygun bir vesile olur, konuşma fırsatı olur ve hatırlarsa bir merhaba
der, dünya gözüyle görmüş olurum diye düşündüm. Toplantının tam yerini ve adını
hatırlamıyorum şimdi. Galiba Cankurtaran’da bir oteldeydi.
Toplantıya gittim. Hemen herkes ulusalcıydı ve pek bir
tanıdığım ve beni tanıyan yoktu. Ama tek tük tanıyanlar da zaten oradaki
varlığımdan rahatsız olmuşlar, pek dostça olmayan bakışlarla uzaktan
süzüyorlardı. Ortamı böyle görünce önce çıkıp gitmeyi düşündüm ama bakalım bu
ulusalcılar ne yapacaklar; nasıl insanlar, biraz doğrudan gözlem yapayım diye
sabredip sırtıma saplanan bakışlar eşliğinde ısrarla toplantıyı bir kenardan
izlemeye başladım.
Bu gibi toplantılarda oluğu gibi, bir sürü protokol
konuşması yapıldı.
Sonra doksanıncı yaşı kutlanan Rasih Nuri İleri’ye söz
verildi.
İşte orada Rasih Nuri, oradakilerin hiçbirinin hoşuna
gitmeyen tam anlamıyla sürpriz ve şok edici bir konuşma yaptı. Tabii yine
belgelerden söz ederek ve onlara dayanarak.
Belli ki bu konuşmayı işice düşünmüş ve tam da 90’ıncı yaş
gününde kendisinin ulaştığı bu sonucu ifade etmek ve böylece önemini vurgulamak
istemişti. Tabii yine arşivcilere has üslupla. Belgelerden söz ederek. Ulaştığı
sonucu açıklamak ve bunu belgelemek için 90’ıncı yaş gününü seçtiği
anlaşılıyordu.
Dedikleri özetle birkaç noktada yoğunlaşıyordu:
İlk dediği: Sovyetlerin çöküşünden sonra arşivler açılmış ve
bunların incelemesinden, Sovyetlerin 1920’lerin ortalarında bir karşı devrim
yaşadığı sonucu çıktığıydı.
Bu tamı tamına Troçki’nin görüşüydü.
Ancak Troçki için Sovyetlerin uğradığı karşı devrimi
Marksist metot ile açıklanması gereken bir sorun iken ve o bunu yine Marks’ın hukuk
hiçbir zaman ekonomi temelinden üstün olamaz; yoksulluk temelinde sosyalizm
kurulamaz, kurulmaya kalkışılırsa bütün pislikler geri döner şeklindeki
önermesinin bir gerçekleşmesi olarak görür ve bu önermeler yardımıyla
açıklıyordu. Bunu da iç savaş, köylü ülkesi oluş, açlık, var olan sanayi ve
işçi sınıfının bile yok olması; bunun yarattığı bürokratikleşme ve nihayet
Batı’da devrimin olmaması ve yardıma gelememesi gibi olayların sonucu olarak
açıklıyordu.
Buna karşılık Rasih Nuri bütün bunları bilmekle birlikte,
olgular ortadayken ve bunlara dayanarak bu teorik çıkarsamayı yapmak mümkünken,
o bu sonucu Sovyetlerin yıkılması; arşivlerin açılması ve belgelerin ortaya
çıkışı ve gösterdiği ile ulaşıyordu. Belgelerin bir karşı devrim olduğunu
göstermesi üzerinden bir politik duruşunu belirliyordu.
Böylece kendince çok önemli bir özeleştiri; teorik ve politik
duruşunda bir değişim gerçekleştirmiş ve bunu ifade etmiş oluyordu.
Bunun için de doksanıncı doğum günün seçmişti belli ki.
Bu söylediğinin önemini eski komünistleri tanımayanlar
bilmez. Onlar için Sovyetler ve onun savunusu tartışılmaz bir görevdi yıllarca.
Şimdi, neredeyse bütün hayatının temeli olmuş bu konuda bir karşı devrimin
olduğundan söz ediyor ve neredeyse Troçki’nin dediklerini kelimesi kelimesine
tekrarlıyordu.
Buna bağlı olarak ikinci çıkarsaması da yine kelimesi
kelimesine Troçki’nin dediklerinin bir tekrarı sayılabilirdi. Önermesi: Sovyetlerin
komünist partileri dış politikasının ve diplomasisinin araçları olarak kabul
etmesi, kullanması ve kendi ihtiyaçlarına uyun stratejileri onlara dikte
ettirmesiydi.
Buna bağlı olarak çıkardığı, yine belgelere dayanan, üçüncü
bir sonuç daha vardı. (Ki kanımca bu da doğruydu ve birçok yazımda değindiğim
bir konuydu.) TKP’nin üye ve yöneticilerinin sanılanın aksine bunlara mümkün
olduğunca direndiğini, Sovyetlerin dayattığından nispeten daha sol politikaları
savunduklarını vurguluyordu.
Söylediği bu sonuç da çok önemliydi. Çünkü çoğu zaman
özellikle Maocu kökenliler, 60 öncesi TKP’yi revizyonistlikle veya Kemalizm’le
suçlarlar ama aynı dönemdeki Sovyet politikalarını ve Stalin’i savunurlar. Hâlbuki
TKP o dönemde Üçüncü Enternasyonal adlı dünya partisinin bir seksiyonuydu. Yani
onun politikaların belirleyen Üçüncü Enternasyonal’di, daha doğrusu
Sovyetlerdi. O TKP’de mahkûm edilen politikalar Sovyetlerin dikte ettiği
politikalardı. TKP’yi ve çizgisini mahkûm edip aynı dönemde Stalin ve Sovyetleri
savunmak aşılmaz bir çelişki olarak ortada duruyordu.
Aksine TKP’nin bu politikalara belli ölçüde direndiği bile
söylenebilirdi. Örneğin Sovyetler TKP’nin dağıtılması kararı almış ama TKP
yöneticileri buna ihtimal vermemiş; provokasyon olarak görmüş ve sonra da öyle
olmadığını görünce bu kararı biraz olsun revize etmek için uğraşmışlardı. Rasih
Nuri bu noktaya, bu haksız yargıya ve çelişkiye vurgu yapıyordu.
Özetle Rasih Nuri çok önemli bir özeleştiri yapmıştı aslında
o konuşmasında ve fiilen Troçki’nin görüşlerinin doğru olduğunu ve haklı
çıktığını söylemiş oluyordu. O konuşmayı doksanıncı doğum gününde yaparak
kendisinin teorik çıkarsamalara değil, Sovyetlerin yıkılması, arşivlerin
açılması ile belgelere dayanan bu görüş değişikliğini belgelemiş oluyordu.
Belli ki Doksanıncı yaş gününü kendisi için son derece
önemli bu özeleştiri ve görüşlerindeki değişimi ifade etmek için değerlendirmek
istemişti.
Ama bunu yanlış zamanda ve yanlış yerde yapıyordu.
Oradakilerin bir kısmı bunun ne demek olduğunu anlayacak
durumda ve Marksizmle ilgisi olmayan günlük politika ile meşgul kişilerdi.
Anlayanlar ise bu konuşmadan rahatsız olmuşlar, ama bunu
belli etmeyerek, tekrar bürokratik seremoniye dönerek bu tatsız olayı unutmaya
ve unutturmaya, olmamış gibi davranmaya çalışmışlar, topu taca atmışlardı.
İşte burada bu yazıyı yazarak, belgeliyorum ki, Rasih Nuri
doksanıncı yaş gününde Troçki’nin görüşlerini neredeyse kelimesi kelimesine
tekrarlamış; bir özeleştiri yapmış ve bunu arşivlerin açılmasına ve belgelerin
açıklanmasına dayandırmıştır.
Bu nedenle “vasiyet” diyorum.
*
Bu satırları yazdım ve acaba hafızam beni yanıltmış olamaz
mı, o toplantıyla ve Rasih Nuri’nin söyledikleriyle ilgili bir belge var mı
diyerek tekrar arama motorlarına baktım.
Bu toplantıyla ilgili çok az şey var ve orada Rasih Nuri’nin
verdiği mesajla ilgili en küçük bir bilgi yoktu. Sadece bir gazeteci
toplantıyla ilgili yazı yazacağına yazıyordu ama söz verdiği yazı yoktu.
Bu yokluk rastlantısal değil kanımca. Rasih Nuri’nin o
konuşması ve özeleştirisi oradakilerce unutulmak istenen bir konuşmaydı. Bu
nedenle belli ki dergilerinde falan pek söz etmemişlerdi. Bu nedenle arama
motorlarına bir şey takılmıyordu. Rasih Nuri’nin o çok önem verdiği konuşması
olmamışa dönmüştü.
Bu olmamışa dönmüş konuşmanın varlığını bu yazıyla belgelemek
bu nedenle bir “vasiyet”i yerine getirmek olmaktadır.
*
Konuşmanın belgesi yok, ama onun böyle bir değişim
geçirdiğinin kimi ipuçları ve kanıtları gören göz için yine de var.
Eski TİKKO’lu artik Doğu Perincek’le beraber olan Aslan
Kılıç, ulusalcı çizgisine Rasih Nuri’den destek almaya çalışıyor. Ama Rasih
Nuri vermiyor ve direniyor. Direnişi Lenin ve Stalin’in çizgilerinin
farklılığına ve zıtlığına dayanıyor. Bu Troçki’nin de yaklaşımıdır.
Örneğin Aslan Kılıç ile arasında şu konuşma geçiyor:
“Arslan Kılıç: Peki
bir ülkedeki işçi ve emekçi sınıfları kimin temsil edeceğine Komintern’in karar
vermesi isabetli olmuş mudur?
Rasih Nuri İleri: İyi
mi olmuştur kötü mü? Öyle olmuştur… Koca
bir Lenin o yoldan gitmiştir. Stalin o yolu değiştirmiştir.
-Arslan Kılıç: Lenin
ve Stalin’in uygulaması olarak benimsemeyi bir yana bırakıp sizin 80 yıllık
tecrübenize dayanarak sorsak: Komintern’in ve onun üzerinden Sovyet partisinin
şubesi olmak doğru mu olmuştur, yanlış mı?” (http://senolcarik.wordpress.com/2013/10/02/rasih-nuri-ileriyle-soylesi/)
Arslan Kılıç, suçu ya da yanlışı Komüntern’in izlediği politikalarda
ve bunların yanlışlığının nedenlerinde (Sovyetlerdeki karşı devrim ve bu karşı
devrimi yaratan koşullar) arayacak yerde, tipik milliyetçi bir kafayla, kategorik
olarak bir dünya partisinin seksiyonu olmayı yanlış gören bir çizgiden
tartışmak istiyor konuyu. Ama Rasih Nuri bunu kabul etmiyor. Ve alıntıda
görüldüğü gibi iki farklı politik çizgiyi birbirinden ayırıyor.
Bu Aslan Kılıç’ın bu yaklaşımı çok yaygındır. Örneğin
Dev-Yol gibi hareketler de yanlışlığı dünya çapında izlenen politika ve onun
yanlışlığı ve nedenlerinde değil; kategorik olarak dünya çapında bir örgüt olmasında;
mücadelenin buna tabi olarak tanımlanmasında görürler. Budur tamı tamına
milliyetçilik. Tam da bu kanallardan Türkiye’nin sosyalistlerinin ezici
çoğunluğu, ister Türk, ister Kürt olsun, birer ulusalcıya dönüşmüşlerdir.
Hâlbuki Marks’tan beri sosyalizmin özündeki temel düşünce
ulusların tıptı özel mülkiyet gibi üretici güçlerin gelişmesinin ortaya çıkardığı
üretim ve ekonomi ilişkileriyle çelişki içinde bulunmasıdır. Enternasyonalizmin
maddi temeli bu olmuştur. Enternasyonalizm bir uluslar arası dayanışma değil; dünya
devrimine azami katkı sorunudur. Azami katkı için gereğinde “kendi” ülkeni
feda etme sorunudur.
Rasih Nuri bu noktada bir “ulusalcı” değildir. Tipik bir
“enternasyonalist” sosyalisttir.
*
Peki, o ulusalcıların arasında ne arıyordu?
Burada Ekim Devrimi sonrası bütün komünistlerin trajedisi
gizlidir. Onlar öznel olarak hümanist, demokrat ve uluslara, özellikle de kendi
uluslarına karşıydılar ama politik olarak ve nesnel olarak ulusalcı ve sağ
politikalar izliyorlar ve savunuyorlardı. Çünkü Enternasyonal denen dünya
Partisi, onlara birer ulusalcı olmayı dayatıyordu. Çünkü politika, strateji
dünya devriminin değil, Sovyetlerin dış politikasının ihtiyaçlarına göre
belirleniyordu; dolayısıyla da tek tek ulusal partilerin politikaları.
Tabii politikada öznel niyetler değil nesnel politik tavırlar
önemlidir ve bir süre sonra sizin bu nesnel tavırlarına göre insanlar sizin
saflarınızı doldurmaya başlarlar. Yani artık sizler öznel niyet ve
kaygılarınızın ötesinde nesnel olarak birer ulusalcı olduğunuz için ulusalcılar
sizin saflarınıza geleceklerdir. Bugün bütün dünyada Komünistlerin bu kadar
kolayca ulusalcılara dönüşmesi bundandır.
Ancak uzunca bir dönem, komünistler bu çelişkiyi içlerinde taşımışlardır.
Özellikle eski kuşaklar.
Anlaşılmayan trajedi şudur: Onlar bir bakıma kendi
uluslarına karşı oldukları için ulusalcı oluyorlardı.
Yani Dünya devrimine azami katkı için; buna bağlı olarak da
Sovyetleri savunmak yani kendi uluslarına karşı savaşmak istiyorlar; ama Sovyetler
onlara ulusalcı bir çizgi izlemelerini söylüyor veya dayatıyordu. Onlar da Sovyetleri
savunmak ve dünya devrimine azami katkı yapmak böyle daha iyi olur deyip birer
ulusalcı gibi davranıyorlardı. Trajedi buydu.
Başlangıçta bu “gibi davranmak” iken, sonunda öyle olmayla
sonuçlanıyordu.
İşte Aslan Kılıç o geleneği unutmuş ulusalcı sonuç; Rasih
Nuri o çelişkiyi içinde taşıyan, kendi ulusu diye derdi olmayan ama tam da
bunun sonucu olarak ulusalcı olan bir eski kuşak sosyalist idi.
Bu durum onu bugünkü ulusalcılarla bir araya getiriyordu ama
onun gerekçeleri çok farklıydı.
Yanlış yerde ve yanlış zamanda bulunuyordu. Bu
enternasyonalist olduğu için ulusalcı olanların varlık koşulu, aslında çok
önce, Enternasyonal’in lağvıyla, hadi o olmadı diyelim, Komünform’un lağvıyla;
hadi o olmadı diyelim, Sovyetlerin çöküşü, hatta daha önceki çürüme yıllarında
çoktan bitmişti. Yaşayan bir fosil durumuna düşmüşlerdi.
Şimdi gerçek ulusalcıların zamanıydı.
Eskilerden kalanlar ise hala eski refleksleriyle
davrandıkları için ulusalcıların yanına düşüyorlardı.
Bu nedenle Rasih Nuri yazınca Google’de Ulusal kanal, TKP,
Oda TV çıkıyor.
Ama artık arayanlar bu yazıya da rastlayacak.
Rasih Nuri konumundaki değişimi belgelemek istemiş ve bunun
için doksanıncı doğum gününü seçmişti. Ama belgeleyememişti.
Bu yazıyla belgelenmiş oluyor.
09 Aralık 2014 Salı
Demir Küçükaydın
Sözü Cemal Süreyya’ya verelim. 99 Yüz’ünden Rasih Nuri İleri portresi
Rasih Nuri İleri
Dilekçe davasında, suç
konusu kendisine açıklanan sanık şöyle diyor: “Çok hafif buldum.” Sonra da, o
ara duralamış olan zabıt kâtibine dönüyor: “Niçin yazmıyorsunuz?”
Yukarıdaki olay gerçek
midir, bilmiyorum. Bir dostundan dinledim. Ama hayatına, gösterdiği
etkinliklere, yaptığına bakınca, Rasih Nuri İleri’yi çok iyi açıkladığı kanısı
uyanıyor kişide.
Türk solunun sofistike
adamı. İnce polemikler yaratığı. Polemik onda parçalı bilginin zırhıdır. Ve
şehvet duygusunun uzantısı.
1920’de Cenevre’de
doğdu. Şakir Paşa ve Abidin Paşa gibi iki soylu ailenin son dev çocuğu. Ana ve
baba soyundan birkaç yakınının adlarını karışık olarak yazalım: Fahrelnisa Zeyd,
Nejat Devrim, Abidin Dino, Halikarnas Balıkçısı, Füreya, Aliye Berger, Şirin
Devrim... Rasih Nuri bir süre İÜ Fen Fakültesi’ne devam etmiş. Adana Sendikalar
Birliği’ni kurmuş. Dr. Şefik Hüsnü’nün “emri” üzerine Yeni Dünya ve Gün
dergilerinde çalışmış. Demokrat Parti döneminde kendisine siyaset ve yazı
alanlarında görünme olanağı tanınmadığı için imalat ve ticaret işlerinde
çalışmış. (Serigraf zanaatının ülkemizde iki kurucusundan biri. Öbür kurucu,
Fuat İzer.) 1962’de TİP’e girmiş. Gültepe olaylarında burun kemiği kırılmış.
Genel Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmiş. Emekçi dergisini çıkarmış. Bu dergide
Yön’e karşı savaşmış. 1967’de, Malatya Kongresi’nden sonra partiden atılmış.
Demokratik Devrim Derneği’nin kurucusu ve yöneticisi (1968). Devrimci İşçi Birliği
Genel Sekreteri (1970). Daha sonra, 1973’te, Haziran Hareketi gizli örgütü
yöneticisi olarak tutuklanmış; 17 ay sonra aklanmış. Şimdi? Şimdi aşağıda da
belirtileceği gibi, “tarihçi”. 15 kitap yayımlamış.
Sosyalist aristokrat
diye anılır.
Türkiye gerçeklerine
bir antikacı gözüyle bakar. İnsansız bir sosyalizm düşüncesi içinde
devindiğinin kendisi de farkında değildir. Hiç çalışmadan büyük işler
başarmıştır. Çalışmasına gerek de yoktur zaten. Çalışmaz. Ama hazıra konduğu
şeyleri onun kadar iyi değerlendiren insan da pek azdır. Fransızcada üstüne
yokmuş.
Elli yıldır her şeye,
her an hazır.
Evi müze gibidir.
Mektuplar, giyim eşyası, kemerler, tavanlara yükselen ender kitap kuleleri,
tencereler, fincanlar. Kapital’in, sözgelimi 10 ayrı baskısı. Divanı Muhasebat’ın
çok eski bir mührü bile onun koruması altındadır. Bedri Rahmi’nin mektupları
bile. Neyi koruyor? Bilinçaltındaki imparatorluk dönemi zenginliğini mi? Onda
da ailesinin başka bazı üyeleri gibi Atatürk’e karşı oluşun altında da aynı iti
mi var yoksa? İşinin adını da değiştirmiş son yıllarda. “Tarihçiyim” diyor
soranlara. Sormayanlara da öyle diyor.
Büyük aile. Süzme,
çılgın, güçlü, uç kişiler. İkinci sınıf adam çıkmaz bu aileden; çıkarsa,
alkolik çıkar. Ona da vakit var daha.
Füreya’nın evinde koca
bir taht olduğu söylenir. Sabahattin Ali, “tarihçi”nin teyzesi* Leyla Hanım’ın
evinde saklanmıştı. Ne olursa olsun, en değerli bireyleri çıkarmış bir aile
karşısındayız. Rasih Nuri onların birbirine benzemeyen, ayrı ayrı sivrilmiş
yanlarının ortak ürünü gibi görünüyor. Bu kadar özelliğin bir kişide iç içe
geçmiş olması çok dayanıklı bir biçim öğesinin varlığını zorunlu kılar.
Çelişkinin tutarlılığını kurma durumunda kalan Rasih Nuri’de içerik her yönden
siliktir. Buna karşılık usul, yol yöntem konusunda çok sağlam bir görgü,
parçalı bilgiye parıltı kazandırır. Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki ünlü
karakter gibi, o da “inandığına inanmadığı gibi, inanmadığına da
inanmamaktadır.”
Arşiv delisi.
Bir devrim bildirisi
yayımlansa, Rasih Nuri için devrim değil, o bildirinin bir an önce arşive
kaldırılıp saklanması önemlidir.
Tapucu olamadığı için
arşivci. Sattığı toprakların bir elden çıkarma işlemi olmadığını kim ileri
sürebilir ki! Çelişkide tutarlılık arayan genç adam tutarlılığı çelişkiye
atmaktan hiçbir zaman çekinmedi. Sanırım, yedek subay okulundan sonra 141’den
yargılanarak çavuş çıkartılmasını kendisine verilmiş büyük bir ödül olarak
düşünmüştür. İnandırıcılık kazanması yönünden.
“Milli demokratik
devrimci” Rasih Nuri, 1968-1979 arasında Aybar’a, Aren’e, Boran’a düşmandı. 80
öncesinde Barancı. Şimdi de Mihri’ye iyice karşı. Rasih Nuri’nin beğenisi
yüksek. Ancak ona kısa süreler içinde sık sık yer değiştirtiyor. Ve beğenisini
ideoloji sanıyor.
Naif komplocu.
Malaparte’nin Hükümet
Devirme Tekniği adlı yapıtında Troçki’den söz edip, ondan söz etmemesi büyük
bir eksikliktir. Çünkü Rasih Nuri gençliğinde Havagazı Şirketi’nde çalışırken
kentin gaz dolaşım sistemini devrim adına felce uğratmak için bir aygıt kolunu
aşağı çekmiştir; şanssızlık sonucu yakalanmış ve ağır biçimde cezalandırılmış
(yani şirketten kovulmuş).
TİP’te ilk resim
sergisinin açılmasını gerçekleştirmek gibi bir başarısı daha var.
24 Nisan 1988
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder