İlk iki yazıda ( “Türkiye’de
Sosyalist Hareketin Tarihini Yazacaklar İçin Tezler” ve “Sosyalistler
ve “Sosyalist Hareketin Tarihinin Metodolojisi”) ağırlıkla bu tarihi
ele almanın metodolojik sorunları üzerinde durulmuştu. Bu yazıyla birlikte
Metodolojik sorunlardan bizzat o tarihe ve o tarihe ilişkin tanıklıklara doğru
geçiyoruz. Bu yazıda hem metedoloji, hem tarih, hem de tanıklıklar var.
1960 sonrasındaki tarihi neredeyse bire bir
yaşadık da sayılır. Bu nedenle yazdıklarımız ilerde bu tarihi ele alacaklar
için bir belge anlamına da sahiptir.
Aşağıdaki yazıyı 1980’lerin başında Niğde hapishanesinde
Kıvılcımlı’nın bir eleştirisine önsöz olarak yazmaya başlamıştık. Ancak cezaevindeki sürgünler nedeniyle devam edememiştik.
Bu nedenle yarım kalmış bir yazıydı.
Ama yazının yazıldığı tarih ile
bugün arasında otuz yılı aşkın zaman geçmiş. Sosyalist harekein tarihi üzerine
bu yazı bizzat o tarihe ait bir belge olmuş. Bunca zaman geçince aynı zamanda tezlerinin
doğruluğunun bir kanıtı haline de dönüşmüş bir belge.
Öte yandan bu belgenin de bir
tarihi oluşmuş bu arada. Bu yazının tarihi de o tarihin bir parçası olmuş.
Bu nedenle yazıyı ve yazının tarihine
ilişkin yazılanları da olduğu gibi aktarıyoruz.
23 Aralık 2014 Salı
Kıvılcımlı’nın Eleştirisine Önsöz
12 Eylül darbesinden sonra, Niğde Cezaevi'nde Dr. Hikmet
Kıvılcımlı'nın bir eleştirisini hazırlamaya başlamıştık. Eleştiri kafamızda
hazırdı ve bu eleştirinin çekirdeğindeki temel fikirleri içeren çok kısa bir
versiyonunu Almanya'da çıkan Yol
dergisinde yayınlanmak üzere bir üçüncü şahsın ağzındanmış gibi kaleme
almıştım. (Bu metne şimdi şu adresten ulaşılabilir[1]:
http://www.comlink.de/demir/yazilar/kivilcim/yol.htm)
Bu arada bu geniş kapsamlı eleştiri için bir de Önsöz kaleme almaya başlamıştım. Bu Önsöz’ü de bütün diğer yazılar gibi,
doğrudan doğruya tükenmez kalemle ve küçücük harflerle kağıt mendillere yazıyor
ve ceketlerin omuz bölgelerine dikerek dışarıya çıkarıyorduk. Bu Önsöz'ün de ilk yazılan kısımlarını bu
yöntemle dışarıya çıkarmıştık.
Ne var ki, bu Önsöz’e
devam etmek mümkün olmadı. Bir süre sonra Topluca Malatya Özel E Tipi Cezaevi’ne naklolduk. Her şeyimize el koyuldu.
Sürekli terör altında “Müşahade
hücreleri”nde aylar geçmeye başladı. Yazma olanağı fizik olarak yok
olmuştu.
Dışarıya çıktıktan sonra ise, olaylar başka sorunları öne
çıkardığından konuya bir daha dönmek ve kafamızdakileri yazıya dökmek mümkün
olmadı.
Yıllar sonra, Cezaevinden gizlice çıkardığımız kağıt mendile
yazılmış bu Önsözü bulduk. O dönemde, fotokopi ile çoğaltıp bir kaç tanıdığımıza
vermiştik.
Simdi bu Önsöz'ün yazılmış bölümünü elimizde kalan son fotokopi
nüshasından dijitalize ediyoruz. Bu yazıyı dijitalize ettikçe kısım kısım
yollayacağız. İlgi uyandıracağını sanıyoruz.
Bu Önsöz'ü muhtemelen 1981-82 yılları içinde yazmış olmalıyım. Bu
bakımdan tarihsel bir belge özelliği de taşıyor. Türkiye sosyalist ve devrimci
hareketinin tarihi üzerine yine artık o tarihin bir parçası olmuş bir belge.
Bugünün sorunlarıyla ilgisiz olduğu anlamına gelmiyor bu tabii.
İlginç bulunacağını sanıyorum.
Demir Küçükaydın
26 Ocak 2001 Cuma
Bu kitapta yer alan Kıvılcımlı'nın
eleştirisi aynı zamanda bir özeleştiridir
de. Özeleştiridir, çünkü bu satırların yazarı 1970-80 arasında, tam on yıl,
Kıvılcımlı'nın görüşlerini savunmuş; daha doğrusu anladığı kadarıyla savunmaya
çalışmıştır. On yıl boyunca savunduğumuz ya da savunmaya çalıştığımız görüşler,
en eksiksiz ve en sistematik anlatımını Kıvılcımlı'nın
eserlerinde bulduğundan, özeleştirimiz aynı zamanda, Kıvılcımlı'nın bir
eleştirisi biçimindedir.
Bu eleştiri/özeleştiri bir "reddiye" değil, Kıvlcımlı'yı
eleştirel bir şekilde aşma çabasıdır. Albert Einstein bilimlerin ilerlemesini,
eski teori ve kavramların yerine yenilerinin -daha dakik ve doğru olanlarının-
geçişini anlatırken, bu sürecin bir binayı yıkıp yerine bir başka bina yapmaya
değil, daha ziyade bir tepeye tırmanmaya benzediğini söyler. Hareket noktası
hep aynıdır, ama yükseldikçe daha geniş bir alan görülür. Bu
eleştiri/özeleştiri de böyle, Hegel'in içinde taşıyarak aşma tarzında
tanımladığı türden bir diyalektik
"inkar" olma çabasıdır.
Diğer bir deyişle, bu eleştiri, bir binayı yıkıp yerine başka bir
bina yapmamaktadır. Kendi hareket noktamız bakımından, bilgisizlikten bilgiye
giden süreçte, yeni ve daha üst bir aşamanın ifadesidir. Bu bilgilenme süreci
politik olarak da Ütopizmden Devrimci Marksizme giden bir sürece karşılık
düşmüştür.
Bilgi süreci, ya da bilimlerin ilerlemesi bir dağa tırmanmaya
benzetildi. Ne var ki, bilgi süreci ya da bilimlerin ilerlemesi dosdoğru bir
yol izlemez; zaman zaman duraklar; aşılmaz gibi görülen kimi problemler
karşısında geriler; kimi zaman o problemlerin etrafından dolaşır; kimi zaman da
ileriye atılır. Diğer bir değişle, bu gidiş de evrendeki tüm süreçler gibi diyalektik, karmaşık, çelişkili bir
karakter taşır. Kişi olarak bizim evrimimiz de bu yasanın dışında değildir,
dümdüz bir yol izlememiştir.
"Troçkist"
diye adlandırılan Devrimci Marksist
görüşleri benimsedikten sonra, içinden geldiğim "Doktorcu" gelenekten arkadaşlar tarafından “yalpalamakla” suçlandım. Aslında onlara “yalpalama” gibi görünen şey, kişisel
teorik-politik evrimimizin bu doğrusal olmayan karakteriydi. Onlar bu evrime
damgasını vuran temel eğilimi kavrayamıyorlardı. Aslında bu anlamda tüm Doğa,
Toplum, Bilimler "yalpalamakta"dır.
Bilimsel sosyalizmin kurucuları, haklı olarak, sosyalist devrimi, üretici
güçlerin kapitalist üretim ilişkileriyle en derin çelişki içinde olduğu
Batı'nın gelişmiş kapitalist ülkelerinden bekliyorlardı, ama devrim tuttu
Avrupa'nın en "Asyai", en
geri, en doğulu ülkesinde oldu. "Toplumun
evrimi yalpaladı" denilebilir mi?
Başlangıçta bu önsöz çerçevesinde, Kıvılcımlı'nın eleştirisine
temel olan görüşlere, namı diğer "Troçkizm"e,
hangi koşullarda, hangi problemlerin çözümünü ararken, nasıl vardığımızı; daha
doğrusu onu bilmeden nasıl yeniden keşfettiğimizi
anlatmayı düşünüyorduk; ancak sözü edilen "yalpalama" ithamı devam ettiğinden, konuyu daha bir açıklığa
kavuşturabilmek için, onbeş yıllık teorik ve pratik evrimimizi anlatmanın daha
doğru olabileceği sonucuna ulaştık. Ayrıca böyle yaparak bir yan ürün de elde edilebileceğini
düşünüyoruz.
1974 sonrasında savaşa katılan binlerce devrimci, Türkiye'deki
devrimci ve sosyalist hareketin tarihi ve ondan çıkan dersler hakkında hemen
hemen hiç bir şey bilmiyor. Bu bilgisizlik sadece çıkarılacak dersler, teorik
sonuçlar bakımından değil, olgular bakımından da söz konusu. Bu nedenle
geçmişin tecrübeleri özümlenemediğinden,
aşılamamakta; yeni kuşaklar eskileri çarpan problemlere değişik görünümler
altında takılıp kalmaktadırlar. Her kuşak, olmadı baştan, “Amerika'yı yeniden keşfetmek” zorundadır. Geleneksizlik Doğu'nun geleneğidir.
Gerçeklik bu olduğuna göre, bugün Devrimci Marksistlerin önündeki
en önemli görevlerden biri, hiç olmazsa son yirmi yıllık mücadelenin derslerini
sistematik olarak incelemek; o sonuçlar ışığında kendimizi ve yeni kuşakları
eğitmek; bu "fasit daire"yi
kırmaktır.
İşti, bu önsöz çerçevesinde, nispeten uzunca bir dönem içeren
kendi evrimimizi; ne gibi problemlere bağlı olarak hangi aşamalardan
geçtiğimizi anlatarak, bir ölçüde, tecrübelerin incelenmesi ve dersler
çıkarılması görevinin taslaklaştırılmasına da katkıda bulunabileceğimizi
düşünüyoruz.
***
Bu önsözde anlatmaya çalışacağımız kişisel evrimimiz, gerekli
değişiklikler yapıldığında, bir kuşağın ve 1960 sonrası devrimci/sosyalist hareketin
de evrimi sayılabilir. Elbette herkes aynı yolu aynı hızla geçmedi. Kimileri
belli bir dönemin veya aşamanın problemlerine takılıp kaldı ve o problemler
çerçevesinde bir evrim yaşadı. Böylece devrimci/sosyalist hareketin gelişiminin
farklı aşamalarına denk düşen
hareketler aynı zamanda ve bir arada
varoldular ve birbirleri üzerinde karşılıklı
etkiler yaptılar. Bir kısım yaşayabilmek için, yeni koşullara uyabilmek
için görünümlerini, biçimlerini değiştirdi
ama anatomileri, yani onların
varoluşundaki temel problemler ve
varsayımlar aynı kaldı. Böylece "Devrimci
Hareket" dediğimiz şeyin zengin çeşitliliği ortaya çıktı.
Bu soyut ifadeyi somutlayabilmek, daha iyi açıklayabilmek için
karmaşıklığı toplumsal evrime en yakın olan biyolojik evrimden benzetmeler
yapılabilir.
Bilinir ki, canlılar, tek hücrelilerden yumuşakçalara,
omurgalılara, memelilere ve sosyal hayvan İnsan'a doğru giden -ve halen de
devam eden- bir evrim geçirmiştir. Ne var ki, bu evrimin alt konaklarını
(aşamalarını) oluşturan canlı varlıklar yok olmamışlardır, varlıklarını
sürdürmektedirler. Örneğin, insanın yanı sıra süngerler, yumuşakçalar,
sürüngenler, kuşlar vs. varolmaya devam ediyorlar. Hatta onlar varlıklarıyla
kendilerinden daha üst konaklardaki canlıların varolabilmesinin temelini oluşturdukları
gibi, üst konaktaki canlılar da onların kendi türleri çerçevesinde bir evrim
geçirmelerinin ve varoluşlarını sürdürmelerinin temel koşullarından birini
oluşturmaktadırlar. Örneğin et yiyen memeli hayvanlar olmasaydı, atın atası
köpek benzeri hayvan hızlı koşabilen bugünkü at haline dönüşmeyebilirdi. Ama
atın bu evrimi, onun temel anatomik yapısı bakımından daha üst bir aşamaya
geçmesi anlamında da bir evrim değildir. Ortada canlıların genel evriminin yanı
sıra bir de atın at olarak evrimi vardır. At bugün de maymunlardan bile daha
geri bir aşamanın ifadesi olarak varlığını sürdürmektedir.
İşte, tabiri caizse, burada genel olarak canlıların evrimi söz
konusu olacaktır, At'ın At olarak kendi türüne özgü evrimi, yer yer örnek
vermek için değinilse bile, burada konumuz değildir.
Ancak evrimlerden hangisinin gerçek canlıların evrimine denk
düştüğü de oldukça relatifdir. Canlıların evrimini eğer atlar yazsa idi,
gözümüzün önüne bambaşka bir tablo çıkardı. Elbet onların esas konusu kendi
evrimleri olurdu. Bu arada maymundan insana doğru giden evrimi muhtemelen bir
sapma olarak değerlendirecekler ya da İnsan'ı kendi kriterlerine vurup geri bir
tür olduğu sonucuna varacaklardır. Bu bakımdan anlatmaya çalışacağımız evrim
At'ları hiç ilgilendirmeyebilir.
Koşulların değişimiyle kimi türlerin görünümlerini
değiştirdiklerinden ama anatomilerinin aynı kaldığından söz edildi. Bunu
açabilmek için bir örnek daha verilebilir. Yılan bir sürüngendir. Sürüngenler
ise balıklara göre kurbağa ve semenderlerden sonraki bir üst aşamaya denk
düşerler. Ne var ki, kimi yılan türleri, örneğin su veya deniz yılanları,
tekrar sulara dönmüşlerdir. Vücutlarında onların bu yeni koşullara uyumunu
sağlayan bazı değişiklikler de olmuştur. Ama bu değişiklikler onların temel
anatomik özellikleri bakımından bir değer taşımazlar. Örneğin su yılanlarının
da ciğerleri vardır ve ancak havadaki oksijeni soluyabilirler. Diğer yandan,
kimi balık türleri de, örneğin yılan balıkları, görünümleriyle yılana
benzerler. Fakat görünüşe aldanmamak gerekir. Ne kadar yılanlara benzerlerse
benzesinler, onlar temel anatomik özellikleri bakımından balıktırlar ve
yılanlara göre iki basamak aşağıdaki canlılardır.
Devrimci hareket içinde de benzer bir durum vardır. Kimi
hareketler değişen koşullara bağlı olarak görünümlerini değiştirmişlerdir,
varlıklarını sürdürmelerini sağlayan müthiş bir uyum yeteneği göstermişlerdir.
Ama devrimci hareket içinde herhangi bir hareketi ele alırken, onların
görünümlerine bakıp aldanmamalı, yılan balıklarını yılan, su yılanlarını da
balık sanmamalı.
Türkiye devrimci hareketinde var olan hareketlerin hem çokluğunu
hem de gerçek niteliklerini anlayabilmek için yukarıda benzetmelerle
anlatılmaya çalışılan metodolojik yaklaşımı bir çözümleme aracı olarak
kullanmak gerekmektedir.
Burada şu sorun ortaya çıkmaktadır. Hangi özellikler bir hareketin
gerçek niteliği, anatomik özellikleri hakkında görünüşe aldanmaktan
kurtulmamızı sağlayacak ölçütler olarak ele alınmalıdır? Kanımızca bir
hareketin teorik temelinde bulunan problemler ve teorik varsayımlar bize
gerekli ölçütleri sağlayabilir. Bu kriterlere göre incelendiğinde örneğin
Partizan hareketinin problemleri ve dayandığı temel varsayımlar bakımından
hemen hiç bir değişim göstermediği, adeta yaşayan bir fosil olduğu hemen
görülebilir. (Burada onların radikalizmlerini kastetmiyoruz. Kriterler
teoriktir, politik değil.)
Bu metodolojik yaklaşım olmadan ne günümüz dünyasını ne de Türkiye
devrimci hareketinde var olan hareketleri, onların çokluklarını ve
ayrılıklarını anlamak mümkün değildir. Aslında Modern biyoloji artık günümüzde
canlıların evriminin genel ve soyut şemasıyla yetinememektedir. Evrim ve
canlılar sistemi, çeşitli aşamalardaki canlıların karmaşık, karşılıklı
ilişkileri içinde olarak, canlılar tarihinin daha doğru, daha somuta yakın bir
kavranışına doğru bir eğilim görülmektedir. Bu eğilim bilginin kendi
dinamiğinden olduğu kadar somut toplumsal ihtiyaçlardan da beslenmektedir
(örneğin ekoloji sorunları).
Vülger olmayan Marksizm de kökeninde toplum tarihine benzer bir
yaklaşım içindeydi. Daha sonradan unutulan bu metodolojik yaklaşımı yeniden
canlandırmak gerekmektedir. Değişim gelişim konaklarındaki toplumların
birbirleri üzerindeki karşılıklı etkilerini ele almadan ne eski tarihi ne de
bugünkü tarihi ve toplumsal süreçleri anlamak olası değildir.
***
Türkiye ve Dünya'da sosyalist teori ve pratiğin trajedisini
anlamak için aşağıda bazı analojilerle anlatmaya çalışacağımız süreçler önemli
bir ipucu olabilirler.
Gerek bilim, gerek sanat tarafından üzerinde en az durulmuş
olaylardan biri de BAMBASKA HAREKET YASALARINA BAĞLI OLARAK GELİSEN VE BİRİNİN
GELİSİMİ DİĞERİNİN VAROLUS KOSULLARINI ORTADAN KALDIRAN SÜREÇLERİN KESİŞME
NOKTASINDA OLANLARDIR. Ne demek istediğimizi bir kaç örnekle açıklamaya
çalışalım.
Dünyamız, güneş sistemimiz, galaksimiz ve evren sırf fizik
yasalara bağlı kendi evrimini yaşıyor. Ama bunun yanı sıra şu küçücük
yeryüzünde insan toplumu da, toplumsal yasalara bağlı kendi hareketini yaşıyor.
Bırakalım toplumu bir yana, canlı hayat bile Dünya gezegeninde, güneş sistemi
ve galaksimizin belli bir anında ortaya çıkan birçok koşulun bir arada
bulunmasıyla varolabilmektedir. Örneğin evrende mutlak sıfırdan milyarlarca
dereceye kadar değişen bir sıcaklık yelpazesi vardır. Ama hayat sıfırın altında
ve üstünde onlar hanesini geçmeyen çok dar bir aralıkta mümkündür. Bu gibi
koşullar saymakla bitmez. Bir gün güneş sisteminin veya Samanyolu galaksisinin
fizik yasalara bağlı hareketinin belli bir momentinde yeryüzünün koşulları
küçük, küçücük bir değişikliğe uğrayabilir. Örneğin havanın sıcaklığı 100
santigrat derececik artabilir. Böyle bir değişiklik tüm yaşamı olanaksız
kılmaya yeter. Bu durumla karşı karşıya kalan insanların hiç bir çabası
"kader"i değiştirmeye yetmeyecektir. Tüm çabalar, bambaşka yasalara bağlı
bir hareket sonucu ortaya çıkmış yeni koşulların duvarına çarpıp parçalanmaya
mahkumdur. Bu kesişme noktasında canlı varlıkların yok oluşunu, canlıların
evrimini belirleyen yasalarla açıklamak mümkün değildir.
Konumuz tarihsel maddecilik ve onun evrimi. Tarihsel maddeciliğin
diğer bir değişle sosyalist teori ve pratiğin evrimini de, düşüncenin, bilgi
sürecinin evrimini de, hele son yarım yüzyıllık tarihi göz önüne aldığımızda
onun kendi öz dinamiğiyle açıklamak mümkün değildir.
Tarihin en ilginç trajedileri, böyle kesişme noktalarında yaşayan
insanların başından geçenlerdir. Bambaşka yasalara bağlı olarak gelişen bir
süreç, o insanların karşısına her iradi çabanın duvarında kırıldığı bir tür
ilahi ceza gibi dikilir.
Bilimsel Sosyalizm, diğer adıyla Diyalektik ve Tarihsel
Materyalizm, genel olarak hareketin ve özel olarak ta düşüncenin ve toplumun
hareketinin (değişiminin, evriminin) teorisidir. Ve bu "Hareketin
Teorisi"nin hareketi
"Teorinin Hareketi"ni açıklayan yasalarla, ama somut, yaşanan
tarihsel hareket olarak, açıklanamamaktadır. Çünkü sapmalardan ve geri
dönüşlerden arındırılmış, "saf",
"mantıki" haliyle değil ama
somut, tarihi haliyle teorinin
hareketi, tıpkı hayatın varoluşunun birçok fiziksel önkoşulu gerektirmesi gibi,
birçok toplumsal önkoşulu gerektirir.
Diğer bir değişle,toplumsal evrimin bağlı olduğu yasalar, tıpkı
galaksimizin ve güneş sistemimizin evriminin belli bir aşamasında canlı hayatın
varlığını olanaksız kılan koşulları ortaya çıkarması gibi bir etkiyi
düşüncenin, teorinin evrimi üzerinde gösterirler. Nasıl hayat denilen yüksek
hareket biçiminin varolabilmesi birçok fizik koşulun bir araya gelmesiyle
olanaklı olabiliyorsa, aynı şekilde, bilim, teori ya da bilgi dediğimiz yüksek
hareket biçiminin varolabilmesi ve gelişebilmesi de birçok toplumsal koşulun
bir araya gelmesiyle olanaklı olabilir.
Böyle bir olgunun en bilinen, en klasik örneği Batı Ortaçağı'nda
görülebilir. Antik Yunan ve Roma'da bezirgan ticaretinin sağladığı zenginleşme
uygarlığa yeni geçmiş bu kentlerde bilim ve sanatların gelişebilmesi için
olağanüstü uygun koşullar yaratmıştı. Daha sonraki Batı Ortaçağı'nda bilim ve
sanatların düzeyini, gerilemesini, estetik ve mantık hareketi belirleyen
yasalarla açıklamak olanaksızdır. Toplumsal yasalara, Kıvılcımlı'nın keşfettiği
Tarihsel Devrim yasasına bağlı olarak gerçekleşen barbar akınları, ve tanımı
gereği o barbar halkların kültür düzeyi, o koşulları ortadan kaldırmıştır.
Ancak Haçlı Seferlerinden sonra doğu yolunun açılması ve İtalya'da zengin
bezirgan kentlerin çiçeklenmesi sonucu antik uygarlığın düzeyiyle yeniden rezonans
bulabilecek duruma gelindiğinde, bilinen meşhur Rönesans (yeniden doğuş)
gerçekleşmiştir.
Benzer bir olay bilimsel
sosyalizmin de başına gelmiştir. Bu anlaşılmadıkça ne Türkiye'nin ne de genel
olarak Dünya Sosyalist hareketinin başına gelenleri anlamak olası değildir.
Genel olarak çağımızın ve özel olarak ta Türkiye Devrimci ve Sosyalist
hareketinin trajedisi burada yatmaktadır. Hareketin teorisi, toplumun hareketi
tarafından olmamışa çevrilmiştir.
*
Türkiye'de Sosyalist Hareket iki kez doğdu. İlki Ekim Devrimi
rüzgarlarının etkisiyle oldu. Doğumu gibi sonraki kaderini de aynı rüzgarlar
belirledi. 1960'larda ise her şey yeniden başladı, hem de ilk doğumda
ulaşılanlardan bile çok daha geri bir noktadan. Bu yeniden doğuş ve eski
doğuşla ilişkileri açıklayabilmek için yine benzetmelere baş vuralım.
Bir an için, bir kozmik ışınlar bombardımanının veya ani bir
sıcaklık değişiminin yeryüzündeki yaşamı yok ettiğini düşünelim. Ve yine var
sayalım ki, bir süre sonra koşullar değişsin ve yeryüzünde ilkel hayat türleri
ortaya çıksın. Bu yeni ortaya çıkan ilkel hayat biçimleri, daha önce varolmuş,
hayatın son derece yüksek biçimlerine göre geri bir aşamayı temsil ederler. Ama
aynı samanda cansız bir çöle göre ileri bir aşamaya karşılık düşerler.
İşte 1960'tan sonra doğan devrimci hareket geçmişe göre hem geri
hem de ileri bir oluşumun ifadesidir.1927, hatta 1930'lara kadar, gerek
Türkiye'de gerek dünyada varolan devrimci teori ve pratiğin yüksek aşamalarına
göre geri, -örneğin, Kıvılcımlı'nın 1930'ların başında yazdığı "YOL"
ile Yön dergilerini ya da TİP'i
karşılaştırmak bu geriliği çarpıcı biçimde gösterir- ama 1950'lerin çöle dönmüş
ortamına göre ileri.
Bunun sonucu ne olmuştur? Birçok devrimcinin ya da sosyalistin
anlayamadığı... Yine benzetmelerle anlatmayı deneyelim.
Bir an için, bir nüklear savaş sonucu, yeryüzündeki tüm uygar
insanlığın yok olduğunu, yalnız tropik ormanlarda yaşayan bazı ilkel
kabilelerin sağ kaldığını var sayalım. Ve yine varsayalım ki, tüm uygar
insanlık yok olmuştur ama, o uygarlığın yarattığı araçlar (otomobiller, evler,
fabrikalar, kitaplar vs.) yok olmamıştır. (Nötron Bombası ile bütünüyle böyle
bir sonuç mümkün.)
Sağ kaldıkları ücra kovuklarında çoğalıp, yeniden dünyaya yayılan
ilkel topluluklar için, içinde bulundukları ilkel kültür ve teknik gelişim
konağı dolayısıyla, yeryüzünün her yerinde karşılaşacakları eski uygarlığın
kalıntısı olan araçlar onlara hiç bir şey ifade etmeyecektir. O modern
araçların onlar için hiç bir kullanım değeri olmayacaktır. Ancak o ilkel topluluklar, eski yok olmuş
uygarlığın binlerce yılda yaşadığı evrimi, başka bir yoldan da olsa yaşayıp,
belli bir gelişim konağına vardıktan sonra, yok olmuş eski uygarlıktan kalan
araçlar onlar için bir kullanım değerine sahip olabileceklerdir.
İşte 1960 sonrasında Türkiye'de yaşanan da böyle bir süreç
olmuştur. 1960'larda yeniden doğan sosyalist ve devrimci harekete, yerli ve
uluslararası sosyalist hareketin bir zaman ulaştığı doruklardan sunduğu teorik
araçlar, henüz toplayıcılık ya da göçebelikle yaşayan aşiretlere bir traktörün
ya da bir buldozerin ifade edebileceğinden daha fazla bir anlam ifade
etmemiştir.
Tropik ormanlardaki kovuklarından çıkıp gelişen toplumlar
traktörleri, kitapları vs. kullanabilecek bir düzeye geldikleri zaman, o insanlar
içinden çıkan kimi tarihçilerin bir kısmının, daha önce yaşamış olan insanların
ulaştıkları uygarlığı her şey, temel açıklayıcı ilke, daha sonra olmadı baştan
yaşanan evrimi hiç bir şey; diğer kısmının ise, tersine, sonraki evrimi her
şey, önceki evrimi hiç bir şey olarak değerlendirdiklerini düşünelim. Her iki
bakış ta gerçekliğin yalnızca bir yanına ağırlık veriyor olacaktır. İşte,
Türkiye sosyalist hareketinin tarihi ve gelişimi karşısındaki tavırlar da
özünde benzer bir yanılgı içindedir. Her iki bakışla da mücadele etmek
gerekiyor. Öte yandan, benzetmelerle açıklamaya çalıştığımız kavrayış
aracılığıyla, her iki yanılgının varoluşunun da bir açıklaması yapılabiliyor.
*
Bir yandan Stalinizmin uluslararası etkisi, diğer yandan geri
Türkiye'nin "Babil artığı
küçük-burjuva" yapısı ve burjuvazinin terörü sonucu Türkiye'nin
entelektüel hayatı çöle dönmüş; sosyalist bir gelenek hiç olmamışa
dönmüştü. Fakat kapitalizm vardı ve
kapitalist ilişkiler gelişiyordu.
Kapitalizm var ise sınıflar da var demekti. Sınıflar varsa ezilen ve sömürülen insanlar
var demekti. Baskı ve sömürü ise, ona
uğrayan insanların bilincinde varolan düzenin insanlık dışı, adaletsiz bir
düzen olduğu yargısını yeniden
üretir. Ve bir kere bu hareket noktası
ortaya çıkıp toplumsal bir muhalefet kendini çeşitli biçimlerde ifade etmeye
başladı mı, ister istemez kapitalizmin ahlaki eleştirisinden bilimsel
eleştirisine giden yola da yeniden girilmiş olur. "Her şeylere kadir Allah" nasıl bir
"topal Şeytan" ile baş edemez ise, öyle ezenler de ezilenlerin,
sömürülenlerin muhalefetini yok edemez; onun varoluşunun nedenini
oluştururlar.
27 Mayıs sonrasında, yılların birikimiyle ortaya çıkan
modern-kapitalist ilişkiler ve biriken çelişkiler aydınlar ve işçiler arasında,
ülkede var olan düzenin akıl, ahlak, adalet, insanlık dışı olduğu düşüncesini
yaratmadan edemiyordu. Ama tarihsel bakımdan doğru olan bu muhalefet bilimsel
bakımdan yanlış da olabilirdi ve öyleydi de.
Engels "Felsefenin Sefaleti"ne yazdığı Önsöz'de
bu probleme değinir:
"Burjuva ekonomisinin yasalarına göre, ürünün en büyük kısmı,
onu üreten işçilere ait değildir. Şimdi
tutar da, bu haksızlıktır, böyle olmamalıdır dersek, bu kez de bu sözlerin
ekonomi ile doğrudan bir ilgisi kalmamış olur. Böyle söylemekle, bu ekonomik
gerçeğin ahlak duygularımızla çeliştiğinden başka bir şey söylememiş oluruz.
Bundan ötürü Marx, kendi komünist istemlerini, hiç bir zaman buna değil,
kapitalist üretim biçiminin her gün gözlerimiz önünde yer alan ve gittikçe daha
büyük ölçülere varan kaçınılmaz çöküşüne dayandırmıştır. Onun söylediği tek
şey, artı-değerin ödenmemiş emekten ibaret olduğudur ki, bu da basit bir
gerçektir. Ama biçim yönünden ekonomik
olarak yanlış olan, dünya tarihi bakış açısından doğru olabilir. Eğer
kitlelerin ahlaki bilinci, kölelik ya da toprak köleliği durumlarında olduğu
gibi, bir ekonomik olgunun haksızlığını ilan ederse, bu, o olgunun ömrünü
doldurmuş bulunduğunun, bir öncekinin çekilmez ve savunulmaz duruma gelmiş
olmasından ötürü ortaya başka ekonomik olguların çıkmış bulunduğunun kanıtıdır.
Demek ki, çok doğru bir ekonomik içerik, biçimsel ekonomik yanlışlığın ardına
gizlenmiş olabilir..."
Türkiye'ye gelince... O, yalnızca kapitalist bir ülke değildir,
aynı zamanda emperyalizmin bir yeni-sömürgesidir. Onu belirleyen, kapitalist
ülke olması kadar, geri ve gericiliğin
egemen olduğu bir ülke olmasıdır.
Ütopik sosyalizme, Batı'daki orijinal biçimiyle, hareket noktası
sağlayan olgu, üretici güçlerin
gelişmişliğine rağmen, bu olanaklar içinde ezilenlerin sefaleti, bunun akıl
ve ahlak dışı görünmesiydi. Böylece sosyalist düşüncenin hareket noktası ezilen
sınıflar ve onları bu durumdan kurtarmak oluyordu.
Türkiye'de ise bu hareket noktası tamamen başkadır. Türkiye geri
bir yeni-sömürge olduğu için, entelijansiyaya akıl ve ahlak dışı görünen şey: üretici güçlerin dünyadaki genel
gelişmişlik düzeyi karşısında, Türkiye'deki gelişmemişliği idi.
Batı'da insanları sosyalizm idealine vardıran sorun "kalkınma" ya da "ilerleme"nin nasıl olacağı değil;
zaten ileri ve kalkınmış bir toplumda adaletsizliğin nasıl giderilebileceği
problemiydi...
Bunun sonucu olarak 1960 sonrasında Türkiye'de yeniden doğan
sosyalizm düşüncesinin, tıpkı ilk doğuşta olduğu gibi, yine doğuştan bir günahı
vardı: hareket noktası sınıfsal değil ulusaldı.
Ceza suçun cinsindendir. Batı kapitalizmi, maddi zenginlikleri,
politikası, fizik gücü ve ideolojisiyle kendi normlarını geri ülkelere dikte
ettirmektedir. Ama bu normlar bir kere kabul ettirilince, geri ülke halklarına
bu normlara sahip olmamış olmak akıl ve ahlak dışı görünmeye başlar. Geri ülkelerdeki toplumsal hareketlerin gücü
ve güçsüzlüğü bir bakıma tam da bu noktada bulunmaktadır. Karşı çıkılan Batı'nın normları eleştirilmemekte ama onlara ulaşılmaya çalışılmaktadır.
Bu hareket noktası farklılığı, 27 Mayıs sonrasında doğan
"yeni-ütopizm" diyebileceğimiz olgunun çıkardığı sonuçları da
etkiler. Bu ütopizm, başat olarak sınıfın
değil ulusun geriliğini ahlak ve adalet dışı gördüğünden, kapitalizme değil
ama daha ziyade emperyalizme karşı çıkış biçimini alıyordu.
Aslında şu "gerilikten
kurtulma" hareket noktası, Türk aydınının sadece 27 Mayıs sonrasında
değil, hemen hemen 150 yıldır başlıca problematiğini oluşturmuştur. Osmanlı
Devleti kapitalist Batı karşısında yenildikçe ve geriledikçe, nasıl onlar gibi
olabiliriz sorunu Osmanlı aydınlarının temel sorusu olmuştur. Programlar hep bu
soruya verilen cevaplara göre oluşmuştur. Bu soruya verilen "İslahat", "Meşrutiyet", "Cumhuriyet", "karma ekonomi", "planlı ekonomi" vs gibi cevaplar
önce muhalefetin sonra da iktidarların programları olmuşlardır.
27 Mayıs sonrasında bu soruya "Sosyalizm" cevabı verilmiştir. Ama bu sosyalizm cevabı yanlış bir sorunun cevabı olduğu kadar,
çarpılmış, sosyalizmi, kendisinden çok başka bir şeyi, bir tür stalinizmi
içeren bir cevaptır da. Sovyetler Birliği Stalin döneminde geri bir ülke
olmaktan çıkıp bir sanayi ülkesi olmanın örneğini sunduğundan, bunun yol açtığı
yanılsama sonucu, "sosyalizm"
bir kalkınma yolunun ifadesi olmuştur. Ama bu
sosyalizm, Kemalist ve Osmanlı gelenekleriyle de, tencere kapağı misali denk
düşen, bürokratik, çarpılmaya uğramış bir sosyalizmdir.
"Sosyalizm"
kavramı tanımı gereği eşitlikçiliği de içerir. Bu karakteri nedeniyle de, cevap
kendini var eden soruyla daima gizli bir çelişki taşımıştır ve bu çelişki her
fırsatta kendini açığa vurmuştur.
Sosyalizm bir bakıma eşitlikçi bir kalkınma felsefesidir.
Türkiye'de Stalinizm bu
nedenle aynı zamanda burjuva programlar karşısında ezilen sınıflara ait bir programın ilk çocuksu, ütopik ifadesidir
de. Batı proletaryasının ütopizm adı altında yaşadığı aşamayı bizde, Stalinizm
biçiminde yaşadık. Bu anlamda
Stalinizmin savunusu ileri ve proleter bir karakter taşımıştır. Geri ütopyalara
karşı daha ileri ve eşitlikçi bir ütopyanın ifadesidir. Bir yanılsamaya
dayansa da, Stalinizmin bu somut
anlamını ve işlevini kavramamak ve gerek 60 gerekse son 20 yılın sosyalist
geçmişini "stalinizm"
diyerek bir kalemde çizip atmak, somut gerçekliği hiç kavramamanın ifadesinden
başka bir şey değildir.
Türkiye proletaryası, batı proletaryasının 150 yıl önce aştığı
ütopizm aşamasını, başka koşullarda ve
başka bir biçimde yeniden yaşamak zorundaydı. Gelişimin zorunlu aşamaları iradenin bir
vuruşuyla yok edilemezdi. Son 20 yılın sosyalist hareketinin tarihinin özü
budur.
Elbette, Stalinizm'in Marksizm diye savunulması, Marksizm'le
ilişkisi olmayan skolastik bir öğretinin savunulmasına yol açmış; Marksizm'i
burjuva kurtlar karşısında kuzuya döndürmüştür. Ama bu ayrı bir konudur. Şu an bizim konumuz, öğretilerin bilimsel içeriği değil, somut tarihsel anlamıdır. Bilimsel
yanılgıları değil, tarihsel haklılıklarıdır.
Sadece doğrular değil, yanlışlar da bir gerçekliktir ve gerçeklik
somuttur. Somut gerçekliğin tarihsel
anlamı anlaşılmadan, bilimsel içeriğin bir eleştirisi de tam olmaktan uzak
kalır. Açıklanamayan şey, eleştirilip aşılamaz.
Marks ve Engels ütopik sosyalistlerin öğretilerinin içeriğindeki
yanılgılar kadar, hatta daha fazla, onların tarihsel olarak haklı ve ileri yanlarına ağırlık vermişlerdir. Ve
bilimsel sosyalizm nasıl ütopik sosyalizmin tarihsel mirasçısıysa, biz devrimci
Marksistler de, sözünü ettiğimiz anlamıyla Stalinizmin tarihsel
mirasçısıyız. Olmalıyız değil, öyleyiz
zaten.
Evet, "Tek Ülkede
Sosyalizm" ütopyası, Dünya
tarihi bakımından, bilimsel sosyalist öğretinin
saf ve soyut evrimi bakımından gerici bir ütopyadır; bir imtiyazlı kastın
egemenlik aracıdır; ama, bizim koşullarımızda, geri bir ülkede, çölden yeniden
bir hayatın doğduğu koşullarda, proletaryanın sınıf eğilimlerinin ifadesi olan
ilerici bir ütopya da olmuştur.
Bu nokta önemlidir. Troçki'nin yazdıklarından bir adım öteye
gidemeyen, onun özünü kavrayamayan birçok devrimci Marksist, bizdeki
Stalinizm'in bu özgün anlamını kavrayamadığı için tüm geçmişi, "Stalinizm" diyerek, bir kalemde
çizmekte; bunun sonucunda da, devrimci ve sosyalist hareketin Stalinizm biçimi altında aştığı birçok sorunu
kavrayamamakta ve farkına bile varmadan, çizip attığı geçmişin aşılmış kimi problemlerine başka bir
düzeyde de olsa takılıp kalmaktadırlar.
*
1960 sonrasında ilk olarak ortaya çıkan devrimci hareketin ütopizmi doğrudan doğruya Marksist bir
görünüm altında ve Stalinizm biçiminde çıkmadı. Devrimci ve sosyalist hareket
ve akımlar 1967 veya 1968'e kadar, bir "Marksizm'e hazırlık"
ya da "başlangıç dönemi" yaşadı. Bu aşamaya karşılık düşen iki
büyük hareket Yön ve TİP olmuştur.
Bu iki hareket te her ne kadar Marksizm'den etkiler taşısa da
özünde ve biçimde Marksizm dışıydılar. Ama onlar varlıklarıyla ve ortaya
koydukları problemlerle toprağı Marksizm'in yeşereceği bir duruma getirdiler.
Bu iki hareketin Marksizm dışında yürüttükleri tartışmalarda ortaya koyulan
problemler bugün bile Marksizm çerçevesinde tartışılan temel problemler olmaya
devam etmektedir. Jargon, varsayımlar ve çıkarsamalar değişmiştir ama temel
problemler aynı kalmıştır. Bir problemi ortaya koymak başlı başına bir
aşamadır. Onların yeni ve ileri olan yanı buydu.
1960'lara gelirken peş peşe ulusal kurtuluş savaşları sürüyor;
eski sömürgelerde peş peşe ulusal devletler kuruluyor; Nehru, Nasır, Sukarno,
Nkrumah gibileri Türkiye'nin geriliğine, gericiliğine ve emperyalist ülkelerce
soyuluşuna tepki duyan aydınların özlemlerini dile getiriyordu.
Mısır, Hindistan, Endenozya, Cezayir, Gana kendi ulusal
kurtuluşlarını İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kazanmışlardı; "bizim"
ise Birinci Dünya Savaşından sonra verdiğimiz bir ulusal kurtuluş savaşı yok
muydu? Mustafa Kemal, Nehru ve Nasır gibilerin ilk örneği değil miydi? O halde
bugün verilmesi gereken İkinci Kurtuluş Savaşı birincisinin geleneklerini ve
mirasını savunmalıydı!.. Böylece 27 Mayıs sonrasında ilk çıkan Yön dergisi ve hareketi Kemalizm'i
bayrak yaptı. Programını Kemalizm'in
söylemi içinde ve onu değişik biçimde yorumlayarak ortaya koydu.
Bu durum -günümüzde İran'da görüldüğü gibi- özellikle antik çağda
ve kapitalizmin şafağında halk muhalefetinin, laik bir biçime bürünmeden
önceleri dini bayrak altında ama o dini değişik bir biçimde yorumlayarak ortaya
çıkmasına benzer. Bu partilerin bayraklarının dini olmasına bakıp ta onları
feodalizmi ya da derebeyliği savunuyor sanmak görünüşe aldanmak olur.
Yön'ün bayrağı Kemalizm idi, Kemalizm
ise bir burjuva ideolojisidir.
Yöncülük ise radikal bir küçük burjuva
ütopyasıydı. Öz ve görünüm aynı değildir. Nasıl ki, daha sonraki yıllarda
yine küçük burjuva radikalizmlerinin ifadesi olan hareketler Marksizm ve
Leninizm'i bayrak yapmakla öyle olmadılarsa, Yön de bu anlamda Kemalist değildi. Yöncülük bir burjuva hareketi
değil, bir küçük burjuva radikalizminin ifadesiydi.
Ancak bir ideoloji bir kere benimsendikten sonra kendisi nispi bir
bağımsızlık kazanır ve metodolojiden taktiklere kadar o hareket üzerinde
sınırlayıcı bir etkide bulunur. Kemalizm'in Yön'cülük üzerindeki bu karşı
etkisi onun toplumsal muhalefetin radikalleşmesine ayak uydurmasını engellemiş
ve bir bakıma bugün gerçek öneminin gözden kaçmasına da yol açmıştır.
Marks 18 Brumer'de
Fransız Devriminde kahramanların önceki olayın kahramanlarının diliyle
konuştuklarına dikkati çeker. "İkinci Kurtuluş" problemini önlerine
koyan Yöncüler de "Birinci Kurtuluş" "kahramanları"nın diliyle
konuşuyorlardı. Ve elbette birincisi biraz trajediyse ikincisi de biraz
komediye benzedi. "Biraz" diyoruz, çünkü Türkiye'de klasik burjuva
gelişimi gibi, o gelişimin ortaya çıkardığı ya da yetkinleştirdiği Trajedi ve Komedi görülmez. Sanat gibi tarih de Melodram ve Vodvil
ekseni etrafında döner. Batı'nın Trajedi ya da Komedi kahramanları her şeye
rağmen özgün tarihsel tiplerdir. Bizdekiler ise kötü kopyalar.
Yöncülük, daha sonraki yıllarda Marksizm'in giderek artan
egemenliği ve yaygınlığı ölçüsünde ortaya çıkan Marksist görünümlü küçük
burjuva radikalizmlerinden, ortaya çıktığı tarihsel koşullara ve bayrak yaptığı
ideolojiye bağlı olarak özellikle dayanılacak
güçler (strateji) ve taktikler
sorununda önemli farklılıklar gösterir.
Yöncülüğün hareket noktası Türkiye'nin geriliği idi. Geriliğin
nedeni olarak emperyalizm, emperyalizmin içerdeki işbirlikçisi "komprador burjuvazi" ya da "mutlu azınlık" ve derebeylik
kalıntıları görülüyordu. Bu da Yöncülüğün programını
belirliyordu. Türkiye'yi emperyalizmin yeni sömürgesi olmaktan çıkarmak, "mutlu azınlık"ı
devletleştirmelerle, derebey artıklarını toprak reformuyla tasfiye etmek...
Böylece Türkiye'nin gerilikten kurtulacağı düşünülüyordu. Bu demokratik
karakterli program, bugün bile tüm küçük burjuva sosyalisti radikal
hareketlerin programı olmaya devam etmektedir. Yöncüler buna "Milli Devrimci Kalkınma Yolu"
diyorlardı. Daha sonra bunun adı "Milli
Demokratik Devrim" ya da “Demokratik
Halk Devrimi" olacaktır.
Peki bu programı hangi
toplumsal güç gerçekleştirecekti?
Ezilen sınıflar "kaç ben kurtarayım" diyen bezirgan
partilerin "oy davarı"
durumundaydı. 27 Mayıs'ın devirdiği D.P. iktidarını oylarıyla başa geçirenler o
ezilen yığınlar değil miydi? (Bir 27 Mayıs'çının deyimiyle onlar "Vatandaş değil Yatantaş" idiler).
Demek hala aldatılıyorlar ve uyuyorlardı. O halde hangi güç kurtarabilirdi
Türkiye'yi Emperyalizmin sömürüsünden? Bunun cevabı Türkiye'nin geçmişinde
yatmıyor muydu? İşte Islahat, işte Meşrutiyet, işte Kurtuluş Savaşı ve işte son
27 Mayıs... "Asker-Sivil Aydın Zümre"
tüm ilerici dönüşümleri gerçekleştirmemiş miydi? Ve bütün bunlar "Halka rağmen halk için" olmamış
mıydı? Demek, Türkiye'yi gerilikten, emperyalizmin yeni-sömürgesi olmaktan
kurtaracak özne "Asker-Sivil Aydın Zümre"
olabilirdi.
Bu yaklaşımla İşçi Sınıfı ve köylülük dönüşümlerin bir öznesi
değil, nesnesi olarak görülüyordu.
Bu yaklaşım toplum tarafından da pek yadırganmıyordu. Osmanlı "Devlet Sınıfları"nın güdücü, halkın
"reaya" olması geleneğine
de denk düşüyordu. Hatta bir bakıma bu tarihin bir yansımasıydı.
Rus Narodnikleri, geleneksel köy komününden (Mir) hareketle
doğrudan sosyalizme geçmeyi düşünüyorlardı. Bundan dolayı ajitasyon ve
örgütlenme çabaları köylüye yönelik oldu. Yöncüler “Asker-Sivil Aydın" "Zinde
Güçler" yöneticiliğinde ulusal bağımsızlık ve kalkınmaya ulaşmayı
umuyorlardı, tüm ajitasyon ve örgütlenme çabaları "kapıkulları"na yönelik oldu. "Kapıkulları" demek uygun düşer çünkü en azından 1970'lere
kadar aydın demek devlet kapısında maaşlı kapıkulu demektir de.
Yöncülük bu çerçevede aydınlara yönelik ajitasyonuyla emperyalist
sömürü mekanizmalarını, geriliğe ilişkin olguları, siyasi, iktisadi, askeri
bağımsızlığın nasıl ve ne ölçüde yitirilmiş olduğunu sergiledi. Bugün Yön'ün savunduğu ve yaygınlaştırdığı bu
görüşler genç kuşaklara birer "Lapalis
Hakikati" gibi görülebilirler. Ama onlar ilk söylendiklerinde,
yazıldıklarında muazzam bir bilinç dönüşümü yaratmışlardı. Aydınların bilinci
kapalılığından, durağanlığından, taşralılığından, kısırlığından bir ölçüde
olsun sıyrıldı. Güçlü bir anti-emperyalist bilinç ve hareket dalgası yükseldi.
Bu hareket çölde yeniden doğan bir hayatın ilk biçimleri gibiydi.
Yönizm bir küçük-burjuva ütopyasıydı dedik. Peki, bu hareket
iktidarı ele geçirseydi programını gerçekleştirebilir miydi? Hayır! İktidara
gelseydi -ki bu muhtemelen bir askeri darbe biçiminde olacaktı- bir sınıfa
dayanmak zorunda kalacaktı. İşçi Sınıfı örgütsüz olduğu ölçüde, ister istemez
finans-kapitalin kucağına düşecekti. İşçi Sınıfı örgütlü olduğu taktirde,
olayların mantığı işçi sınıfını sosyalist devrime doğru zorladıkça Yönizm buna
da karşı durup yine aynı noktaya varacaktı.
Soyut bir varsayım olarak, yöncülük bir boşlukta iktidarını
yürütseydi de hedeflerine ulaşma (gerilikten kurtulma) yeteneğinde değildi. Bir
yandan emperyalizme, mutlu azınlığa ve derebeyi artıklarına vurmak öte yandan
da kapitalizmi sürdürmek gibi bir çelişkiyle maluldu. Yöncülük iktidara gelse
ve bunu sürdürebilseydi ortaya bir küçük
burjuva demokrasisi değil, en gerici türden bir bonapartist diktatörlük ve tekelci
devlet kapitalizmi ortaya çıkardı.
Son bir noktaya daha değinelim. Yöncülük Marksistlerce
eleştirildi. Sosyalizmin Türkiye'deki ilk doğumunun “kılıç artığı” "Eski
Tüfek"ler yaşıyorlardı. Bu ilk doğuşun gelişiminin doruğu olan Dr.
Hikmet Kıvılcımlı Yön'ü daha çıkar
çıkmaz eleştirmişti. Bu eleştirilerin bir kısmı daha sonra kitap olarak da
yayınlanmıştır[2].
Ne var ki, bu eleştiriler hiç bir yankı bulmadan uzayın sağır boşluklarında
yitip gitmiştir. Türkiye'nin yeniden doğmuş devrimci hareketi Kıvılcımlı'nın
yayınlarını alabilecek ve onlara bir rezonans gösterebilecek frekansa henüz
ulaşamamıştı. Bir atomik felaket sonunda, tüm uygar insanlık yok olduktan
sonra, tropik ormanlarda kalabilen bazı topluluklar kovuklarından çıkıp
yeryüzüne yayıldıklarında, yok olan uygarlıktan kalan modern araçlar onlara
nasıl bir şey ifade etmeyecekse, Kıvılcımlı'nın eleştirileri de, 27 Mayıs
sonrasında Amerika'yı yeniden keşfetmeye başlayan yeni kuşaklara aynı şekilde
hiç bir şey ifade etmiyordu. Bu durum 1970'lere kadar sürer. Ancak 15-16
Haziran olaylarından sonradır ki hareket Kıvılcımlı'nın yayınlarını alabilecek
frekansa ulaşır.
Yöncüler bir bakıma Rus Devrimi'ndeki Dekabristlere benzerler. Dekabristler,
uyuyan Rusya'nın uyanışının, Büyük Fransız Devrimi ve Napolyon savaşlarından
etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Yöncüler de bir uyanışın, İkinci Dünya
Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan Ulusal Kurtuluş savaşlarından, anti-emperyalizm
rüzgarından etkilenmiş ilk öncüleriydiler. Dekabristler Kitlelerin gücü ve
inisiyatifi hakkında bir kavrayıştan yoksundular; Yöncüler de öyle. Bu bakımdan
Lenin'in de belirttiği gibi, Dekabristler nasıl kendi çağları içinde ilerici
bir rol oynadılarsa, Yöncüler de kendi koşulları içinde benzer bir rol oynadı
ve 21 Mayıs olaylarından sonra adım adım dönemini kapattı.
Yön esas dönemini kapatırken hareket noktası ve kökeni bambaşka,
yeni bir aşamanın da ifadesi olan bir hareket yükseliyordu: TİP
*
Kapitalist gelişime daha sonradan giren bir ülkenin işçi sınıfı, o
yola önce girenlerin yolundan ve deneylerinden aynen geçmek zorunda değildir.
Rusya Proletaryası Avrupa'nın en geç doğan proletaryası oldu, fakat tam da bu
nedenle Batı Avrupa proletaryasının birkaç yüz yılda aldığı yolu bir çırpıda
geçti. Örneğin Batı Proletaryası onlarca yıl manifaktürlerde çalıştı, Rusya
proletaryası ise bir bakıma doğrudan büyük fabrika proletaryası olarak doğdu ve
manifaktür aşamasını çok küçük, minyatür ölçülerle aştı.
Rusya proletaryasının bir ikinci şansı daha vardı. Rusya
Proletaryası, nasıl daha doğarken üretimde tekniğin en son sözüne dayanan
araçları kullandıysa, sınıf mücadelesinde de Batı Proletaryasının onlarca yılda
geliştirilmiş, en ileri teori ve örgütlenme araçlarıyla işe başladı.
Rusya Proletaryası nasıl daha doğarken, üretimde en son tekniğin
araçlarını kullanmaya başladıysa sınıf mücadelesinde de Batı Proletaryasının
onlarca yılda geliştirilmiş en yeni teori ve örgütlenme araçlarıyla işe
başladı.
Türkiye Proletaryası için de, benzer bir durum söz konusuydu. Batı
Proletaryası için Leninist parti anlayışı yüzlerce yılda gelişmişti, Türkiye
Proletaryası ise daha doğarken TKP'yi kurdu. Türk bujuvazisi, henüz Anadolu ve
Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri'nde oyalanırken, proletarya burjuvaziden bile
önce, Parti biçiminde örgütlenmeye başlamıştı.
Ne var ki, Rusya'dakine benzerlikler göstererek başlayan süreç, oradaki gibi devam
etmedi. Üretimde ve Sınıf mücadelesinde Türkiye Proletaryasının kaderi, “geç gelmenin faziletlerinden”
yararlanmak değil, “geç kalmanın
reziletlerinde” bunalmak oldu.
19. Yüzyılın sonuna kadar Amerikan ya da Prusya tipi gelişmeler,
kapitalist gelişime geç giren ülkelerin önündeki klasikleşmiş yollardı. Ancak
yirminci yüzyılla birlikte bu yol tıkandı. Artık gelişmiş bir ülke geri bir ülkeye geleceğini göstermiyordu,
gelişen az gelişmişlik oluyordu. Aslında yirminci yüzyılın gelişmiş, ileri
ülkeleri geçmişlerinde de bugünün geri ve az gelişmiş ülkelerinde olduğu türden
geri ve azgelişmiş ülkeler olmamışlardı. Bu yola "Türkiye Yolu" denebilir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
evrensel boyutlar alacak gelişimin ilk örneği sayılabilir. Bunun sonucu olarak
Türkiye İşçi Sınıfı için üretimde, büyük fabrikalarda, tekniğin en son sözüyle
üretim yapmanın yolu tıkanmış oluyordu. Rusya ve Türkiye'de sosyalizm ve işçi
hareketinin tarihsel gelişim zıtlıklarının temel nedenlerinden biri budur.
İşler sınıf mücadelesi alanında da pek iyi gitmedi ve tüy dikti.
1920'lerde yeni doğan Türkiye Komünist Hareketi henüz bu teoriyi öğrenme ve
kendi geleneğini oluşturmaya fırsat bile bulamadan, Rus Komünist Partisi'ndeki
yozlaşma Sovyetler Birliği'nin muazzam
prestijiyle desteklenerek, Türkiye sosyalist ve işçi hareketine teori, politika
ve örgütlenmenin en ileri değil; tüm kazanımları olmamışa çeviren en geri
teori, politika ve örgüt anlayışlarını dayattı. Geri ve küçük-burjuva
Türkiye'nin toplumsal yapısı da zaten bunları almaya hazırdı.
Tencere yuvarlanıp ve kapağını buldu. En geri üretim temeline, en
geri ve gerici teori, politika ve örgütlenmeler denk düştü. Böylece Türkiye
sosyalist hareketinin trajedisi alnına yazıldı. Bu nedenle Rus işçi sınıfı ve
devrim tarihiyle, Türkiye işçi sınıfı ve devrim tarihi ayrı yollar izlemiştir.
Sanayisi ve İşçi sınıfı gelişemeyen Asyalı, küçük burjuva
Türkiye'de, yine kendisi de bir anlamda Asyalılığın bir ürünü olan Stalinizm'in
boy vermesi için uygun koşullar pekişmiş oluyordu. Stalinizm de bu ekonomi
temeli üzerinde, işçileri silahsızlandırarak daha da pekiştirici bir etkide
bulunuyordu. Yani Stalinizm de, işçi sınıfını teorik ve örgütsel olarak
silahsızlandırarak İşçi sınıfının Türkiye'nin tarihsel gelişimi üzerinde siyasi
bir özne olarak olumlu bir etki yapmasını engellemiştir. Bu gelişmelerin sonucu
Türkiye proletaryasının 1960'lara kadar, "kendi kendine bir sınıf" olarak kalması oldu. Eğer
Stalinizm'in yıkıcı etkileri olmasaydı, Türkiye tarihi başka bir yol da
isleyebilirdi dünya tarihi gibi.
Gelişmiş bir işçi
hareketinin ve örgütlenmesinin olduğu bir toplumda, sırf devlet zoruyla işçilerin bu savunma
mevzilerini yok etmek ve uzunca bir dönem dağınık tutmak mümkün değildir. Bunu
başarabilmenin burjuvazi tarafından bulunup uygulanabilmiş tek yolu,
proletaryada devrimci umutlarını bulamamış küçük-burjuva ve işsizler kitlesinin
proletaryaya karşı bir ordu gibi saldırtılması ve proletaryanın kendi iç
bölünmeleri nedeniyle buna cevap verme yeteneğini yitirmiş durumda olmasıdır.
Bunun adı da faşizmdir.
Fakat henüz gelişememiş, ayakları üzerinde doğrulamamış, bir
sendikal örgütlenme geleneği bile olmayan bir işçi sınıfı, hele hele ulusal ve
uluslararası bir önderlikten de yoksunsa, sırf
devlet zoruyla dağınık ve örgütsüz tutulabilir. Türkiye'de 1960'lara kadar
tutulabilmiştir de.
Cılız Türk burjuvazisi bir yandan proletaryayı en temel meşru savunma
olanaklarından bile yoksun bırakmak; diğer yandan Devletçilik fideliğinde
palazlanabilmek için Kemalist Bonapartizmin vesayeti altına girdi. En ufak bir
savunma aracından bile yoksun işçiyi son derece düşük ücretle çalıştırmak
mümkün ve makine kullanmaktan çok daha karlı oluyordu. Bu nedenle modern
tekniğin sanayie girişi 1960'lara kadar adeta kaplumbağa hızıyla olmuştur.
Sabit sermaye oranının bu düşüklüğü ve mutlak artı değer sömürüsünün bu
yüksekliği, proletaryanın "tahta
perdeciklerle ayrılmış" dağınık topoğrafyasına yansımıştır. Bu da
örgütlenmeyi ek olarak güçleştirmiştir.
Ne var ki, her şeye rağmen bu onlarca yıllık birikim sonunda,
1950'lerde hızla gelişen enerji, yol gibi, Türkiye'yi dünya pazarına
açmaya yönelik yatırımların da etkisiyle, 1960'lara gelindiğinde, artık işçi
sınıfı eski kabuğuna sığmaz olmuş, "kendi
kendine sınıf" olmaktan çıkıp, "kendisi için sınıf"
olma noktasına gelmişti.
Türkiye İşçi Partisi, bu yükseliş ve dönüşümün siyasi üstyapıdaki
yansıması olmuştur. Ancak TİP'in doğuşu ve yükselişi sadece işçi sınıfının
gelişimiyle anlaşılamaz. Egemen sınıflar cephesindeki değişimlere de bir göz
atmak gerekir. Bu muazzam güç , Türkiye'nin sınıf ilişkileri içinde, rekabetçi
liberal burjuva zümrelerin ilgisini çekmezlik edemezdi. Çekti de. Peki bu
burjuva zümreler, niçin işçi sınıfına ilgi duydular?
Türkiye'de ekonomi ve politikaya sınıf olarak burjuvazi egemen
değildir. Esas egemen olanlar burjuvazi içinden finans-kapitalistler zümresidir. Bu zümre ise kendi sınıfının bir
parçası olan rekabetçi zümrelerle değil, derebeyi
artığı toprak ağaları ve tefeci bezirganlarla ittifak yapar. Bu tabakalar
aracılığıyla da milyonlarca köylünün oyunu kendi partilerine akıtıp
parlamentarizm oyunu oynayabilir.
19 yüzyılın liberal burjuvazisine benzeyen ve yirminci yüzyılda
reformist olan rekabetçi zümreleri tarafsız, Arafat'ta tutmaya çalışır. Rekabetçi burjuva zümreler ise,
siyasal, ekonomik, kültürel, ideolojik egemenlik tekelinden uzakta
bırakıldıkları için bu egemen zümrelerin egemenliğini kapitalizm çerçevesinde
sınırlamak ister. Bunun için gerekli gücü, koç başını ise henüz sendikalizm
bilincini aşamamış işçi sınıfında bulur.
Bu durum bir bakıma kapitalizmin gelişme çağında, Batı'da
burjuvazinin işçileri eski egemen sınıflara karşı kışkırtmasına benzer. Yalnız
burada Burjuvazi büyük rantiyelere karşı değil, burjuvazinin bir zümresi diğer
zümresine karşı bu kumara girişir. Diğer yandan en azından 1848'lere kadar
burjuvazi sokağa dökülmekten de pek çekinmezdi, bu çekinmezliğin altında tahrik
ettiği ezilen sınıfların bir alternatif olma gücü gösteremeyişleri olsa da.
Şimdi ise, burjuvazi bir yandan işçileri finans-kapital egemenliğine karşı
oyuna sürerken, diğer yandan onun devrimci gücünden, bir kere sokağa dökülünce
dizginlenemeyeceğinden korkar. Bu nedenle de kışkırtmasını parlamento ve
ekonomik mücadele alanıyla sınırlamaya çalışır. Bugün CHP'nin temsil ettiği
politika ve sınıf temeli aşağı yukarı budur. Bu politikanın adı da burjuva
reformizmidir.
Buna karşılık, işçi sınıfının ekonomik temel üzerinde siyasi
mücadelesi, yani kendiliğinden mücadelesi de, özünde burjuva bir bilince
dayanır. Bu sendikalist, reformist ideoloji ve politika işçi sınıfı içindeki
toplumsal temelini de özellikle
sendikacılar zümresinde bulur. Bu politika ve ideolojinin adı da burjuva sosyalizmidir. TİP, TSİP, TKP
gibi partiler de kabaca bu eğilimin ve toplumsal gücün yansımalarıdır.
Böylece 1960 sonrasında Türkiye işçi ve sosyalist hareketinin
trajedisini belirleyen ikinci bir tencere kapak buluşması olur. Her ikisinin de
programları özdeş olan burjuva
reformizmi ve burjuva sosyalizmi birbirini
tamamlar. Yön'den sonra TİP'in doğuşu bu buluşmanın ürünüdür. Reformist
burjuvaziyi temsil eden kasaba avukatları, aydınlar ve kendiliğinden işçi
bilincini temsil eden sendikacılar TİP çatısı altında birleşirler ve TİP bir burjuva Sosyalist parti olarak
şekillenir.
Ancak, her şeye rağmen TİP, programı ve ideolojisi ne olursa
olsun, Türkiye'deki işçi sınıfının
kendiliğinden mücadelesinin bir kabarışının, sosyalizmin yeniden doğuşunun bir
ifadesi olarak, işçiler arasında en küçük bir siyasal geleneğin
bulunmadığı; tümüyle gerici partilerin etkisinde olduğu; sosyalistlerin ve
aydınların ise tamamen politikadan yalıtılmış oldukları koşullarda muazzam bir
atılımın ifadesiydi.
Marksizm'i bir eylem klavuzu olarak değil de dogmatik bir sistem
olarak anlayanlara ters gelebilir bu yargı. Ama Marksistler, her ülkenin ve
sınıfın somut koşullarının çözümlemesinden yola çıkmalıdırlar. O günün
koşullarında TİP ileri bir adımdı.
Sosyalizmin ustaları, işçilerin en ufak bir siyasal
bağımsızlığının bulunmadığı koşullarda, bir işçi partisinin önemini daima
belirtmişlerdir. Örneğin Engels şöyle yazar: "Harekete yeni giren her
ülke için önem taşıyan ilk büyük adım, her zaman, bu parti ayrı bir işçi
partisi olduğu sürece, işçilerin nasıl olursa olsun bir siyasal parti halinde
birleşmeleridir."
Marks ve Engels'in bu tavırlarını açıklayan Lenin de şunları
yazar:
"Engels, eksik bir
programla da olsa. Bağımsız bir işçi partisinin önemini vurgulamıştır, çünkü o
daha önce işçilerin siyasal bağımsızlığının sözü bile edilmediği ve işçilerin
daha çok burjuvazinin arkasında sürüklendiği ve hala da öyle olan ülkelerden
söz etmekteydi."
"Böylesine kanıtlardan çıkarılan yargıları, proletaryanın partisini,
liberal burjuvazinin kendi partilerini kurmalarından önce kurduğu, burjuva
politikacılarına oy verme geleneğinin proletaryaca hiç bilinmediği ve acil
görevlerin, sosyalist değil de burjuva demokratik olduğu ülkelere ve tarihsel
durumlara uygulamaya kalkışmak, Marks'ın tarihsel yöntemiyle alay etmek
olurdu."
Görüleceği gibi, 1960'ların başında Türkiye İşçi Sınıfı'nın
durumu, yüzyılın başındaki Rusya İşçi Sınıfı'na değil, İngiliz veya Amerikan
işçilerine benziyordu. Tarihin garip paradoksu, yarım yüzyıl önce, 1920'lerde
ise durum başlangıcı itibariyle daha ziyade Rusya'ya benziyordu. Burjuvazi
kendi partilerini kuramadan işçiler partilerini kurmuşlardı ve burjuva
partilerinin peşine takılmak gibi bir gelenekleri yoktu ve burjuva demokratik
görevler daha büyük bir ağırlıkla gündemdeydi. Anlatılmak istenen hep budur. Bu
kavranılmadan Tarih anlaşılmıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi, 20 yüzyılla
birlikte Amerikan ve Prusya yolundan gelişin tıkanması; dünya tarihi açısından
sübjektif bir öğe olan Stalinizmin sonuçlarının objektif koşullar halinde
ortaya çıkması bu tür paradokslara ve "belli
bir geriye dönüş"e yol açmaktadır. Evet TİP bir bakıma 1920'lerin
TKP'sine göre bile muazzam bir gerilemedir ama, 1950'lerin Türkiye'sine göre
muazzam bir ilerlemedir.
Geçerken belirtelim ki, Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın TİP karşısındaki
tavrı, tıpkı Marks – Engels'in Amerika ve İngiltere'de, yanlış bir programla da
olsa, işçi partisi kurma girişimleri veya yine benzer şekilde Lenin'in
1920'lerde, İngiltere'deki komünistlerin İşçi Partese'ne girmeleri konusundaki
tavrı gibi olmuştur ve doğrudur.
*
TİP'in hareket noktası Yön'ünkinden
başkaydı. Yöncülere Batı karşısında ülkenin geriliği, yeni-sömürge oluşu
adalet ve akıl dışı geliyordu başat olarak. TİP için ise, kapitalistlerin
lüksü, zenginliği karşısında tüm maddi değerleri yaratan emekçilerin
yoksulluğu, toplumdaki alt konumu adalet ve akıl dışıydı. Bu durumda Yön'ün ulusal hareket noktasına
karşılık, TİP sınıfsal bir hareket noktasına sahipti. Bunun sonucu
olarak da Yön bağımsızlığı,
TİP sosyalizmi vurguluyordu.
Dayanılacak güçler de, bu paradigmaların zorunlu mantıki sonucu
olmamakla birlikte farklıydı: Yön'ün
aydın vurgulaması karşısında, TİP kendisi de bir bakıma yükselen işçi
hareketine dayandığından ve onun bir yansıması olduğundan, programını
gerçekleştirecek özne olarak işçileri ve emekçileri görüyordu. Dolayısıyla
örgütlenme çabaları ve ajitasyonu da bu sınıf ve tabakalara yönelik oluyordu.
İlk kez 1965 seçimlerinde milyonlarca insan, TİP konuşmacılarının
radyolardan "İşçiler, emekçiler, ırgatlar, marabalar..."
diye başlayan ve "bu yolları, binaları vs. yapanlar sizlersiniz, ama
o yollarda lüks arabalarıyla seyahat edenler ve o yapılarda yaşayanlar bir avuç
kapitalist. Her şeyi yaratanlar sizsiniz, ama aşağılanan, horlanan da
sizsiniz..." diye devam eden seslerini duydu, sarsıldı, uyandı. Bu
o güne kadar görülmemiş bambaşka bir şeydi. Bu bakış açısı ezilen sınıfların
binlerce yıldır çektiği ama bir türlü açıklayıp çıkış yolunu bulamadığı temel
soruyu soruyordu.
İşte kişi olarak bizim çocukluktan delikanlılığa geçerken aktif
politikaya ilgi duymamız ve önce sempatizan olarak kıyısından, sonra da militan
olarak boylu boyunca girmemiz bu yıllara rastlar.
*
Çocukluğumuzdan beri yoksulluklar, haksızlıklar, baskılar,
keyfilikler daima isyan duygularımızı kabartmıştı. Fakat bu, bütün bilinçsiz
ezilen insanlarda olduğu gibi, o kadarla kalıyor, zaman zaman bireysel
patlamalara ya da içe kapanmalara yol açmaktan başka bir sonuç vermiyordu.
Bütün kötülükleri bir bakıma insanların ahlaksızlıklarından doğan şeyler olarak
görüyorduk.
Ama özellikle o dönemde adı adeta sosyalizmle özdeşleşmiş olan
Çetin Altan'ın yazılarını okurken önümüzde bambaşka bir ufuk, yepyeni bir
dünyanın kapıları açılıyordu. İnsanlar kendiliklerinden iyi ya da kötü değildi.
İnsanları kötü yapan sömürüydü, ekonomik koşullardı. Tüm değerleri yaratan
emekçi insanlar, örgütsüz ve bilinçsiz oldukları için bir avuç sömürücü ve
zenginin egemenliği altında eziliyorlardı. Emekçiler şu sömürücü sınıfları bir
başlarından atabilse, kendi egemenliklerini kurabilse, o zaman hangi zengin ya
da memur bir emekçiyi horlayabilirdi? Zenginlerin lüks ve israfına giden
paralarla yoksul insanlar daha insanca yaşama koşullarına kavuşmaz mıydı?
Bu bakış açısından o güne kadar içinden çıkamadığımız,
açıklayamadığımız ve dolayısıyla da nasıl mücadele edileceğini bilmediğimiz tüm
olumsuzluklar aydınlanıyordu. Kafamızdın aydınlığı gözlerimize vuruyor, bizlere
sonsuz bir mücadele azmi, heyecan, yaşam sevinci ve fedakarlık arzusu
veriyordu.
Elbet o zaman bizler için çok yeni olan bu bakış ve düşünceler
bilimsel bir temele oturmuş olmaktan uzaktı. Burjuvaziden anladığımız
zenginler, emekçiden anladığımız fakirlerdi. Ekonomi politik, Tarihsel
Maddecilik hakkında hiç bir şey bilmiyorduk. Fakat tüm bu platonik karakterine
rağmen çok sağlam bir hareket noktasıydı bu.
Aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen, hayatımıza anlam veren
problemi bu gün de farklı görmüyoruz. Bu gün de "bütün zenginlikleri
yaratan ve birbirine harika bir biçimde eklemlenmiş, teknik ve kültürel
başarıları emekleriyle işleterek herkese hem mamul hem de üretim aletleri
sunanlar, kendi çalışmalarının ve yaşamlarının örgütlenmesinde boyun eğmeli
midir?" sorusunu sorup buna ikirciksiz olarak "Hayır!"
diyen (E. Mandel) bir bayrak altında bulunuyoruz.
Ne var ki, arada geçen yıllarda, problemin bu basitliği, öne çıkan
başka problemlerin ardında yitip gitmiş gibi görünür. Evet, o temel problem
sanki yitip gitmiş, göze görünmez olmuştur, ama bir üst düzeyde ortaya yeniden
çıkabilmek için; ayrıntıların ormanından çıkıp, bilimsel bir temel üzerinde
sonsuz gelişme potansiyelleri edinip, geçindiği badirelerin ateşinde
çelikleşip, tüm yalınlığı ve sadeliğiyle ortaya çıkabilmek için. Yalınlık ve
sadelik basitlikle karıştırılmamalıdır. Çinlilerin dediği gibi, yalınlık ya da "sadelik
gelişimin ancak çok yüksek bir aşamasında ortaya çıkabilen bir özelliktir".
Madem ki emekçiler bilinçsiz ve örgütsüz olduğu için tüm bu
yoksulluklar, haksızlıklar sürüyordu, o halde görev: emekçileri bilinçlendirmek,
örgütlemek ve siyasi iktidarı ele geçirmekti. Görev bu gün de aynıdır. Ama bu
tarihsel, ezilenlerin binlerce kuşağının bizlere bıraktığı görevin nasıl başarılabileceğine ilişkin o
günkü kavrayışımızla bu günkü kavrayışımız arasında uzun yılların yenilgilerle
dolu acı dersleri yatar.
*
Biz de, hemen hemen tüm kuşağımız gibi, adeta çocuk yaşta bu
görevi belleyip siyasi mücadeleye girdiğimizden, politika dışı gündelik hayatın
bile zamanla herkese öğreteceği, en temel, biraz hayat tecrübesi olan insanlar
için adeta aksiyomatik bir nitelik gösteren bilgilerden bile yoksunduk. Bu
durumda, herhangi bir insanın olağan hayat kavgasında öğreneceği şeyleri, tüm
faaliyetimizin eksenini oluşturan siyasi
ve örgütsel çalışmalar içinde öğrenme durumundaydık. "Hayat"tan
öğrenilebilecek şeyleri politik mücadele aracılığıyla öğrenmenin bir olumsuz
sonucu, bu öğrenilenlerin aslında politik şeyler olmadığını kavrayamamız,
politik mücadelenin bizzat kendisi sanmamız yanılsamaları oldu. Bugün bile devrimci
hareketin başlıca militan rezervini, henüz çocukluktan yeni çıkan öğrenciler,
genç işçi ve işsizler oluşturduğundan aynı problemler geçerlidir. Bu vesileyle
bu problemi biraz açalım, bazı örneklerle somutlamaya çalışalım.
Problem sadece kişilerin biyolojik ve kültürel evrimiyle de ilgili
değildir, toplumsal yapıyla da yakından ilgilidir. Türkiye gibi yarı antika,
küçük burjuva bir toplumda, her hangi bir ileri burjuva toplumunda, kişinin
kendiliğinden edineceği bilgilerin kendisi bile, sosyalizm biçimi altında öğrenilir.
Bu nedenle de, henüz hiç bir şey olan bu bilgiler, sosyalist olmanın kendisi
sayılır.
Lenin'in “Sukanov'un
Notları” nedeniyle değindiği sorunla yakından ilgilidir bu. Orada Lenin,
"Menşevikler bir şeyi bellemişler: "Sosyalizm için bir kültür düzeyi
gereklidir" deyip duruyorlar" ve sorar: "Peki Tarih bize bir olanak sağlamışsa, o
kültür düzeyine, proletarya diktatörlüğü yolundan niye ulaşmaya çalışmayalım?".
İşte bu tarz ulaşmanın sorunlarıyla ilgilidir. Sosyalist bir politik faaliyet
için gerekli kültüre niye bizzat o faaliyet içinde ulaşmaya çalışmayalım. Evet
bu bir olanaktır ama, aynı zamanda tehlikeleri de olan ve bilincinde olunmazsa
tehlikeli sonuçlar doğuran.
Burjuva toplumu ve kapitalist ilişkiler, işçilere kendiliğinden,
bir proleter devrimcinin taşıması gereken kültürü –ki burada kültür kavramını
en geniş anlamıyla anlıyoruz, entelektüelliği kastetmiyoruz- sağlar. Ama
Türkiye gibi, yarı sömürge, “Babil artığı
küçük burjuva” bir toplumda, bu kültürün edinimi, bizatihi siyasi
çalışmanın başlıca konularından, hem de en çok zaman ve güç alan konularından
birini oluşturur. Çok sık verdiğim bir örneğe baş vurayım.
Devrimci bir örgütte, hele illegalite koşullarında, bir randevuya
saatinde gelmenin, örgüt makinesinin tıkır tıkır işleyebilmesi için hayati bir
önemi vardır. Kapitalist toplum, kendi işleyişi içinde, bu "zaman kültürü"nü kendiliğinden
yerleştirir. Örneğin bir İsveç'li daha yumurtadan çıktığı günden itibaren bu
kültürü edinir, bu kültür ortamında büyür, şekillenir. Bir randevuya, bırakalım
ciddi bir örgüt çalışmasını bir yana, en sıradan bir arkadaş randevusuna bile
zamanında gitmemek, bir İsveçli için aklın alabileceği bir şey değildir.
Ama Türkiye'deki gibi,yarı antika bir toplum, bu kültürden
yoksundur. Ortalama bir devrimcinin, randevulara zamanında ve muhakkak gitme
gibi disiplini, alışkanlığı ve kültürü edinebilmesi en azından bir iki senelik
bir eğitimi, ağır eleştirileri vs. gerektirir. Yani kapitalizmin yaptığını
bizler başka yoldan yapmak zorundayızdır. Bu yaratılmadan da, gerçekten
devrimci bir örgütün yaratılması olanaksızdır. Toplumda bu kültürü az çok
edinmiş militan ve sempatizanların sayısı on binleri bulmadan ve böyle bir
alanla çevrilmeden, orada gerçek devrimci bir parti, boy atıp yeşeremez. Aksi
takdirde, her adımda, bu temel şartın yokluğuna takılıp kalacaktır. Bir canlı
organizmanın varlığını ve yaşamını sürdürebilmesi için, hava, su nasıl gerekli,
olmazsa olmaz bir ortam ise, devrimci parti için de bu kültür aşağı yukarı aynı
değerdedir.
Bu eğitimin bilinçli bir çabayla devrimci örgütler tarafından
yapılması, hatta bir dereceye kadar o örgütlerin çalışmalarının asli fonksiyonu
haline gelmesi, bir yanılgıya da yol açar. Örneğin, randevuya zamanında gitme
niteliği adeta devrimcilikle özdeşleşir; devrimciliğin politik özü ortadan
kalkar, görünmez olur. Halbuki kişi, pek ala randevularına zamanında giden bir
faşist, bir anarşist, bir reformist de olabilir.
Bu bir örnektir. Cesaret, diğergamlık, sözünü sakınmamak;
insanlarla açık, dürüst, saygılı ilişkiler kurmak; okuma alışkanlığı vs.gibi
daha niceleri de sayılabilir. Sonuçta, örneğin, cesaretin, hangi politikaya
hizmet eden bir cesaret olduğu sorusu ortadan kaybolur, bizzat kendisi
devrimcilik olarak görülür ve bütün cesurlar devrimci, korkaklar karşı devrimci
olarak algılanmaya başlanır.
Örneğin, karakter direnci denilebilecek, bedenine içgüdülerine
egemen olma, bedensel zorluklardan yılmama, çalışkanlık gibi nitelikleri ele
alalım. İyi kötü, her emekçi, hayat tarafından bu niteliklerle donatılır. İşçi,
sabah erken kalkmadığı takdirde o gün günlüğünden olur, hatta işini yitirir.
Bedeni ne kadar uyumak istese de, bedenine egemen olmayı, sabahın köründe yarı
uykusuz kalkıp işyerine gitmeyi öğrenir. Bu her askere de öğretilir. Uykunun en
tatlı yerinde kalkıp nöbet tutacaktır. Bir sporcu, bir atlet bile,
antremanlarında, direnen ve ağrıyan kaslarına rağmen iradesini kullanıp koşuya
devam etmeyi öğrenir.
Bir de devrimcilerimizi göz önüne getirelim. Çoğu henüz ana baba
sofrasına bakan öğrencidir ya da işsiz yarı-aydındır. (Devrimci hareketlerin
temel militan kaynağı bu insanlar olagelmiştir). Bu insan malzemesinin büyük
bir bölümü henüz askerliğini bile yapmamıştır, hayat tarafından zorluklara
direnme alışkanlığı kazanmak yönünde eğitilmemişlerdir. Ne var ki , bu insanlar
zorluklara direnç eğitiminden belki geçmemişlerdir ama daha yumurtadan
çıktıkları günden beri gerçek niyet ve gerekçeleri gizleme, açık olmama
eğitiminden geçmiştir. Ve bunu sonucu olarak örneğin, bir görevi, zor geldiği
için yapmayacağını açıkça söylemez ama örneğin o görevin yanlış ve gereksiz
olduğu yönünde strateji ve teori döktürebilir. Herkes biraz bu şark
kurnazlığını öğrenmiştir. Bu malzemeye, ortalama her emekçide bulunan
özelliklerin kazandırılabilmesi bile büyük bir enerji ve güç israfını
gerektirir. Sonunda da devrimcilik, programatik, politik özünden soyutlanıp
ahlaki bir kategoriye dönüşür.
Bir başka örnek. Silah kullanmayı bilmek, her devrimcinin
görevidir. Aslında burjuvazi bunu herkese zorunlu askerlik hizmeti yoluyla
öğretir. Aslında Türkiye'de ve özellikle Kürdistan'da halkın da kendine göre
bir "silah kültürü" vardır.
En azından askerliğini yapan herkes için, silahın ancak düşmana doğrultulacağı;
dostlara şakacıktan da olsa doğrultulmayacağı; "silahla oyun olmayacağı" bilinen ve alışkanlık haline gelmiş
davranış formlarıdır. Hatta "şeytan
doldurur" gibi, ilk bakışta saçma gibi gelen, ama binlerce deneyden
çıkarılmış bir geleneği özetleyen ve davranış kalıplarını belirleyen sözler de
vardır.
Fakat yüzde doksanı askerliğini bile yapmamış, silahı Marksizm'i
ya da sosyalizmi ağzına aldığı gün eline almış binlerce genç devrimci, her
emekçinin sahip olduğu bu silah kültüründen bile yoksundur. Silahla şaka
yapılmayacağını bilmez, halkın kendiliğinden, gündelik hayatta öğrendiği bu
alışkanlığa sahip değildir. Ve bu kültürün edinilmesi, giderek kendi başına bir
amaç haline gelir örgütlerde. Bu kültüre sahip olmak, devrimcilik olarak
kavranır.
Ve bu dönüşüm bir kere olduktan sonra, onlarca yuvar, hareket tüm
fonksiyonlarını adeta sırf bu işlere indirger. Bu gibi örgütler, Türkiye gibi
geri ülkelerde, bir bakıma kapitalizmin yaptığı işi, politik bir çalışma içinde
yaparlar. Yaptıkları iş gerçek anlamda devrimci ve sosyalist değildir ama,
onlar kendilerine biçtiklerinden çok başka bir fonksiyon görürler, bir bakıma,
gerçekten devrimci bir örgütün var olup
yeşerebilmesinin şartlarını oluştururlar. Tıpkı bakterilerin toprağı yüksek
canlıların var olabilmesi için işlemesi ve humuslandırması gibi. Bu nedenle
Türkiye gibi yarı Asyalı ülkelerde, bu aşamalar belli bir ilerici işlev
görürler. Bu aşamalardan geçilmesi, gerçek bir proleter öncünün yaratılması
için zorunludur. Türkiye devrimci hareketi de, belki yirmi yıldır bu aşamaları
geçmekte, bir gelenek ve kültür oluşturmaktadır. Gelecek devrimci kuşaklar, bu
gelenek tarafından, örgütsel özel bir çaba gerekmeden, kendiliğinden
şekillenecek, eğitileceklerdir.
Onlarca hareket, militanlara iyi kötü böyle bir eğitim sağlarken,
yani örneğin bir örgütlenme için temel olan kültürü verirken, onları, ahlaki ve
ütopik bir teoriyle de donatır çoğu kez. Böylece, binlerce militan politik ve
teorik olarak reformist, merkezci veya yarı-anarşist vs. görüşlerini edinirler.
Toplum alt üstlük dönemine girip, teori ve politikalar iflas edip yenilgi
olunca, çoğu kendilerini çıkmazdan kurtaracak teorik birikimden de yoksun
olduğu için, inançlarını yitirirler. O zaman da, tüm kazanılmış niteliklerin
temeli olan inanç yitirilince tam anlamıyla bir kokuşma ve çürüme başlar.
Devrimci bir öncünün ve ideolojik mücadelenin önemi de tam bu noktada ortaya çıkar
zaten. Devrimci bir öncü, yenilginin yol açtığı bunalım dönemlerinde,
militanların ileriye sıçramasını sağlayacak bir önderlik sunamaz ise, böyle bir
şey yoksa, çürüme akıl almaz boyutlara ulaşır.
Devrimci bir öncü, çok yüksek bir organizmadır ve üyelerinde çok yüksek nitelikler ister.
Kerpiçten yüz katlı bir gök delen yapılamaz. Onun için, ateşte pişmiş tuğla, su
verilmiş çelik, fırından çıkmış çimento gereklidir. Bu malzeme ise
limonluklarda yetişmez. Elde ne varsa onunla işe başlamak zorundasınızdır. Uzun
yıllar süren mücadele kerpiçleri fırınlıyor, tuğlaya dönüştürüyor. İşler
şimdiye kadar, kerpiçleri fırınlamak, tuğla fırınları kurmak aşamasındaydı.
İnsanlar, gökdelen yaptıklarını düşünerek aslında tuğla fırınları kuruyorlar,
orada fırınlanıyorlardı, gökdelenler için kullanılabilecek malzemeler
oluyorlardı. Şimdi epeyce tuğla birikti. İş tuğlaları dizmekte; onları
örgütleyip binayı yapabilmekte.
Malzeme çok kötü olduğundan tuğla ocaklarının verimi çok düşük.
Çoğu fırının ateşine dayanamayıp dağılıyor. Ama şimdi seri halde tuğla üreten
fırınlar var: Fabrikalar. Orada tüm ihtiyaçları karşılayacak birinci sınıf
tuğlalar var. Yapılacak iş, sirenlerin
seslerine kulaklarımızı tıkayarak, sanayi proletaryası arasında yoğunlaşmaktır.
( Burada Kıvılcımlı'ya da değinelim. Kıvılcımlı'nın Komüntern'in
oportunizmini görmesini engelleyen şeylerden biri, bizim bu Babil artığı, küçük
burjuva ortamının insan malzemesidir. O daima diğer ülkelerin devrimcilerinin
niteliklerini bizimkilerle kıyasladı. Onların yiğitliği, açık sözlülüğü vs.
Kıvılcımlı'yı büyüledi. Bu ise o yiğitliklerin hizmet ettiği siyaseti
gölgeledi. Türk malı "komünist"ler, Enternasyonalizmi en hazır yiyici
iğrençlik haline getirince, Kıvılcımlı "kendi toprağının malı" olmayı yüceltti. Bu onlara göre ileri
bir aşamaydı ama, yukarıda değindiğimiz anlamda. Aynı yanılsama, Kıvılcımlı'ya
bakınca bizim için de söz konusuydu. Kıvılcımlı bataklıkta yetişmiş bir orkide,
cüceler ülkesinde bir Gulliver'di. Bizzat onun bu yüce nitelikleri, bize
devrimciliğin ta kendisi gibi göründü. Ama insan o yüce niteliklerle de, pekala
bir Stalinist olabilir. Bu noktada, problem, en saf politik, ideolojik özüyle
ortaya çıkar. Kıvılcımlı'nın karşısında, kendi içinde tutarlı, ciddi bir
oportunizm hiç olmadı. Sadece dedikodu ve düzenbazlık vardı. Budur onun daha
ileri gitmesini engelleyen. Ama bizlere en azından kendisi sunarak, kendisini
aşma olanağı da sunmuş olmaktadır böylece.)
*
Kaldığımız yere dönelim. Sanırım siyasi mücadele aracılığıyla en
temel bilgilerin edinilmesinin bizde yol açtığı yanılsamadan söz ederken, neyi
anlatmak istediğimiz anlaşılmıştır. İşte daha çocukluktan çıkarken, siyasal
örgütsel çalışmalar içinde öğrendiğimiz en temel bilgileri, bizzat siyasi
mücadelenin ta kendisi sanmamızdan söz ederken anlatmak istediğimiz,
örneklerdekine benzer olgulardır.
Evet, emekçilerin bilinçlenmesi,
örgütlenmesi ve siyasi iktidarı ele geçirmesini hayatımıza da anlam veren görev
olarak bellemiştik. Ama bu görevin nasıl yapılabileceğine ilişkin kavrayışımız
öyle sığ, öyle çocukçaydı ki, bunu bir kaç örnekle anlatmakta yarar var. Çünkü
bu görüşler bizim çocukluğumuz kadar, devrimci hareketin çocukluğundan da
kaynaklanıyordu. O zamanlar TİP saflarında tanıdığımız onlarca sosyalist de
benzer düşünceler içindeydi.
Örneğin şöyle düşünüyorduk. Her
sosyalist altı ayda bir kişiyi daha uyandırsa, altı ay sonra sayımız iki kat
olurdu. Ondan sonraki altı ayda da herkes bir kişiyi sosyalist yapsa, bir yıl
sonra dört kat olurduk. Tabii o zamanki saf iyimserlik içinde bunlar en kötü
olasılıklara dayanan hesaplardı. Böylece geometrik dizi biçimindeki artışla en
geç dört yıl sonra "Sosyalist Türkiye"yi kurabileceğimizi
düşünüyorduk. Aybar'ın gelecek seçimlerde "başa güreşeceğiz"
demesi, tam da bizim hesaplarımıza uygun düşüyordu ve o da aslında siyasi
çocukluğunu yaşayan TİP'lilerin geri yanlarına hitap ediyordu.
Ama işler hiç de bu teoriye uygun
yürümüyordu ve "teori"miz pratikte iflas ediyordu. Ne var ki o zaman
da suçu "teori"de aramıyorduk. Neden işlerin düşündüğümüz gibi
olmadığını düşünüyor, ya sosyalistlerin yeterince sıkı çalışmadıkları sonucuna
ulaşıyor - ve bu durumda nasihatçi, ahlakçı tutuma bir üst düzeyde farkında
bile olmadan yeniden varıyorduk – ya da
hatayı kendimizde görüyor; çevremizdeki insanları bilinçlendirmede
yetersiz olduğumuzu, onları etkileyemediğimizi düşünüyor, Hazreti Ali'nin Cenk
kitaplarını satan taşra pazarcılarında en baş köşede yer alan "100
Soruda Söz Söyleme Sanatı" veya
"Başkalarını Etki Altına Alma Sanatı" gibi kitaplardan medet
umuyor ve volantarizme yuvarlanıyorduk.
Yahut da, nedenini bir türlü
anlayamadığımız sosyalistler arası ayrılıklar yüzünden, herkesin birbiriyle
uğraşması nedeniyle dışta bulunanlarla uğraşılamadığını düşünüyor; tüm
ayrılıklardan nefret ediyor; ayrılık noktalarını öne çıkaranların düşmanı
oluyorduk. Onlar şu ayrılıkları icat etmeselerdi ne güzel halk hızla
bilinçlenecekti!.. İlk öğrendiklerimiz işlerin bu kadar basit olmadığı
oluyordu.
Bu ilk tecrübelere ilişkin başka
bir örnek. O zamanlar Çetin Altan'ın meşhur bir sosyalizm ve komünizm tanımı
vardı. Ona göre, sosyalistler emekçilerin seçim yoluyla iktidara gelmesini
savunur; komünistler ise, ihtilal yoluyla proletarya diktatörlüğü kurmak ister.
O zamanlar bile bu işlerin seçimle
olamayacağını düşünüyorduk ve gizliden gizliye sosyalizmin aslında komünizmle
aynı şey olduğu yolundaki düşüncelerimizi birbirimize açıyorduk. Çetin Altan'ın
da bizim gibi düşündüğünü ama komünizmi yasaklayan kanunlardan korunmak için,
bir taktik olarak öyle bir ayrım yaptığına inanıyorduk. Ama daha sonra bir de baktık
ki, bu ayrıma ve işlerin seçimle olacağına inananlar var ve bunu ciddi ciddi
savunuyorlar. O zaman, böyle "taktik"lerin yanlışlığını; insanların
politikada neyi söylerse onu söylemiş olduğunu; çünkü o söylenenlerin
başkalarını o söylenen anlayış yönünde biçimlendirdiğini kavradık. Tabii daha
sonra, Çetin Altan'ın da bunları taktik icabı değil, gerçekten öyle düşündüğü
için öyle yazdığını; ona söylemediği şeyleri atfettiğimizi de anladık. Bu da
ilk edindiğimiz derslerden biriydi. Ve bu dersler yalnız bizim için değil; TİP
saflarında tanıdığımız, politik çocukluğunu yaşayan onlarca işçi için de
geçerliydi.
Bu dönemde sosyalizm, tüm tarihsel
tecrübesinden ve bilimsel temellerinden yoksun platonik bir heyecan, bir ütopya
idi. Hele bizler gibi taşra sosyalistlerinin tek gıdası Çetin Altan'ın
yazılarıydı. Okuyabildiğimiz kitaplar da gizliden gizliye bin bir zahmetle
bulabildiğimiz "Bitmeyen Kavga" ya da O. Haçerlioğlu'nun "Erdem
Açısından Düşünce Tarihi"; "Felsefe Sözlüğü"nden öteye
gitmiyordu. "Eytişimsel Özdekçilik"in ne olduğunu
anlayabilmek, bir şeyler öğrenebilmek için çırpınırdık. Sonuçta kafamız çorbaya
dönerdi.
*
TİP ve Yön'ün damgasını vurduğu
1960 – 1968 arası dönem, bir bakıma "Marksizm'e Hazırlık" dönemidir. Her iki hareketin de ortak
noktaları, bilimsel sosyalizmle hiç bir organik bağları olmamasında toplanır.
TİP sosyalist bilinmesine rağmen, özünde Metafizik Burjuva sosyolojilerine
dayanır. Bu Marksizm öncesi hazırlık
konağında, 1920'lerdeki ilk doğuşun
kalıntıları olan "Eski Tüfek"lerin
tüm ajitasyonu ve propaganda çabaları bir hareket yaratmaktan uzak kalmıştır.
Doğrudan doğruya Marksist Leninist
öğretiyi benimseyen ilk organ Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın 1967'de çıkardığı Sosyalist
gazetesi olmuştur. Ne var ki, bu organ yedi sayıdan fazla çıkamamıştır. Hikmet
Kıvılcımlı, bu gazetenin yanı sıra, Tarihsel
Maddecilik Yayınları arasında "Karl Marks'ın özel Dünyası",
"Tarih Devrim Sosyalizm", "Türkiye'de Kapitalizm",
"Uyarmak İçin Uyanmalı..." vs. gibi çok önemli kitaplar
da yayınlamıştır. Ama Marks, Engels, Lenin'in en temel kitaplarının bile henüz
çevrilmiş olmadığı bu ortamda, bu çabalar yankısız kalmaya mahkumdu. Ancak 1968'den sonradır ki,
Marksizm platformunda bir hareket ortaya çıkmış; birikim meyvelerini vermiş;
"Eski"ler bir yankı uyandırabilmiştir. Bu nedenle 1960'dan sonra,
ikinci kez doğan hareketin 1968'e kadar geçen dönemine "Marksizm
Öncesi" denilebilir.
Bu durum yayınlanan klasiklerin
sayılarında da görülebilir. Bu olguya daha önce yazdığımız bir yazıda da
dikkati çekmiştik. Orada şöyle diyorduk:
"Bizim tespit edebildiğimiz kadarıyla, 1962 – 1969 arasında Marks –
Engels – Lenin'den toplam 24 eser yayınlanır. Bu 24 Eserin yıllara göre
dağılımı şöyledir:
YIL
|
YAYINLANA ESER SAYISI
|
1962
|
1
|
1963
|
-
|
1964
|
1
|
1965
|
2
|
1966
|
7
|
1967
|
8
|
1968
|
5
|
Toplam
|
24
|
"Görüldüğü gibi, 1966'dan
önceki yıllarda yalnızca dört kitap yayınlanmıştır. Marksizm gibi bir derya bu
dört kitapçığa sığar mı? Demek, (eski kuşaklar hariç) 27 Mayıs sonrasında,
1966'lara gelinceye değin, hareket Marksizm'den bihaberdir. Buna karşılık,
1965'ten sonra üç yılda (1966-67-68) tam yirmi kitap yayınlanır. (...)
"Demek Türkiyeli ve 27
Mayıs sonrası devrimci kuşakların Marksizm'le ilişkiye geçmesi ve hiç olmazsa
temel eserlerini okuyabilmesi 1965-68 yılları arasında olmuştur. Ancak 1968'den
sonra Marksizm Leninizm platformunda bir hareket gelişmeye başlar. Türk Solu ve
Aydınlık dergilerinde ortaya çıkan MDD hareketi, Yön ve TİP'ten nitelikçe
ayrıdır.." (Sosyalist, Sayı:78, 27 Mart 1979, Sayfa: 11)
Bu ayrım, son yıllarda horlanması
moda olan MDD'ciliğin, zamanına göre nasıl bir ileri aşama olduğunu kavramak ve
onu diyalektik olarak aşabilmek için önem taşır.
Yön
ve TİP arasındaki tartışmalar, bugün bile tartışılan birçok temel sorunu ortaya
koymuştur. Gerçi kişi olarak biz bu tartışmaların ancak sonunu izleyebildik ama
o tartışmaların yarattığı birikim üzerinde şekillendiğimizden ve devrimci
hareketin daha sonraki gelişimini daha iyi kavrayabilmek için tartışılan
sorunları ve verilen cevapların dayandığı varsayımları kısaca ele almakta yarar
var.
Yön
ve TİP arasındaki tartışmalar ilk bakışta bir program tartışması gibi görünür.
İki hareketin de hareket noktalarının ayrı olması da böyle olması gerektiği
kanısını güçlendirir ama tartışmaların derinliğine inilince hiç de öyle olmadığı
görülür.
TİP'in hareket noktası sınıfsal, Yön'ünki ise ulusaldı
dedik. Bunun sonucu olarak, Yöncüler Ulusal
Demokratik bir devrim, TİP ise Sosyalist
devrimi savunuyordu. Ancak TİP'in sosyalizmden ne anladığına bakılınca, adı
Sosyalizm olmakla birlikte, TİP programının millileştirmeler, emperyalist
ittifaklardan çıkma, toprak reformu gibi Ulusal Demokratik taleplerden ibaret
olduğu, dolayısıyla Yön'ün
programından nitelikçe farklı olmadığı görülür. Gerçekten de tartışma program
üzerine dönmüyordu, devrimin objektif
tarihsel görevlerine ilişkin anlayışları pek farklı değildi. Tartışma,
özünde, mücadele metodu ve dayanılacak
güçler sorunu üzerindeydi. O zamanın deyimiyle, tartışma, "aşağıdan mı, yukarıdan mı"
tartışması biçimindeydi. Tartışma genişledikçe ekonomi, sınıflar gibi alanları
kapsasa da, gerçekte hep bu soruna bağlı olarak ele alınıyordu.
Zaten bütün dünyada merkezciler
(Küçük burjuva devrimcileri, sosyalistleri) reformistler (Burjuva
sosyalistleri) arasındaki tartışmaların başlıca alanı, mücadele biçimleri,
taktik sorunlarıdır. Bu Yön ile TİP
arasında aşağıdan mı, yukarıdan mı biçimini aldı.
Yön'e
göre kitleler uyuyordu, uyanmaları yıllar alırdı; TİP gibi parlamenter yolla bu
iş uzardı; o halde "zinde kuvvetler"
bu işi yapmalıydı. Bu da tabii ki bir askeri darbe biçiminde olacaktı. Yani
yukarıdan.
TİP ise mantık silsilesini şöyle
kuruyordu: Türkiye kapitalist bir ülkeydi, o halde önündeki devrim sosyalist
bir devrimdi. Sosyalist devrimi –ki bu parlamenter yolla olacaktı- işçi sınıfı
yapardı. O halde aşağıdan olacaktı.
Problem böyle koyulunca, Yön, ön gördüğü mücadele biçimine kanıt
olarak, Türkiye'nin kapitalist bir ülke olmadığını, önündeki devrimin de
sosyalist devrim olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu; TİP ise aksine kapitalist
olduğunu, demokratik devrimin tamamlanmış olduğunu... Gerçekte her iki taraf da
bu çerçevede sanki bir program tartışması içindeymiş gibi görülürse de tüm bu
kapitalist mi değil mi tartışmaları, "aşağıdan
mı, yukarıdan mı" sorusuna kanıt bulmak için ortaya geliyordu.
İki taraf da aynı varsayımlara
dayanıyordu. Yön, Türkiye'nin
kapitalist olmadığını kanıtlamaya çalışırken, kapitalist olsa aşağıdan devrimi
kabul etmek gerektiği varsayımına dayanıyordu. Buna karşılık TİP ise,
Türkiye'nin kapitalist olduğunu kanıtlamaya çalışırken, eğer kapitalist olmayıp
da, önünde demokratik devrim olsa, yukarıdan devrimi kabul etmek gerektiği
varsayımına dayanıyordu. Bu varsayımdan hareket ettiği içindir ki, aşağıdan
devrimin gereğinin kanıtı olarak, kapitalizmi, demokratik devrimin tamamlanmışlığını
öne sürüyordu. Her iki taraf da aynı varsayımdan hareket ettiği için, ekonomi,
sınıflar, vs. alanlarına yayılan tüm tartışmalar, öne sürülen taktiğe kanıt
sağlama çabasından başka bir şey değildi. Mücadele araçları tartışması, bir
program tartışmasının fonksiyonu değil, program tartışması, mücadele araçları
tartışmasının bir fonksiyonuydu.
Ne var ki, tartışma Türkiye'nin
tarihi, ekonomisi, sınıflar vs. gibi alanlara yayılarak bu sorunların bilimsel
olarak incelenmesi gereğini ortaya çıkarmış oluyordu. Objektif devrimci görevlerin ancak bu sorunların bilimsel bir tahlili
üzerinde belirlenebileceği kavrayışı sosyalistlere yerleşiyordu. Bu tahlil
ise ancak Marksist metotla
yapılabileceğinden, Marksizm'in öğrenilmesi devrimci hareketin önüne, objektif
bir tarihsel görev olarak ortaya çıkıyordu. Tartışma içinde bu görevin öne
çıkmasıdır ki, klasiklerin yayınına ve okunmasına hız kazandırmıştır.
*
Bu mücadele biçimleri üzerindeki
tartışma değişik biçimler altında sonra da devam etmiştir. Sonraki yıllarda
işçi sınıfı ağırlığını ortaya koyup, Marksizm de ilke olarak benimsenince, Yön'ün kavrayışı değişik biçimler aldı.
Sonrakiler artık "yukarıdan"
demiyor, "cuntacı"lığı ret
ediyorlardı, ama aşağıdan bile deseler; işçi sınıfı veya "halkın gücü" devrim yapar da
deseler, Marksizm platformunu benimsemiş küçük burjuva devrimcileri için,
proletarya, tıpkı Yön'cülerin
kavradığı gibi, tarihin bir nesnesi olmaktan öteye gidememiştir. Onlar "silahlı
propaganda" veya "halk
savaşı" derken, hep o sınıf adına hareket edip, o pasif kitleyi adam
etmeye çalışmışlardır. Öz aynı kalmıştır ama biçim değişmiştir.
Gerçekten de sonraki "Silahlı propaganda"cıların Yön'e karşı çıkışları programatik değil, biçimsel olmuştur.
Bu bile özleri ve yaklaşımlarının aynı olduğunu kanıtlar. Yön'ü programı cunta yoluyla yapmaya çalışmakla eleştirmişlerdir
ama o programın içeriğini eleştirmeyi akıllarına bile getirmemişlerdir.
Getiremezlerdi de, çünkü hepsi milli demokratik küçük burjuva ütopyasını vaaz
etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Yön'ün
"yukarıdan devrim"e gerekçe
olarak getirdiği tüm çözümlemeler, kanıtlar, elifi elifine daha sonraki aşamada
"halk savaşı"na kanıt
olmuşlardır.
Bir Devrimci Marksist için, siyasi
ittifak yapacağı güçler, nasıl bir taktik veya yol izleyeceği değil, ondan önce
amacı, programı önem taşır. Tavrını
ve birlikte gidebileceği yolun sınıfını buna göre belirler. Önemli olan vuruşun
birlikte olmasıdır. Elbet herkes kendi meşrebince, kendi bayrağıyla, kendi
yolundan yürüyecektir. Müttefiklerin program ve taktiklerinin eleştirisi
ideolojik mücadele konusudur. Ama bunun yanı sıra, ortak hedefler varsa, o
somut hedeflere ulaşmada iş birliği yapmak için onlardan "cuntacı"lığı veya "Halk savaşçılığı”nı bırakmayı istemek
kadar saçma bir şey olamaz. Marksist, ne olursa olsun, eğer amaçlarıyla
uyuşuyorsa, kimseyle ittifakı reddetmez. Ama Marksizm'in, problemi böyle öze
değin koyması, burjuva reformist sosyalistlere de, özünde onlarla aynı programı
paylaşan küçük burjuva devrimcilere de saçma ve anlamsız gelir. Onlar arasında,
mücadele biçimleri ve taktikler üzerine tartışmalar tükenmez kayıkçı dövüşüdür
ve birbirlerinin varlıklarına haklılık kazandırır, daha doğrusu böyle bir
görünüm sağlar.
Yön
ile TİP arasında yukarıda değindiğimiz tartışmaları biz ancak, çok sonra ve dışından
izleyebiliyor ve hemen hemen hiç bir şey de anlamıyorduk. Hatta niye birlik
yapmıyor da tartışıyorlar diye kızıyorduk. Bize göre elbet devrimi emekçiler
yapacaktı, yani "aşağıdancı"
idik, ama öte yandan, Yön'cülerin de
kendi ilericilikleri çerçevesinde bir şeyler yapmasını "fazla mal göz çıkarmaz" diye
reddetmiyorduk. Hele ilericiler, sosyalistler böyle cılızken, birlikte en
azından bazı somut hedefler için işbirlikleri yararlı olmaz mıydı? Ve TİP'li
olmamıza rağmen, TİP'in onlara niye çok saldırıp, onlarla ittifakı, birlikte
hareketi reddettiğini bir türlü anlayamıyorduk. Öte yandan, Yön'ün ezilenlerin sorunlarından değil
de, daha ziyade "milli petrol"den
falan söz etmesi nedeniyle onlardan hiç hoşlanmıyorduk. Kısacası hem biyolojik
hem de siyasi çocukluğunu yaşayan, siyasi mücadelenin, Marksizm'in alfabetik
bilgilerinden yoksun, tipik bir liseli taşra sosyalisti idik. Bu dönem yavaş
yavaş biterken de Türkiye'nin Kültür ve Sanayi başkenti İstanbul'a Üniversite
tahsili için gidiyorduk. Bilgisizliğimizin ve görgüsüzlüğümüzün çapını da ancak
İstanbul'da görüp kavrayabildik.
1967 – 68 yıllarında Türkiye sol
hareketinde yeni bir aşamanın başladığı söylenebilir, buna Marksizm'e Başlangıç Aşaması da diyebiliriz. Bu aşamada Yön ve TİP'in dayandığı varsayım aşılmıştır.
Bu dönemin temel önermesi iki cümlede özetlenebilir: Devrimi işçiler,
köylülerle birlikte yapacaktır ama devrimin karakteri demokratik ulusal
devrimdir. Yön ve TİP'in uzlaşmaz
gibi koydukları problem, onların varsayımları reddedilerek aşılmıştır. Ve bu
dönemdedir ki, "devrim stratejisi"
başlığı altında gerçek anlamda bir program tartışması başlamıştır.
Gerek Yön, gerek TİP içinde eski Marksist kuşakların hiç bir belirleyici
fonksiyonu yokken, bu yeni aşamaya damgasını vuranlar "Eski Tüfek" diye alaya alınan eski
komünistlerdir. Gerçi eski komünistler de kendi aralarında ayrı ayrıydılar ve
sonra her yeni aşamada bu ayrılıklar billurlaşmıştır ama başlangıçta onları bir
araya getiren Marksizm platformunu TİP karşısında savunmalarıydı. Bu dönemin
habercisi kısa ömürlü Sosyalist gazetesi idiyse, dönemin
Türk
Solu ve Aydınlık dergileriyle başladığı
söylenebilir.
1960 sonrasındaki devrimci
harekette şöyle bir paradoksal görünüm vardır: hareket gelişip yeni aşamalara vardıkça eskilerin etkisi artmıştır. Bu çelişkiyi
hareketin iki kez doğmuşluğu açıklar. 1920'lerdeki ilk doğumun görece ileri
aşamalarını temsil eden eskiler, 1960'dan sonra yeniden doğan hareket, belli
bir ilerleme kat ettikten sonra bir etki sağlayabilmişler ya da yeni doğan
hareketin yeni gelişim aşamasının ortaya çıkardığı ihtiyaçlara, ortaya koyduğu
problemlere en özgün cevabı eskiler vermiştir. Biz bu Marksizm'in Başlangıcı dönemine, çok kullanılan adıyla MDD'cilik
diyelim.
1968 yılı büyük olaylar oldu.
Marksizm üzerine çok canlı bir tartışma ortamında – ki bu ortamda Marksizm'in
en temel kavramları öğreniliyordu – Avrupa'daki öğrenci olayları ve Fransa'daki
büyük olayların doğrudan etkisiyle Üniversite işgalleri başladı. Peşinden
Sovyetler'in Çekoslovakya'ya müdahalesi; anti-emperyalist gösterilerin hızlı
yükselişi, bu yeni, Marksizm aşamasının ortaya çıkışına eşlik etti. MDD'cilik
özellikle üniversite gençleri arasında yankı buldu. Bir hikayecinin 47'liler
dediği bu kuşak, siyasete ilk kez TİP saflarında girmiş; işgaller ve
anti-emperyalist gösterilerin başını çekmiş; aynı dönemde de MDD'ci olmuştur.
Daha sonra 1971'de kurulan 12 Mart rejiminin öldürdükleri hep bu kuşaktandır ve
eskiler bir yana, Marksist ve devrimci hareketlerin lider ve teorisyenlerinin
çekirdeğini bu kuşak oluşturmaktadır. Ne var ki, bu kuşağın hepsi aynı evrimi
izlemedi. Kimileri evrimin belli aşamalarında takılıp kaldı ve takıldığı aşama
içinde ayrı bir evrim geçirdi. Başlangıçta hepsi, bitişinin nerede olduğu
belirsiz bir yarışa aynı anda başlayan yarışçılar gibiydiler. Bir kısmı ilk yüz
metreyi en önde koştu, ama yol çok uzundu, ne kadar uzağa gidilmek isteniyorsa
o kadar birikim yapılmalıydı.
TİP genellikle burjuva aydınların,
kasaba avukatlarının, aristokrat işçilerin – sendikacıların – egemen olduğu bir
partiydi. Onların yapısı tüm partiye damgasını vuruyordu. TİP saflarından
çıkmış, üniversitedeki militan eylemlere katılmış her devrimci genci TİP'in bu
havası boğmaya başlamıştı. Bu gençler "eski"lerle
karşılaşınca, tam psikolojilerine uygun bir havayı da onlarda buluyorlardı.
Eskiler de uzun bir mücadelenin imbiğinden geçmiş dava adamlarıydılar. Onların güçlü kişilikleri, savaşçı
nitelikleri, yaşlarından beklenmeyecek devrimci coşkunlukları, dünün TİP'te
yetişmiş militanları üzerinde silinmez izler bırakıyordu.
Bu etki TİP'in yanlış tanıtmaları
ölçüsünde de artıyordu. TİP kendisinin Türkiye'nin ilk işçi partisi olduğunu
iddia ediyordu. "Eski Tüfekler"i
hor görüyor, kapısından içeri adım atmalarına bile müsaade etmiyordu. Eskiler
karşısında "Bir zamanlar bu işle
uğraşmışlar ama hiç bir şey yapamamışlar; işte biz bir çıktık, pir çıktık.
Türkiye'nin en ücra köyüne bile sosyalizmi duyurduk" anlamındaki
böbürlenmelerinden geçilmiyordu. Bu yöndeki propagandayla yetişmiş genç,
eskilerle karşılaşınca, TİP kurucuları kumda çomak oynarken sosyalizm uğrana
mücadele vermiş, hapisler yatmış, işkenceler görmüş eskilerin inancı ve
heyecanıyla; TİP'lilerle kıyaslanamayacak üstünlükteki Marksizm bilgisi,
örgütlenme tecrübesi ile karşılaşınca, en azından, davayı yıllarca sırtlamış bu
insanların gördüğü muamele karşısında isyan etmekten kendini alamıyordu. TİP'in
silahı geri tepiyordu; nefret yerini saygıya bırakıyordu. Her şey, tarih nasıl
anlatılmıştı ve gerçek nasıldı? Hele TİP'in eskileri kapısından içeri
uğratmamasının gerçek sebebi olan, burjuva
legalitesinden, hoşgörüsünden yararlanma kaygısı anlaşılınca, her devrimci
genç, yerini ezilmiş ve ezilen eskilerin yanında belliyordu.
Bu dönemde Çekoslovakya müdahalesi
vesilesiyle başlayan tartışmalar da, eskilerin etkisinin artmasında belirleyici
olmuştur. 1968 yazında Sovyet tankları Çekoslovakya'ya girince TİP buna karşı
çıktı, "güler yüzlü sosyalizm";
"insancıl sosyalizm"den
yana olduğunu açıkladı. Buna karşılık Marksistler (eskiler) Çekoslovak
müdahalesine – eleştirmekle birlikte – destek verdiler. Türk Solu dergisinin
tavrı aşağı yukarı Fidel'in tavrına benzemiştir. Zaten Türk Solu'nda Fidel'in
Çekoslovakya müdahalesiyle ilgili konuşması aynen yayınlanmıştır. Yine o
sıralarda, Türk Solu'nda Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın, özünde Fidel'inkinden
farklı olmayan bir tavrı yansıtan "Çek Meselesi mi, Dünya Meselesi
mi?" başlıklı yazısı çıkmıştır.
Biz bugün – eğer olgulara ilişkin
bilgi hatası yoksa, yani Çekoslovak baharı bir karşı–devrim değildiyse – her
Devrimci Marksist'in – tıpkı bu gün Polonya için olduğu gibi – Sovyet
müdahalesine karşı çıkması gerektiği görüşündeyiz. Ama bu karşı çıkış ile
TİP'in karşı çıkışı karıştırılmamalıdır. Birbirine zıt programatik
kavrayışların sorucu olun, bambaşka karşı çıkışlardır bunlar. Politikada sık
sık, ayrı gerekçelerden, ayrı programlardan hareketle benzer tavırlar alabilir
kişiler veya partiler.
Bağımsızlık ya da özgürlük
(zaruretler aleminin ötesindeki Komünist toplumdaki Özgürlük değil, Aybar'ın
"Hürriyetçi Sosyalizm"indeki
Hürriyet) bizler, Devrimci Marksistler için
kendi başına soyut bir amaç değildir. Bizler, örneğin bu gün İşçi
Devletlerindeki bürokrasinin egemenliğine karşı çıkıyorsak, o egemenlik, soyut
demokrasi, bağımsızlık, hürriyet ilkelerini ayaklar altına aldığı için değil; o
egemenlik dünya devrimini geciktirdiği; işçi devletlerini zayıflattığı;
proletaryayı demoralize ettiği için karşı çıkıyoruz. Objektif toplum
yasalarıyla, bürokrasinin egemenliği altında komünizme varmanın olanaksızlığı
kanıtlandığı için karşı çıkıyoruz. Yoksa savaşı kazanmak için silahlanmak ve
silah kullanmayı bilmek nasıl şartsa, öyle, dünya devrimi için, proletaryanın
Komünist toplum ideali için, bürokrasinin egemenliğinin objektif, kaçınılmaz
bir zaruret olduğu, komünizme giden tek yolun bürokrasinin
egemenliğinden geçtiği, objektif tarih ve toplum yasalarıyla kanıtlanmış olsa,
hiç kuşkusuz o egemenlikten yana olurduk.
Biz bu gün, işçi devletlerinde
gerçek bir sosyalist demokrasinin uygulanmasını – ve bunun için de bir politik
devrimi – bu günkü sistemi gayri insani ya da ahlak dışı, adaletsiz bir şey
olarak gördüğümüzden değil; işçi devletleri ancak bir sosyalist demokrasi
koşullarında, daha güçlü olacağı, daha hızlı kalkınacağı, dünya devrimine giden
yol daha kısalacağı için istiyoruz. Tıpkı kapitalizme ve emperyalizme, insan
özüne aykırı, ahlak dışı bir düzen olduğu için değil de, tarihsel olarak
yıkılmaya mahkum olduğu; insanlığın ilerlemesi önünde bir engel oluşturduğu
için karşı çıktığımız gibi.
Burjuva sosyalizmleri için ise
demokrasi, hürriyet vs. kendi başına soyut bir amaçtır. Aksi, insan özüne,
adalete, ahlaka aykırı bir şeydir. Onlar örneğin bürokrasiye, kapitalizme ve
emperyalizme bu çeşit gerekçelerle karşı çıkarlar. Bu kavrayış farklılığı,
burjuva sosyalizmiyle proletarya sosyalizminin sınırlarını oluşturur.
Burjuva sosyalizmi, emperyalizmin
ya da bürokrasinin egemenliğinin, onları gayri insani ya da adaletsiz bulduğu
ölçüde canlı bir tasvirini yapabilir, olguları yığar. Ama o yığdığı olguların
nedenlerini ve sonuçlarını açıklamakta, dolayısıyla politik görevlerin
tespitinde, doğru sonuçlara ulaşmada çuvallar. Elbet, Engels'in de pek güzel
belirttiği gibi, tarihsel olarak mahkum olmuş her düzen insanlara akıl ve
adalet dışı görünür. Herkes aşağı yukarı böyle bir noktadan hareket ederek,
toplumsal muhalefette yerini alır ve Bilimsel Sosyalizme giden yolu aşabilir.
Ama iki nokta arasında, genç Marks ile tarihsel maddeciliği keşfetmiş Marks
kadar uzun bir yol vardır. Pratik olarak bu yol, günümüzde, burjuva
sosyalizminden proletarya sosyalizmine giden yola tekabül eder.
İşte, TİP'in Çekoslovakya işgaline
karşı çıkışı, böyle burjuva, humanist bir hareket noktasından kaynaklanıyordu.
Yani TİP'in tavrının görünüşüne aldanmamalı; gerici, burjuva, pasifist bir
tavrı yansıtıyordu ve çelişkili gibi görünse de Türk Solu işgali ,
tipik merkezci bir tavırla desteklerken, çok daha devrimci ve Marksist bir
konumdaydı. Kaldı ki bu tavır, olguya ilişkin, Çekoslovakya'da burjuva karşı
devrim başladığı yolunda, bir yanılgıya da dayanıyordu.
Türk Solu işgali emperyalizm ve
burjuvazinin anti-komünist yaygaralarına karşı destekliyordu. Ama öte yandan,
tipik merkezci bir açıdan Sovyetler'i de eleştiriyordu. "Devrim yapılalı şu kadar yıl olmuş, hala
karşı devrim bu kadar etkili olabiliyorsa iyi gitmeyen bir şeyler var demektir"
diyordu. Bunun yanı sıra eskiler "Marks,
Engels, Lenin okuyun" diyorlardı.
TİP'in Devrimci Gençlik üzerindeki
etkisine son veren ikinci – ama önem bakımından ikinci değil – olay Üniversite
işgalleri ve anti-emperyalist gösterilerdir. TİP "aman kımıldamayalım faşizm gelir" diyerek, tipik reformist,
burjuvaziyi ürkütmeme, onun hoşgörüsüne sığınma; kölece boyun eğerek,
ayaklarını yalayarak varılma çizgisi izliyor; sokaktan, kitle hareketlerinden
korkuyor; devrimci gençleri frenlemeye çalışıyordu. Buna karşılık eskiler, TİP'in
tavrının oportunist olduğunu söylüyor, devrimci gençlik hareketini
destekliyorlardı. Sonunda bir Altıncı Filoya karşı gösteride, gösteriyi
frenlemek için barikat kuran TİP'lilerin barikatıyla birlikte, TİP'in etkisi de
yıkıldı gitti.
Bu olaylar içinde giderek biz de
TİP'li kabuğumuzu kırdık ve MDD'ci olduk. TİP'te ilk kez, işçilerin iktidarı
alması gerektiğini, bunun için de geri kalmış, yoksul yığınlar arasında çalışma
gereğini öğrenmiştik. Yine TİP'deki deneylerimiz sayesinde, bu işin zorlu, uzun
bir yoldan geçtiğini; bu işin ilmini kavramak gerektiğini anlamıştık. Böylece
Marksizm'i öğrenmeye başladık. Artık toplumların gelişim kanunları, aşamaları,
işçi sınıfının bilimsel bir kavram olduğu; sırf yoksulluğun insanı devrimci
yapmayacağı, işçinin devrimciliğinin üretimdeki konumundan kaynaklandığı gibi
Marksizm'in alfabetik konularında iyi kötü bir bilgi edinmiştik. Bu bilgiler
ışığında "Sosyalist Türkiye"yi
kurma amacına ve Türkiye'nin koşullarına baktığımızda, Türkiye'deki derebeyi
artıklarının, sosyalizme varmak için, işçi sınıfının önüne Demokratik Devrim
görevlerini koyduğunu görüyorduk. Artık önümüzde, TİP'teyken varlığını bile
bilmediğimiz sınıflar, sınıfların karakterleri, çeşitli devrim aşamalarındaki
tavırları; bütün bu verilere göre sosyalizme ulaşmak için nasıl bir strateji,
nasıl bir ittifaklar sistemi gerektiği gibi problemler bulunuyordu. Bütün
bunları doğru olarak tespit edebilmek için de Türkiye'nin Tarihini, ekonomi,
sınıf, üstyapı orijinalliklerini tahlil etmek gerektiğini, bu tahlil için
gerekli araçların ise Marksizm'de bulunabileceğini anlıyorduk. Ve bu kuşkusuz
bir ilerlemeydi.
Ne var ki, MDD'cilik TİP'e göre bir
gerileme gibi görülür. TİP "Sosyalist
Türkiye", MDD ise "Tam
Bağımsız ve Demokratik Türkiye" diyordu. Bu görünüm bir çok kişiyi de
yanıltmıştır. Gerçekte ise, TİP, "Sosyalist
Türkiye" derken, programıyla demokratik dönüşümleri savunuyordu. Bu
Rus narodniklerinin, demokratik karakterdeki programlarına sosyalizm demelerine
benziyordu. Öte yandan, TİP, "Sosyalist
Türkiye" sloganıyla, politik olarak işçi sınıfını müttefiklerinden
tecrit ediyor ve sosyalizmi uzaklaştırıyordu.
Buna karşılık MDD, 27 Mayıs sonrası
dönemde ilk kez sosyalizm amacını – tabii "tek ülkede sosyalizm" ütopyası çerçevesinde – açıkça formüle
etmişti. MDD'nin tartıştığı, en azından söz olarak, sosyalizm amacı değil, ya
da kitlelerin bir özne olup olmadığı değildi artık Yön gibi. MDD için bunlar tartışılmaz varsayımlardı. Amaç
sosyalizmdi ve bunu işçi sınıfı ve diğer ezilenler kurabilirdi. MDD'nin TİP
karşısında ortaya koyduğu sorun, bu amaca nasıl bir stratejiyle varılacağı idi.
Verilen cevap ne olursa olsun, problemin bu tarz koyuluşu muazzam bir
ilerlemeydi.
Yön
TİP'le tartışmasında, yeni sömürge ve derebeyi ilişkilerini öne sürerken,
kitlelerin devrimin nesnesi olması
görüşüne bir kanıt bulma çabasındaydı. MDD ise, yine derebeyi ilişkilerini ve
emperyalizmi öne sürerken, bambaşka bir şeyi, kitlelerin yapacağı devrimin objektif tarihsel görevlerini
tartışıyordu. TİP ise bunu kavramıyor, hala eski varsayıma dayandığından, yani
demokratik devrim görevlerinin "yukarıdan"
devrimi haklı kılacağı varsayımı, MDD'yi
Yön ile karıştırıyor, cuntacılıkla
suçluyordu. Elbet MDD'ciler içinde TİP'in dayandığı var sayıma dayananlar yok
değildi ama bu MDD içinde bir eğilimdi. Ne var ki, bu eğilim de TİP'in
iddialarını güçlendiriyordu tabii.
MDD'nin temel tarihsel önermesi, Türkiye'de devrimin objektif tarihsel
görevlerinin demokratik karakterde olduğu önermesi, devrimci hareket için
muazzam bir ilerlemeydi ve bu önerme bu gün bile geçerliliğini sürdürmektedir.
Ama bu önermeyi kabul etmek, ondan aynı sonuçların çıkarılacağı anlamına
gelmez. MDD'ciler de bu önermeden farklı sonuçlar çıkarıyorlardı. Bu önerme
egemenliğini sağladıktan sonra, çıkarılacak sonuçlar gündeme gelmiş ve MDD
içinde bir çok bölünmeler olmuştur.
Bundan sonraki gelişmelere ve
MDD'ciliğin kendi içindeki bölünmelere geçmeden evvel, bizim sonraki
evrimimizde önemli bir rol oynayan bir konuya değinmemiz gerekiyor.
MDD'cilerle TİP arasındaki "Devrim Stratejisi" tartışması,
ister istemez Türkiye'nin tarihi sorununu da gündeme getiriyordu. Gündemde
demokratik ya da sosyalist devrim görevinin bulunup bulunmadığı, derebeyi
kalıntılarının varlığı ile ilgiliydi. Bu da Marksizm'in toplumların gelişim
aşamalarına ilişkin öğretisini gündeme getiriyordu.
MDD'cilik genellikle – Dr. H.
Kıvılcımlı hariç – klasik Stalinist “İlkel,
Köleci, Feodal, Kapitalist,…” sıralamasına sadık kalarak bu tarihi
açıklamaya çalışıyordu. Buna karşılık TİP'lilerin bir kısmı ve TİP dışındaki
bazı aydın çevreleri, Türkiye tarihinin bu sıralamayla açıklanamayacağını,
Marks'ta daha başka toplum biçimleri de olduğunu söylüyorlar ve Osmanlı
Toplumunu “Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT)”
kategorisine sokuyorlardı. Bunlara o zamanki solcular arasında "ATÜT'çüler" denirdi. Elbette bu
yana ağırlık verenler de yekpare bir blok oluşturmuyordu.
“ATÜT'çüler”
Osmanlı Toplumunun klasik batı gelişmesinden ayrı orijinal yanlarını öne
sürüyorlardı ve güçlü kanıtlara – tabii ATÜT olduğu anlamında değil; ilkel,
köleci, feodal... sıralamasının yetersizliği anlamında – sahiptiler. Ne var ki,
bu baylar öne sürdükleri orijinalliklerden tümüyle gerici sonuçlar
çıkarıyorlardı. Bir kısmı, diyorlardı ki, Devlet bizim tarihimizde egemen
sınıfın baskı aracı olmamıştır, milleti korumuştur. "Kerim Devlet Teorisi" denen bu teorinin, burjuva devletine her
türlü köpekliği sağlamanın aracı olduğunu görüyor, seziyorduk. Bu gün bu
teorinin taraftarları faşistlerle işbirliği içindedir. Yine kimi
orijinalliklere değinen başka bir grup ta, Osmanlılardan beri, bir Bürokrasi –
Halk çatışmasıyla tarihi açıklamaya kalkıyor, "aşağıdan" her hareketi – örneğin 1950'de DP'nin iktidara
gelmesini – bürokrasiye karşı halkın bir zaferi olarak koyuyordu.
Bu tür sonuçlar çıkarılması,
Osmanlıların kimi orijinal yanlarını öne sürenlerin; ilkel, köleci, feodal...
sıralamasının yetersizliğini öne sürenlerin görüşlerini daima kuşkuyla
karşılamamıza yol açıyor ve MDD'ci olarak ilkel, köleci... sıralamasını
savnuyorduk. Ama yine de Osmanlı tarihini bu sıralama içinde açıklayamıyor,
için için kuşku duyuyorduk. Hiç bir çıkış yolu da bulamıyorduk.
Elbette o dönemde Kıvılcımlı'nın Türk
Solu ve Aydınlık'ta çıkan yazılarını, hatta bir kaç kitabını da
okumuştuk. Ama o okuduklarımız bize sentezi kavratmaktan ziyade, bilmediğimiz
bazı olguları tanıtmış oluyordu. Kıvılcımlı'nın değişik bir şeyler söylediğini
seziyor, hatta onun yeni bir tez olduğunu işitiyor; saygı duyuyor ama
anlamıyorduk. Anlayamazdık ta, çünkü gerek tarihi olaylar, gerek Marksizm
hakkındaki bilgilerimiz, bu diyalektik tezi kavramamıza el vermeyecek kadar
sınırlıydı.
Ne var ki, bu gibi konular ilgi
alanımızın merkezinde olmaktan çok uzaktı. Öğrenci hareketi hızlı bir yükselişe
girmişti. Her gün boykotlar, forumlar, üniversite işgalleri, faşistlerle
çatışmalar, faşist saldırılara karşı nöbet tutmalar içinde geçiyordu. E. M.
Remarque'nin romanlarında çok güzel anlattığı, her an savaşın içinde,
siperlerde, her türlü konformizmden uzak yaşayan erlerin psikolojisi
içindeydik. Yaşantımız da pek farklı değildi zaten. Günlük hayatını yaşayan
insanların problemleri bize öylesine anlamsız ve saçma geliyordu ki,
anlatılamaz. Bu yaşantı her şeye rağmen bizleri konformizmden kurtararak;
tehlikelerden korkmamayı öğreterek; disipline ederek eğitiyordu. Aramızda son
derce güçlü bir dayanışma duygusu gelişiyordu. Küçücük bir devrimci militanlar
grubu olmamıza rağmen, binlerce öğrenciyi harekete geçirebiliyor,
yönetebiliyorduk. Kendi gücümüz karşısında hayrete düşüyor, onun büyüsüne
kapılıyorduk. Bu ortamda, üniversitelerdeki hareketin günlük taktik, teknik
sorunları ilgi alanımızın merkezindeydi. Faşistlerle nasıl dövüşüleceği; sopa,
bıçak, tabancanın nasıl kullanılacağı; ses bombalarının nasıl yapılacağı ve
günlük mücadeleye ilişkin diğer şeyler.
İşte bu hava içinde, bizlerde
giderek bir teori düşmanlığı
gelişiyordu. Teoriyi entellektüel laf ebeliğiyle karıştırdığımız için hor
görüyorduk. Teorik tartışmalarda bizi mat edenler, faşistlerle, polislerle
çatışmalar olurken hiç görünmüyorlardı ama sonra da ortaya çıkıp, "şu
yanlış, şu doğru" diye ahkam kesiyorlardı. Onlara duyduğumuz tepki,
otomatikman bizlerde teoriyi hor görmeye yol açıyordu. Biz savaşçıydık, herkes
teorisyen olacak değildi ya, işte büyüklerimiz vardı, onlar söyler biz
yapardık. Lazım olan iş yapacak adamdı...
Fakat bizdeki bu eğilimlerle
eskiler daima mücadele ederler ve bizzat kendi somut varlıklarıyla teori ve
pratiğin birliğini kanıtlarlardı. Bu nedenle ister istemez okuyorduk ta. Ama
okumuş olmak için.
*
Evet, sosyalizme varmak için, işçi
sınıfı öncülüğünde anti-emperyalist demokratik devrimi yapmak gerekiyordu. Bu
MDD'ciliğin temel önermesiydi. Peki ama bu anti-emperyalist devrimi nasıl
yapacaktık? Bunun cevabını dünyaya bakarak çıkarmaya çalışıyorduk. İşte
önümüzde Çin, Küba ve Vietnam devrimleri duruyordu. Oralarda nasıl olmuştu?
Önce bir avuç yiğit savaşçı dağlara çıkmış; silahlı propaganda ile savaşı
başlatmış; sonra halk onları desteklemiş ve devrim başarılmıştı.
Hep üniversite olaylarıyla
uğraşacak değildik. Zaten hareket bir noktadan sonra tıkanmış ve kendi kendini
tekrarlamaya başlamıştı. Üniversite çevresi bizi boğan bir kabuk olmuştu. Bu
kabuğu kırmak ihtiyacı gün geçtikçe de büyüyordu. İlgi alanımızın merkezine de,
devrimin nasıl yapılacağı sorunu yerleşiyordu. Harıl harıl Çin, Küba, Vietnam
devrimlerini anlatan kitapları okumaya başlamıştık.
Bolivya'da şehit düşen Che'nin
çağrısı ve örneği tüm hayalimizi dolduruyordu. Biz buralarda oyalanırken, her
gün Vietnam'da onlarca devrimci can veriyordu. Yeni bir Vietnam yaratmalıydık.
Onların sırtındaki yükü de, biraz olsun hafifletmek için Halk Savaşını
başlatmalıydık. Sovyetler ne yapıyordu? Sadece biraz silah yardımı. Ama Çin
öyle miydi? Halk savaşlarını destekliyordu. Lin Piao dünyanın kırlarından
şehirleri kuşatalım diyordu. Anlaşılan Sovyetler iyice yozlaşmıştı. Çin ise
öyle değildi. Hem yozlaşmayı önlemek için işte "Kültür devrimi"ni de yapıyordu.
Bu düşünceler içinde, en kısa
zamanda dağlara çıkıp Halk Savaşı'nı başlatmak için sabırsızlanıyorduk.
Elimizden Giap'ın "Halk Savaşı, Halk Ordusu"; Lin Piao'nun
"Yaşasın Halk Savaşının Zaferi";
Che'nin "Savaş Anıları", "Gerilla Günlüğü"; Bayo'nun
"Gerilla Nedir"i düşmüyordu artık. Üniversitelerdeki
eylemlerimiz de, dağa çıkacak ilk kadroları devşirmek ve eğitmek için bir
araçtı yalnızca. Hepimizin hayali, Halk Savaşı'na ilk başlayacak gerilla
müfrezesinde yer almaktı. Başlıca konularımız: dağa çıkarken yanımıza neler
alacağımız; hangi silahının menzilinin ve etkisinin ne olduğu; gerilla
eğitimini nasıl yapacağımız; savaşı önce hangi bölgeden başlatmak gerektiği vs.
idi.
Bu çerçeve içinde planlar
kuruyorduk. Genellikle hepimiz, gerillayı Kürdistan'ın dağlık bölgelerinden
başlatmak gerektiğini düşünüyorduk, çünkü oraların hem arazisi gerilla savaşına
uygundu, hem de halkı daha büyük bir devrimci potansiyel taşıyordu.
Bu durumda dağa çıkma hazırlıkları
içinde Doğu köylüleriyle kitle bağları, ilişkiler kurmalıydık. Bizin Devrimci
Öğrenci derneğimize yer vermiş, yapı iş kolundaki bir sendika aracılığıyla yapı
işçilerini de tanıma olanağı bulmuş ve bu işçilerin genellikle bizim dağa
çıkmayı düşündüğümüz bölgenin insanları olduğunu görmüştük. O halde bu
işçilerle bağ kurarak, ham proletaryayla kaynaşmış olurduk, hem de o işçilerin
akrabaları, hemşehrileri olan yoksul köylülerle. Bu düşüncelerin sonucu olarak
biz de yapı işçileri arasında çalışmaya başlamıştık.
10 Haziran 1969 olaylarıyla öğrenci
hareketi zirvesine ulaşmış, üniversite kapatılmış ve bir çok arkadaş polisçe
aranmaya başlamıştı. O yaz boyunca kimimiz Toroslarda eğitim denemelerine;
kimimiz o sıra yükselmeye başlayan Fedai hareketinin etkisiyle Filistinlilerin
yanına; kimimiz işçi ve köylülerin arasına gitti. İster işçiler arasında, ister
dağ köylerinde, ister Filistin gerilla kamplarında olalım, hepimizin amacı, en
kısa zamanda hazırlıkları tamamlayıp gerillayı başlatmaktı. Ancak bütün bu
hazırlıklar planlı ve merkezi bir biçimde örgütlenmekten ziyade, kendiliğinden
oluyordu. Bir bakıma zımni bir anlaşma var gibiydi.
Gittiğimiz çalışma alanları bizleri
etkilemekten de geri kalmıyordu. Bu gün aradan yıllar geçtikten sonra, bir
bakıma rastlantısal bir şey olan yapı işçileri arasındaki çalışmamızın daha
sonraki evrimimiz üzerinde tayin edici bir etkide bulunduğunu açıkça görüyoruz.
Engels, İngiltere'de tanıdığı ilk proleterlerin kendisi üzerinde nasıl bir
etkide bulunduğunu çok güzel anlatır.
Bu proleterlerle gün 24 saat yan
yana yaşamaya başlayınca, kitlelerin henüz ne kadar geri – ama bir çok bakımdan
da bizden çok ileri ve kendilerine göre çok sağlam değer yargıları bulunduğunu
– planlarımızda yanlış bir şeyler olduğunu; onların sabırsız ve ütopik
karakterlerini sezmeden edemiyorduk. Güya bu halkla devrim yapacaktık ama onu
henüz hiç tanımıyorduk.
Bu proleterler hiç de üniversite
öğrencilerine benzemiyorlardı. Hiç bir şeye kolay kolay inanmıyorlardı,
binlerce yıldır kandırıldıkları için. Üniversite öğrencileri kolayca keskin
sözlerle harekete geçer ama biraz zoru görünce hemen tırsardı. Burada ise tam
zıttı oluyordu. Kolay kolay harkete geçmiyorlardı, hele lafla hiç. Ama bir kere
de geçtiler mi sonuna kadar gidiyorlardı. Öğrenciler parlak sözlerin büyüsüne
hemen kapılıyordu, ama bu insanlar parlak sözlere sadece kuşkuyla bakıyorlardı.
Bir tek kriterleri vardı: laf değil iş!.. Gerçekte proleterlerin siyasal bilinç
ve tecrübe eksikliği vardı yalnızca, geri kalan bütün nitelikler onlarda
kendiliğinden vardı. Bizde ise, belki biraz siyasal bilinç ve tecrübe vardı ama
gerisi, onlarda olanlar yoktu. Zaten bu nedenledir ki, aydın da, proleter de
kendi başına hiçtir. Ancak kaynaşıp
bir senteze ulaşabildikleri zaman hep olabilirler.
Doktor'un çok güzel benzetmesiyle, aydın kalaya, işçi bakıra benzer, tek tek
ikisi de yumuşaktır. Ama ikisi kaynaşınca insanlığa dev bir adım attıran sert
tunç ortaya çıkar. Eski komünistlerin lokal çalışmaları bir yana, Türkiye
tarihinde ilk kez devrimci aydınlarla işçilerin kaynaşması da yavaş yavaş
başlıyordu. Gerçi TİP'te bir çok aydın vardı ama o aydınlar hem devrimci
değillerdi hem de TİP onları kaynaştırmadı,
eklemeye çalıştı.
Yapı işçileriyle olan sıkı
ilişkilerimiz sonucunda kafamızda doğru yolda olup olmadığımıza dair kuşkular
birikiyordu ama bu birden bilince çıkmıyordu. Biriken yüzlerce tecrübe,
kafamıza kuşku tohumları serpiyordu ama bu tohumların yeşermesi için zaman
gerekiyordu. Daha sonraki gelişimimiz diğer arkadaşlardan ayrı bir yol izlemişse,
bunun başlıca nedeni, proletarya ile yakın ilişki içinde bulunmamız; onları
daha yakından tanımamız olmuştur. Bu tecrübelerdir ki, daha sonra bizim parti
ve işçi sınıfının önemini reddeden; devrimin çok uzun bir yol olduğunu
kavramayan hareketlere karşı bağışıklık kazanmamızı sağlamıştır.
Bu arada, bizim daha sonra tarihe
ve toplumların gelişimine ilişkin araştırmalara yönelmemize ve dolayısıyla Dr.
Hikmet Kıvılcımlı'yı derinliğine incelememize yol açan bir gözlemden söz
etmemiz gerekiyor.
Yapı işçileri genellikle köyünden
yeni kopmuş, köylülüğün bir çok alışkanlıklarını üzerinde taşıyan
proleterlerdi. Maddi durumlarıyla proleter, ruh durumlarıyla yarı köylü, yarı
proleterdiler. Ancak, yapı işçilerinin Dersim, Maraş gibi henüz aşiret
ilişkilerinin bile varlığını sürdürdüğü bölgelerden gelenlerinin, kapitalist
ilişkilerin daha gelişkin olduğu yerlerden gelen nice proleterden daha yüksek
bir dayanışma geleneği olduğunu ve daha yüksek bir örgütlenme yeteneği
gösterdiğini gözlemlemiştik. Bu ilkel komuna kalıntısı gelenekler, kölecilikten
bile geri bir toplum biçiminden kaynaklanmasına rağmen, nasıl oluyordu da, bir
sendikal örgütlenmede bile onların başı çekmelerini sağlıyordu? Bu o zamana
kadar, bize Marksizm diye öğretilen şematik bilgilerle çelişiyordu.
İşçilerin nasıl daha iyi ve çabuk
teşkilatlanacağı başlıca problemimiz olduğundan, yukarıdaki sorun kafamızı
epeyce kurcalıyordu. O güne kadar okuduğumuz hiç bir kitapta, ne böyle bir
olgudan söz edildiğini, ne de nedenlerini görmemiştik. Derken Engels'in, "Ailenin, Devletin... Kökeni"ni
okuduk. Engels bu olaya yıllarca önce dikkati çekmiş ve açıklamıştı. Üstelik
Engels'in kitabında anlatılanlar, hiç de el kitaplarından (Politzer, Stalin,
Kusinnen) öğrendiklerimize benzemiyordu. Buraya bir mim koymuştuk.
O yazın sonlarına doğru herkes
gittiği yerlerden dönerken MDD'cilik içinde içinde yavaş yavaş olgunlaşan bir
ayrılık birdenbire patlak verdi, FKK'nın DEV-GENÇ'e dönüştüğü kongrede.
Hepimiz MDD'ciydik ama ondan
anladıklarımız çok farklıydı. Kimimiz için sosyalizme varmak için bir zorunlu
aşama, kimimiz için kendi başına bir amaçtı. "İşçi sınıfı öncüdür" diyorduk. Ama bu kimimiz için sınıfın
bilfiil öncülüğü anlamına gelirken, kimimiz için sözde kalma eğilimindeydi.
Kimimiz için Demokratik Devrim Küba, Çin, Vietnam'da olduğu gibi "halk savaşı" yoluyla olabilirdi,
kimimiz için "asker-sivil-aydın
zümre"nin yapabileceği bir işti. Kimimiz bu zümreyi, kendi dışımızda,
ama demokratik aşamada amaçlar ortak olduğu ölçüde ittifak yapılacak bir güç
olarak görürken, kimimiz MDD hareketini o zümreyle yapılacak pazarlıklarda bir
koz olarak görüyordu. Başlangıçta öne çıkmayan bu kavrayış farklılıkları şimdi
artık ön plana çıkıyor ve giderek netleşiyordu.
Ne var ki, her ayrılık gibi bu
ayrılığın da ilk belirtileri pratik sorunlardan çıktı. Faşist saldırılara karşı
yapılan öz savunma eylemleri genellikle bu hareketler içinde yer almayan
unsurlarca hor görülüyor ve bizlere "anarşist"
damgası vuruluyordu. Bu tavırlara içten içe kızıyorduk. Yavaş yavaş iki tavır
kristalize olmaya başlamıştı. Bizlere anarşist diyenler bol bol "kitle çizgisi" lafı ediyorlardı,
biz de onları pasifistlikle, mücadeleden kaçmakla suçluyorduk.
Evet, bizlerde anarşizan bir yan
vardı ama bundan çıkarılacak sonuç, faşistlere karşı direnmenin reddi
olamamalıydı. Bu tür eylemler daima içinde bir anarşizm ögesini besler; tıpkı
parlamenter mücadelenin parlamentarizm; sandikal mücadelenin sendikalizm
eğilimlerini beslemesi gibi. Bundan çıkarılacak sonuç parlamenter veya sendikal
mücadeleyi reddetmek olamaz ise, öz savunmayı da reddetmek olamazdı. Bundan
çıkarılacak sonuç, gerçek bir proletarya partisinin öncülüğü ve eğitimiyle, bu
mücadeleleri daha disiplinle ve bilinçli kılmaktır. Yoksa bir proletarya
partisinin bu yöndeki bilinçli çabalarından yoksun her mücadele yozlaşma
eğilimi taşır. Ancak burjuva sosyalistleri – tıpkı Rusya'da olduğu gibi – bu
eğilimlerden, bu mücadelelerin reddi sonucunu çıkarabilirler.
Elbet o zamanlar sorunu böyle
koymuyorduk ama bize karşı çıkanlarda bir sakatlık, bir oportunizm olduğunu da
seziyorduk. Çünkü deneyle görüyorduk ki, o çatışmalar gerçekten gerekliydi ve
başarıları ortadaydı. Gerçekte bize karşı çıkanlar müttefikleri ürkütmemek için
karşı da çıkıyorlardı. O ürkütülmeyecek müttefikler ise faşistlere direnişi
yanlış buluyorlardı.
Pratiğe ilişkin bu iki eğilim
billurlaşırken, birden bire Türk Solu ve Aydınlık'ta çıkan iki
yazıyla anlaşmazlık tüm sorunlara yayıldı ve teorik ifadesini buldu. Bizi
anarşistlikle suçlayanlar, şimdi, Türkiye'de "İşçi sınıfının objektif şartları yok" diyorlardı, ki bunun
anlamı, işçi sınıfı yok, varsa da devrimi öncülük edemez demekti. Bizler buna
derhal karşı çıktık. Ancak bu tartışmaların somut anlamını daha iyi
anlayabilmek için, bu tartışma içinde önemli bir yeri olan Kapitalist
Olmayan Yol konusuna değinmek ve bu kavramın o zamanki anlamını iyi anlamak
gerekiyor.
*
"Kapitalist Ommayan Yol" olgusu, bütünüyle evrimin karmaşık,
birden ileriye sıçrayışlarla ve karşılıklı etkilerle gidişinin bir görünümünden
başka bir şey değildir.
Sadece emperyalizm ya da kapitalizm
çağında değil, Tarih'te ve Tarih Öncesi’nde tüm toplumlar eşitsiz bir gelişim
izlemişlerdir. Varolan uygarlığa daha sonradan giren her toplum, uygarlığın
birikimi üzerinde, bir çok gelişim konaklarını birden atlayarak, daha üst bir
şekillenmeye girer. Yani sadece sosyalizme geçiş için kapitalist olmayan yoldan
değil; kapitalizme geçişte "feodal olmayan yol"dan, ya da medeniyete
geçişte köleci veya "yukarı barbar olmayan yol"dan söz edilebilir.
Zaten tarihteki ve bu günkü toplumların sonsuz çeşitliliği de bir bakıma bu
geçişlerin çeşitliliğinden kaynaklanır.
Kent, "yukarı barbar kurdunun medeniyet kelebeğine dönüştüğü"
kozadır. Medeniyet (sınıflı toplum) “yukarı
barbarlık”tan sonra gelinen aşamadır. Ama örneğin, bir medeniyet, orta
barbarlık konağındaki bir ulus tarafından bir tarihsel devrimle yıkılabilir ve
medeniyeti yıkan orta barbarlar kısa sürede medeniyet tarafından fethedilirler.
Bu anlamda, orta barbar kavim, yukarı barbar (kent) aşamasını yaşamadan, "yukarı barbar olmayan yoldan"
medeniyete geçmiş olur.
Başka bir örnek: Yunan ve Roma
medeniyetlerinden sonra, onların birikimi üzerinde pekala başka yukarı barbar
(kentsel) toplumlar medeniyete geçebilir. (Mekke ve Medine'den çıkan İslam
medeniyeti gibi.) Ama binlerce yılın medeniyet birikimi köleliği gereksiz ve
olanaksız kıldığından, doğan medeniyet, Yunan ve Roma'da olduğu gibi köleci
olmaz. Buna da pekala "köleci
olmayan yoldan geçiş" adı verilebilir.
Keza, tefeci bezirgan
medeniyetlerin bir yağ lekesi gibi Çin'den Magrip'e kadar yayılışı, henüz ilkel
komuna geleneklerinin çok güçlü olduğu İngiltere'de , pre-kapitalist sermayenin
modern kapitalist sermayeye dönüşmesine olanak sağlamıştır. Böylece, İngiltere,
antika medeniyetler konağını atlayarak, "İlkel Sosyalizmden Kapitalizme" geçmiştir.
Toplumların bu eşitsiz ve sıçramalı
gelişimi, büyük harflerle ifade edilmemiş olsa bile Marks-Engels'in sahip
olduğu bir kavrayıştır, yoksa, "tek
ülkede sosyalizm" teorisine gerekçe arayan Stalin'in iddia ettiği
gibi, Lenin tarafından bulunmuş ya da sırf kapitalizme has bir olgu değildir.
Kapitalist olmayan bir yoldan
sosyalizme geçiş olanağından Marks-Engels, Rus Narodniklerinin köy komününden (Mir'den) doğrudan sosyalizme geçiş
anlayışlarını eleştirirken söz eder. Mir
zaten bir dağılma sürecine girmiştir. Girmese bile, sosyalizm o geri üretici
güçler düzeyinde kurulamaz deyip Narodnikleri eleştirdikten sonra, ama derler,
Rusya'da Köy komünü, batı Avrupa'da devrimci bir proletaryanın geliştiği bir
çağda vardır. Batı proletaryası bir sosyalist devrimi başarınca Rus Mir'i
kapitalizmin acılarını çekmeden sosyalizme bir geçiş yaşayabilir.
Örneğin Marks, Vera Zasuliç'e
mektubunun birinci versiyonunda şöyle der: "(...)öte yandan, dünya
pazarına hükmeden Batı (kapitalist) üretimin çağdaşlığı, Rusya'yı kapitalist
sistemin aşağılayıcı etkilerine uğramadan, bu sistemin sağlamış olduğu, tüm
olumlu katkıları komüne kazandırma olanağı vermektedir."
Engels de "Rus Tarım Komünü
Üzerine Düşünceler"inde aynı fikri şöyle ifade eder: "(...) Bu
(yani modern sosyalizme geçiş), ancak komünal mülkiyetin kesin olarak
dağılıp yok olmasından önce, Rus köylüsüne, geçişin gerekli koşullarını
sağlayacak olan, özellikle bu yüzden tüm tarım sisteminde gerekli alt üst oluşu
gerçekleştirebilmek için gereksindiği maddi kaynakları sunacak olan Batı
Avrupa'da muzaffer bir proletarya devrimi başarıldığı takdirde olabilir."
Demek ki, “kapitalist olmayan yol”,
ileri kapitalist ülkelerde proletarya devriminin muzaffer olması halinde, henüz
kapitalizme girmemiş ya da henüz kıyısından bulaşmış halklar için söz konusu
edilebilir. Eğer birinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal demokrasinin ihaneti
yüzünden devrim başarısızlığa uğramasaydı, Asya ve Afrika'da bir çok toplum,
ilkel komün veya derebeylik aşamasından, kapitalist olamayan bir yoldan
sosyalizme geçebilirdi.
Ancak somut tarihte bu mümkün
olmadı, ya da çok sınırlı olarak olabildi. Rus proletaryası, bir bakıma, batı
Avrupa proletaryasının Rus köylüleri karşısındaki konumuna benzer bir konumu,
en azından çarlık Rusya'sının egemenliği altındaki Orta Asya halkları
karşısında aldı. Bu çerçevede, Çarlık Rusya'sı sınırları içinde henüz
kapitalist ilişkilere girmemiş kimi halklar, kapitalist olmayan yoldan "sosyalizme" geçiş olanağı buldular.
(Ne var ki, geçtikleri sosyalizm değildi.) Kapitalist olmayan yoldan,
gerçekleşmiş bir şey olarak bu anlamda söz edilebilir. Ama bugün bütün
emperyalist ülkelerde proletarya muzaffer olsa bile – belki tropik ormanlarda
yaşayan bazı ilkel topluluklar haricinde – en geri ülkelere bile kapitalizm
girdiği, modern sınıflar ortaya çıktığı için, kapitalist olmayan bir yoldan söz
edilemez. Bundan ancak kaçırılmış bir
olanak olarak söz edilebilir artık.
Bugün Sovyet teorisyenleri bu
kavramı, tüm tarihsel ve somut içeriğinden soyutlanmış olarak, politik
ilişkileri Marksizm lafzı çerçevesinde rasyonalleştirmeye yarayan bir kavram
olarak kullanmaktadırlar. Sovyet teorisyenlerine göre, bir Cezayir, Suriye,
Irak, Nasır dönemi Mısırı'ı, Gana hatta Hindistan bile “kapitalist olmayan yol”dadır. Tabii bu kullanımda, cılız burjuvazinin Bonapartist diktatörlükler ardına
gizlendiği ve Sovyetler'le tarafsızlık çerçevesinde iyi ilişkiler kuran bütün
ülkeleri kapsamaktadır bu kavram.
Ne var ki, 1969'larda, ne kısaca
yukarıda özetlenen Marksist içeriği ne de Sovyetler'in ona yüklediği gerçek
anlamı biliniyordu bu kavramın bizlerce. Hatta o zamanlar, Stalinci mekanik
ilkel, köleci, feodal... deli gömleği içindeki bizler, bu kavramı nereye
koyacağımızı bile bilmiyorduk. Kavrama yüklediğimiz anlam bambaşkaydı. O
zamanlar bizlere göre, Brazeville Kongosu gibi, henüz işçi sınıfının oluşmadığı ülkelerde bu görevi aydınlar
üstlenip darbe yoluyla iktidara gelip
ülkeyi sosyalizme götürebilirlerdi. Ve bu da kapitalist olmayan yol olurdu.
Ve yine Sovyetler'in kapitalist olmayan yoldan yana olduğunu – ki bu da Irak,
Suriye gibi cunta yoluyla devrim demekti – buna karşılık Çin'in ise demokratik
devrimden yana olduğunu – ki bu da Halk savaşı yoluyla devrim demekti –
düşünüyorduk. Her iki taraf da meseleyi böyle anlıyordu.
Hemen anlaşılacağı gibi, gerçekte,
hiç bir bilimsel değeri olmayan ve kanıtlanmaya muhtaç önermeler herkesin
çıkarsamalarının dayandığı temeli oluşturuyordu. Bu kavrayış içinde Beyaz Aydınlık'ın "İşçi Sınıfının Objektif Şartları Yoktur"
demesinin somut anlamı, "kapitalist
olmayan yol geçerlidir", bu da "cuntacıların (Yöncülerin) görevidir bu günkü devrimi yapmak",
o halde bize düşen görev, Irak, Suriye KP'leri gibi onları ileriye itmektir
anlamına geliyordu. Yani “halk savaşı”
reddedilmiş oluyordu. Çünkü, Halk Savaşı, yine aynı kavrayışa göre, işçi sınıfı öncülüğünde olurdu.
Demek ki, tartışılan konu özünde
yine mücadele biçimlerine ilişkin bir sorundu. Biz Beyaz Aydınlığın "İşçi sınıfının objektif şartları yoktur"
önermesine karşı çıkarken, halk savaşı yoluyla devrimi, gerilla savaşını
savunmuş oluyorduk. Keza karşı taraf da, aksini savunmak için bu önermeyi
getiriyordu. Keza ittifak anlayışları da değişikti. Onlar bizi bir sol uç
muhalefet durumuna düşürmek isterken, biz devrimin başını çekmek istiyorduk.
TİP ve Yön arasındaki tartışma,
bambaşka bir kavrayış ve kavramlar sistemi içinde bir bakıma yeniden
tekrarlanıyordu. Yalnız roller bu sefer tersine dönmüştü. Burjuva sosyalizmi
eğilimin temsil eden TİP "aşağıdancı"
iken, aynı eğilimi taşıyan Beyaz Aydınlık
"yukarıdancı" idi. Buna
karşılık, küçük burjuva radikalizmini savunan Yön "yukarıdancı"
iken, küçük burjuva sosyalistleri olan bizler "aşağıdancı" idik.
Aydınlık'ın
bu gün vardığı yer kimseleri şaşırtmamalıdır. Bu eğilimler daha doğarken vardı
onda. Ne var ki, hareketin hızlı yükselişi nedeniyle Mao'culuğa çark etti ve
bir çok kişinin onun gerçek niteliğini kavraması zorlaştı. Onun reformist özünü
görmeyen bir çok militan, başlangıçta Ak
Aydınlık saflarında kaldıysa da, bu militanlar daha sonra kafalarındaki ile
Aydınlığın politikasının uymadığını görünce, gecikmiş bir bölünme ile Beyaz
aydınlık saflarından ayrılıp, gerilla savaşını savunmaya başladılar ve
Çin-Arnavutluk bozuşmasından sonra, Üçüncü Enternasyonal'in "sol" "Üçüncü Dönem" politikasını savunan Enver Hoca'cılığa kadar
vardılar. Bütün bu evrimleri, kökenlerindeki temel varsayımlara dayandığından,
bunlar hala 1969-70'lerin problematiğini aşamadığından, türün kendi içindeki
evrimine, atların at olarak evrimine girer.
*
Tam bu bölünme olmuş ve tartışmalar
alevlenmişken, birçok militan arkadaşımız, peşpeşe vurulmaya ve tutuklanmaya
başladı. Özellikle Taylan Özgür'ün ölümü bizleri çok etkilemiştir. İşte artık
şehirlerde yaşama hakkı kalmamıştı, şehirleri kırdan kuşatmak için gerillaya
başlamalıydık.
Üniversitelerdeki devrimci
hareketin her militanı, bir süre sonra, üniversite hareketinin kabuğuna sığamaz
olur. Giderek kendini tekrarlamaya başladığını sezer, küçük-burjuva ortamın
yozluğu insanı boğar. Yeni öğretim yılı başlarken, bir yıl daha o boğucu ve yoz
havayı solumaya hiç birimizin niyeti yoktu. Dağların özgür havası bizleri
bekliyordu.
Sonra gericilerin, faşistlerin
etkinliği büyük ölçüde kırılmış, hemen hemen bütün belli başlı üniversiteler
devrimcilerin kontrolüne geçmişti. Yeniler de yetişmişti. Öğrenci taifesi her
zaman olduğu gibi tabur tabur devrimci oluyor hem de keskinlikte zor günlerde
işi başaranlardan bile ileri gidiyordu. Artık devrimcilik kolaydı. Giderek en
yoz, en güce tapan unsurlar daha fazla devrimci oluyor, onların saçma sapan
hareketleri, gerçekten iyi unsurları devrimcilikten soğutuyor uzak durmalarına
neden oluyordu. Tersine seleksiyon
başlamıştı.
Lenin Rus devriminden sonra
Rusya'da benzer şeylerden söz eder. Namusluların uzak durduğundan, en
kariyerist, en namussuz, korkak unsurların Parti ve Devlet cihazına
yamandığından yakınır. Üniversitelerin küçük burjuva ortamında devrimcilerin
sağladığı üstünlük, bir bakıma Bolşeviklerin Rusya'da başına gelenlerin
minyatürüne yol açıyordu. Bu gidişi sezişimiz bizleri daha da kamçılıyordu bir
an önce gerillayı başlatmak için. Yazın Filistin'e giden bazı arkadaşlar
aracılığıyla, Fedai hareketiyle ilk bağlantılar kurulmuş, yollar öğrenilmişti.
Halk savaşına bir an önce başlamak gerektiğine göre, yapılacak iş, Filistin'e
gitmek, silah kullanmayı, savaş sanatını, gerilla savaşı taktiklerini
öğrenmekti. Orada Parti'yi de kurar, alacağımız silahlarla Güney'den girer,
Amerikan üslerini vura vura ilerler ve halk savaşını başlatırdık... Böylece
devrimci militanların, Filistin'e doğru büyük göç dalgası başladı. Biz de bu
göçte yer alanlardandık.
Çoğu ilk siyasi tecrübelerini
TİP'te edinmiş; daha sonra üniversite işgallleri ve anti-emperyalist
gösterilerde çalışmış; bu arada MDD'ci olmuş Dev-Genç'in çekirdeğini oluşturan
devrimci militanlar hemen hemen aynı tecrübelerden geçtiler ama çıkardıkları
sonuçlar çok farklı oldu. Filistin tecrübesinden çıkardığımız sonuçlar, önceki
birikim nedeniyle diğer bir çok arkadaştan farklı oldu.
Filistin'de, hiç de bizim gibi
öğrenci hareketi serlerinde büyümemiş; daha çaplı mücadelelerden, işkencelerden
geçmiş; iyi kötü bir parti disiplini, eğitimi edinmiş, örnek kişilikte ve
yoldaş adına gerçekten layık çeşitli Arap ülkelerinden gelmiş komünistler
gördük. Onların örnek ve disiplinli tavırları bizi çok etkiledi, hayranlığımızı
kazandı. Onlar bize bu mücadelenin uzun olduğunu, sabır ve direnç
gerektirdiğini; ülkemizdeki güçlü proletaryayı boşlamamız gerektiğini
söylüyorlardı. Ve bu sözler onların örnek davranışlarında daha büyük bir
ağırlık kazanıyordu.
Bütün bunlar daha önce yapı
işçileri arasındaki çalışma sırasında edindiğimiz izlenimlerle birleşince,
yolumuzun doğruluğu konusunda kuşkularımızın artmasına yol açıyordu. Hele orada
bir çok klasiği düşüne düşüne okuma
olanağı buldukça Rus Narodniklerinden pek farkımız bulunmadığını sezmeye
başlıyorduk. Ne var ki, gerillacılık öğretisiyle kopuşmamız, bambaşka bir
yoldan oldu.
O zamanki anlayışımıza göre,
sovyetler revizyonistti. Ama bizler bu sonuca Sovyetlerin derin bir
çözümlemesiyle varmamıştık. Sovyetler emperyalizme karşı verilen halk
savaşlarına yardım etmediği, buna karşılık "kapitalist olmayan yolu" savunduğu için Revizyonistti.. Ve
Sovyetlerin devrimden yıllar sonra böyle revizyonist olmasının nedeni –yine o
zamanki anlayışımıza göre – "kültür
devrimi"ni yapmamış olmasıydı... Çin ise hem "Kültür devrimi"ni yapıyor, hem de
halk savaşını savunuyordu... onun için de devrimciydi.
Filistin'de bu bilgilerimizle
çelişen garip bir olguyla karşılaştık. Orada elimizdeki silahların çoğu Sovyet
silahlarıydı. Sovyetler Filistinlilere silah veriyordu. Buna karşılık Çin,
silah vermek için Sovyetler'e karşı tavır alınması koşulunu öne sürüyor ve pek
bir şey de vermiyordu.
İkinci sarsıcı gözlem şu oldu: Çin
"kültür devrimi"ne ilişkin
gazete haberlerini okurken Mao'nun tanrılaştırılması; Mao'nun sözleri okununca
İneğin fazla süt vermesi; Beethoven'in yakılması gibi olaylar kafamızda soru
işaretleri doğmasına sebep oluyordu. Ama bunların emperyalistlerin karşı
propagandası ve yalan olduğunu; olabilecek bazı aşırılıkların abartıldığını
düşünüyorduk. Her zaman kraldan daha fazla kıralcı birileri çıkardı... Orada
bol miktardaki Çin propaganda yayınlarını okuyunca, işin hiç de sandığımız gibi
olmadığını gördük. İnsanlığın tüm kültür birikimi inkar ediliyordu. Biz ise
"kültür devrimi" derken,
kültür birikiminin diyalektik bir inkarını, aşılmasını düşünüyorduk.
Üçüncü Gözlem de eski görüşlerimize
"ölüm vuruşu" oldu. Orada
Çin ve Sovyet temsilciliklerine gitmiştik, özellikle ustaların eserlerini
istemek için. Bizin anlayışımıza göre, bir sosyalist ülkenin
temsilciliklerinde, ustaların eserleri her isteyene çok ucuza ya da parasız
verilmeli ve bolca bulunmalıydı. Çin temsilciliğinde Mao'nun seçmeleri, Lin
Piao'nun kitabı ve Mao rozetlerinden başka bir şey yoktu. Sonra hayretle şunu
da gördük: daha önce gazetelerden Çin'de rütbelerin kalktığını falan okumuş,
herkesin aynı şekilde giyindiği resimleri görmüştük. Evet hepsi aynı tipte
giyiniyorlardı ama, kapıcı ile memurun elbiselerinin kaliteleri, hiç de
Türkiye'deki kapıcı ile memurun elbiselerinin kalitesinden farklı değildi. Hele
memurlar tam bürokrattılar. En küçük bir devrimci heyecan görememiştik. Çin
temsilciliğinde, daha önce Sovyet temsilciliğine de uğradığımızı söylediğimizde, karşımızdaki
irkilmiş ve düşmanca, kuşkucu bir tavır almıştı. Buna karşılık Sovyet
temsilciliğinde, Çin temsilciliğine de gittiğimizi söyleyince, kendinden emin
bir şekilde gülmüş, herhangi bir olumsuz tepki göstermemişlerdi. Bütün bu
gözlemler teorimizle çelişiyordu ve şimdi artık kafamızda yeni bir teori
şekilleniyordu. Bu teori şöyle özetlenebilir:
Çin 700 milyonluk bir köylü
okyanusu. Mao da Marksizm-Leninizm'i tam da köylülerin dar kafasına uygun hale
getirmiş. Mao bir usta değil, aksine Marksizmi basitleştirip, bayağılaştırmış.
En iyi olasılıkla popülarize etmiş. Demek bizin Mao'yu kendimize daha yakın
hissetmemiz de kendi küçük burjuvalığımızdan kaynaklanıyor. Mao'nun köylü
kafası, bizim Narodnizme benzer küçük burjuva sosyalizmimize tam da uygun
düşüyor. Anlaşılan Çin'in tezleri de küçük burjuva karakterde. Bizim
gerillacılık ile dünyanın kırlardan kuşatılması teorisi, aynı küçük burjuva
köylü ideolojisinden kaynaklanıyor. "Kültür
devrimi" de olsa olsa, köylülüğün ve üniversite aydınlarının
proletaryaya karşı bir reaksiyonudur.
Sovyetler hakkında söylenenlere ise
inanmamak gerekirdi. Hem burjuvazi, hem de Çin'de olduğu gibi, küçük burjuvazi,
Sovyetler'i olduğundan başka gösteriyorlardı. Kendi gözlemlerimizle görmüştük
ki, söylenenler doğru değildi. Hem Sovyetler'de proletarya ve kültür düzeyi
daha gelişkin olduğuna göre, gerçek proletarya sosyalizminin Sovyetler'de
olması olağan değil miydi? Demek Sovyetler revizyonist değil. Sonra, Avrupa
gibi, işçi sınıfının örgütlü ve bilinçli olduğu ülkelerdeki Komünist partileri
niye hep Sovyetler'i tutuyordu? Demek ki, gerçek proletarya sosyalizmini Çin
değil, Sovyetler temsil ediyordu.
Evet, Sovyetler pek ihtilalci bir
terminoloji kullanmıyor. Ama bu neyi kanıtlar? Sovyetler'de laf yok ama keskin
iş var. Sonra Sovyetler'in sorumlulukları çok büyük. Ölçüp biçmeden davranması sorumsuzluk
olur. Çin bile bu gün Sovyetler'e atıp tutabiliyorsa, bu, Sovyetler'in
Emperyalizmi dengeleyen gücü sayesindedir.
Sovyetler bizim gibi narodnik
gençler silah istese de vermese haksız mı? Bir kere bizim kendisini
provakasyona getirmeyeceğimizi ne bilsin? Sonra, sen devrimini Sovyetler'den
alacağın silahlara mı bağlıyorsun yoksa kendi işçi sınıfının gücüne mi? Sen
hele kendini ispatla, bak Sovyetler nasıl yardım ediyor. İşte Vietnam, işte
Filistin. Demek, Sovyetler'in Halk Savaşı'na karşı olduğu düşüncesi de yanlış.
O halde, biz de Narodnizm benzeri
gerillacılık görüşlerini; kır-şehir gibi coğrafi kavramları sınıf kavramlarının
yerine geçirmeyi bırakmalı, proletarya içinde uzun ve sabırlı bir mücadeleye
girmeliyiz. Sonra, devrim bir proletarya partisi olmadan olmaz. Devrimin nasıl
bir yol izleyeceğine; güdülecek taktiklere, sınıf mücadelesinin akışı içinde
ancak parti karar verebilir. Şu halde ilk görev partiyi yaratmak. Peki Parti
nasıl oluşacak? Bizler işçi sınıfı içine girip işçilerle kaynaşmalıyız;
bilinçli işçiler yetiştirmeliyiz. Hem böylece kendi küçük burjuva
pisliklerimizden de arınırız. Rusya'da ve her yerde Sosyalist Teori ve İşçi
Sınıfı pratiği ayrı oldukça bir şey olmadı. İkisi birleşince o sentezden Parti
doğdu. Demek, hedef: Proletarya!..
Filistin'e gerilla hayalleriyle
gitmiştik, şimdi bir an önce Proletarya arasına girme özlemiyle dönüyorduk. Bu
muhakkak ki, eski kavrayışımıza göre muazzam bir ilerlemeydi. TİP'te
adaletsizliklerin nedeni olan sömürüyü öğrenmiş, bir sosyalizm idealiyle
donanmış ve yerimizi ezilenlerin safında belirlemiştik. MDD'de Marksizm'i
öğrenmeye başlamış, sosyalizme ulaşmak için demokratik devrim görevlerinin
önemini kavramıştık; şimdi ise gerek sosyalizme ulaşmak, gerek demokratik
devrimi başarmak için proletaryanın ve proletarya partisinin önemini
kavrıyorduk. Bu dönemde ulaştığımız önermeler, hemen hemen on yıl boyunca tüm
görüşlerimizin ve çalışmamızın eksenini oluşturmuştur. Bu eksen: proletaryayla kaynaşmak ve proletarya
partisi oluşturmaktır. Ama nasıl başlangıçta, sosyalizme ulaşmak için
eyleme girince işlerin hiç de kolay olmadığını; araya yepyeni sorunlar görevler
girdiğini – ki proletarya ile kaynaşmak ve proletarya partisi yaratmak da bu
sorun ve görevlerden biri idi – gördüysek, şimdi bu çok daha mütevizı görev
için, eyleme girince yepyeni sorun ve görevler önümüze dikilecektir. Ve bu
sorunlar tam on yılımızı alacaktır.
*
Tabii Filistin'e giden veya
gitmeyen devrimci arkadaşlarımızın çoğu bu görüşlere varmadı. Gerilla
anlayışına takılıp kaldılar ve o anlayış çerçevesinde bir evrim geçirdiler.
Örnek olarak THKO zikredilebilir.
Dönerken Sovyetler'in revizyonist
olmadığı sonucuna ulaşmış bulunuyorduk. Ama bu sonuçtan, "Kapitalist Olmayan Yol"un doğru
olduğu gibi bir sonuca da ulaşmıyorduk. Çünkü bize göre, devrimi ancak
proletarya, köylülüğü yanına alarak başarabilirdi. Dolayısıyla da şöyle
düşünüyorduk: daha önceden sandığımız gibi, Sovyetler'in "Kapitalist Olmayan Yol" diye bir
tezi yoktur, olsa olsa bunu Kongo gibi geri ülkeler için öneriyor olabilirler.
Bu noktada şöyle bir adım daha
atıyor ve şöyle bir sonuca da ulaşıyorduk: devrimin
nasıl yapılacağı konusunda önceden
görüş belirlemek saçmadır. Ne Marks, ne Engels, ne de Lenin'de devrimin
nasıl bir yol izlemesi gerektiğine dair bir tek satır göremeyiz. Bu skolastik
bir anlayıştır. Esas sorun devrimin hangi sınıf güçleriyle, hangi sınıflara
karşı, hangi tarihsel görevleri ele alarak yapılacağıdır. Bu sorunlar
belirlendikten sonra, hangi mücadele biçiminin uygulanacağına mücadelenin akışı
içinde parti karar verebilir... Yani artık kategorik olarak, devrim şu ya da bu
yoldan olabilir demeyi reddediyor, yanlış buluyorduk. Dolayısıyla Marksizm’e
uygun olarak da, Sovyetler'in şu veya bu yolu önermediğini düşünüyorduk.
Bu görüşümüzde bu gün de bir
değişme yoktur. Önceden yaptığımız gibi, mücadele biçimlerine takılmak bizi
devrimin temel sorunlarından uzaklaştırır. Bu sorun, mücadelenin akışı içinde
somut koşullara göre ele alınabilecek taktik, ikincil bir sorundur.
IV.
Enternasyonal'in 1978'deki kongresine sunulmak üzere E. Mandel'in taslak
metnindeki şu önermeler doğrudur ve “Fidelist
Akım” kadar, Türkiye'deki devrimcilerin de evrimlerini açıklar. Metinde “Fidelist akım” üzerine şunlar
yazılıyor:
"Tarihsel olarak, şimdi Latin Amerika devrimci hareketinde Fidelist akımın
doğuşunu, populizmden ilk, kısmi kopuş olarak değerlendirmek mümkün
olmakta. 1960'ların ilk yıllarında
Fidelist Akım Stalino-Populist "iki aşamalı" Latin Amerika devrim
modelinden koptu ve özel olarak 2. Havana Deklarasyonu ve Che'nin yazılarında görüldüğü haliyle,
doğru olarak, Latin Amerika devriminin demokratik ve sosyalist görevlerinin iç
içeliğini gördü. Böylelikle, Fidelist akım, "milli burjuvazinin
emperyalizme ve oligarşiye karşı tarihsel bloku" Stalinist-Populist
kavramına güçlü ama belirleyici olmayan bir darbe indirmiş oldu.
"Fakat
Fidelist Hareket / Akım gitgide artan bir şekilde bilahlı mücadele, mücadelenin
biçimine / sorunlarına takılıp öncelik verdikçe, sınıf mevzilenişi ve devrimci
güçlerin sınıf içeriği sorunlarından uzaklaştı; sonuçta kapıdan kovduğunu
bacadan içeri almış oldu: populist örgütlenmelerin (halk ordusu, halk
partileri) mümkünlüğü, proletaryanın özgül ihtiyaçları ve sorunlarından kopuk
olarak ve burjuva ordusu da içinde olmak üzere burjuvazinin "ilerici
kesimleri" ile dönemsel ittifak stratejisine bağımlı biçimde ele alındı."
(S.D.)
İşte, biz, devrimin görevleri, sınıf
mevzilenmeleri gibi temel sorunları, önceden belirlenmiş şu veya bu
mücadele biçimine bağlı olarak ele almayı kategorik olarak reddederek THKO,
THKP-C ya da Fidelizm gibi akımların ya da merkezciliğin çıkmazından kurtulmuş
oluyorduk. Ve bu kurtuluş, aynı zamanda, devrimci harekete egemen olan THKP-C,
THKO gibi hareketlerin problematiğinden kopuş anlamına geldiğinden, bu
hareketlerin militanlarıyla tartışmada ortak bir dil bulmak olanaksız hale
geldi.
Örneğin, Sovyetlerin revizyonist
olmadığını söylediğimizde, bize hemen eski anlayışla - Sovyetleri revizyonist görmemek = Kapitalist
olmayan yolu öngörmek = Cuntacılık = "işçi
sınıfının objektif şartları yoktur" şeklinde düşünüyoruz diye
değerlendirilip – cuntacı olarak damgalanıyorduk. Fakat aksine, işçi sınıfının
öncülüğünü, devrimin işçi köylü ittifakıyla yapılabileceğini savunduğumuzu
görünce, bu sefer de – yine aynı mücadele biçimi kabuğu içinde – "Sovyetik Ayaklanmacı" olarak
damgalıyorlardı. Biz bu anlayışı kategorik olarak reddettiğimizi istediğimiz
kadar söyleyelim, karşı tarafın yargısı o reddettiğimiz kategorilerin dışına
çıkmadığından, sonuç değişmiyordu ve her tartışma taraflar için bambaşka anlam
taşıyordu.
Sözü edilen anlam ayrılığını biraz
açalım. 1970 Haziranında bizler üzerinde derin izler bırakan işçi olayları
olmuştu. Biz bu olaylardan, devrimin ancak proletaryanın özgücüyle
yapılabileceği; bu muazzam direnişin bir proletarya partisi önderliğinin
yokluğu yüzünden ileri gidemediği ve bunun için de sosyalistlerin işçilerle
kaynaşması ve bir proletarya partisi yaratması gerektiği sonucunu çıkarıyor;
daha doğrusu önceden ulaştığımız bu sonuçların, 15-16 Haziran olaylarıyla
doğruluğunun kanıtlandığını görüyorduk. Yani 15 – 16 Haziren olaylarından
çıkardığımız sonuçlar, mücadele biçimlerine ilişkin değil; devrimde sınıfların
mevzilenişi ve işçi sınıfının sübjektif koşullarının gelişim düzeyinin ortaya
koyduğu görevlere ilişkindi.
Buna karşılık "Halk Savaşı"nı savunan arkadaşlar,
aynı olaylardan, mücadele biçimi perspektifi içinde bambaşka sonuçlar
çıkarıyorlardı. Bunlara göre, 15-16 Haziran olayları, Emperyalizmin şehirlere
egemen olduğu; tek doğru yolun kırlardan şehirlerin kuşatılmasından geçtiği şeklindeki
formüllerini doğruluyordu. Biz "sovyetik
ayaklanma" gibi bir görüşü savunmadığımız halde, bize "sovyetik ayaklanma" yolunun
yanlışlığının kanıtlandığını söyleyerek karşı çıkıyorlardı. Yani tam bir
sağırlar diyalogu.
Biz ise, onların çıkardıkları sonuçları,
devrimde sınıfların mevzilenmesi bakımından değerlendiriyor ve onların işçi sınıfının devrimin öz gücü olduğunu
reddettiklerini söylüyorduk.
Bu dönemin belirleyici tartışması
proletaryanın öz veya temel güç mü, öncü güç mü olacağı noktasında yoğunlaşmıştı.
"Halk Savaşı"nı savunanlar,
işçi sınıfının öncü, köylülüğün temel güç olduğunu söylüyorlardı. İşçi
sınıfının öncülüğü de "ideolojik
öncülük" anlaşılıyor ve fiilen koskoca proletarya sınıf
mevzilenmesinin dışına çıkarılıyordu.
Proletarya devrimin bir nesnesi olarak görülüyordu.
Buna karşılık biz, öncü Parti olabilir, temel güç işçi sınıfındır, köylülük yedek güçtür diyorduk. Ama "halk savaşı"nı savunanlara göre tüm
bu uslamlamalar, şu veya bu mücadele biçimine teorik dayanak bulma çabası
olduğundan, "İşçi sınıfı temel,
köylülük yedek güçtür" demek, "Sovyetik Ayaklanma"yı savunmak anlamına geliyordu. THKP-C'nin
teorik temelleri de bu tartışmalar içinde şekillenmiştir. THKP-C'nin ve ondan
kaynaklanan hareketlerin sonraki evrimleri hep bu problematiğin sınırları
içindedir; mücadele biçimleri kabuğunu kırıp aşamamıştır.
*
Biz görev olarak önümüze proletarya
partisinin yaratılması ve işçi sınıfıyla kaynaşmayı koyunca, tüm pratik
faaliyetimizin eksenini bu görevler oluşturuyordu. Biçim olarak aynı olsa bile faaliyetimizin
içeriği değişmişti. Örneğin önceden, dağa çıktığımızda yararlı olacağını
düşünerek işçilerle ilişki kurarken, şimdi işçileri eğitmek, siyasi bilinç
vermek, işçilerle kaynaşmak amacıyla ilişki kuruyorduk.
Ne var ki, ilişki kurduğumuz yapı
işçilerinin son derece geri bilinç ve örgütlenme düzeyi, ister istemez
çabalarımızın tümünü ekonomik ajitasyon ve örgütlenmeye hasretmeyi gerektiriyor
ve ancak böyle davranarak bazı somut başarılara ulaşılabiliyordu. Evet, bu
gerekli bir görevdi ama bizde, bu görevin kendisini sosyalist faaliyetin
kendisi olarak sanma eğilimi, fazla boy vermese de, egemen oluyordu. Yani bir
ekonomizm eğilimi söz konusuydu. Bir eksiklik olduğunu bilsek de, fiilen
çalışmalarımızda politik ajitasyon ikincil duruma düşüyordu. Neyse ki bu durum
fazla sürmedi.
15-16 Haziran olaylarından sonraki
aylar içinde, Hikmet Kıvılcımlı'nın raflarda tozlanan kitapları hızla okunmaya
başladı. Peş peşe Oportunizm Nedir, Halk
savaşının Planları, Zortlama...
gibi kitapları yayınlandı. Ulaştığımız tüm görüşlerin Kıvılcımlı tarafından çok
daha mükemmel ve derin bir biçimde ifade edildiğini görünce, zaten
kendiliğinden varmış olduğumuz görüşleri benimsedik ve devrimciler arasındaki
argoda dendiği gibi "doktorcu"
olduk.
Kıvılcımlı ne diyordu? Dedikleri
kısaca şöyle özetlenebilir:
(Metin burada bitiyor.)
Dijitalizasyon Dolayısıyla
Sonsöz
1980'lerin başında, Niğde
Cezaevi'nde Kıvılcımlı'nın eleştirisine önsöz olarak yazılmaya başlanmış bu
metin burada bitiyor. Bu metni bu kadarıyla dışarı çıkarabilmiştik. Zaten
gerisini yazmaya da fırsat olmadı. Başka politik gelişmelerle ilgili acil
olarak yazılması gerekenler ve Niğde'den aniden toplu halde Malatya E-Tipi Özel
Cezaevi'ne sürgün, orada müşahade hücrelerinde geçen 15 aydan sonra tahliye;
mevcutlu olarak askere gidiş, firar ve Avrupa'ya çıkış.
Bu yazı kendi teorik evrimim
üzerinedir ama aynı zamanda bu evrimimin belli bir anını yansıtır. Bu dönem,
Troçkist, daha doğrusu ve aslında aynı şey olan klasik Marksist mirası okuma ve
öğrenme, bütün bildiklerimi bu yeni ışık altında gözden geçirme dönemimdir. Bir
bakıma, teorik bakımdan hayatımın çok verimli bir döneminin sonlarına ait bir
yazıdır.
Bu vesileyle, bundan sonraki
teorik evrimim üzerinde çok kısa bir özet vermeyi deneyeyim.
Yuvarlak hesap, 1970 ile 80
arasının "doktorcu" dönemim olduğu söylenebilir. Bütün politik ve teorik faaliyetimde aslında Kıvılcımlı'nın
çelişkileri vardır. Bunlar çok açık o dönemde yazdığım yazılarda görülebilir.
Kıvılcımlı'nın çelişkisini bir benzetmeyle anlatmayı deneyeyim.
Hegel'in sistemi ve metodu
arasındaki çelişki gibidir bu. Bir yandan devrimci bir metot, diğer yandan
tutucu bir sistem vardır. Devrimci olanlar, yani Marks ve Engels onun metoduna
sahiplenmişler, sistemini eleştirmişlerdir. Tutucular ise tersine, sistemine
sahiplenip metodunu iğdiş etmişlerdir. Kıvılcımlı'nın da durumu böyledir aşağı
yukarı. Tıpkı Hegel'in Mantığının en soyut, en idealist gibi görünen
bölümlerinin, Lenin'in de dikkati çektiği üzere, en devrimci bölümler olması
gibi; Kıvılcımlı'nın da en devrimci yanı onun Tarih Tezi'nde ortaya çıkar,
çağımıza ilişkin politik sorunlarda ise Sovyet görüşlerinin dışına çıkamaz.
Bu elbette onların kaba bir
tekrarı değildir. Özellikle, yaratıcılığın ve diyalektik düşünüşün büyük önem
kazandığı somut taktikler alanında bu tekrar ortaya çıkar. Tıpkı, Felsefe Defterleri ile Nisan Tezleri arasındaki bağ gibi bir
bağdır bu. (Ergun Aydınoğlu'nun Kıvılcımlı'nın bu yanını güzel anlatan Albatros yazısını burada zikretmek
gerekiyor. Ben ise, daha ziyade, Kıvılcımlı'nın metodolojik katkıları üzerinde
yazılar yazdım. Bu anlamda, Ergun Aydınoğlu'nun ve benim Kıvılcımlı hakkında
yazdıklarımızın birbirini tamamlayıcı bir niteliği vardır.) Ama işte bu
ikisinin arasını resmi Sovyet tezleri doldurur.
Kıvılcımlı öyle bir devdi ve
bizim gerek Kıvılcımlı ve gerek Marksizm
ve sosyalist hareketin tarihi hakkındaki bilgimiz öyle kısıtlıydı ki, bu bizim
Kıvılcımlı'nın çelişkilerini görmemizi engelliyordu.
Doktorcu olmaktan çıkmam ve
Troçkist olmam da bir bakıma, Doktorcu olmama benzer. Doktor'un o dönemde
savunduğu görüşlere kendi başıma varmıştım. Öte yandan, birinci elden Çin
kaynaklarını vs. okuduktan veya gördükten sonra Kır – şehir paradigmalarını
aşabilmiştim.
Aynı şekilde, TKP
çizgisindekilerin yayınladığı çeviri Sovyet dergilerini okumak ve onlarda hep
yaratıcı fikirler arayıp bulamama sonunda bir bakıma Sovyetler'e ilişkin
kafamda soru işaretleri oluşmaya başladı. Daha sonra Kıvılcımlı'nın anıları,
anıların başında neredeyse, Suriye'de sosyalizm, Bulgaristan'da komünizm
görürken, sonuna doğru, bürokrasiden, ve ölümü öncesindeki Troçki gibi Lenin'i
Stalin'in öldürmüş olabileceğinden söz etmesi ve nihayet 1930'larda yazdığı
Yol'un kısmen yayınlanması, bizi Kıvılcımlı'nın çelişkileri ve Sovyetler'de bir
şeylerin yanlış olduğu düşüncesine getiriyordu. Ancak, teorik evrimimiz,
bütünüyle başka bir pratik sorundan hareketlendi.
Yetmişli yıllarda Türkiye'de
dünyanın en güçlü ve hızlı büyüyen faşist hareketlerinden biri vardı. Bu
faşistlere karşı mücadelede elimizde Dimitrov'un kitabı ve Üçüncü
Enternasyonal'in Birleşik Cephe stratejisinden başka bir şey bulunmuyordu.
Fiilen yaptığımız öz savunmanın ise bu
teoride zerrece yeri yoktu.
Bu sorunla yüzleşmemiz, bizi
Üçüncü Enternasyonal'in tarihi ve niye dağıtıldığı, bu da Ekim devriminden
sonra olanlar konusunu gündeme getiriyordu. Bütün bu sorunlarda, yeni görüşlere
ulaştığımızı düşünüyorduk. Bu haliyle görüşlerimiz Vatan Partisi ile Sosyalist
Vatan Partisi'nin bölündüğü Kongre'ye sunulan "Komisyon Raporu" ve sonra hemen hemen bütün yazılarını adeta
bizim cezaevinden yazdığımız Sosyalist gazetelerinde
görülebilir.
Fakat bir süre sonra, yeni
bulduğumuzu sandığımız görüşlerin, yıllarca "Troçkist" denenler
tarafından savunulduğunu, Troçki'nin birbirinden ayrılmaz üç olayı, geri bir
ülkede sosyalist devrim, Sovyetler'in yozlaşması ve faşizmin zaferini,
açıklayan tek Marksist ve tutarlı teoriyi ortaya koyduğunu ve bütün gelişmeleri
ve dolayısıyla kendisinin ve Marksizm'in kaderini adeta öngördüğünü görünce, Troçkist
geleneğin, klasik Marksizm'in tek tutarlı ve yaratıcı savunusu olduğunu
anladıkça bana "Troçkist" denmesinde bir mahzur görmedim ve bu
geleneğe katıldım.
Elbette ilk dönemde,
Kıvılcımlı'yı özellikle politik tavır alışları bakımından eleştirmek benim için
çok önemliydi ve bu yazı da zaten böyle bir çalışmaya önsöz olarak
düşünülmüştü. Ama hiç bir zaman, Kıvılcımlı'nın, yönteminden şüpheye
düşmediğimi, aksine Troçkist gelenekle Kıvılcımlı'nın birbirini bilmeden
tamamladığını o zaman da düşündüğümü belirtmeliyim.
Aslında, Kıvılcımlı yaşasaydı,
onun yapabileceği veya yapmak zorunda kalacağı kendi çelişkisini çözmeyi aradan
on yıl gecikmeyle yapmaktı yaptığım. Kıvılcımlı'nın anıları, bu çelişkiyle
yüzleşmenin eşiğine geldiğini çok açık olarak gösterir. Bizim on yılımız bir
bakıma Kıvılcımlı'yı anlama ve öğrenme çabasıyla geçti, onun anladığımız an,
onun çelişkileriyle karşılaştık ve onu devrimci özünü olarak aştık.
Diğer doktorcuların hepsi onun
sistemine takıldılar. Bir kısmı ise, onu iyice bir tarikat pirine dönüştürdü.
Bizim yaptığımız, Genç Hegelciler içinde Marks ve Engels'in yaptıklarına
benzer, onun devrimci özünü alıp geliştirmek. Ve nasıl Marks ve Engels, Hegel'e
olan borçlarını her zaman şükranla anmışlar ve onu cüceler karşısında
savunmuşlarsa bizim de Kıvılcımlı'ya karşı yaklaşımımız öyle olmuştur.
Malatya'da okuma ve tartışma
olanakları adeta yoktu. Dolayısıyla o dönem ölü bir dönem sayılabilir. Çıkınca
tek yol Avrupa'ya çıkmaktı. İki yıl askerlik, birkaç yıl sürgün cezalarım vardı
ve ayrıca Kenan Evren'e ve bir gardiyana hakaretten iki davam devam ediyordu.
Ama en önemlisi, dünya sosyalist hareketini birinci el kaynaklardan öğrenmek
büyük önem taşıyordu. Bizler hep Taşralı ve Türkiye'li olmuştuk. Ekim Devrimi
sonrasının mücadeleleri hakkında, bunların dersleri hakkında hiç bir şey
bilmiyorduk. Ulusal dar görüşlülük belirliyordu dünyamızı. Özellikle Marks,
Engels, Lenin, Lüksemburg'lar döneminin
enternasyonalist, kozmopolit (milliyetçiler bunu bir hakaret olarak
anlarlar, Mark ve Engels ise Kozmopolit olmayla övünürlerdi) geleneğini
sürdüren Dördüncü Enternasyonal (ki
tek Enternasyonal'in bu olması da bir rastlantı değildi) geleneği ile
tanıştıkça, bunun bilincine daha fazla varıyorduk. Bu nedenle, Avrupa'ya çıkıp,
uluslar arası standartlarla karşılaşmak, onları tanımak, bilmek de büyük bir
önem taşıyordu. Eh Fransa hep devrimin ülkesi olmamış mıydı? Çıkınca da
Fransa'yı seçtik. Yine o taşralılığımız nedeniyle bilmiyorduk ki, Fransa artık
dünya gericiliğinin ideolojik kalesi olmuştu.
Bundan sonraki on yıl da,
1990'lara kadar Troçkist olduğum
dönemdir diyebilirim. Bu dönemde, bulunduğum ülkelerde, o ülkelerin
politikasıyla, daha ziyade Avrupa çapındaki politikalarla ilgili olarak ırkçı
baskıya karşı, siyahlar (veya göçmenler) hareketi içinde sosyalist ve işçi bir
kanatın oluşması, bunun teorik, programatik, stratejik temelleri gibi sorunlar
politik faaliyetimin merkezinde oldu. Tabii dil gibi müthiş bir engel vardı ve
bu nedenle hiç bir zaman yeterince etkili olduğumu ve alınabilecekleri
yeterince alabildiğimi söyleyemem.
Ama buna rağmen, nasıl önceden
hep ayrıksı bir “Doktorcu” idiysem, ayrıksı bir “Troçkist” oldum. Özellikle
ilgi alanımın merkezinde, "Yeni
Sosyal Hareketler" denen hareketlerin, yani siyah, kadın, ekoloji,
barış hareketlerinin literatürü vardı ve bu
hareketlerin niye var olduğu başlıca teorik sorunum oldu. Bunların
varlığını açıklayan iç tutarlılığı olan bir teori, hem de Marksizm'in niye bu
hareketler karşısında kör kaldığını da açıklamalıydı. Tabii bu hareketler
ayrıca, iyimser tarih anlayışıyla da bir yüzleşmeyi gerektiriyordu. Bu noktada Frankfurt Okulu ile karşılaşmam,
Kıvılcımlı ve Troçki'den sonra teorik evrimimdeki üçüncü büyük olaydır.
Bu üç geleneğin, birbirinden
habersizce birbirini tamamladığını görmemek elde değildir. Bir bakıma, Fransız
sosyalizmi, İngiliz Ekonomi Politiği, Alman Felsefesi gibi, geleceğin
Marksizm'inin üç kaynağı bulunmaktadır bu geleneklerde. Bunlara yeni sosyal
hareketlerin katkıları da eklenebilir. Onlar da sanki, bu teorik inşanın diğer
yanlarını yapmıştırlar.
Kendime, bütün bu farklı
teorileri, bir tek "birleşik
alanlar kuramı" gibi bir bütünsel sistem içinde toparlama, onların
birbirini tamamladığını gösterme gibi devasa bir teorik görev koydum.
Ama bu muazzam görevi
yapabilecek, kültürel arka planım yok.
Bir kaç dile iyice egemen olmadan böyle bir görevin altından kalkılamaz. Öte
yandan bu yönde motive edici bir entelektüel ortam, teorik tartışmalar ve
toplumsal bir hareket de yok. Ve nihayet böyle devasa bir görevi yapacak
zamanım ve gücüm de yok. Artık yaşlıyım. Bu nedenle, bir panik duygusu içinde,
ölmeden önce, giderayak, ulaştığım sonuçları, ilerde bu konuda çalışanlara bir
ip ucu, bir ilham vermek için alel acele yazmak, mezara götürmemek kaygısı
belirler yazılarımı.
Hiç bir zaman başaramayacağım o
birleşik teoriyle ilgili olarak sadece sadece diyeceğim, "Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi"
kavramının bu bütünlüğün köşe taşıdı olduğudur. Bu gerçek tarihsel hareketin incelenmesi hem bu teorik katkıların
senteziyle mümkün olabilir hem de bizzat bunların birbirini tamamladığını
gösterebilir. Tutarlı Marksist teoriler, sadece olayları değil aynı zamanda
daima kendilerini, doğuşlarını ve kaderlerini de açıklayıcıdırlar.
Yine yuvarlak hesap, on yıl, 80
– 90 arası, "Troçkist" dönemimdir diyebilirim. 90'lı yılların
başından beri ise, kendimi Troçkist olarak tanımlamıyorum. Troçki'nin
görüşlerinin yanlış olduğunu düşündüğümden değil. Aksine, Troçki'nin teorik
katkısı olmadan, Troçkist geleneğin teorik katkıları bilinmeden yirminci
yüzyılın tarihinin anlaşılamayacağını, dolayısıyla yaşadığımız anın
anlaşılamayacağını düşünüyorum. Bu geleneğin, toplumsal hareketlerin
deneylerinin sistemleştirilmesi; eleştirel ve devrimci Marksizm'in geleneğinin
yaşatılması ve gelecek kuşaklara aktarılması bakımından paha biçilmez bir görev
gördüğü kanısındayım. Ama Troçki'nin tartıştığı sorunlarla bu günün
sosyalistlerinin kendilerini tanımlayamayacağını düşünüyorum.
Geleceğin sosyalisti için,
Troçki'nin, Sürekli devrim veya Bürokrasi veya Sovyetler'deki karşı devrim
konusundaki görüşleri kendiliğinden
kabul görecektir. Ama bununla kendini tanımlamayacaktır. Örneğin Tek Ülkede
Sosyalizm olmadığını ve olamayacağını tarih acı biçimde kanıtladı. Artık bu
önermeyi kabul etmenin bir anlamı olmayacaktır. Halbuki, bir zamanlar ve o zamanın
ürünü hala yaşayan bazı sosyalistler için, bu problem hayati önemdeydi ve buna
verilen cevaplar belirliyordu tüm politik duruşları.
Bu anlamda ne
"doktorcu" ne "troçkist" ne de başka bir şeyim. Teorik ve
politik faaliyetimin ekseninde, gelecek kuşaklara sosyalizm için bazı
gelenekleri aktarma ve bir örnek oluşturma çabasından başka bir şey yok
diyebilirim. Son on yılda özellikle birbiriyle son derece bağlı, ve aynı
zamanda Kıvılcımlı, Troçki, Frankfurt Okulu ve Yeni Sosyal Hareketler'in teorik
katkılarıyla da uyumlu bazı programatik ve stratejik bakımdan önemli yeni
görüşler geliştirmiş bulunuyorum.
Birincisi, umutsuzluktan hareket etme gereği. Bütün veriler, insanlığın
yaşamayacağı yönünde. Sadece şimdiki değil, bütün tarih de bu yönde kanıtlarla
dolu. Bu durumda sosyalizm için
mücadele, küçük bir olasılık uğruna adeta umutsuz bir mücadeledir.
Sosyalistlerin hareket noktası bu olmalıdır. Ama tarih bir çok olasılıklardan
biri olduğu için, hiç bir şeyin garantisi olmadığı için, tam da o küçük
olasılık nedeniyle bir umut vardır. Aslında, son astronomi ve biyoloji tarihi
verileri, insanın bizzat bu varoluşunun küçük bir olasılık olduğunu kanıtlıyor.
Dinasorları yok eden göktaşı olmasaydı (ki benzeri bir kaç tane var canlıların
evriminde) bu gün insanlık olmayacaktı. “İnsan
bir tesadüf”tür.
Eski kuşak sosyalistler eski
alışkanlıklarıyla, hep umuda övgü düzmekle meşguller. Geleceğin sosyalistinin
hareket noktası ancak umutsuzluk olabilir. O tam da umutsuz durum nedeniyle
mücadele edecektir. Farkına varılmayan, bu yaklaşımın, nasıl radikal ve devrimci bir potansiyel
taşıdığı, her türlü çürük uzlaşmayı ve
geri dönüşü adeta olanaksız kıldığıdır.
Bir diğer görüş, insanlığın bu gün bir Apartheit rejimi
altında yaşadığı, faşizmin bir tehlike değil gerçek olduğu. Sadece beyaz
adamın bakışı ve Ulusları normal kabul edip onun dışında başka bir varoluşu
düşünme yeteneği yitirildiği için bunun görülemediği. Dolayısıyla ulusçuluğun,
en toleranslı, esnek biçimleriyle bile ırkçılığın aracı olduğu.
Tabii buna bağlı olarak, seksenli
yıllarda Gellner, Hobsbawm, Anderson gibi araştırmacılarla temelleri atılmış
ulus teorisine dayanarak, bundan çıkardığım programatik sonuç. Geleceğin
sosyalist hareketi ancak bu sonuca dayanarak programını koyabilir: ulusal olanla politik olanın bağını
koparmak. Bu masum cümlenin anlamı ve devrimci, uzlaşmaz niteliği çoğu kez
anlaşılmıyor. Bu aynı zamanda, yer yüzü ölçüsündeki Apartheit'e de bir
cevaptır.
Keza, dünya tarihsel yenilginin
sonuçları, yeryüzü ölçüsündeki işçi sınıfının bölünmüşlüğü ile birleşince,
çeşitli ülkelerde devrimci kabarışlarda işçi sınıfının izleyeceği yol ve
oynayacağı rolün niteliği değişiyor. Burada, Troçki'nin teorisine anıştırma
olarak ifade ettiğim, "Süreksiz
Devrim" diye isim verdiğim teori gündeme geliyor. Yani, burjuvazinin
korkaklığı ve devrimin dinamikleri işçi sınıfını iktidara getirebilir. Ama işçi
sınıfı, ya bir ölüm parendesi atmak, yani ulusal olanla politik olanın bağını
koparmak, bütün uluslardan insanlara ulusal devletleri yıkma çağrısı yapmak
zorundadır ya da kendini demokratik görevlerle sınırlamak. Yani kapitalizm için
ideal şartlar. Hatta işçi iktidarı altında kapitalizm denebilir buna. Bir
zamanlar İsveç ve Avustralya'da olduğu, Pavrus Efendi'nin öngördüğü türden.
Muhtemelen Türkiye'deki gelişme de böyle olacak.
Bu ise Türkiye'nin bölgesel bir
alt güç olması, Osmanlı, Bizans uygarlık bölgesinin tekrar toparlanması,
Fatih'in yaptığının kapitalizm şartlarında yapılması demektir. Yani demokrasi
mücadelesini desteklemek, artık sosyalizme değil, en azından Türkiye gibi
ülkelerde, bir alt emperyalist, gelişmiş, beyazlar arasına katılmış bir ülkeye
hizmet etmek demektir. O halde ne yapmak gerekir? Böyle diye demokrasi
mücadelesi desteklenmeyecek mi?
Bizim buna cevabımız,
destekleyeceğiz, ama yaptığımızın buna hizmet edeceğini de söyleyeceğiz ve
insanları bir adım daha atmaya çağıracağızdır. Son bir iki yıllık politik
faaliyetimin özü de bunu çeşitli biçimlerde tekrar tekrar anlatmaktan
ibarettir. Gelecek kuşaklara bu politikanın uygulanabilir tek sosyalist
politika olduğunu göstermek ve en azından bir deney sunmaktır.
Böylece, bu yirmi yıl önce
yazılmış yazıyı bilgisayara geçirdiğimizde, arada geçen yirmi yılda
görüşlerimizin evrimi hakkında özetin özeti bir bilgi vermiş oluyoruz.
Yazının başında da değinildiği
gibi, bu teorik evrimimiz, bir binayı yıkıp yerine başka bir bina
yapmamaktadır, bu bir tepeye tırmanmaya benzemektedir. Hareket noktamız hep
aynı: yeryüzünden sömürü ve eşitsizliği yok etmek. Çalışan ve hep altta
aşağılanmış kalan insanların , tüm toplumu sırtında taşıyanların kaderlerini
ellerine alması, bunun ne egemen sınıfların ne de kar ve pazarın egemenliğinde
olmaması. Hep sorun bunun nasıl başarılacağında. Bu mücadeleye ilk
başladığımızda geometrik diziyle büyüyüp bir kaç yılda başaracağımızı sanıyorduk, şimdi ise çok uzak bir gelecekte küçük bir
olasılıktan başka bir şey değil. Ama o ilk gençlik günlerimden daha az
heyecanlı olduğumu söyleyemem.
04 Nisan 2001 Çarşamba
[1] Burada
kastedilen “Kıvılcımlı’nın Anlayamadıkları”
adlı kısa Kıvılcımlı eleştirisidir. Almanya’da çıkan Yol – Der Weg adlı dergide yayınlandı. Şimdi “Kıvılcımlı Üzerine
Yazılar” başlıklı derlememizde bulunabilir. İnternetten indirmek için: https://yadi.sk/i/Y7MvdI4VdYtAp
[2] Kastedilen
Hikmet Kıvılcımlı’nın “27 Mayıs ve Yön
Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi” adlı kitaptır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder